@hayat_belirtisi34
|
~𝓗𝓪𝔂𝓪𝓽𝓽𝓪 𝓫𝓮𝓷 𝓮𝓷 𝓬𝓸𝓴 𝓫𝓪𝓫𝓪𝓶ı 𝓼𝓮𝓿𝓭𝓲𝓶, ~𝓚𝓪𝓻𝓪𝓬𝓪𝓵ı𝓵𝓪𝓻 𝓰𝓲𝓫𝓲 𝔂𝓮𝓻𝓭𝓮𝓷 𝓫𝓲𝓽𝓶𝓮 𝓫𝓲𝓻 𝓬𝓸𝓬𝓾𝓴, ~𝓒𝓪𝓻𝓹ı𝓴 𝓫𝓪𝓬𝓪𝓴𝓵𝓪𝓻ı𝔂𝓵𝓪 𝓱𝓪 𝓭𝓾𝓼𝓽𝓾 𝓱𝓪 𝓭𝓾𝓼𝓮𝓬𝓮𝓴, ~𝓝𝓪𝓼ı𝓵 𝓴𝓸𝓼𝓪𝓻𝓼𝓪 𝓪𝓻𝓭ı𝓷𝓭𝓪𝓷 𝓫𝓲𝓻 𝓭𝓮𝓿𝓲𝓷, ~𝓞 𝓬𝓪𝓹𝓴ı𝓷 𝓫𝓪𝓫𝓪𝓶ı 𝓫𝓮𝓷 𝓸𝔂𝓵𝓮 𝓼𝓮𝓿𝓭𝓲𝓶... ~𝓒𝓪𝓷 𝓨𝓾𝓬𝓮𝓵~
Sabahın yoğun havası, Şeyma’nın etrafında adeta bir sis gibi ağır ağır dolaşıyordu. Masasının başında oturmuş, günün raporlarını incelerken, göz ucuyla saatin akışını takip ediyordu. Hüseyin’in hastanede yatışıyla ilgili gelişmeler, hem onun komutanı olarak hem de nişanlısı olarak içini kemiriyordu. Ama Şeyma, her zaman olduğu gibi profesyonel kalmaya, duygularını görevle karıştırmamaya gayret ediyordu.
Tam o sırada, karargâhın ağır kapısı açıldı ve içeriye Demir Şahin girdi. Yaşlı kurt, her zamanki gibi kendinden emin ve adımlarında bir amaç taşıyan haliyle içeri süzüldü. Şeyma, göz ucuyla geleni fark edince şaşkınlıkla kaşlarını çattı, ama bir saniye bile tereddüt etmeden duruşunu sağlam tuttu. İçinde yükselen tedirginliğe rağmen yüzüne bir soğukkanlılık yerleştirdi. Demir Şahin’in karargâha gelişi hiç beklenmedik bir durumdu, ama Şeyma bunun altında yatan gerçek amacı sezebiliyordu.
Demir, Şeyma’nın masasına yaklaşırken, geniş bir gülümseme ile başını hafifçe eğdi. Sanki Hüseyin’le ilgili tüm geçmişi silmiş gibi, hiçbir şey olmamışçasına gülümseyerek konuşmaya başladı. “Yüzbaşı Şeyma,” dedi, sesi her zamanki gibi nazik ama bir o kadar da sinsi bir tını taşıyordu. “Bugün karargâh ne kadar da canlı görünüyor. Sizi böyle meşgul görmek bir onur.”
Şeyma, gözlerini kısarak Demir’e baksa da, resmiyetinden taviz vermedi. “Teşekkür ederim, Demir Bey,” dedi, sesindeki soğukkanlılık dikkat çekiciydi. “Sizi burada görmek oldukça... sürpriz oldu.”
Demir, Şeyma’nın karşısındaki sandalyeye oturdu, yaşına rağmen hâlâ güçlü ve etkileyici duruşuyla yerini aldı. “Ah, evet. Ne yazık ki pek sık uğrayamıyorum. Ama bu kez farklı bir sebebim var. Yakında önemli bir balo düzenliyorum. Hem Hüseyin hem de sizin için bu etkinliğin iyi geleceğini düşündüm. Özellikle Hüseyin, biraz eğlenmeyi hak ediyor, değil mi? Malum, hastane günleri pek iç açıcı olmuyor.”
Şeyma, yüzündeki nötr ifadeyi korumaya çalıştı ama içinden yükselen bir alay hissini bastıramadı. Demir Şahin, sanki bir baba figürü gibi konuşuyordu, ama Şeyma, onun asıl amacının bu olmadığını biliyordu. Bu davet, Demir’in planının bir parçasıydı. Hüseyin’i kontrol etmeye, onu kendi dünyasının içine çekmeye devam etmek istiyordu.
Demir, ceketinin iç cebinden dikkatlice bir davetiye çıkardı ve Şeyma’ya uzattı. “Bizzat davetiyeyi size vermek istedim. Hüseyin’in yanında olmak isteyeceğinizi düşündüm, malum... nişanlısı ve partneri olarak.”
Şeyma, davetiyeyi alırken hafifçe sırıttı, ama bu gülümseme, Demir’in fark edemeyeceği kadar inceydi. Zaten davetin geleceğini biliyordu. Ama Demir Şahin’in bu kadar yüzsüzce ve her şeyin kontrolü kendisindeymiş gibi davranması, içindeki ironi duygusunu tetiklemişti.
“Ne kadar naziksiniz, Demir Bey,” dedi, sesi nezaketten ödün vermeden. “Ancak şunu bilmelisiniz ki, Hüseyin’in durumu ne olursa olsun, onu korumak benim görevimdir. Hem bir komutan olarak, hem de bir... müstakbel eş olarak.”
Demir, hafifçe başını sallayarak karşılık verdi. Gözlerinin derinliklerinde gizli bir amaç parıldıyordu ama yüzündeki maskeyi düşürmedi. “Elbette, elbette. Hüseyin sizin gibi güçlü bir kadının desteğine sahip olduğu için çok şanslı. Bunu her zaman dile getiriyorum. Ama bilirsiniz, bu tür etkinlikler insanların üzerindeki baskıyı azaltır. Bazen, bir dans, bir gülüş, bir anlık hafiflik, insanın yükünü hafifletir.”
Şeyma, Demir’in cümlelerinin altındaki gizli niyeti sezmişti. Onun Hüseyin’i bu kadar rahat bir şekilde hayatına dahil etmeye çalışması, bu davetin arkasındaki manipülatif amacın bir parçasıydı. Ama Şeyma, hiçbir şekilde taviz vermemeye kararlıydı. Yavaşça, kontrollü bir nefes aldı ve cevap verdi. “Sizin bu konudaki düşünceleriniz...ilginç Demir Bey. Ama Hüseyin’in neye ihtiyacı olduğunu ben ondan daha iyi biliyorum. Ve şu an, neyin doğru olduğunu en iyi biz belirleyeceğiz.”
Demir, Şeyma’nın bu kararlı duruşuna karşı hafifçe gülümseyerek ayağa kalktı. “Elbette, yüzbaşı. Sadece bir öneriydi. Umarım baloda görüşürüz. Hüseyin’e benden selam söyleyin.”
Şeyma, Demir’in arkasından bakarken, zihninde hâlâ sorular dönüyordu. Bu balo, Hüseyin’i daha derin bir oyunun içine çekmenin bir aracı mıydı? Demir, gerçekten de oğlunun boşluğunu Hüseyin ile doldurmak mı istiyordu? Şeyma, onun oyununu bozmak için ne gerekiyorsa yapmaya kararlıydı.
Demir Şahin’in odadan çıkışıyla karargâhın havası bir nebze hafifledi, ama Şeyma’nın zihninde beliren sorular hala cevaplanmamıştı. Her detayı ince ince düşünmeye çalışıyor, ihtimaller dizisinde akıl sağlığını korumaya çalışıyordu. Sanki her adımda Demir’in gölgesi onları takip ediyordu. Derin bir nefes aldı, başını hafifçe sallayarak düşüncelerini dağıtmaya çalıştı. O sırada koridordan koşarak gelen ayak seslerini duydu.
Birkaç dakika sonra kapı yavaşça açıldı ve Ömer içeri girdi. Peşinde ise arkasından koştuğu belli olan bir asker. Hafif nefes iniş kalkışlarından bariz oluyordu. Şeyma işaret verince onaylayıp arkalarından kapıyı kapattı. Genç delikanlı, Şeyma’yı görür görmez gözleri ışıldadı ve çocukça bir heyecanla ona doğru koştu. “Hocam!” diye seslenirken, kollarını Şeyma’ya doladı. Onun bu içten hareketi, Şeyma’nın yüzünde hafif bir tebessüm oluşturdu. Ömer’in bu saf sevgisi, görevlerinin ağır yükü arasında kısa bir anlık huzur gibiydi.
Ama aniden, Ömer’in farkına vardığı bir şeyler oldu. Nerede olduğunu, kiminle olduğunu anımsadı. Sarıldığı kişinin sadece bir öğretmen değil, aynı zamanda bir komutan olduğunu düşünerek hemen geri çekildi. Kızaran yanakları ve utançla yere indirdiği bakışları Şeyma’nın dikkatinden kaçmadı.
Şeyma, gülümsemesini kaybetmeden, yumuşak bir anne şefkatiyle elini Ömer’in omzuna koydu. Onun bu utancını hafifletmeye çalışıyordu. “Merak etme Ömer,” dedi, sesi yumuşak ve içten. “Burası güvenli bir yer. Senin içtenliğini her zaman takdir ediyorum.”
Ömer, gözlerini kaçırarak başını eğdi. “Üzgünüm hocam… Bir an için...” Kelimeleri toparlayamadı, ama Şeyma ona hiçbir şekilde kızgın olmadığını hissettirdi.
Fakat, Şeyma’nın aklında başka bir yük vardı. Ömer’e bir gerçeği söylemesi gerekiyordu, ama kelimeler dilinin ucuna gelip düğümleniyordu. Genç çocuğun karşısında, babasının ölüm haberini vermek ona hiç bu kadar zor gelmemişti. Birkaç kez denedi, ama her seferinde cümleler havada asılı kaldı. Derin bir nefes aldı, elini Ömer’in omzundan çekti ve gözlerinin içine bakarak konuşmaya çalıştı, ama henüz zamanı değildi. "Ee ne yaptın bakalım köyde?" "Siz işte operasyonu bitirince Arif komutan yanımıza geldi. Tehlikenin geçtiğini köyün arındığını söyleyince bütün köylüler derim bir nefes aldı. Valla sizi beklerken canım çıktı. Bir şey olacak diye çok korktum. Hüseyin abi, komutan Arif timindeki bir kaç kişi de yaralanmış. Hepsi iyi mi ha hocam?" "İyiler. Hafif yaralandılar. Merak etme. Buna da şükür."
Ömer, Şeyma’nın tereddüdünü fark etmese de, başka bir soru kafasını kurcalıyordu. Gözlerinde bir endişe belirdi ve sonunda dayanamayarak sordu. “Peki ya Hüseyin abi? Onu görebilecek miyim hocam? Hastanede olduğunu duydum. Durumu iyi mi?”
Şeyma, bu soruyu bekliyordu ve bir an için rahatladı. Hüseyin’den bahsetmek, şu an için daha kolaydı. “Evet, Hüseyin iyileşiyor. Uyandı sonunda,” dedi. Ömer’in gözlerindeki endişe biraz hafifledi, ama tamamen dağılmamıştı. “Hadi, beraber gidelim. Onu görmek seni rahatlatacaktır.”
Ömer başını salladı ve ikisi birlikte karargâhtan çıkmaya hazırlandılar. Şeyma, gergin adımlarla ilerlerken bir yandan da Hüseyin’i düşünüyordu. Onu hastanede görmek, Ömer’in moralini düzeltecekti, ama babasının ölümünü nasıl söyleyecekti? Hastaneye doğru yola çıkarken, içindeki bu yük bir süre daha beklemeliydi.
Şeyma ve Ömer hastanenin uzun, soğuk koridorlarında ilerlerken, odanın kapısına yaklaştılar. Şeyma'nın aklı hâlâ Demir Şahin'le olan konuşmasındaydı, ama şu an önceliği Ömer'di. Genç öğrencisinin içindeki endişeyi hissetmemek mümkün değildi. Ömer'in bakışlarında kaygı, belki de biraz korku vardı. Şeyma ona döndü, bir anlık tereddütten sonra yumuşak bir sesle sordu: "Hazır mısın?"
Ömer derin bir nefes aldı, başını salladı ama bu, yüzündeki gerilimi dağıtmıyordu. Henüz babası hakkında gerçeği bilmeden, Hüseyin’in ne durumda olduğunu görmek istiyordu.
Kapı açıldığında Hüseyin, yatakta oturmuş, hafifçe başını duvara yaslamıştı. Bandajlar kıyafetinin dışından gözüküyor,gözlerindeki yorgunluk belirgin olsa da tanıdık enerjisiyle onlara bakıyordu. Onu bu hâlde görmek, bir anlık sessizliği getirdi. Ancak Hüseyin, durumun ciddiyetine karşı koyarak, hemen kendine has tavrıyla konuşmaya başladı.
"Hoop, kimler gelmiş! Bakıyorum, özel ziyaretçilerim var!" diye sırıttı. Yorgun olsa da o mizahi havasını kaybetmemişti.
Ömer, Hüseyin’in bu neşeli tavrını görünce biraz şaşırdı, sonra istemsizce gülümsedi. "Abi, sen... İyi misin? Çok kötü görünüyor gibi değilsin..." dedi, gözleri hâlâ Hüseyin’in bandajlarına takılıyordu.
Hüseyin kahkaha atarak elini salladı. "İyiyim aslanım, sadece birkaç çizik! Öyle kolay mı beni alt etmek ha! Ama bak, hâlâ buradayım. Beni hastaneye koydular, neymiş, dinlenmem lazımmış. Yahu, ben burada yatarken sıkıntıdan patlayacağım!" dedi ve ardından yorgunluğunu gizlemeye çalışarak ekledi, "Sen nasılsın bakayım? Hocana iyi bakıyor musun?"
Ömer gülümseyerek başını salladı. "Tabii ki bakıyorum abi. Ne demezsin. Ama seni böyle yatarken görmek garip oldu," dedi, hala biraz tedirgin. Hüseyin’in ciddileşmesini bekliyordu ama onun mizahıyla dolu sözleri gerginliği biraz dağıtmıştı.
Hüseyin ise Ömer’in bu durumunu fark etmişti. Ona rahatlatıcı bir şekilde omzuna vurdu. "Boş ver oğlum, beni merak etme. Ben buradayım, dimdik ayaktayım. Biraz dinlenmem gerekiyor, o kadar."
Şeyma gözlerini devirdi ama yüzünde bir tebessüm vardı. "Hüseyin, her zaman şakacı olacaksın, değil mi? Burada yatarken bile aklın hep dolap çevirmekte," dedi, hafif bir alayla.
Hüseyin yine sırıttı. "Tabii ki! Hem benim gibi itaatkar bir asker mm sanmıyorum bulamazsın. Dinlen dedin bak dinleniyoruz işte," dedi ve ardından bir kahkaha patlattı. Ama bu kahkahalar bile ortamı daha da neşelendirmekten çok, kaçınılmaz gerçeğin ağırlığını örtemiyordu.
Ömer bir anlık sessizliğin ardından Hüseyin’e dönüp ciddi bir yüzle sordu. "Abi... Hocam...Gerçekten neler oldu? Şey. babama rastladınız mı?" Sesi bu sefer daha derin bir endişe taşıyordu.
Hüseyin’in gözlerinde bir anlık tereddüt belirdi. Bu soruya yanıt vermekten kaçınmak istemişti, ama sonunda ciddileşerek derin bir nefes aldı. Şeyma ile göz göze geldiğinde, her ikisi de gerçeklerle yüzleşmenin zamanının geldiğini biliyorlardı.
Hüseyin, gözlerini Ömer’e çevirdi. "Başka bir şey var Ömer. Senin bilmen gereken bir şey," dedi ve bu kez sesi daha ağır, daha ciddi çıkıyordu.
Ömer’in kaşları çatıldı. "Ne demek abi? Bir şey mi oldu?" diye sordu, ama içten içe kötü bir şeyler olduğunu hissediyordu.
Şeyma derin bir nefes alarak Hüseyin'e baktı, gözleriyle ona destek verdi. Hüseyin, gözlerini yere indirip bir an durakladı, ardından başını kaldırarak yavaşça konuşmaya başladı. "Ömer, bu duyacakların... senin için kolay olmayacak," dedi. "Ama gerçeği bilmen lazım."
Şeyma, Ömer’e yaklaşarak, ellerini nazikçe onun omuzlarına koydu. "Ömer," dedi, sesi anne şefkati taşıyan bir tınıdaydı, ama kelimeler diline dolanmıştı. "Baban... Arif komutan operasyon sırasında köylüleri rehin aldığını ve askeri öldürme teşebbüsünde bulunduğunu söyledi."
Ömer’in yüzünde beliren şaşkınlık, yerini hızla endişeye bıraktı. "Ne!" diye sordu, ama sanki gerçeği öğrenmekten korkuyordu.
Hüseyin, derin bir nefes alıp devam etti. "Ömer, baban bir terörist grubun içinde yer aldı. Onun bu seçimi... onu tehlikeli bir yola soktu. Bir operasyon sırasında... öldürüldü."
Odaya bir anlık sessizlik çöktü. Ömer'in yüzü önce boştu, sonra hızlıca karmaşık duygularla doldu. Şok, inanamama, sonra ani bir öfke. "Hayır... Bu... Olamaz," dedi, sesi titriyordu. "Babam... bu kadar düşmüş olamaz!"
Şeyma, Ömer’in bu acı ve inkâr dolu sözlerine karşı onu nazikçe sakinleştirmeye çalıştı. "Ömer, biliyorum, bunu kabul etmek çok zor. Ama gerçek bu. Babanı böyle hatırlamak istemeyeceksin, ama bu onun seçtiği bir yoldu. Biz... bunu sana söylemenin ne kadar zor olduğunu biliyoruz."
Ömer, gözleri dolmuş halde geriye çekildi. Birkaç adım geri adım attı, şaşkınlık ve üzüntüyle doluydu. "Bu... Bu. Gerçekten bu kadar aptal ve hain olabilir mi?!"
Hüseyin, Ömer’in bu acısını gördükçe kendi içindeki üzüntüyü bastıramıyordu. "Ömer, keşke farklı olsaydı. Ama... maalesef böyle. Babanın seçtiği yol bu," dedi, sesinde derin bir üzüntü vardı.
Ömer, bir süre sessiz kaldı, ardından sessizce ağlamaya başladı. Şeyma, yavaşça ona yaklaşarak sarıldı, elini başına koydu ve onu nazikçe sakinleştirmeye çalıştı. "Sana destek olacağız. Bunu yalnız başına aşmayacaksın," dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı.
O anda odadaki herkesin kalbinde bir ağırlık vardı. Gerçek, Ömer'in dünyasını sarsmıştı. Ama Hüseyin ve Şeyma, bu acının ortasında ona destek olmayı, onu bu karanlıktan çıkarmayı görev edinmişlerdi.
Ömer'in yüzü hızla değişti, üzüntü ve şaşkınlık yerini öfkeye bırakıyordu. Yumrukları sıkılmış, nefesi hızlanmıştı. "Hayır!" diye bağırdı, bir anda ayağa kalktı. Hocasının yakasına yapıştı. "Nedenn... neden izin verdin! Öldürülmesine neden izin verdin. Son nefesini benim elimde vermeliydi. Hesap soracaktım, bu fırsatı elimden aldınız. Annemi aldı, şimdi de s***** gitti. Bu kadar kolay ölmemeliydi. Elimde can çekişecektii."
Hüseyin, yavaşça yatakta doğrulmaya çalıştı, fakat Ömer’in ani patlaması karşısında ne diyeceğini bilemedi. "Ömer, sakin ol," dedi ama sesi Ömer'in öfkesiyle yankılanan odada etkisiz kaldı.
Ömer, adeta kontrolünü kaybetmiş bir şekilde odaya baktı. Gözleri dolmuş, ama gözyaşları öfkesini gölgeleyememişti. Bir anda kapıya yöneldi, gözyaşlarını silmek istercesine eliyle yüzünü kapattı. Hocasının yakasını bıraktı. Derin öfkeli nefeslerini bıraktı odaya. "Nerde! Nerede o! Ruhunu boğucam onun. Nerdee ha!" Tuhaftı. Öldüğünü sanki hiç duymamış gibiydi. Sadece yaptıklarını söylüyor deliriyordu.
Şeyma, onun bu tepkisini beklemiş gibi hızla arkasından hareketlendi. "Ömer, dur!" dedi ama genç delikanlı çoktan kapıyı açmış ve dışarı fırlamıştı.
O an, Şeyma tereddütsüz kapının ardından koştu. Koridor boyunca yankılanan ayak sesleri, hastanenin sessizliğini kesiyordu. "Ömer, dur! Bekle!" Şeyma’nın sesi, genç adamın kulaklarında çınladı ama Ömer hız kesmiyordu. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu; hem babasına olan inancı hem de hayatına bir anda çöken bu karanlık gerçek, zihnini altüst etmişti.
Şeyma birkaç adım gerideydi ama hızını artırarak peşinden gitmeye devam etti. Ömer’i koridorun sonuna doğru ulaşırken gördü; derin bir nefes aldı, onun duygularının ağırlığını anlıyordu, ama bu öfkeyle baş başa bırakmak istemiyordu.
"Ömer!" diye tekrar seslendi, bu kez sesi daha nazik ve derin bir şefkat taşıyordu. Genç adam durakladı, ama ona arkasını dönmedi. Sadece gözleri duvarda, elleri iki yana düşmüş halde durdu. Nefesi hızlanmış, öfkesini kontrol altına almaya çalışıyordu.
Şeyma, adımlarını yavaşlatarak ona yaklaştı. "Ömer, biliyorum… Bu çok ağır. Sana bunu anlatmanın ne kadar zor olduğunu tahmin bile edemezsin. Ama kaçmak, bu öfkenin peşinden gitmek, seni sadece daha çok yaralayacak."
Ömer derin bir nefes aldı, ama hâlâ Şeyma'ya dönmüyordu. Gözleri dolmuştu, dudakları titriyordu. "Ben... ben."
Şeyma, yavaşça yanına yaklaştı, mesafeyi kapatarak elini ensesine koyup sarıldı. "Şşş hiç bir şey açıklamak zorunda değilsin."
Ömer, başını hafifçe eğdi, omzunda Şeyma’nın şefkatli elini hissedince biraz yumuşadı. Ama içindeki öfke hala tazeydi. "O bir terörist olamazdı... Olamazdı..." diye mırıldandı, gözyaşları yanağından süzülmeye başlamıştı.
Ömer'in gözleri yere kilitlenmiş halde öylece kalmıştı. Şeyma, ona daha fazla baskı yapmak istemedi, sadece yanında olduğunu hissettirdi. Ömer, ağır adımlarla derin bir nefes alarak başını kaldırdı, gözleri hâlâ yaşlıydı ama en azından öfkesi yatışmıştı.
"Bu doğru mu? Babam gerçekten böyle bir şey yapmış olabilir mi?" diye sordu, sesi hüzün ve kırgınlıkla doluydu.
Şeyma, nazikçe başını salladı. "Evet, doğru. Ama bu senin hayatını belirlemek zorunda değil. Biz hep buradayız, seninle birlikte bu zorlu yolda yürüyeceğiz."
Ömer, derin bir nefes aldı ve yavaşça başını sallayarak sakinleşmeye çalıştı. Gözlerindeki yaşları sildi, ama içindeki acının kolay kolay geçmeyeceğini biliyordu.
**********
Gözlerini sabaha açtığında, Hüseyin'in odası henüz karanlıkla aydınlık arasında bir yerde asılıydı. Yastığına gömülmüş, ağır bir hüzün içindeydi. Ailesinin bir gün önceki ziyareti, zihninde dolanıp duran bir bulut gibi üzerine çökmüştü. Hissettiği ağırlığın nereden geldiğini tam olarak anlamasa da kalbinin derinliklerinde bir şeyler kıpırdanıyordu. İçinden yükselen bir boşluk, kaybolan yılların yankısı gibi, onu kendi içine çekiyordu. Sessizlikte kaybolmuştu, gözleri tavanda sabit, yüzünde anlamını yitirmiş bir ifade vardı. Ama en sonunda, içindeki düşüncelerine sığamayıp ayağa kalktı.
İki babasının geleceğini duymak, onu bir anlığına gerçek dünyaya çekti. Kapı açıldığında Haluk içeri girdi, ardından kendi babası… Yüzlerinde yılların çizgileri, gözlerinde hayatın binlerce anısı birikmişti. Fakat Hüseyin’in içinde o an yalnızca bir huzursuzluk vardı, ama bunu göstermek mi? Mümkün değildi. Kendi babasıyla, kayınpederiyle karşılaştığı her an, şakaların altına gizlenmiş bir zırh kuşanırdı Hüseyin.
“Ee, oğlum,” dedi Haluk, odadaki ağırlığı dağıtmaya çalışan bir gülümsemeyle. “Ne zaman bırakıyorsun bu yatmayı? Ben sana kalk demeden bu kadar uzun uyumazdın hani.”
Hüseyin derin bir nefes aldı ve yüzünde sahte bir ciddiyetle başını salladı. "Komutanım, emirleriyle beni bu yatağa mıhladı, ne yapabilirim?"
Babası omuzlarını silkerek araya girdi. "Bizim oğlan hep böyleydi Haluk, yatakta da kahraman kesilir. Şeyma da buna alışık mıdır bilmem."
Hüseyin gülümsemeye başladı, ama içindeki sıkıntı bir gölge gibi yakasını bırakmıyordu. "Şeyma mı? Babacığım, Şeyma beni öyle bir kum torbasına çevirdi ki, artık uyku dahi istemiyorum."
Kayınbabası Haluk ona bir bakış attı, gözlerinin altında bir hüzün dalgalandı ama bunu göstermemeye çalıştı. "Oğlum, bak ciddi ol biraz. Yani biz buradayız ama gözlerin başka yerde. Sen iyisin, değil mi? Yoksa... aklın şu Demir denen adamda mı?"
Hüseyin başını salladı, ama gözleri pencereden dışarıya kaydı. Ne diyebilirdi ki? İçindeki fırtına o kadar derindi ki, ne Haluk’a ne de babasına bu fırtınadan bahsedebilirdi. Gülümsemesini sürdürüp, " Yok baba. Şu yara çok fena zorluyor biliyor musun? Ya siz beni merak etmeyin," dedi. "Zaten bu hastane işi sadece vücudumu dinlendirmek için. Yakında çıkarım."
İki baba, oğullarının bu cümlesine baktı, derin bir anlam aradılar ama bulamadılar. Her şey şaka gibi görünüyor, ama bir yandan da bir şeylerin eksik olduğu hissi ağırlaşıyordu.
İkisinin ısrarları bir sonuca varmayınca en sonunda Hüseyin yalnız kaldı. Gözleri, odasının kapısında beliren Şeyma’ya kaydı. Yüzbaşı üniforması üzerinde kusursuz duruyordu ama bu kez Şeyma’nın yüzünde bir şey farklıydı. Bir komutan gibi değil, nişanlısı olarak karşısındaydı. Kapıyı sessizce kapatıp Hüseyin’in yanına oturdu, hiçbir kelime etmeden, sadece durdu. Sessizlik, odanın dört bir yanını sararken Şeyma, elini Hüseyin’in omzuna koydu.
“Hüseyin, bu sefer kaçamazsın,” dedi sessiz bir kararlılıkla. “Sana nişanlın olarak söylüyorum, ne oluyor?”
Hüseyin gülerek başını öne eğdi. “Kaçmak mı? Ben mi? Kaçmadım ki... Sadece… Hem ne bu böyle! Gören de sanar sorgu için gelmişsin. Umurunda değilim zaar.”
Şeyma’nın bakışları keskinleşti. “Biliyorum. Seni her zamankinden daha iyi tanıyorum. Şakaların ardına saklanmak kolay geliyor ama biz buradayız, seninle. Demir Şahin'le ne alakası var tüm bunların? Niye seni böyle düşüncelere sürüklüyor?”
Hüseyin bir an için durakladı, yüzündeki maskeyi indirmeye hazır gibiydi ama yine kaçma dürtüsü ağır bastı. Yüzünü Şeyma’ya çevirdi ve alaycı bir tebessümle “Ah, Demir Şahin mi? Sen de mi duydun onun hikayelerini? Adam meğer çok popülermiş.”
Şeyma bu kez daha yumuşak ama daha baskın bir ses tonuyla, "Hüseyin, bu işin şakası yok. O adamla ne yaşandıysa, senin içinde rahat bırakmıyor. Anlatmanı istiyorum," dedi.
Hüseyin derin bir nefes aldı, gözleri bir anlığına sertleşti. Sonra hafif bir gülümsemeyle başını yana çevirdi. "Demir... Eskiden bana yardım eden adam, hani Amerika'da, üniversitedeyken? Ama aslında, gerçek çok daha karanlık. Oğlunu benden daha çok hatırlatırdım ona. Oğluna yaptıramadığı şeyleri bana yaptırmak istedi."
Şeyma gözlerini kısarak bir adım daha yaklaştı. "Ne demek bu? Ne yaptı sana? Oğlu ne alaka?"
Hüseyin omuzlarını silkti. “ Bilmiyorum.Beni kullanmak istedi. Kendi amaçları için, kendi hayal kırıklıklarını bana yükledi. Ona karşı çıkan tek kişi bendim ve şimdi... aramızdaki o düşmanlık işte bundan kaynaklanıyor.”
Şeyma’nın gözleri daha da karardı. "O adam sana neler yaptırdı, Hüseyin?"
Hüseyin derin bir iç çekti. "Her şey, Şeyma. Bir insanın düşebileceği en karanlık yerlere, onun yolunda adım adım yürüdüm. Ama işte buradayım, hala nefes alıyorum. Ve şimdi… Şimdi o bana hâlâ bir şeyler dayatmaya çalışıyor."
Şeyma başını salladı, içinden yükselen öfkeyi zor dizginleyerek, “O zaman bırak, bu savaşı birlikte verelim. Kaçma, Hüseyin.”
Hüseyin’in yüzündeki sahte gülüş bir anlığına kayboldu ve ardından tekrar ortaya çıktı. “Biliyor musun Şeyma, belki de bu savaşın şakası bile beni güldürmüyor artık.”
Şeyma ona derin bir bakış attı. Gülümsemesi yavaşça silinirken, yüzündeki kararlılık aynıydı. "Savaş bittiğinde, kim gülecek göreceğiz."
Hüseyin, göğsünde derin bir sızı hissederek yavaşça nefes aldı. Kalbine yakın bir mesafeden vurulmuştu, o anın acısı hala bedeninde yankı buluyordu. Vücudu sanki ince bir buz tabakasıyla kaplanmış gibi soğuktu, her nefes alışında kaslarına yayılan uyuşukluk onu daha da zayıf düşürüyordu. Göz kapakları ağırdı, bedenini kaldırmak ona sonsuz bir yük gibi geliyordu. Komadan çıkalı sadece birkaç gün olmuştu ve her şeye rağmen hâlâ hastanede gözetim altında tutuluyordu. İğne izleri, kolundaki damar yolundan süzülen serumlar, bedeninde açılmış yaraların izleri… Bunlar, onun savaş meydanında nasıl ayakta kaldığını ama şimdi yatakta nasıl çaresizce uzandığını hatırlatıyordu.
Göğsündeki bandajların altından gelen hafif bir yanma hissi, her nefes alışında daha da belirginleşiyor, vücudunun ona ne kadar zarar gördüğünü hatırlatıyordu. Hareket etmek istemese de, zihni bir türlü durmuyordu. Gözleri odadaki beyaz tavanla karşı karşıyaydı, ama düşünceleri uzaklardaydı; hem geçmiş hem de gelecekle doluydu. Şeyma yanında sessizce otururken, Hüseyin derin bir nefes aldı. Ona dönmek bile zor gelirken, hafif bir tebessümle konuşmaya başladı.
“Beni böyle yatar halde bırakmayacaksın, değil mi Şeyma?” diye mırıldandı, sesi yorgun ama her zamanki gibi alaycıydı. "Gerçi şu halde beni bırakmazsan, o davetli olduğumuz baloda yürümem biraz zor olacak."
Şeyma, Hüseyin’in alaycı sözlerine hafifçe gülümsedi ama gözlerindeki endişeyi gizleyemiyordu. Ellerini Hüseyin’in eline koydu, nazik ama bir o kadar da güçlü bir dokunuşla. "Merak etme, davet için toparlanacak kadar zamanımız var. Demir Şahin de baloya davet etti, farkındayım. Zaten davet edileceğimizi biliyordum ama… bu şekilde gelip bana bizzat söylemesini beklemiyordum."
Hüseyin kaşlarını kaldırdı, acı dolu bir gülümseme dudaklarında belirdi. “Demir Şahin mi? O adam gerçekten bizi o baloya çağıracak kadar yüzsüz mü hâlâ?”
Şeyma başını salladı. "Evet, senin iyileşmeni beklemiyor. Hem… belki o baloda birkaç şeyi daha açıklığa kavuşturabiliriz."
Hüseyin’in gözleri kısa bir süre kapandı. Göğsündeki acı ona hatırlatıyordu, her şeyin ne kadar karmaşık olduğunu. “Şeyma, belki de o baloya gitmemeliyiz. Yani, ortalıkta dolanacak enerjim olur mu bilmiyorum. Ama… bir yandan da, bu işin sonunu getirmemiz gerekiyor, değil mi?”
Şeyma, Hüseyin’in elini biraz daha sıkı tuttu, gözlerinde derin bir kararlılık belirdi. "Doğru. Bu mesele bitmeden, hiçbir şey tam anlamıyla düzelmeyecek. Ama… bu sadece Demir Şahin meselesi değil. Ömer de var, biliyorsun. Onun babasının terörist olduğunu öğrendiği an… O anı asla unutamayacağım. O çocuğa daha fazla yardım etmemiz gerekiyor. Onun için ne yapacağız, Hüseyin?"
Hüseyin bir an sessiz kaldı, Şeyma’nın gözlerine baktı. Oğlanın öfkeyle dışarı fırladığı, ölü bedenini gördüğü anı hatırladı, peşinden koşan Şeyma’yı… Kalbindeki acı bir anlığına unutulmuştu, yerini başka bir acı almıştı. “Ömer... O çocuk içindeki karanlıkla nasıl savaşacak bilmiyorum, Şeyma. Ona bu haberi vermek zorundaydık, ama şimdi ne yapmamız gerektiğini bilmiyorum. Belki de onu biraz yalnız bırakmak lazım. Bazı şeyler zamanla daha net anlaşılır.”
Şeyma derin bir nefes alıp başını öne eğdi. “Haklısın. Ama bu çocuğun yalnız başına o karanlıkla baş edebileceğini sanmıyorum. Babasını kaybettiği anı öyle bir yaşıyor ki, sanki her şey üzerine çöküyor. Ona bir yol göstermeliyiz. Belki de gittiğimiz zaman onu yanımıza almalıyız.”
Hüseyin yavaşça başını salladı. "A sen... Onu yanına almak istiyorsun."
Şeyma gülümsedi, ama bu sefer gülümsemesi içinde bir umut vardı. “Evet! Onun için çok büyük bir karar şimdi olmaz tabi ki. Ama evlendiğimizde onu alalım ya da şimdi gönüllü destekçi olabiliriz.”
Hüseyin ona dönerek, hafif bir tebessümle, “Evlilikten mi bahsediyorsun, komutan? Kulaklarım neler duyuyor. Olur olur. Ee ama kabul da etmeyebilir. Acele etmeyelim. Biraz zaman geçsin.” diye sordu.
Şeyma, gözlerini kısıp alaycı bir bakış attı. "Tamam öyle olsun... Komutan olarak değil, nişanlın olarak konuşuyorum. Seninle ne zaman evleneceğiz, Hüseyin?"
Hüseyin derin bir nefes aldı, gülümsemesi büyüdü. “ Hahaha. Bunca yıllık çaba sonuç veriyor. Bu sefer de ben mi naz yapsam acaba. Beni evlenmeye mi zorluyorsun, Şeyma? Daha doğrusu, bu kadar yaralı haldeyken mi? Demek ki… bu yaraların hepsi evlenmemek için uydurduğum bahanelermişş.”
Şeyma başını sallayıp güldü. "Yaralarına bahane diyeceksen, daha yaratıcı olmanı beklerdim. Ben senin bütün şakalarına alıştım."
Hüseyin ona biraz daha ciddi bir ifadeyle baktı, ama gözlerindeki o sıcaklık hiç kaybolmadı. “Şeyma, seninle bir ömür geçirmek için beklediğim o gün, belki de düşündüğümüz kadar uzak değil. Ama şunu bil ki, evlilik bizim savaşımızın sonu değil, en büyük zaferimiz olacak. Savaş alanında kazandığımız zaferlerden daha büyük bir anlamı var seninle bir aile kurmanın.”
Şeyma, Hüseyin’in bu cümlelerine bir anlığına karşılık veremedi. Sessizlik odanın içine yerleşti, ama bu sessizlik gergin değil, huzurluydu. Hüseyin'in gözlerine baktı, onun içten gelen sözlerinin ağırlığını hissetti. "Hüseyin," dedi yavaşça, "bunu duyduğuma gerçekten çok sevindim. Ama önce iyileş, sonra balo ve en sonunda da… o bahsettiğin büyük zafer. Ben de seni hep bu savaşta yanımda istiyorum."
Hüseyin, gözleriyle onu takip ederek gülümsedi. “Merak etme. Yanındayım. Ve en zayıf anlarımda bile seni güldürecek bir yol bulurum, Şeyma. Bu bizim hayatta kalma yolumuz değil mi?”
Şeyma, Hüseyin’in elini son bir kez sıkarak, "Evet, bu bizim yolumuz," diye fısıldadı.
Fırat ve Yahya odaya ilk girenler oldu. İkisi de ağır başlı, ciddi bir havayla adımlarını attı, ama odadaki atmosferin ağırlığı onları da etkiliyordu. Hüseyin’i hastane yatağında görmek zordu, yine de ellerinden geleni yapıyorlardı. Fırat’ın bakışları direkt Hüseyin’e yöneldi, ama ağzındaki laf her zamanki gibi sertti.
“Seninle operasyona çıkmadan bir yere gitmem yok, Hüseyin. Topla kendini, Kartal Timi sensiz yarım kalıyor!” dedi, yarı ciddi bir sesle.
Yahya da bir omzunu silkip ekledi, “Sen burada yatarken biz kaç operasyona gittik, haberin var mı? Gözümüz senin iyileşmende ama, valla artık dinlenmeyi hak ettik be kardeşim. Yoksa seni mi bekleyeceğiz düğün için?”
Hüseyin gülmeye çalıştı ama karnındaki dikişler onu zorladı. “Siz dinlenmek mi diyorsunuz, ben burda yatarken bile sizden daha fazla çalışıyorum, biliyor musunuz?”
Tam o sırada kapı hızla açıldı ve Göktuğ, Furkan’ın önüne düşercesine içeri girdi. Göktuğ, dengesi bozulup Mustafa’nın üzerine tökezlerken, Mustafa da şaşkınlıkla Furkan’a döndü. “Abi, bi yavaş ya! Geri mi hizmet ediyoz, halı saha maçı mı yapıyoruz belli değil!”
Göktuğ toparlanmaya çalışırken Furkan, hemen suçunu hafifletmek için, “Hocam, vallahi acemilik bu. Beni affedin komutanım!” diye ellerini kaldırdı. Hüseyin acı içinde gülmeye başladı, Fırat ise gözlerini devirdi. “Siz bu takımla mı operasyona çıkıyorsunuz? Vay halimize.”
Odaya son giren Ece, bu kaosun ortasında “Bakın siz şaka yapıyorsunuz ama Hüseyin’in düğününden sonra kimse bizi göremez, izin günlerini sonuna kadar saklıyoruz! Düğüne kadar kimse bizi operasyona çağırmasın,” dedi, Hüseyin’e göz kırparak.
Mustafa da Ece’yi destekleyerek, “Vallahi doğru söylüyor Ece. Bizim düğün için hazırlık yapmamız lazım, komutanım! Yoksa burada çalışmaktan iznimizi bile kullanamayacağız.”
Göktuğ da araya girip ciddi bir tavır takınarak, “Yok abi, Hüseyin’i bırakın. Biz düğünde piste çıkıp halay mı çekicez yoksa yine operasyona mı gideceğiz belli değil!”
Şeyma gözlerini devirdi ama hafif bir gülümsemeyi de engelleyemedi. “Siz ne zaman bu kadar serbest oldunuz? Bu düğünü yapmadan önce biraz iş konuşalım isterseniz.”
O sırada Ece, gözlerini devirmeye başladı, “Vallahi hocam, ben halayı kaçırmam. Düğüne bir operasyon sığdırmayın ne olur, biz de hak ettik eğlenceyi!”
Fırat, ekibin şakalarına pek karışmayarak Hüseyin’in yanına yürüdü, eliyle omzunu sıvazladı. “Tamam yeter bu kadar. Hüseyin, geçmiş olsun da, asıl şimdi toparlanma zamanı. Yani biz halay çekerken senin de orada olman lazım.”
Hüseyin derin bir nefes aldı, “Merak etmeyin, düğünde orada olacağım. Siz de izin günlerinizi kullanın, yoksa düğün bitmeden size tekrar operasyon haberi gelir.”
Tam bu sırada, kapı aralandı ve İlyas içeri girdi. Diğerlerine nazaran daha yavaş, daha temkinli adımlarla yaklaştı. Ekip şakalaşmalarına devam ederken, İlyas sessizce aralarına katıldı. Yüzünde bir hüzün vardı, ama aralarına girmeye çalışıyordu. Şeyma ve Hüseyin, İlyas’ın bu halini fark etti ama kimse bir şey söylemedi.
Göktuğ, İlyas’a bakarak, “Hadi lan, İlyas. Senden bir halay başı bekliyoruz. Hüseyin’i bile kaldırdık, sen de burada ağır takılma,” diye espri yaptı. İlyas gülmeye çalıştı ama yüzündeki gerginlik fark ediliyordu. Hüseyin, bu durumu gözlemledi, ama bir şey demeden şakaya ayak uydurmuş gibi başını salladı.
Fırat, ciddi bir bakış atarak son bir kez odadakilere döndü. “Tamam, hadi çıkalım. Hüseyin’e biraz dinlenme vakti verelim. Yoksa düğüne yetişemeyecek.”
Ekip birer birer çıkarken, Hüseyin Şeyma’ya döndü. “Şeyma, bir dakika. İlyas’la yalnız konuşmak istiyorum.”
Şeyma şaşırsa da itiraz etmedi. Başını sallayarak odadan çıktı. İlyas, ne yapacağını bilmez bir şekilde Hüseyin’e baktı. Hüseyin hafifçe doğrulup ona döndü. “İlyas, seninle konuşmam lazım.”
İlyas kaşlarını çattı. “Tabii, Hüseyin. Neyle ilgili?”
Hüseyin derin bir nefes aldı. “Biliyorsun... Şeyma’yı sevdiğini biliyorum. Uzun zamandır farkındayım.”
İlyas bir anda dondu, ne diyeceğini bilemedi. Hüseyin devam etti. “Bak, ben senin düşmanın değilim. Ama şunu bilmeni istiyorum... Eğer bana bir şey olursa, onu sana emanet ederim.”
İlyas şaşkın bir şekilde, “Hüseyin, ne diyorsun sen? Bu imkânsız. Şeyma seninle...”
Hüseyin, elini kaldırarak İlyas’ı susturdu. “Dinle beni. Bu hayatın ne getireceği belli olmaz. Ama sana güveniyorum, İlyas. Eğer bir gün bana bir şey olursa, Şeyma’ya göz kulak ol. Hatta... eğer o da isterse, onunla hayatınızı birleştirin.”
İlyas’ın gözleri büyüdü, ağzından tek bir kelime bile çıkmıyordu. “Ama... bunu nasıl...”
Hüseyin gülümseyerek, “Kafanı yorma. Bu bir arkadaşlık, bir kardeşlik isteği. Eğer bir gün... öyle bir şey olursa, ona sahip çıkacağına inanıyorum.”
İlyas, başını eğdi, gözleri dolu doluydu. “Sana söz veriyorum, Hüseyin. Ne olursa olsun... Şeyma’yı koruyacağım.”
Hüseyin başını salladı. “İşte bu, İlyas. Seninle gurur duyuyorum. Teşekkür ederim.”
İlyas, bu ağır sözlerin ardından kapıya yöneldi. Çıkarken bir kez daha Hüseyin’e baktı. Hüseyin’in gözlerinde derin bir huzur ve güven vardı. İlyas kapıdan çıkarken, Hüseyin derin bir nefes aldı, odada yalnız kalmanın ağırlığını hissederek.
İlyas, Hüseyin’in içten teşekkürüne karşılık zorlukla gülümsedi. Kendi içinde büyük bir karmaşa yaşarken, Hüseyin’in böylesine cömert ve güven dolu bir şekilde konuşması onu daha da zor bir duruma sokmuştu. Elini hafifçe Hüseyin’in koluna koydu ve derin bir nefes aldı. “Sen iyileş, Hüseyin. Gerisi kolay.”
Hüseyin, İlyas’ın üzerindeki yükü fark etti. Şeyma’ya karşı hissettiklerini, kalbinin karışıklığını yıllardır anlamıştı. Onun da bu durumun farkında olduğunu bilmek, Hüseyin için bir sorumluluk gibiydi. Gözlerini hafifçe kıstı, derin bir bakışla İlyas’a döndü: “Bir gün her şey yoluna girecek. Sen de içindeki savaşı bitireceksin.”
İlyas, Hüseyin’in bu kadar içten ve anlayışlı konuşmasına karşılık sessiz kaldı. İçinde bir kıpırtı vardı; sevdiği kadının nişanlısının ölümüne sevinememek gibi tuhaf bir suçluluk hissi yaşıyordu. Hüseyin bu konuda ona açıklık getirmiş olsa da, işin özünde hala buruk bir huzursuzluk vardı.
Tam bu sırada kapıdan hafif bir tıklama duyuldu. Şeyma içeri girmeden önce, “Her şey yolunda mı?” diye sordu.
İlyas, gözlerini kaçırarak kapıya doğru yöneldi. “Evet, komutanım... Şeyma,” dedi. Sonra hafif bir baş selamıyla hızla odadan çıktı. Kapı kapanırken, Hüseyin derin bir nefes aldı, başını yastığa yaslayıp gözlerini Şeyma’ya dikti. “Yalnız kaldık,” diye hafifçe mırıldandı.
Şeyma, odanın ortasında bir an durdu. İlyas’ın çıkışını izledikten sonra, Hüseyin’e döndü ve kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Ne konuştunuz?”
Hüseyin, Şeyma’nın içten gelen merakını görünce, hafif bir gülümsemeyle omuz silkti. “Eskilerden konuştuk işte... Dostlardan.”
Şeyma, onun gözlerindeki anlamı okudu ama fazla üstelemedi. Hafifçe Hüseyin’in yatağının kenarına oturdu, elini onun elinin üzerine koydu. “Yoruldun mu?”
Hüseyin başını iki yana salladı, gülerek: “Asıl siz yorulmuşsunuzdur. Timin hâlâ operasyon modundan çıkamadığı ortada. Baksana, odada birbirlerine çarpa çarpa girdiler.”
Şeyma kıkırdadı. “Doğru, onlar hep öyle. Ama artık eğlenceyi hak ettiler. Söz verdim, izni düğününüze saklayacaklar.”
Hüseyin, bu sözü duyunca gözlerinde bir parıltı belirdi. “Bizim düğünümüz ha?” dedi alaycı bir tonla. “Ne zaman olacak bu düğün, Şeyma? Şu kurşun yarası da bahane olmaktan çıktı artık.”
Şeyma bir an ciddileşip, gözlerini onun gözlerine dikti. “Sen iyileşmeden hiçbir şey olmayacak, Hüseyin. Düğünü beklemek sorun değil. Önce tamamen sağlığına kavuş.”
Hüseyin gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı, başını yasladı. “Tamam. Ama şunu bil, ben ne zaman iyileşirsem iyileşeyim, seni daha fazla bekletmeye niyetim yok.”
Şeyma, bu romantik sözlerin etkisinde hafifçe kızardı ama yüzüne ciddi bir ifade takındı. “Senin işin hep laf ebeliği. Ama biliyorum ki düğünde de bana meydan okuyacaksın.”
Hüseyin, gözlerini açıp hafifçe gülerek, “Meydan okumak mı? Yok canım... Sen bana meydan okuyacaksın. En iyi asker benim karım olacak. Korkarım ki düğünde ben yerimde oturmak zorunda kalacağım.”
Şeyma gülmeye başladı, ama aynı zamanda gözleri dolmuştu. Hüseyin’in iyileşme süreci uzun olacak, ama bu konuşmalar ona umut veriyordu. Elini onun eline daha sıkı bir şekilde bastırdı. “Sen hiç ayrılma da gerisi önemli değil. Hallolur."t İkisi birlikte vakitlerini geçirirken telefonu çaldı. Ekranda babasının ismi belirdi. “Baba, merhaba,” dedi gülümseyerek, ama sesi kaygılıydı. “Şeyma, eve gelmen gerekiyor. Konuşmamız gereken önemli bir şey var,” dedi Haluk, sesi ciddi ve titizdi. Şeyma bir an duraksadı, “Neden? Her şey yolunda mı?” Hüseyin yanındaki not defterini kapatıp, endişeyle Şeyma'ya baktı. “Bilmiyorum, ama buradan daha fazla gecikmememiz lazım. Önemli bir durum,” dedi Haluk. Şeyma, babasının sesindeki ciddiyeti hissederek, “Tamam, hemen geliyorum,” dedi, ama Hüseyin’in yanına döndüğünde, gözlerinde bir belirsizlik vardı. “Ama sen...?” Hüseyin başını iki yana salladı, “Merak eme. Annem de geliyorzaten yalnız olmayacağım. Benim için endişelenme, önemli değil.” Şeyma bir an tereddüt etti, “Ama...” Hüseyin gülümseyerek, “Gerçekten sorun değil. Senin yanında olamam ama annen burada, ona güven.” Şeyma derin bir nefes aldı, “Tamam, ama dikkat et.” dedi ve yanından ayrılarak hastanenin kapısından çıktı. ********** Haluk, köyde tuttukları eski evin pencere önünde durmuş, dışarıdaki manzaraya dalmıştı. Yavaşça içini çekti. Dışarıda, sonbaharın ilk günleri, ağaçların sararan yapraklarıyla birleşmişti. Hafif bir rüzgar, uzaktaki dağlardan esiyor, sessizliği bozan tek şey o hafif hışırtıydı. Evin içinde ise derin bir sessizlik vardı. Tıpkı birkaç gün önce Elif’le yaptığı o konuşmanın yankıları gibi…
Haluk’un zihni, bu sakin anın içinde istemsizce o anıya döndü. O gün Elif’in ofisine gitmişti. Ahşap masanın arkasında oturan Elif, yüzünde anlayışlı bir ifade ile Haluk’u dinlemişti. Haluk, sandalyesine yaslanıp gözlerini yerdeki halıya diktiğinde, nasıl başlayacağını bilememişti.
“Elif,” demişti, sesindeki belirsizliğin farkında olarak. “Ne yapmalıyım? Çocuklarım bana çok düşkün. Ben... onları kaybetmekten korkuyorum. Ama bir yandan da... belki fazla mı düşkünler? Yanlış mı bir şey yaptım?”
Elif, başını hafifçe eğmiş, her zaman yaptığı gibi nazik bir tonda yanıtlamıştı. “Sevgi yanlış olamaz, Haluk. Ama sevginin dengesi, onları özgür bırakmanla da ilgili. Sen çok güçlü bir baba figürüsün; bu onların seni bu kadar çok sevmesinin bir nedeni. Fakat hayatta dengeyi bulmaları için biraz mesafe de gerekiyor. Ecel hepimize bir gün gelecek. Bunu anlamaları lazım.”
Haluk, o an pencereden dışarı bakarken, Elif’in o sözleri zihninde yankılandı. “Onlar senin yokluğunla nasıl başa çıkacaklarını öğrenmek zorunda, Haluk. Ve bu dengeyi onlara sen öğreteceksin.”
Gözleri dışarıda gezinirken bir an durdu, sonbaharın hüzünlü güzelliğine dalarak derin bir nefes aldı. İşte tam o an, bunu çocuklarına nasıl anlatması gerektiğini düşünüyordu. Güneş, ufukta ağır ağır batarken evin içindeki sessizlik, Haluk’un zihnindeki karışıklığı iyice büyütüyordu.
Çocuklarına, kendisini böylesine sevmenin güzel olduğunu, ama bir gün onların da kendi yollarına devam etmeleri gerektiğini anlatmalıydı. Denge buydu. Birlikte geçirdikleri her an kıymetliydi, fakat hayatın kaçınılmaz sonu vardı. İşte, bu anı onlara nasıl açıklayacaktı?
İçini çekerek yavaşça pencereden uzaklaştı. Koltuğa oturduğunda elleri hafifçe titriyordu. Çocuklarının karşısına geçip bu gerçeği paylaşmanın zorluğunu, daha önce hiç bu kadar derin hissetmemişti. Ama bunu yapmalıydı, Elif’in de söylediği gibi... çünkü onları gerçekten özgür kılacak tek şey buydu.
Gün batımının kızıllığı, salondaki büyük pencereden içeri süzülerek ağır bir sessizlikle odanın üzerine düşüyordu. Haluk, oturduğu koltukta hafifçe öne eğildi, ellerini birleştirip gözlerini çocuklarında gezdirdi. Kalbinde bir ağırlık vardı; bu konuşma kaçınılmazdı, ama bir o kadar da zordu. Karısı Hacer, yanında sessizce duruyordu, gözleriyle ona destek verdiğini belli ediyordu. Şeyma, Mert ve Eda, karşısında oturmuşlardı. Ancak hepsinin gözlerinde aynı derin endişe vardı; Haluk ne diyecekti?
Bir an sessiz kaldı. Zamanla dolmuş olan bu duygusal yoğunluk, ağır bir sis gibi odayı sarmıştı. Sonunda Haluk derin bir nefes aldı ve yavaşça konuşmaya başladı:
"Sizinle önemli bir konu konuşmamız gerek," dedi, sesi titreyerek. "Biliyorsunuz...hepinizin büyüdüğünü görmek, sizin kendi ayaklarınızın üzerinde durduğunuz izlemek bana inanılmaz gurur veriyor. Ama...bir şey farkettim. Sanırım size olan sevgim;bana olan bağınız bazen hatta çoğu zaman kendi hayatlarınızı yaşamanızı engelleyen bir ağırlık halime geliyor. Tabii hepinizden birden bunu bekleyemem, ama zamanla oturtmanız daha doğru olur. Malum, ecel annenize de bana da bir gün uğrayacak. Kaçınılmaz... bu elbet olacak." Odayı dolduran sessizlik daha da yoğunlaştı, sanki herkes aynı anda nefesini tutmuş gibiydi. Haluk, çocuklarının yüzlerindeki acıyı görebiliyordu. “Yaşlandık da artık. O yüzden... biz olmadığımızda…”
Haluk’un sesi daha fazla titremeye başladı. Söylemek istedikleri boğazına düğümlenmişti, ama tam o sırada, Eda, gözleri dolu dolu bir şekilde hışımla ayağa kalktı ve yüksek sesle araya girdi: “Hayır! Lütfen bu konuşmayı yapma baba!” dedi, sesi öfke ve çaresizlik doluydu. “Bize bunu söyleme! Ölümünden bahsetme. Sorun ne biliyor musun? Evet, bu dünyadaki en mükemmel babasın. Ama sen bizim babamızsın! Ben seninle yarım kaldım, baba. Göreve gittiğin dokuz yıl boyunca hep yarım kaldım. Evet, belki ablam ve abim gençtiler, seni biraz daha hatırlıyorlar. Ama ben... ben sekiz yaşındaydım! Çocukluğum seninle geçmedi. O yüzden bana gelip, senden vazgeçmemi, sana olan sevgimi dengelememi bekleme. Çünkü artık her anımı seninle geçirmek istiyorum! Hep yanımda ol istiyorum!" Eda’nın yüzündeki acı, odadaki herkesin yüreğine bir bıçak gibi saplanmıştı. Şeyma ve Mert, onun bu patlaması karşısında ne yapacaklarını bilemeden, sessizce bakıyorlardı. Haluk ise gözlerini kızından ayıramıyordu. Eda’nın gözlerinde gördüğü o derin, çocuksu korku, bir baba olarak onun içini paramparça ediyordu.
Hacer, kızının duygu dolu bu çıkışına sakinlikle yaklaştı. Haluk’un koluna hafifçe dokunarak, söz aldı: “Eda,” dedi yumuşak bir sesle. “Baban senin bu duygularını çok iyi anlıyor. Hepimiz seni çok iyi anlıyoruz. Ama burada anlamamız gereken bir şey var. Baban da, ben de bir gün bu dünyadan ayrılacağız. Bu, hayatın doğal bir süreci. Ve baban da tam olarak bunu anlatmaya çalışıyor. Onunla olan ilişkinizi dengeye oturtmanız, bu süreçte sizin için çok önemli olacak. Babana olan sevginiz asla eksilmez, ama aynı zamanda kendi hayatınızı da yaşamanız gerekiyor.”
Eda gözyaşları içinde annesine döndü, sesi hâlâ öfkeli ama bu kez daha kırılgandı. “Ama... ben nasıl denge kurayım anne? Yıllardır görmediğim bir babayı nasıl dengeleyeyim? Onu bu kadar uzun süre özledikten sonra, şimdi neden ona alan bırakayım? Onu her an yanımda istiyorum, hep burada olsun istiyorum. Hep!” Hacer, kızına yumuşak ama kararlı bir şekilde yaklaştı. “Anlıyorum Zehra, gerçekten anlıyorum. Ama baban da bir birey. Onun da ihtiyaçları var, onun da kendi hayatı var. Baban geri geldiğinde sadece işine değil, aynı zamanda kendi hayatına da devam etmek zorundaydı. Bu dengeyi bulmak zorundasınız. Babana olan sevgin, onun seni bırakacağı anlamına gelmiyor. Ama onu da özgür bırakman gerekiyor ki, o da kendi hayatını yaşasın.”
Haluk, Hacer'in sözlerinden cesaret alarak, yavaşça başını salladı. “Eda, seni çok iyi anlıyorum,” dedi derin bir iç çekişle. “Görevdeyken, seni yalnız bıraktığımı biliyorum. Bu yüzden hissettiğin kırgınlık benim hatam. Ama seni her zaman düşündüm, merak ettim. O günlerde, görevler benim ailemi ikinci plana itmemi gerektiriyordu. Şimdi buradayım ve seninle, hepinizle, yeniden bir şeyler inşa etmek istiyorum. Ama bunu yaparken, birbirimize alan tanımamız gerek. Seni asla terk etmeyeceğim. Ama hayatı birlikte yaşarken, birbirimize nefes alacak yer bırakmalıyız. Şu an buradayım, seni dinliyorum ve hep senin yanında olacağım. Ama bir gün... bir gün gideceğim, Eda. Bu yüzden seni daha güçlü görmek istiyorum."
Mert sessizliği bozarak söze girdi, başını kaldırmadan konuştu: “Baba, belki de hepimizin biraz dengeye ihtiyacı var. Eda'nın hissettiklerini anlıyorum. Seninle daha fazla vakit geçirmek istiyoruz, bu doğru. Ama anne de haklı, belki de senin kendin için de zamana ihtiyacın var. Sana alan tanımamız gerek.”
Şeyma, kardeşlerinin söylediklerini dinledikten sonra yavaşça başını kaldırıp konuştu: “Baba, seni kaybetme korkusu çok ağır bir yük. Hepimiz bunu yaşıyoruz. Zehra’nın korkusu farklı, bizimki farklı ama özünde aynı. Seni paylaşmak zor geliyor, özellikle Eda için. Ama sanırım bunu kabullenmemiz gerekiyor. Hepimiz seni seviyoruz, ama senin de kendi hayatına sahip olman gerekiyor.”
Eda, kardeşlerinin ve annesiyle babasının sözleri karşısında ne yapacağını bilemiyordu. Gözyaşlarını silerken, içinde büyüyen bu çatışmayı bastırmak zorundaymış gibi hissediyordu. Bir an için hiçbir şey söylemedi, ama sonunda derin bir nefes aldı. “Bu... bu bana çok zor geliyor,” dedi yavaşça. “Ama deneyeceğim. Çünkü seni seviyorum, baba. Ama şu an ne yapacağımı bilmiyorum.”
Haluk, yavaşça ayağa kalktı ve Eda’nın yanına geçti. Ona doğru eğilerek nazikçe elini kızının omzuna koydu. “Eda,” dedi yumuşak bir sesle, “Bunu anlaman için sana zaman vereceğim. Çünkü seni anlıyorum. Her şeyden önce sen benim kızımsın. Seni seviyorum, hep seveceğim. O yüzden bu dengeyi bulana kadar yanında olacağım. Ne kadar zaman gerekirse gereksin.”
Eda babasına bakarken, içindeki duygular karmaşıktı. Bir yandan, babasının söylediklerini anlıyor, bir yandan da içindeki bu boşluğu nasıl dolduracağını bilmiyordu. Haluk, kızını hafifçe kucaklarken, Hacer de yavaşça yanlarına geldi ve kollarını ikisinin etrafına doladı. O an, aralarındaki bağın ne kadar güçlü olduğunu, ama aynı zamanda her birinin kendi yolculuğunu yapması gerektiğini derinden hissediyorlardı.
“Birlikte bunu aşacağız,” dedi Hacer, sesinde derin bir sevgiyle. "Ama birbirimize alan vererek ve birbirimizi anlayarak."
O gece, Haluk’un evde olduğu gerçeği artık bir huzur kaynağı olmuştu. Her ne kadar bu zorlu konuşma, ailenin içindeki çatışmaları açığa çıkarmış olsa da, şimdi birbirlerine daha sıkı sarılıyorlardı.
|
0% |