@hayat_belirtisi34
|
Albay Metin, MİT Müsteşar Yardımcısı Bamsı’nın ofisine girmek için kapıyı çaldı. İçeri girdiğinde, Bamsı masasında belgelerle dolu bir şekilde onu bekliyordu. Odanın atmosferi, üzerinde çalıştıkları ciddi meselelerin ağırlığını hissettiriyordu.
“Hoş geldiniz, Albay Metin,” dedi Müsteşar Yardımcısı, saygıyla. “Sizi burada görmek güzel. Titan Maritime meselesi üzerine konuşmak için sabırsızlanıyorum.”
“Teşekkür ederim, Müsteşarım,” yanıtladı Metin, otururken. “Titan hakkında elde ettiğimiz bilgiler oldukça endişe verici. Şirketin, ülkemiz için büyük bir potansiyele sahip olduğunu biliyoruz; ancak yöneticilerinin vatan haini faaliyetleri, durumumuzu oldukça tehlikeli hale getiriyor.”
Bamsı, belgeleri karıştırarak başını salladı. “Kesinlikle. Titan’ın teknolojik ve ekonomik katkıları yadsınamaz. Ancak, bu yöneticilerin gizli ajandaları, ülkemizin güvenliğini tehdit ediyor. Eğer bu duruma karşı önlem almazsak, kayıplarımız büyük olacak.”
Metin, bu ciddiyeti hissederek devam etti. “Elde edilen bilgilerin, gerekli mercilere iletildiğini ve tüm ayrıntıların titizlikle incelendiğini belirtmeliyim. Gerekli tüm adımların atılması için bir karar verilmesi şart.”
Müsteşar Yardımcısı Bamsı, bu noktada ciddi bir ifadeyle gözlerinin içine bakarak, “Bildiğiniz üzere, böyle bir karar almak sadece MİT’in değil, aynı zamanda Genelkurmay Başkanlığı’nın da sorumluluğundadır. Bu şirketin faaliyetlerini izlemek ve gerektiğinde harekete geçmek için, birlikte çalışmalıyız,” dedi. “Bu karar, Türkiye’nin geleceği için büyük önem taşıyor.”
Metin, “Sizinle aynı fikirdeyim. Şeyma ve Hüseyin’in bağlantıları, bu konuda bize yardımcı olabilir. Onların bilgi akışı, Titan’ın karanlık yapısını açığa çıkarmak için çok değerli olacaktır,” dedi.
Bamsı, “Bu nedenle, konuyla ilgili tüm gelişmeleri MİT merkezine ve Genelkurmay Başkanlığı’na düzenli olarak iletmeliyiz. Önümüzdeki günlerde bir toplantı ayarlayıp, durumu daha detaylı bir şekilde ele alacağız,” dedi. “Bunu yapmazsak, ileride karşılaşacağımız sorunlar çok daha karmaşık hale gelecektir.”
Albay Metin, “Elbette, Müsteşarım. Sizin önderliğinizde gerekli tüm adımları atacağız. Bu mücadele, ülkemiz için hayati bir öneme sahip,” diye ekledi.
Müsteşar Yardımcısı, “Doğru. Ayrıca, iş birliği içinde olacağımız diğer birimler hakkında da bilgi almayı unutmayalım. Titan’ı çökertmek için birlikte hareket etmeliyiz. Bu, sadece bir operasyon değil; aynı zamanda ulusal güvenliğimizin korunmasıdır,” dedi
Albay Metin, müsteşar yardımcısının odasından çıkmaya hazırlanırken, Müsteşar Yardımcısı Bamsı, derin bir nefes alarak ona dönmeye karar verdi. “Albay, Titan Maritime konusundaki bilgilerin çok önemli olduğunun farkındayım. Ancak şu an en merak ettiğim şey, bu siber ağın aslında Mustafa tarafından mı çözüldüğü,” dedi, gözleri Metin’in gözlerinin içine bakarken. “Bu durum, iş birliğimizin ne denli kritik olduğunu ortaya koyuyor.”
Metin, yüzünde bir gülümseme belirdi. “Evet, Müsteşarım. Evet, Mustafa’nın çalışmaları bu siber ağın çözülmesinde büyük rol oynadı. Ekibiyle birlikte, şirketin siber güvenlik altyapısındaki açıkları tespit etti ve bu bilgileri kullanarak daha derin bir inceleme gerçekleştirdiler. Fırat ve Yiğit de sürece aktif katıldılar,” diye yanıtladı.
Bamsı, “Bu durumda, bu üç kişinin uzmanlıklarının ne kadar kritik olduğunu vurgulamak gerekiyor. Ancak onlara bu bilgiyi ne kadar iletebileceğimizi bilmemiz lazım. Onlar, operasyona devam edebilmek için güvenli bir şekilde ilerlemeliler,” dedi. “MİT’in bu süreçte onlara destek olabileceğini düşünüyor musunuz?”
Metin, “Kesinlikle. Bu ekibin Titan ile ilgili elde ettiği tüm bilgiler, hem MİT’in hem de TSK’nın stratejisi için hayati önem taşıyor,” dedi. “Mustafa’nın çalışmaları, yalnızca siber ağın çözülmesiyle sınırlı değil. Titan’ın yöneticileri arasında vatan haini hareketleri olan kişiler var ve bu bilgilerin ışığında gerekli adımların atılması gerekiyor.”
Müsteşar Yardımcısı, “Elbette, bu noktada yapılacak her türlü harekât, TSK ve MİT’in iş birliği içinde olmasını zorunlu kılıyor. Bilgi akışının sürekli sağlanması ve bu ekibin güvenliğinin temin edilmesi elzem,” dedi. “Bu nedenle, hem üst düzey yetkililere hem de diğer birimlere durumu açık bir şekilde izah etmemiz gerekiyor.”
Metin, “Anladım, Müsteşarım. O halde, tüm bunları netleştirmek için hızlıca hareket geçmemiz lazım. Hem binbaşı Arif ile hem de ekibimle gerekli toplantıları yapacağım,” diye yanıtladı.
(Köyden Ayrılış- İlk durak:Ankara) --- Köylülerle vedalaşma zamanı gelmişti. Haluk, köyde kendilerini ağırlayan muhtarın yanına gidip elini sıktı. Sözleri yumuşak, ama içten bir minnet taşıyordu:
"Allah razı olsun. Bize evinizi açtınız, hakkınızı helal edin. Bir şeye ihtiyacınız olursa, her zaman yanınızdayız."
Muhtar Seyfettin gülümseyerek Haluk’un elini sıktı:
"Estağfurullah, komutanım. Siz de sağ olun. Gidiyorsunuz diye arayı açmayın ha, kapımız her daim açık."
Haluk hafifçe başını sallayıp gülümsedi. Bu sırada, diğer köyün muhtarı, biraz mahcubiyetle yaklaşıp söze girdi:
"Vallahi, Haluk komutan, hakkınızı helal edin. Bileydik asker olduğunuzu, hiç zorluk çıkarmazdık. Ne bileyim böyle hainler çıkacaklarını."
Haluk, muhtarın omzuna dostane bir şaplak atıp gülümsedi:
"Sağ ol muhtarım, sizinle bir meselemiz yok. Allah beterinden saklasın."
Vedalaşmanın hüznü köylülerin yüzüne yerleşmişti. Yüzlerde hem bir burukluk, hem de derin bir minnet vardı. Arka planda çocuk sesleri duyulurken, Muhtar Seyfettin’in çocukları, Yağmur ve Akif, Şeyma’ya doğru yaklaştı.
Yağmur, Şeyma’ya sımsıkı sarılıp neşeyle konuştu:
"Seninle tanıştığıma çok sevindim! Sınıfta bana çok yardım ettin. Lütfen arada gel, yoksa çok sıkılırım."
Şeyma gülümsedi ve Yağmur’un saçlarını hafifçe okşadı. Tam o sırada, Akif yavaşça yaklaştı. Gözlerinde bir tereddüt vardı, sanki ne yapacağını kestiremeden duraksamış gibiydi. Hüseyin ise biraz uzaktan, elleri cebinde onları izliyordu. Akif, Şeyma’ya sarılmayı düşündüğü bir an durakladı, bakışlarını hızla Hüseyin’e kaydırdı. Hüseyin’in gözlerinde hafif bir parıltı vardı; o, herhangi bir şey söylemese bile bu bakışlar çok şey anlatıyordu.
Akif, sarılmaktan vazgeçip elini uzattı. Şeyma, bu durumu hiç bozuntuya vermeden gülümsedi ve Akif’in elini sıktı. Ancak Hüseyin’in olduğu yerde, sessizce durması bile atmosferde belli bir ağırlık yaratıyordu.
O an Şeyma, başını hafifçe çevirip Hüseyin’e baktı, göz göze geldiklerinde kısa bir gülümseme paylaştılar. Hüseyin’in dudakları hafifçe kıpırdadı:
"Akiifff!"
Köylüler bu sözleri duyunca hafifçe gülümsediler. Akif de utangaç bir şekilde gülümseyip elini geri çekti. Şeyma, Hüseyin’e dönüp, hafifçe kaşlarını kaldırarak seslendi:
"Hep böylesin Hüseyin, ne kadar dikkatlisindir sen."
Hüseyin, her zamanki gibi omuz silkerek karşılık verdi:
"Dikkat etmekte fayda var. Her şeyin bir sınırı olmalı, değil mi?"
Köy meydanında rüzgar hafifçe eserken, vedalaşmaların o duygusal atmosferi bir an daha sürdü. Kimse Hüseyin’in sözlerinin altında yatan duyguyu açıkça dile getirmedi, ama bakışlar ve sözcüklerin arkasındaki anlamlar, ortamdaki herkesin farkında olduğu, sessiz bir kıskançlığı açıkça ortaya koyuyordu. --- Bahçeye adım atar atmaz içimde kopan fırtınalar biraz olsun diner gibi oldu. Ama sadece bir anlığına… Sonra göğsümdeki yük daha da ağırlaştı. Küçük evin, bu küçük bahçesi… Ne zaman buraya adım atsam, yılların birikimi olan acılar, sevinçler, anılar hep aynı noktada çakılı kalıyor. Kök salmış bir ağaç gibi, hareket edemiyorum. O ağacın dalları uzadıkça, içimdeki yaralar da dallanıp budaklanıyor sanki.
Babamın Eda'ya söylediği sözler hâlâ kafamda dönüp duruyor. "Sevgiyi dengeleyin," demişti. Sanki yüreğimizin terazisi var da, bir parça sevgiyi eksik tartıp diğeriyle dengeleyebiliriz. Eda'nın gözlerindeki o çaresizlik… Babasına sımsıkı sarılmak isterken, aslında ondan uzaklaştırıldığını hissetmesi... Küçükken aynı şeyleri hissetmedim mi ben de? Ama ben, kendimi hep sessizlikle boğdum. Şimdi Eda'nın sesi, içimde yankılandıkça, kendi kayıp yıllarım tekrar önüme seriliyor.
Çimenlerin üstünde çıplak ayakla yürüdüm, toprağın soğukluğu ruhumda yankı buluyor. Bahçenin bir köşesine yaslandım. Gökyüzü bulutluydu ama bir damla bile yağmur düşmüyordu. Hani bazen gökyüzü de ağlamak ister ama ağlayamaz ya… İşte tam da öyle hissediyordum. Biriken gözyaşlarım vardı, dökülmeyecek kadar ağır, ama o kadar da yakıcı.
Eda'nın gözlerindeki o çaresizliği unutamıyorum. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Belki de hiçbir şey yapmamalıydım. Zaten bu hep böyle değil mi? İnsan, ailesini ne kadar severse sevsin, hep eksik kalan bir şeyler oluyor. Babamın uzaklarda geçirdiği o dokuz yıl… Annemin sessiz çığlıkları. Benim başkaldıramadığım duvarlar... Şimdi Eda'ya bakınca, kendimi o kadar çok görüyorum ki. Ama bir fark var: O, sesini yükseltiyor. Savaşını veriyor. Ben ise hep geri çekildim, sessizliğe gömüldüm.
Birden Mert’in adımlarını duydum. Sessiz ama ağır. Yanıma oturdu, hiçbir şey söylemedi ilk başta. Sadece benimle birlikte o kasvetli gökyüzüne baktı. İkimiz de kelimelerin bu sessizliği bozmasını istemiyorduk, ama bu sessizlik de bizden bir parça koparıyordu.
"Şeyma," dedi sonunda, sesi yumuşak ama içinde fırtınalar saklı. "Eda, babam… Hepsi çok zor. Ama senin burada oturup sessizliğe gömülmen… Sen böyle değildin."
Bir an gözlerimi ondan kaçırdım. Aslında Mert her zaman böyleydi; insanın ruhundaki gizli köşeleri bir bakışta anlayan, kelimelerle dökülmeyen acıları sezebilen. "Bazen, Mert," dedim, "kendimi o kadar yorgun hissediyorum ki. Her şeyi dengelemek, her şeyi düzeltmeye çalışmak… O kadar uzun zamandır kendimden uzaklaştım ki, kim olduğumu unutuyorum."
Mert başını hafifçe salladı, bakışlarını bana çevirdi. "Ama Şeyma, biz hep seninleydik. Ne zaman kendini kaybolmuş hissetsen, biz seni bulmaya çalıştık. Şimdi bile buradayız. Eda için, babam için... Ama en çok senin için. Çünkü hep güçlü olmak zorunda değilsin. Bazen bir adım geri atıp nefes almak da gerek."
Derin bir nefes aldım, bahçenin serin havası ciğerlerime dolarken hafif bir rahatlama hissettim. Mert'in sözleri, içimde bir şeyleri çözüyordu sanki. "Haklısın," dedim, "ama bazen sorumluluklar o kadar ağır geliyor ki. Eda… Babam… Hepimizi bir arada tutmak zorundaymışım gibi hissediyorum. Ama… ama bazen kendi duygularımı dengeleyemiyorum."
Mert elini omzuma koydu, sakin ama kararlı bir tavırla. "Kimse her şeyi kontrol edemez, Şeyma. Sen de edemezsin. Ama önemli olan, bu anlarda yalnız olmadığını bilmek. Ne olursa olsun, biz bir aileyiz. Belki dengeler bazen şaşar, ama o sevgi her zaman var. İçimizde bir yerlerde kök salmış."
Başımı omzuna yasladım, çocukluk yıllarımızdaki o eski anıları hatırladım. Mert her zaman yanımdaydı, bana hep güç verdi. Şimdi de öyleydi. Bahçenin serinliğiyle beraber içimdeki fırtınalar yavaşça duruldu. Her şey mükemmel olmayacaktı, bunu biliyordum. Ama bu an, Mert'in yanımda olduğu bu an, beni tekrar ayaklarımın üzerine dikmek için yeterliydi.
Başımı omzundan kaldırıp gözlerine baktım. Mert her zaman güçlü görünürdü. Ne olursa olsun, o koca dağ gibi duran, her şeyin üstesinden gelirmiş gibi gözüken kardeşimdi. Ama ben şimdi, onun o derin bakışlarının arkasındaki yükü görebiliyordum. Onun da bir şeyler hissettiğini, hep içinde tuttuğunu fark ediyordum.
"Mert," dedim, sesim her zamankinden daha yumuşak, belki de ilk kez bu kadar açık yürekle, "Sen nasılsın? Gerçekten, içinde neler var? Hiç konuşmuyorsun. Hep bizi dinliyorsun, hep bizi toparlamaya çalışıyorsun ama... Senin içinde ne fırtınalar kopuyor?"
Bir anlık sessizlik çöktü aramıza. Mert yüzünü başka yöne çevirdi, gözleri uzaklara dalmış gibiydi. Gökyüzüne baktı, belki de içindekileri nasıl anlatacağını düşünüyordu. Gözlerindeki bulutlar, o sessizliğin ardındaki fırtınayı haber veriyordu.
"İçimde ne var mı?" diye tekrarladı, sanki bu soruya hiç hazır değilmiş gibi. "Bu soru… Seninle, Eda'yla, babamla... Annemle… O kadar çok şey birikti ki. Ama en çok da kendimle yüzleşmekten korkuyorum."
Bu cevabı beklemiyordum. Mert, hep bir kaya gibiydi. Herkesi taşıyan, omuzlarında yüklenen. Ama o kayaların altında, hiç düşünmediğim kadar büyük bir boşluk vardı belki de. Derin bir nefes aldı, gözlerini tekrar bana çevirdi. O an, her zamankinden daha açık, daha kırılgan bir Mert gördüm.
"Şeyma," dedi, sesi biraz daha kırılgan, "ben hep... Hep kendimi kenara çektim. Biliyorsun, sorumluluklar, aile, bizler... Ama aslında hep kaçıyordum. Ne hissettiğimi bile bilmiyorum bazen. Belki de hissetmemeye çalışıyorumdur, bilmiyorum. Bir şeyler hissedince, onları taşıyamayacağım diye korkuyorum."
İçimde bir şey düğümlendi. Onu böyle görmek, kendi zayıflıklarını kabul ederken izlemek… Bu, Mert’in bana hiç göstermediği bir tarafıydı. Hep güçlü görünmeye çalışan, hep bizi toparlamaya çalışan o adam, şimdi kendini bize açıyordu. Bu, belki de onun en büyük savaşıydı.
"Anlıyorum," dedim, gerçekten anlıyordum. "Ama hep böyle hissetmek zorunda değilsin, Mert. Bazen zayıf olmak da bir güçtür. Hepimiz... Hepimiz zaman zaman kayboluyoruz. Hep güçlü olamayız. Bu savaşta sadece senin yükün yok, biz de buradayız. Yalnız değilsin."
O an Mert’in yüzüne derin bir huzur yayıldı. Sanki içinde bir düğüm çözülmüş, uzun zamandır taşımakta olduğu ağırlık hafiflemişti. Başını hafifçe eğdi, gözleri uzaklara daldı.
"Belki de haklısın," dedi, sesi şimdi daha sakin, daha huzurlu. "Belki de ilk defa, kendime bunu söyleyebilmeliyim. Hep başkaları için bir şeyler yapmaya çalıştım, ama şimdi anlıyorum ki, bazen kendimi de düşünmem gerekiyor. Hep güçlü olmam gerektiğini düşündüm, ama bazen en büyük cesaret, zayıf olduğumuzu kabul edebilmekte."
Bir süre daha sessiz kaldık, birbirimizin varlığında huzur buluyorduk. O an, hiçbir kelimeye gerek yoktu. Sadece kardeş olmanın, birbirine dayanak olmanın sessiz ama derin bir bağında kayboluyorduk. Yavaşça içimde bir şeylerin düzeldiğini hissettim, Mert’te de aynı şeyi hissediyordum.
Gün batımına doğru, küçük bahçenin o sakin havasında, hepimizin birer yara aldığını ama o yaraların da iyileşebileceğini fark ettim. Ve belki de en önemlisi, bu iyileşme sürecinde birbirimizin yanında olmamızın, her şeyden daha değerli olduğunu anladık.
Mert'in söyledikleri ikimizin de içini delip geçiyordu. O güçlü görünen adam, şimdi ilk kez karşımda titriyor, yükünü paylaşmak istiyordu. Kendime bakmadan, onun sözlerinin beni nasıl paramparça ettiğini fark ettirmemeye çalıştım. Ama ne kadar saklamaya çalışırsam çalışayım, kalbimde bir yerin çatladığını hissedebiliyordum.
"Belki de babam haklıdır," dedi Mert, sesi sanki uzaklardan, içinden çıkmakta zorlanan bir yankı gibi geliyordu. "Evet... Allah var, bizi çok seviyor. Canını vermekten gocunmaz."
Bu cümle, sadece Mert’in değil, benim de inancımla, kalbimle çarpıştı. Babamızın bize hep söylediği o kelimeler... Tanrı'nın sevgisi ve fedakarlığına dair konuşmaları. Onun için, bizi korumak ve sevgisini göstermek için yapamayacağı hiçbir şey yoktu. Ama bu kelimeleri şimdi Mert’ten duymak, onları yeniden sorgulatıyordu. Babamızın o derin, saf inancı... Gerçekten de öyle mi? Tanrı'nın sevgisi, bizim bu kargaşanın içinde güç bulmamıza yetecek miydi?
Mert’in sesi birden çatallaştı, nefesini tutuyordu sanki. Gözlerindeki yaşlar göz kapaklarının altında, saklanmaya çalışırken bile dışarı sızmak ister gibiydi. Ağlayacak gibi oldu, ama o an kendini tuttu. Onunla birlikte ben de tutuyordum nefesimi.
"Ama..." diye ekledi, sesindeki kırılma şimdi iyice belirginleşmişti. "Ohff abla... biz bunu nasıl yapacağız? Nasıl..."
Bu soru, sadece Mert’in değil, hepimizin kafasında dönüp duran o lanet soru değil miydi? Nasıl devam edecektik? Nasıl bu kadar kırılmışken, parçalanmışken yeniden bir araya gelecektik? Gözlerim boşlukta bir noktaya sabitlendi, ağzımdan kelimeler çıkacak gibiydi ama hiçbir şey çıkmıyordu. Çünkü ben de cevabı bilmiyordum.
O an, gerçekten de ona ne diyeceğimi bilemedim. Mert’in sorusu, benim içimde de yankılanıyordu. Aynı soruyu kendime kaç kez sormuştum? Nasıl devam edecektik? Hayat bir şekilde devam ediyordu, ama biz nasıl ayakta kalacaktık? İçimde bir boşluk vardı. Söyleyecek çok şeyim vardı aslında ama hiçbiri bu sorunun cevabı değildi.
Gözlerim Mert’e kaydı. Onun yanaklarında biriken yaşlar, göz pınarlarından süzülmeye başlamıştı bile. İkimiz de aynı duyguyu paylaşıyorduk: korku. Geleceğin belirsizliği ve bu yükün altında ezilme korkusu. O an anladım ki, aslında hiçbirimiz bu sorunun cevabını bilmiyorduk. Koca bir boşluğun ortasındaydık ve tek bildiğimiz şey, birbirimize tutunmaktan başka çaremiz olmadığıydı. Ama bu bile bazen yeterli gelmiyordu.
"Ben de bilmiyorum Mert..." dedim, boğazımda düğümlenen kelimeleri zar zor çıkararak. "Gerçekten... Ben de bilmiyorum. Ama biliyorum ki, bir şekilde... Bir şekilde ayakta kalmamız gerekiyor. Belki de tek yapabileceğimiz bu, biliyor musun? Sadece ayakta kalmak."
Bu sözler o an bana bile yeterli gelmemişti. Çünkü daha fazlasını söylemek istiyordum, ama ne söyleyebilirdim ki? Bu boşluğu, bu kaybı, bu acıyı nasıl doldurabilirdim? O an anladım ki, bazen soruların cevabı yoktu. Ve bu, kabul etmesi en zor gerçekti.
Mert bana döndü, gözleri biraz daha derin, biraz daha içten. Sanki o da benimle aynı düşünceleri paylaşıyormuş gibiydi. Bir şey söylemek istedi, ama kelimeler boğazında düğümlendi. Sonra sadece başını salladı. Anlıyordu. Cevabı bulmamızın zaman alacağını, belki de hiç bulamayacağımızı biliyordu.
Uzun bir süre sessiz kaldık. Bu sessizlik, ikimizin de içindeki fırtınaları yatıştırmaya çalışıyordu sanki. Ama aslında hiçbir şey yatışmıyordu. Sadece birbirimizin varlığı, bu sessizliği biraz daha katlanabilir hale getiriyordu.
Sonunda, sessizliği ben bozdum. "Babamın söylediklerinde belki bir haklılık vardır," dedim, düşüncelerimi toparlamaya çalışarak. "Belki Tanrı bizi gerçekten çok seviyor. Ama bazen, sevgi bile yeterli olmayabiliyor gibi geliyor, biliyor musun? Çünkü biz insanız. Kırılıyoruz. Kayboluyoruz. Ve bazen, sevgi bile bizi bu karanlıktan çıkaramıyor."
Mert, söylediklerimi dinliyordu, ama gözlerinde bir kararlılık parladı. "Belki de," dedi, "Tanrı'nın sevgisi, bizi kurtarmaktan ziyade, sadece bize o yolu gösteriyor. Yolu bulmak bize kalmış."
Bu düşünce, içimde bir ışık yaktı. Belki de doğruydu. Belki de yolun sonunu bulmak değil, o yolda yürümek önemliydi. Ve belki de, bu yolda yalnız değildik. Mert yanımdaydı. Ailem yanımdaydı. Ve bu, belki de her şeyden daha fazla değerliydi.
Gözlerimden bir damla yaş süzüldü, ama gülümsedim. Mert de gözlerinde o acı dolu gülümsemeyle bana bakıyordu. İkimiz de aynı şeyi hissediyorduk: acı, kaybolmuşluk, ama aynı zamanda birbirimizin varlığına duyduğumuz şükran.
"Nasıl yapacağımızı bilmiyorum," dedim, ama bu sefer biraz daha güçlü bir sesle. "Ama biliyorum ki, birlikte yapacağız. Birlikte."
Mert başını salladı. "Birlikte."
Bu kelime, o an içimizdeki boşluğu biraz olsun doldurmuştu. Her şeyin cevabı olmasa da, en azından nerede başlayacağımızı biliyorduk. Birlikte. *********
Kalemi eline aldığında, Burcu’nun içindeki duygular, yılların birikmiş yüküyle iyice kabarmıştı. Hemen her anının gölgesinde kalmış, kendi benliğini bulamayan bir ağaç gibi hissediyordu. Babasının sert yüz hatlarının, hayatında bıraktığı yaraları düşününce, gözleri doldu. İçindeki çatışmalarla baş başa kalmıştı; bu mektubu yazarken, yüreği sanki koca bir okyanusta dalgalarla boğuşuyordu. Nihayet, duygularını kelimelere dökmeye karar verdi. Başını kaldırmadan, derin bir nefes alarak yazmaya başladı:
"Babam,
Her sabah doğan güneşin altında, gölgeler içinde kaybolmuş bir fidan gibi büyüdüm ben. Sen, önümde dev bir dağ gibi yükselirken, ben o dağın eteklerinde hapsoldum. Küçüklüğümden beri üzerime çöken karanlık, senin gölgenin ağırlığıydı. Annemin yokluğunda, sığındığım limanın, aslında bir kıyıya vuran dalgalar kadar güvensiz olduğunu anladım. Senin gözlerin, sevgi dolu bakışlar değil; tam tersine, benliğimi sorgulayan bir yargıç gibi üzerime geliyor. Senin için bir evlat olmaktan çok, bir proje oldum. Her zaman, başarmam gereken bir görev gibi gördün beni. Peki, bir kez olsun, benim kim olduğumu ve içimde ne hissettiğimi merak ettin mi? Yüreğimdeki çığlığı hiç duydun mu?
Beni bir fidan gibi büyütmek yerine, köklerimi kesip kocaman bir ağaca bağlamaya çalıştın. Dallarım hiçbir zaman gökyüzüne uzanamadı, çünkü hep senin istediğin şekle girmeye zorlandım. Her adımımda, her nefesimde senin isteklerinle mücadele ettim. Bugün, içimdeki bu isyan ateşi artık patlamak üzere. Peki, pişman mısın? Beni kaybettiğinde geride bıraktığın sadece bir evlat mıydım? Hiç beni sevebildin mi? Bunları sormaktan çekiniyorum ama bu sorular, kalbimdeki en derin yaralar gibi.
Evliliğim Fikret’le birlikte başka bir yolda ilerledi. O, senin gibi zalim değildi; zamanla onun uğraşlarını fark ettim. Her ne kadar seni ve ailenin kurallarını reddetse de, kalbimde bir yer edindi. Fikret, bana öyle destek oldu ki, onun sevgisini karşılıksız bırakmamak için boşanmama nedenim oldu. Oysa ben Burak’ı seviyorum, istemiyorum dediğimde, o anki öfkenle üzerime geldiğin dayak, hayatımın en derin yaralarından biri olarak kalacak. O an, gerçek hislerimi ifade etmekten çekindiğim bir yerden gelen acıyla harmanlandı. Senin şiddetin, beni yalnızca fiziksel olarak değil, ruhen de yaraladı. Ama Fikret’in çabası, bazen bu yaraların üzerine bir bandaj gibi geliyordu.
Artık huzursuz olmak istemiyorum. Hayatımda yeni bir başlangıç yapmaya karar verdim. Bu kararı vermek zor olsa da, senin bu baskın, dik başlı kişiliğinden kurtulmak zorundayım. Seni huzur evine göndermek, kendi kalbim için bir adım atmak demek. Ne kadar severek büyümeye çalıştıysam, o kadar da kendi içimde kayboldum. Umarım, bu mektup seni bir nebze de olsa düşünmeye iter. Bir gün benim için ne hissettiğini anlamak ve belki de bir şeyler değişir umuduyla…”
Mektubu yazdıktan sonra derin bir nefes aldı, her kelime, her cümle sanki içindeki fırtınayı dindirmek için yazılmıştı. Kalemi bıraktı ve yüreğindeki ağırlığı biraz olsun hafiflemiş hissetti. Hemşireye mektubu verirken, arkasında bıraktığı her şeyle artık barışmaya hazırdı. Babası, huzur evinin penceresi kenarındaki tekerlekli sandalyesinde sessizce dışarıyı izliyordu. Hemşire, mektubu ona ulaştırdığında, Burcu’nun kelimeleri, hayatındaki değişimi getirecek ağır bir sorumluluk gibi geldi. Okudukça, yıllardır taşıdığı yüklerin ağırlığını bir kez daha hissedecekti.
************ Huzur evinin soğuk ve gri duvarları, Fahrettin Baba'nın içine çöken öfkenin yankılandığı bir zindana dönüşmüştü. Tekerlekli sandalyesine yerleşirken, odanın her köşesi ona olan saygısızlığı hatırlatıyordu. “Beni burada tutan kim? Benim gibi bir adam, kimsenin eline bakmamalıydı,” diye düşündü, sert ifadesiyle çevresine meydan okurcasına. Gözleri, dışarıda oynayan çocukları izlerken bir anlığına yumuşadı, ama içindeki isyan hemen geri döndü. “Eğer ben olmasaydım, Burcu şimdi nerede olurdu? Yoksa çürüyüp gider miydi?”
Kapı hafifçe aralandı ve hemşire içeri girdi. Elinde Burcu’nun mektubu vardı. Yüzündeki tereddüt, Fahrettin Baba’nın bakışlarından kaynaklanan ağırlıkla birleşince, hemşire daha da gerildi. “Fahrettin Bey, Burcu’nun yazdığı mektubu getirdim,” dedi, sesi titrek ve korkak.
“Bana bir mektup mu? Onun ne yazabileceğini tahmin edebiliyorum,” diye yanıtladı, gözlerini odanın duvarlarından ayırmadan. “Beni buraya hapseden, beni kimseye yar etmeden kapatan bir evlat. Nasıl olur da bu kadar kolayca unutur benim için yaptıklarımı? O benim gözbebeğimdi. Ama şimdi, yediği her tokadın ardından benden nefret ediyor.”
Hemşire, mektubu uzatırken titreyen elleriyle kendini kontrol etmeye çalıştı. “Lütfen, bunu okumanız… belki bir şeyler değişir,” dedi, ama içindeki korku onu sessiz bıraktı.
Fahrettin Baba, mektubu alarak gözlerinde sert bir parıltıyla okumaya başladı. “Pişman mısın? Hiç beni sevebildin mi?” gibi sorularla karşılaştıkça, içinde biriken öfke daha da alevlendi. “Senin için her şeyi göze aldım. Senin iyiliğin için savaştım; o yüzden tokat attım. Her zaman doğru olanı yapmaya çalıştım. Ama sen şimdi Fikret’ten bahsediyorsun, sanki her şeyin sorumlusu benmişim gibi!”
Mektubun sayfalarını çevirirken, Burcu’nun Fikret’le ilgili yazdıklarına dikkat etti. “Fikret iyi bir adam,” demişti. “Ama bunu anlaman için benden boşanman gerekiyordu. Yıllar boyunca sana tek bir zarar vermedim.” Kafasında dolaşan düşünceler, kendi haklılığını sorgulamasına neden oluyordu. “Evet, belki sertim ama yumuşak olmak benim işim değil. Sert bir baba olmam gerekiyordu; yoksa o çocuğu kim koruyacaktı?”
Bir an, içindeki pişmanlık dalgası, sertliğini sorgulamasına neden oldu. “Eğer geçmişte bazı şeyleri farklı yapsaydım, belki de Burcu benimle gurur duyardı. Belki de ona bir canavar gibi değil, bir baba gibi davranmalıydım.” Kafasında dönüp dolaşan bu düşünceler, onu iyice karmaşaya sürükledi. “Ama bu, benim geçmişte yaptıklarımın ondan nefret etmesine neden olmasına engel olmuyor. Ne olursa olsun, onu korumak için savaştım. Ama belki de, savaşı kaybettim.”
Mektubun sonuna geldiğinde, içindeki sert adamın sesi yankılanıyordu. “Neden buraya kapatıldım? Benim gibi bir adamın yeri burası olamazdı. Benim düşüncelerim, yaptıklarım ve Burcu’yu korumak için katlandıklarım, ona ihanet değil, onun geleceğine yatırım yaptığımın göstergesiydi.”
Okudukça, gözleri dışarıdaki boşluğa takıldı. “Eğer ben bu hale düşmeseydim, belki Burcu bambaşka bir hayat yaşardı. Ama benim sertliğim, onun bu hayatta ayakta kalmasını sağladı. Şimdi, bana olan nefretinin gölgesinde yaşamak zorunda mıyım?”
Hemşirenin odadan çıkarken bıraktığı sessizlik, onun düşüncelerinin ağırlığıyla dolmuştu. “Beni bu şekilde kapatmak, benim onurlu bir hayat sürdüğüm gerçeğini değiştirmeyecek. Bu çelişkili duygular, benim kendi içimdeki mücadelemdir.”
Fahrettin Baba, mektubu kapatırken derin bir nefes aldı. İçindeki çatışmalar, ona hiç yaşamadığı bir anı hatırlatıyordu: Ne kadar sert olursa olsun, bir zamanlar bir baba olarak Burcu’nun en iyi şekilde büyümesi için savaştığını biliyordu. Ama şimdi, onun gözünde bir canavara dönüştüğünü hissetmek, ağır bir yük olmuştu. “Sonunda, kimse beni anlama cesaretini gösteremeyecek,” diye düşündü. “Ama benim ne yaptığım, bu hayatta en önemli olanı değiştirmeyecek."
Burcu, huzurevinin kapısından adımını attığında, sanki ardında sadece babasını değil, kendi geçmişini de bırakıyordu. Kapı, ağır bir gemi halatı gibi yavaşça kapanırken, içindeki yük daha da artıyordu. Kalbindeki çelişkiler, birbiriyle kavga eden fırtına bulutları gibi çarpışıyordu. Karşısında Burak’ı görünce, zaman bir an durdu; sanki dünya ona içinden çıkılmaz bir labirent sunmuştu, ve hangi yola adım atsa kaybolmaya mahkûmdu. Onunla ilgili kararını çoktan vermişti, ama bu kararı kelimelere dökmek, yüreğinde açılan o derin uçurumu daha da derinleştirecek gibi geliyordu. Söyleyeceklerini diline dökse bile, sanki her kelime birer taş olup onun üzerine çökecekti. Kocasını seçtiğini söylemek, bir çiçeği kökünden koparıp kuru bir dala bırakmak gibiydi; her şeyin sonunu getirecek bir adım, ama kaçınılmazdı.
Burcu, huzurevinden dışarı adımını attığı anda Burak’ı kapının önünde beklerken gördü. Kalbi bir anlığına durdu sanki, her şey ağır çekimdeydi. Gözleri ona kilitlenmiş, boğazında düğümlenen onca kelime birden anlamsızlaşmıştı. Orada duruşu bile Burcu’nun içindeki fırtınayı daha da büyütüyordu. Kaç gündür kafasında kurduğu o konuşmayı nasıl yapacaktı? Burak'a bakarken, kendini dipsiz bir uçurumun kenarında bulmuştu; her ne söylese ikisini de o boşluğa düşürecekti. Ama başka yolu yoktu. Bugün ona kocasını seçtiğini söylemek zorundaydı. Bunu nasıl dile getireceğini bilemeden derin bir nefes aldı.
Burak’ın gözleri umutla dolu değildi, o parlak bakışlar gitmiş, yerini yorgunluk ve belki de kabulleniş almıştı. O da Burcu’nun ağzından çıkacak cümleleri bekliyordu, fakat o sessizliğin altında yatan acıyı çoktan hissetmişti. Derin bir iç çekti Burak, sanki içinde taşıdığı bütün ağırlığı o nefeste bırakmak istiyormuş gibi.
"Burcu," dedi sonunda, sesi yumuşak ama derin bir sızı taşıyordu. "Söylemene gerek yok, her şeyi anladım. Gözlerinde gördüm zaten. Beni değil, onu seçtin, değil mi?"
Burcu’nun kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Başını hafifçe sallayarak cevap verdi ama bu basit hareket bile ona dünyanın en zor şeyi gibi gelmişti. Kelimeler dilinin ucunda, ama çıkmıyordu. Yutkundu, ne diyeceğini, nasıl açıklayacağını bilmiyordu. O anın ağırlığı omuzlarına çöküyordu.
"Seni bekledim, Burcu," dedi Burak, dudakları titreyerek. "Her gün bir umutla bekledim, belki vazgeçersin, belki geri dönersin diye. Ama seni kaybettiğimi her geçen gün biraz daha fark ettim. Ve artık dayanamıyorum. Seni beklemek… kendimi her gün biraz daha yok etmekten başka bir şey değilmiş."
Burcu'nun gözleri dolmuştu, ama Burak'ın bu sözleri onu daha da derinden yaralıyordu. Sanki kalbine bıçak saplanmıştı, her sözcükle daha da derine inen bir bıçak.
"Burak," dedi boğuk bir sesle, "özür dilerim… Gerçekten özür dilerim. Seni incitmek istemedim, ama…"
"Hayır," diye sözünü kesti Burak, acı bir tebessümle. "Biliyorum, seni zorlamayacağım. Beni sevmiyorsun ve bu, benim kabullenmem gereken bir şey. Ama bilmeni istiyorum, seni sevmek bana dünyanın en güzel acısını verdi. Artık seni zorlamayacağım. Artık önünde durmayacağım."
Sesi, Burcu’nun yüreğine bir çekiç gibi iniyordu. Onu bırakmaktan başka çare olmadığını biliyordu, ama bu kadar zor olacağını hiç düşünmemişti. Burak’ın yüzündeki o kırık gülümseme, ruhuna bir mühür gibi kazınmıştı.
"Seni unutmalıyım," diye devam etti Burak, gözlerini ufka dikip uzaklara bakarak. "Sana veda etmek zorundayım. Belki de en güzel vedalar, hiçbir şey söylemeden edilenlerdir. Çünkü bazen sözcükler, sadece daha fazla yara açar. Ve biz… Biz zaten birbirimizi çoktan kaybettik."
Burcu’nun gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Bu bir sondu. Sadece Burak’la olan hikâyelerinin değil, aynı zamanda içinde taşıdığı o sonsuz pişmanlığın da sonu. Ama en çok da Burak'ın ona veda edişi, kalbinde hiç kapanmayacak bir yara açıyordu.
|
0% |