Yeni Üyelik
31.
Bölüm

31. BÖLÜM

@hayat_belirtisi34

İstanbul’un orta halli, sade ama sıcak bir evinde, tanışma yemeği için her iki aile de toplanmıştı. Ortamda hafif bir heyecan vardı, tıpkı bir piyanonun tuşlarına usulca dokunulmuş gibi. Mert’in ailesi, Haluk Bey’in başı çektiği bir ciddiyetle evdeki yerlerini alırken, Hacer Hanım ev sahibinin ikramlarını nazikçe kabul ediyordu. Şeyma, hafif bir tebessümle kardeşi Mert’e göz ucuyla bakıyordu. Oysa Mert’in yüzünden boncuk boncuk terler süzülüyordu. Sebebini kendisi bile bilmiyor, derin bir huzursuzluk içinde oturduğu yerin kenarına tutunuyordu.

 

Kız tarafı ise gayet düzenli bir ev sahipliği yapıyordu. Elif’in babası Albay Gökhan, hâlâ askeri disiplinini üzerindeki kıyafetlere işlemiş gibiydi. Sert, keskin bakışları odanın içinde dolaşıyordu. Anne Sedef Hanım ise kibar ve samimi bir ifadeyle misafirlerine ikramda bulunuyor, evin havasını yumuşatmaya çalışıyordu. Uğur ise kız kardeşini uzaktan bir gözlemci gibi izliyor, Mert’i ince bir bakışla süzüyordu.

 

Mert’in içinde hissettiği tuhaf baskı artıyor, istemsizce yere birkaç kez boncuk gibi ter damlaları dökülüyordu. Hüseyin, bu durumu fark etmişti ve gözlerindeki hınzır parıltıyı engelleyemiyordu. Tam da geçen sene Mert, ablası Şeyma’nın isteme merasiminde onunla dalga geçtiği gibi, Hüseyin şimdi Mert’i köşeye sıkıştırmak için fırsat kolluyordu.

 

Haluk Bey, derin bir nefes aldı ve söze girdi:

 

“Gökhan Bey, Mert'in asker uğurlamasında Elif kızımızla tanışma fırsatımız oldu. Her yönden kendini belli ediyor, helal olsun. Elif, pek bir hanımefendi, maşallah.”

 

Gökhan Bey ise ifadesiz bir yüzle başını salladı. Yüzünde sert bir çizgi vardı, ama aslında içten içe Mert’i süzüyordu. Gözleri, Mert’in yere dökülen ter damlalarını fark ettiğinde, hafif bir tebessüm dudaklarının kenarından belirdi. Ama bunu hemen geri çekti; zira bu evdeki rolü, kızını koruyan güçlü bir baba rolüydü.

 

Gökhan Bey, kısa ve keskin bir yanıt verdi:

 

“ Haberimiz var. Sağ olun Haluk Bey. Biz de oğlunuzdan gayet memnunuz... Efendi çocuk. Yani en azından sicili öyle söylüyor.”

Zaten o an sanki azapta olan Mert şaşkınlıkla Gökhan bey'e bakar. Sesi kısık çıkmasın diye ufak bir boğazını temizler.

"Nasıl yani efendim?"

"E öylesine evime geleceğini beklemiyordun herhalde. Çağırmadan önce bir kontrol ettirdim. Şeyma'nın kardeşi olduğunu öğrenince şaşırdım."

"A anlıyorum efendim. Ne mutlu bana." Tekrar boğazını temizledi. Derin sessiz bir nefes aldı ve elindeki bez peçete ile terini sildi oturuşunu daha dik hale getirdi.

 

Tam bu sırada, Hüseyin hafifçe Mert’in omzuna dokundu ve eğilerek sessizce fısıldadı:

 

“Ne o Mert? Bir aslan gibi kükrüyordun bana. Ne oldu sana? Yoksa kız işini bu kadar ciddiye mi alıyorsun? Geçen sene bana gülüp duruyordun, hatırlarsan.”

 

Mert’in terleyen yüzü daha da kızardı, bu sefer öfke de eklendi.

"Hüseyin! Eğer çıkışta sapasağlam kalmak istiyorsan kes sesini!" Kısık sesi söner sönmez bakışıyla ufak bir uyarı attı.

 

Şeyma ise arka planda durumu fark edip kahkahasını zor tuttu. Ama Hüseyin durmak bilmiyordu, bu fırsatı kaçıramazdı.

 

“Bak, sen yere döktüğün boncuklarla bir halı deseni oluşturacaksın neredeyse!” dedi ve Şeyma, gülmemek için dudaklarını ısırdı. Mert ise durumunu gizlemeye çalışıyor, eliyle terini silerken gözleri yere kaçıyordu.

Dişleri gıcırdamıştı.

"La havle!"

Ortam biraz neşelenmişti, herkes hafifçe gülümsüyordu. Bu sırada Uğur da dayanamayarak alaycı bir şekilde Mert’e bakıyordu.

 

Ancak, bu esnada iki baba arasındaki sessizlik ağırlaştı. Haluk Bey, derin bir nefes aldı ve ciddi bir tonda konuşmaya başladı:

 

“Bak Gökhan Bey, biz oğlumuz Mert’i büyütürken ona her zaman dürüst ve efendi olmayı öğrettik. Ailemizin geleneklerine bağlı, sorumluluk sahibi bir çocuk oldu. Elif’e layık olması için elinden geleni yapacağına inanıyorum. Benim de iki kızım var. Seni çok iyi anlarım. Ha eğer baktın haddi aştı, usulsüz davrandı, o zaman eti senin kemiği benimdir.”

Hüseyin ve Eda Mert'i ortalarına almışlardı. Şeyma ise büyük olarak anne ve babasının yanında oturmuştu. Kendisi istemese de ikisi de böyle istemişti. Tabi babasının bu sözünden sonra delikanlı hafif bir göz temasıyla babasına bakmayı unutmadı. Bu sefer kıkırdayan Eda oldu.

"Abi Allah yardımcın olsun. Bi burdan sapasağlam çıkabilseydin Allah'ın izniyle."

Zaten afaganları toplanmıştı, ve bu ikisinin yanında kendisine laf atmalarına daha fazla dayanamıyordu. Yine kısık sesle gürledi.

"Ya kesin sesinizi ya da çıkın gidin yanımdan. Ahh. Baba güya bana yardım edecektin. Yaktın beni."

 

Gökhan Bey, Haluk Bey’in söylediklerini başıyla onayladı. Fakat gözleri sertti, adeta Mert’in ruhuna bakıyordu. Albayın içten içe Mert’ten hoşlandığını, onun efendiliğini ve terbiyesini takdir ettiğini anlamak zordu. Ancak bu, hemen pes edecek bir baba değildi.

 

Albay Gökhan, kaşlarını kaldırarak sert bir ifadeyle konuştu:

 

“Haluk Bey, ben bir kız babasıyım. Elif benim biricik evladım. Bu iş öyle çiçekle, hediye ile olmaz. Ne kadar efendi, ne kadar sorumluluk sahibi olursa olsun, ben kızıma birini vermeye niyetlendiğimde her şeyi tartarım.”

 

Odanın içinde derin bir sessizlik oldu. Mert, içindeki korkuyu daha da yoğun hissetti, yere dökülen terler neredeyse birikinti yapacak hale gelmişti. Hüseyin bile bu sefer dalga geçmeyi bırakmış, durumu ciddiyetle izliyordu.

 

Albay, gözlerini Mert’e dikti. Bir süre sessiz kaldı, ardından alaycı ama ciddi bir tavırla son noktayı koydu:

 

“Rüyanda görürsün Mert. Değil çiçekle, hediyeyle, topla tüfekle, tankla da gelsen, kızımı alacak erkek yok. Vermiyorum!”

 

Bu sözü söylediğinde odada bir gerginlik oluştu. Mert'in beti benzi atmıştı, ama bu sözün ardındaki gizli anlamı anlayan herkesin yüzünde bir gülümseme oluştu. Gökhan Bey, Mert’i sevmemiş gibi davranıyordu, ama aslında içten içe onun nasıl tepki vereceğini görmek istiyordu. Kendi sınavını yapıyor, Mert’in cesaretini ve kararlılığını test ediyordu.

 

Haluk Bey, diplomatik bir şekilde sözü toparladı:

 

“Gökhan Bey, elbette ki kız babası olmak zor. Bizim de oğlumuz değerli, ama herkesin gönlü mutmain olursa bu iş bir olur. Hep birlikte zamanla daha da iyi tanışırız.”

 

Gökhan Bey, Haluk Bey’in bu sözleri üzerine sessizce başını salladı. O an herkes derin bir nefes aldı.

 

Odadaki hafif kahkahalar ve şakalaşmalar, Mert’in yüzünde hâlâ bir gülümseme bırakmıştı, ancak içten içe bu durumu dengelemek gerektiğini hissediyordu. Dışarıdan bakıldığında hoş bir ortam vardı ama Elif’in babası, Albay Gökhan, hâlâ ona derin bir gözle bakıyordu. Mert’in gerginliğini fark eden Hüseyin, onun omzuna hafifçe dokunarak moral vermek istercesine tecrübeyle fısıldadı:

 

“Toparlan dostum, asıl şimdi kendini gösterme zamanı.”

 

Mert bu sözleri duyar duymaz, omuzlarını dikleştirip derin bir nefes aldı. Artık şaka faslının sona erdiğini biliyordu. Gözlerini Elif’ten ayırmadan, babası Albay Gökhan’ın ciddi bakışlarına doğru döndü ve tam anlamıyla kendini ifade etme anının geldiğini hissetti.

 

Mert, kararlı bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

 

“Albayım, size ve ailenize en başından beri büyük saygı duyduğumu bilmenizi isterim. Elif’i tanıdığım günden beri, onu mutlu etmek için elimden gelen her şeyi yapacağıma dair kendime söz verdim. Sizin bu konuda ne kadar korumacı olduğunuzu görüyorum, ki bu da benim için çok kıymetli. Ama lütfen bilin ki, ben Elif’i mutlu edecek adamım. Hayatımda onun mutluluğundan daha değerli bir şey yok. Saygıdan ve sevgiden asla ödün vermem, Elif’in yüzündeki gülümseme benim için her şeyden kıymetli.”

 

Bu sözler üzerine odada hafif bir sessizlik oldu. Albay Gökhan’ın yüzündeki sert ifade hâlâ yerindeydi ama gözlerindeki ince bir parıltı, içten içe Mert’in bu sözlerinden memnun kaldığını belli ediyordu. Uğur da bir anlığına ciddi bir tavra bürünüp kardeşine döndü.

 

Uğur, hafif bir gülümsemeyle:

 

“Bu sefer oldu işte. Bakıyorum kendini topladın.”

 

Bu sözler, Mert’in yüzüne bir güven ifadesi yerleştirdi. Gökhan Bey ise uzun bir süre sessiz kaldı, Mert’in sözlerini tartıyormuş gibi. Sonunda, hafifçe başını eğip, dudaklarının kenarındaki o sert çizgiyi yumuşattı:

 

Albay Gökhan:

 

“Demek Elif’i mutlu etmeye kararlısın ha? İyi. Bak Mert, biz kolay kolay kız vermeyiz ama eğer dediğin gibiyse, saygı ve sevgi çerçevesinde bu iş olur. Yine de… bu işin kolayına kaçmak yok. Ailemizi bilirsin, disiplinli ve ciddi bir yapımız vardır. Eğer bir hata yaparsan, seninle önce ben görüşeceğim.”

 

Bu sözlerdeki hafif tehditkâr ton, bir albaydan beklenebilecek türdendi, ama içinde aynı zamanda bir onay gizliydi. Mert, derin bir nefes alarak memnuniyetle başını salladı.

 

Haluk Bey, ortamın tekrar hafifleyebileceğini sezerek araya girdi:

 

“Valla Gökhan Bey, gençler işini iyi yapıyor gibi. Bizim zamanımızda bu kadar güzel konuşan bir damat adayı zor bulunurdu, maşallah.”

 

Albay Gökhan, Haluk Bey’in bu sözüne hafif bir tebessümle yanıt verdi:

 

“Evet Haluk Bey, öyle görünüyor. Ama yine de bu işin takibi bende olacak, merak etmeyin. Sizden öğrenmemiz gereken çok şey var.”

 

Haluk Bey kahkaha atarak:

 

“İyi o zaman, iş bölümü yaparız. Ben gençlere biraz hayat dersi veririm, siz de askeri disiplini öğretirsiniz. Ortaya harika bir şey çıkar.”

 

Bu karşılıklı sözler herkesin yüzünde tatlı bir tebessüm bıraktı. Sedef Hanım ve Hacer Hanım’ın da gözleri, kocalarının bu dostça atışmalarına kaymıştı. Ancak albayın içindeki sertliğin tam anlamıyla geçtiği söylenemezdi, son bir kez daha Mert’e döndü ve ciddi bir bakış attı.

 

Albay Gökhan, gözleri Mert’in üzerinde:

 

“Rüyanda görürsün Mert. Değil çiçekle, hediyeyle… topla, tüfekle, tankla da gelsen, yine de kızımı almak öyle kolay değil. Ama bak, sen bana kendini kanıtladın. Şimdi işin zor kısmı başlıyor. Göster bakalım, Elif’i gerçekten hak ettiğini.”

 

Mert, bu sözlerin altında bir meydan okuma olduğunu anladı ve yeniden başını eğerek, “Evet albayım, elimden geleni yapacağım,” diye karşılık verdi. Elif’in gözlerindeki gurur ve memnuniyet, Mert’i rahatlatmıştı.

 

İki aile büyüğü dışarı çıkmak için ayağa kalktığında Haluk Bey, şakayla karışık;

"Eh, her devrin bir raconu var Gökhan bey. Bizde zamanında böyle ciddi ciddi oturduk ama sonunda gülerek kalktık. Hem gençler kendi aralarında böyle konuşmadan bu işlerin tadı olmaz. En önemlisi saygıyı korumaları.

Bu konuşma üzerine Gökhan bey başını sallayarak Haluk bey'i süzdü. Evin içinde herkes bir anlığına rahatlamıştı.

 

İki adam arasındaki bu dostça atışma, diğerlerinin yüzünde hafif gülümsemeler bıraktı. Misafirlik bittiğinde, herkes kendinden emin bir şekilde ayrıldı, ama herkesin aklında bu tanışmanın ne kadar doğru yolda olduğuna dair bir his vardı.

---

Sofra, İstanbul’un orta halli, sıcak bir semtine ait evin salonunda özenle kurulmuştu. Masadaki tabakların tınıları ve hafif çatal-bıçak sesleri, iki ailenin arasındaki tanışma merasiminin heyecanını yansıtan bir fon oluşturarak, ortamı samimi ama bir o kadar da gergin bir hale getiriyordu. Haluk Bey, emekliliğin verdiği rahatlıkla hafifçe arkasına yaslanmış, masadaki sohbeti izliyordu. Karşısında ise Şeyma’nın ciddi, derin düşüncelere dalmış hali dikkat çekiyordu. Hüseyin’in bakışları, Şeyma’nın bu haline alışık olduğu için endişesini belli etmiyor, ama göz ucuyla onu izleyerek destek oluyordu. Mert ise bu tanışmanın resmiyeti karşısında olabildiğince soğukkanlı durmaya çalışıyordu. Herkes, sıradan bir aile sohbetinin ardından daha ciddi bir konuya geçileceğini hissetmişti.

 

Haluk Bey, biraz gülümseyerek:

“Emeklilik güzel elbet, ama ara sıra eski günleri özlemiyor değilim. Saha bambaşkaydı tabii, şimdi de meydanı size bıraktık. Artık nasihat dinleyen varsa tabii!”

 

Şeyma, babasına gülümseyerek:

“Senin nasihatlerin olmadan iş yapabileceğimizi mi sandın baba? Hatta, son görevde bile adın geçti, haberin olsun.”

 

Haluk Bey’in yüzündeki gururlu tebessüm, ortamı kısa süreliğine ısıttı. Ancak hemen ardından Albay Gökhan, ciddiyetini koruyan bakışlarıyla söze girdi.

 

Albay Gökhan, masaya hafifçe yaslanarak:

“Şeyma, son operasyondaki başarınız gerçekten takdire şayan. Ancak sıradaki görev çok daha karmaşık olacak. Demir Şahin, gözümüzden kaçmıyor ve MİT de bu konuya dahil oldu. Albay Metin, MİT ile temas halinde ve bu operasyon için birkaç kişi seçilecek. Şeyma, Hüseyin, Mustafa, Yiğit, Kerim ve Fırat operasyonda görev alacak. Yiğit ve Kerim diğer timden; onlarla birlikte hareket edeceksiniz. Tabi bu konuyu yerinde konuşmayı tercih ederdim. Fakat durum giderek aciliyetini koruyor.”

 

Şeyma, şaşkınlıkla kaşlarını kaldırarak:

“Bu işbirliğinden haberim yoktu. MİT’le çalışacağımızı bilmiyordum.”

 

Albay Gökhan:

“Daha yeni netleşti, Şeyma. Albay Metin dün MİT ile bir görüşme yaptı. Sadece birkaç kişi seçildi ve bu görevin zorluklarına karşı Demir Şahin’in yanına sızılacak. Görevin ciddiyetinin farkındayız ve her iki tim de önemli bir parçası olacak.”

 

Şeyma’nın yüzündeki şaşkınlık yerini kararlılığa bırakırken, Hüseyin durumu anlamış bir şekilde onu süzdü. Ortamdaki gergin hava, kısa bir süre herkesin üzerine çökmüştü. Ancak Haluk Bey, sakin tavrıyla bu durumu dağıtmayı başardı.

 

Haluk Bey, soğukkanlı bir sesle:

“Gökhan Bey haklı, Demir Şahin gerçekten zor bir hedef. Şirketine sızmak kolay olmayacak. MİT’in desteği çok önemli, ama operasyonun her adımını dikkatle planlamak şart. Ama her türlü yardımı kullanmak en iyisi.”

Albay Gökhan, onaylayarak:

“Evet, bu yüzden MİT ile çalışıyoruz Haluk Bey. Tecrübeniz ve önerileriniz önemli, göz ardı edilecek bir şey değil. Hepimiz için hassas bir operasyon olacak.”

 

Kısa bir süre sessizlik hâkim oldu. Masadakiler, konunun ağırlığını hissederek düşüncelere daldılar. Mert ve Elif, bu konuşmaları sessizlik içinde dinlerken, Haluk Bey yeniden ortamı hafifletmek için söze girdi.

 

Haluk Bey, keyifli bir gülümsemeyle:

“Fakat sonuçta hayat sadece işten ibaret değil! Soframızın tadını çıkaralım. İşlerin ucu torun sevmeye kadar varacak, değil mi Gökhan Bey?”

 

Gökhan Bey, gülerek:

“Çok erken konışuyorsunuz, Haluk Bey ama dikkat edin. Emeklilik sizi fazla rahatlattı galiba, artık işlere karışmazsınız diye düşünüyordum!”

 

Haluk Bey, gülümseyerek:

“Ne demişler, eski alışkanlıklar kolay kolay bırakılmaz. Ama bizimkiler işlerini iyi yapıyorlar. Onlardan umutluyuz, gelecek emin ellerde.”

 

Gökhan Bey, Şeyma’ya dönerek:

“Baban haklı, Şeyma. Ama unutma, bu görev çok daha tehlikeli olacak. Kendine dikkat et ve her zaman soğukkanlılığını koru. Saha senin ama arkanızdayız.”

"Haklısınız komutanım."

 

Masanın üzerinde tabaklar birer birer boşalırken, Hüseyin’in dikkati tamamen önündeki yiyeceklerde toplanmıştı. Çatal ve bıçağı, ustalıkla yönlendiren elleri sanki her lokmanın değerini bilmek istercesine ağırdan alıyordu.

"ᴀʟʟᴀʜ'ıᴍ ɴᴇ ʙᴜ sᴏʜʙᴇᴛ. ᴍıʏ ᴍıʏ ᴍıʏ ɪᴄ̧ɪᴍ ᴋıʏıʟᴅı. ʙᴜʀᴀᴅᴀ ʙɪʟᴇ ɪş ᴋᴏɴᴜşᴜʏᴏʀʟᴀʀ. ɴᴇ ʙᴜ ᴄɪᴅᴅɪʏᴇᴛ. sᴀɴᴋɪ ᴋʀᴀʟɪʏᴇᴛ ᴋıᴢıɴı ᴀʟᴀᴄᴀᴢ. ᴛᴜʀşᴜsᴜɴᴜ ᴍᴜ ᴋᴜʀᴀᴄᴀɴ. ᴠᴇʀ ɢɪᴛsɪɴ ɪşᴛᴇ. ᴍᴇᴄʟɪsᴇ ᴋᴏɴᴜşᴍᴀ ʏᴀᴘıʏᴏʀ sᴀɴᴋɪ. ɴᴇ ɢᴜ̈ᴢᴇʟ ʙᴀᴋ. ᴀᴄıᴋ ʜᴀᴄᴇʀ ᴀɴɴᴇᴍᴅᴇɴ ᴏ̈ʀɴᴇᴋ ᴀʟ. ᴅɪʀᴇᴋ ᴛᴀᴋ ᴅɪʏᴇ ᴀʟᴅıᴍ ᴄ̧ɪᴄ̧ᴇɢ̆ɪᴍɪ. ʙᴜ ᴅᴀ ʙᴜʀᴀᴅᴀ şᴇᴋɪʟᴅᴇɴ şᴇᴋʟᴇ ɢɪʀᴅɪ. ʜᴇʜᴇʜᴇ. ɢᴜ̈ɴ ᴏʟᴜʀ ᴅᴇᴠʀᴀɴ ᴅᴏ̈ɴᴇʀ ᴍᴇʀᴛ ᴇғᴇɴᴅɪ. ᴀᴍᴀɴ ɴᴇʏsᴇ. sᴇɴ ʏᴇᴍᴇᴋʟᴇʀᴇ ᴏᴅᴀᴋʟᴀɴ ᴋᴏᴄ̧ᴜᴍ. ᴜ̈ғғғ. ᴏ̈ɴᴜ̈ᴍᴅᴇᴋɪ ɢᴜ̈ᴢᴇʟʟɪᴋʟᴇʀᴇ ʙᴀᴋᴋ. ʜᴀsᴛᴀɴᴇ ʏᴇᴍᴇᴋʟᴇʀɪɴᴅᴇɴ ᴢᴇʜɪʀʟᴇɴᴍᴇᴍᴇ ʀᴀᴍᴀᴋ ᴋᴀʟᴍışᴛı. ɢɪᴅɪʏɪᴍ ᴅᴇ ʙɪʀᴀᴢ ᴅᴀ ᴀɴᴀᴍıɴ ᴇᴠɪɴᴅᴇ ʏɪʏɪᴍ. ʙɪᴢɪᴍ ᴢᴀʟıᴍıɴ ᴋıᴢı ᴋᴀʀᴀ ғᴀᴛᴍᴀ ᴍᴜ̈ʙᴀʀᴇᴋ. ɴᴇʏsᴇ! ʙɪ ʏᴇᴍᴇᴋʟᴇʀɪɴɪ ɢᴏ̈ʀᴇʙɪʟᴇᴄᴇᴋ ᴍɪʏɪᴍ ᴀᴄᴀʙᴀ? ʜɪɪɪ. sᴜ ʙᴏ̈ʀᴇɢ̆ɪ ᴍɪ ᴏ! ᴜʟᴀɴ! ʟᴀɴ! ᴍʜᴍᴘʜ! ʙᴏɢ̆ᴜʟᴀᴄᴀᴍ! sᴜ sᴜ!"

 

Yemekle kurduğu bağ, sessiz ve derinden bir şölen gibiydi. Her bir sarma, sanki bir ödülmüşçesine ağızda dağılırken, Hüseyin’in zihni dış dünyadan tamamen kopmuştu. Masadakilerin sohbeti uzaklarda yankılanan bir uğultu gibiydi; Hüseyin, bu sofranın zenginliğinde kaybolmuştu adeta.

 

Karşısında oturan Şeyma, Hüseyin’in bu derin konsantrasyonunu fark ettiğinde, içten bir gülümseme dudaklarına yayıldı. Normalde böyle durumlarda onu uyarır, belki göz ucuyla bir bakış fırlatırdı ama bu sefer farklıydı. Hüseyin’in yemeklere verdiği bu abartılı önem ve onun her lokmada bulduğu keyif, Şeyma’nın hoşuna gitmişti. O da sessizce bu anın tadını çıkarıyor, gözlerini ondan ayırmadan, hafif bir tebessümle Hüseyin’in yemeğe olan tutkusunu izliyordu.

 

Albay Gökhan ise Hüseyin’in bu dikkatini neşeli bir şekilde bölmeye karar verdi:

 

"Evlat, görüyorum ki düşman hattındaymış gibi ciddisin ama bu kez rakibin sarmalar."

 

Hüseyin, ağzında bir parça yemekle gözlerini masadan kaldırdı, şakacı bir ifade takındı ve hemen ardından gülerek cevap verdi:

 

"Albayım, böyle düşman başımın tacı! Bu yemeklerle savaşmak her gün olsa, askerlikten kimse çıkmak istemezdi."

 

Hüseyin’in esprisi masada hafif bir gülüş dalgası yaratırken, Albay Gökhan bakışlarını ciddileştirerek konuyu değiştirdi:

 

"Şakalar bir yana, Hüseyin, ameliyat sonrası toparlanman nasıl gidiyor? Doktorlar ne diyor, sağlığın ne durumda?"

 

Hüseyin, çatalını yavaşça bırakarak masaya yaslandı ve ciddileşen bakışlarını Albay'a çevirdi. Kısa bir sessizlikten sonra hafif bir gülümsemeyle cevap verdi:

 

"Albayım, doktorlar gayet iyi diyorlar. Birkaç ufak tefek ağrı dışında durumum iyi, toparlanıyorum. Zaten burada böyle sofralarda iyileşmem daha da hızlanıyor."

 

Şeyma, Hüseyin’in kendine has alaycı tavrına hafifçe gülümserken, Albay Gökhan’ın yüzünde derin düşünceli bir ifade belirdi. Hüseyin’in şakacı yaklaşımına alışık olsa da, konu ciddi olduğunda dikkatli bir şekilde gözlem yapardı.

 

"İyi olman sevindirici, Hüseyin," dedi Gökhan, gözlerini Hüseyin’den ayırmadan. "Çünkü bu görevden sonra askerlik maceran sona eriyor. Vatan borcunu tamamlıyorsun."

"ʜıʜ. ʙᴇɴᴅᴇ ʟᴏᴋᴍᴀʟᴀʀ ʙᴏɢ̆ᴀᴢıᴍᴀ ɴᴇ ᴢᴀᴍᴀɴ ᴅɪᴢɪʟᴇᴄᴇᴋ ᴅɪʏᴏʀᴅᴜᴍ. ʙɪʟɪʏᴏʀᴜᴢ ʜᴇʀʜᴀʟᴅᴇ! ᴀʏ ᴘᴀʀᴄ̧ᴀᴍ ʙᴇɴʟᴇ ʙɪʀʟɪᴋᴛᴇ ᴍᴇsʟᴇɢ̆ɪɴᴇ sᴏɴ ᴠᴇʀsᴇ ʙᴀʀɪ. ᴀʏʀı ᴋᴀʟᴀᴄᴀᴍ. ᴜ̈ғғ.ɴᴇʏsᴇ ᴄᴇᴠᴀᴘ ᴠᴇʀ ᴅɪᴋᴋᴀᴛ ᴄ̧ᴇᴋᴍᴇ."

 

Bu sözler, masadaki havayı anında değiştirirken, Hüseyin bir an duraksadı. Sanki uzun zamandır bu anı beklemiş ama bir türlü tam anlamıyla kavrayamamış gibi bir şaşkınlık belirdi yüzünde. Çatalını eline yeniden aldı ama bu kez yemeğe değil, Albay’ın söylediklerine odaklanmıştı. Gözlerini masadakilerden kaçırarak hafif bir iç çekti.

 

"Demek sona geldik... Zaman gerçekten su gibi akıp geçti, Albayım," dedi Hüseyin, derin bir nefes alarak. "Zor ama anlamlı bir süreçti. Sonunu görmek... Garip bir his. Yine olsa yine yaparım. Çok değerli anılar biriktirdim."

 

Şeyma, Hüseyin’in bu ciddileşen haline biraz daha dikkatle bakarken, onun yüzünde derin bir huzursuzluk izi fark etti. Normalde her konuyu şakalarla geçiştiren Hüseyin, bu kez içtenlikle konuşuyor gibiydi. Şeyma, bu anın ne kadar önemli olduğunu fark etti ve ona içten bir bakışla destek verdi.

 

Albay Gökhan ise hafif bir tebessümle başını salladı:

 

"Bu yolda çok şey yaşadın, Hüseyin. Ama görevini layığıyla tamamladın. Artık sivil hayata adım atma zamanı yaklaşıyor. Umarım orada da aynı başarıyı gösterirsin."

 

Hüseyin, kısa bir an duraksadıktan sonra hafif bir gülümseme ile başını kaldırdı:

 

"Albayım, sivil hayatta da önüme sarma gibi rakipler çıkarsa, hiç şüpheniz olmasın, hepsini alt ederim."

 

Bu şaka, masadaki gergin havayı dağıttı ve herkes yeniden gülmeye başladı. Şeyma, içten bir kahkaha atarken Hüseyin’in neşeli tavrını izledi. Bu kadar rahat ve esprili kalabilmesi, onun ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha ona hatırlatmıştı.

"ʜᴀʜ.ʙᴇɴ ᴏʟᴍᴀsᴀᴍ ʙᴜ ᴏ̈ʟᴜ̈ ʀᴜʜʟᴀʀıɴıᴢı ᴋɪᴍ ɢᴜ̈ʟᴅᴜ̈ʀᴇᴄᴇᴋ.ᴋıʏᴍᴇᴛɪᴍɪᴢ ʙɪʟɪɴᴍɪʏᴏʀ ᴀʀᴋᴀᴅᴀş ʙɪʟɪɴᴍɪʏᴏʀ. ᴄıᴋ ᴄıᴋ ᴄıᴋ. ʙɪʀ ᴛᴇᴋ ɢᴜ̈ʟᴜ̈ᴍ ʙɪʟsᴇ ʏᴇᴛᴇʀ ᴢᴀᴛᴇɴ. ʜɪᴄ̧ʙɪʀ şᴇʏ sᴏ̈ʏʟᴇᴍᴇsᴇ ᴅᴇ ʙᴀᴋışʟᴀʀıʏʟᴀ ᴀɴʟᴀᴛıʏᴏʀ ᴋᴜʀʙᴀɴ ᴏʟᴅᴜɢ̆ᴜᴍ. sɪᴢ sᴀᴅᴇᴄᴇ ᴏɴᴜɴ ᴄ̧ᴇᴠʀᴇsɪɴᴅᴇ ᴏɴᴀ ɢɪᴅᴇᴄᴇɢ̆ɪᴍ ʏᴏʟsᴜɴᴜᴢ. ᴋᴜsᴜʀᴀ ʙᴀᴋᴍᴀʏıɴ. "

 

Akşam yemeği sonunda salon sıcak bir sohbetle dolmuştu. Haluk, elindeki çayla ilgilenirken gözleri Gökhan’ın üzerine kaydı. “Gökhan, senin son düşüncelerin neler?” diye sordu.

 

Gökhan, Haluk’un bakışlarını görünce biraz düşündü. Eşinin onay dolu ifadesini de görünce, “Evet, aslında önümüzdeki hafta tekrar bir araya gelirsek, o gün hakkında konuşabiliriz,” dedi. “Bunu netleştirmek için biraz daha zamana ihtiyacımız var.”

 

Salonda bir mutluluk havası yayıldı. Mert, “Oh be sonunda! ” diyerek gülümsedi.”

 

Şeyma, salonun köşesinde çay servisi yaparken, “Gerçekten bu konuyu bir an önce netleştirmek iyi olur. Hazırlıklar için zaman ayırmalıyız,” diye ekledi.

 

Tam o sırada Şeyma’nın telefonuna gelen bir bildirim dikkatini çekti. Ekrandaki ismi görünce içi birden gerildi. “Özür dilerim, önemli bir telefon açmak zorundayım,” diyerek salonun kapısını açtı ve dışarı çıktı.

 

Haluk, Şeyma’nın arkasından bakarken, “Umarım her şey yolundadır,” dedi. Gülümsedi babasına.

"Bakıp geliyorum hemen."

 

Dışarıda, Şeyma telefonunu açarak, ekranında "Binbaşı” yazısını gördü. İçindeki kaygı daha da arttı. “Alo, Komutanım,” dedi, sesi ciddileşerek.

 

“Şeyma, önemli bir durum var. Seninle hemen konuşmam lazım,” dedi Binbaşı Arif, sesindeki aciliyet hissediliyordu. “Son günlerde bazı güvenlik raporları alıyorum. Ayrıca yeni bir karar alındı. Timlerle birlikte toplantı yapmamız gerekiyor. Ertesi gün Mit kurulu gelecek.”

 

Şeyma, “Anlaşıldı komutanım,” dedi. “Ama bu akşam ailemle bir araya geldim; her şey yolunda ilerliyor gibi görünüyor. Mutlaka orada olacağım merak etmeyin.”

 

“Bu güzel. Fakat dikkatli olmalıyız. Toplantıda bu durumu detaylıca ele alacağız. Orada daha fazla bilgi vereceğim,” dedi Arif. “Umarım her şey yolundadır,”

"Yolunda komutanım. Tanışma şuan sorunsuz geçti. Albayı daha sert bekliyordum."

"Nasıl yani? Kasırga çıkmadı mı?"

"Yani, belirtiler vardı tabi. Allah'tan babam toparladı anlayacağınız."

"Hahaha. Doğru. Anca dengi başa çıkabilirdi. Sadece tek fark Haluk komutanımın alttan alma yeteneği. Neyse ben seni tutmayayım. Hayırlı olsun şimdiden. Herkese selam söyle" deyip çağrıyı sonlandırdı.

 

Şeyma, düşünceleri iç içe geçmiş bir yandan da gülümsemesini takınmış bir şekilde salonun kapısına döndü. Yüzünde endişeli bir ifade vardı ama mutlu atmosferi de düşünmek zorundaydı.

 

Salona döndüğünde, “Binbaşı Arif aradı. Güvenlik konuları hakkında önemli bir toplantı düzenliyorlar. Muhtemelen yeni haber için. Toplantı gününü haber verdi de.”

 

İki yaşlı kurttan başını ihityatla salladı.

Haluk, “ Eehh artık gitme vakti geldi. Ama en kısa zamanda yine buluşmak zorundayız,” diye ekledi.

 

Gökhan, “İstemeye tekrar bir araya geleceğiz, değil mi?” diye sordu.

 

“Kesinlikle,” dedi Haluk. Haberleşiriz.

 

Şeyma, salonun kapısını açarken, Binbaşı Arif’in söyledikleri kafasında dönüyordu. Ama sevdikleriyle geçirdiği bu akşamı da unutmak istemiyordu.

 

************

Gözlerim, Titan Maritime’in ilk yıllarında, o ihtişamlı geminin parlak güvertesinde geziniyordu. Selin, rüzgârda savrulan saçlarıyla deniz manzarasını izlerken, ben de geminin yeni yolculukları için duyduğum heyecanla dolup taşıyordum. Güneş, denizden yansıyan ışıklarla gemimizin pencerelerine vuruyor, içeriye sıcak bir parıltı getiriyordu. Her şey umut doluydu; ama o anın güzelliği, bilinmez bir karanlığın pençesindeydi.

 

Hüseyin, o minik bedeniyle güvertede koşuyordu. Hayallerini ve hayal gücünü geride bırakarak, “Baba, ben bir denizci olacağım!” dediğinde, sesi, dalgaların melodisiyle bütünleşmiş gibi geliyordu. O an, içimdeki gurur, bir deniz fırtınasının gücünde büyüyordu. Ama ne yazık ki, bu neşeli anların ne kadar kırılgan olduğunu bilemezdim. Dalgalar, sanki bir sır gibi, geride sakladıkları korkuları fısıldıyordu.

 

Bir anda, geminin motorlarında bir gürültü patırtı yükselmeye başladı. Düşünüldüğünün aksine, her şey bir anda değişebilirdi. Dalgaların hırçınlığı, sanki denizin derinliklerinde gizlenmiş bir canavardan geliyordu. Gemi, sarsılarak titremeye başladı; dengemi kaybettiğimde, dünya gözlerimin önünde döndü. “Hüseyin!” diye haykırdım ama sesim, rüzgârın kahrına karıştı.

 

Selin’in yüzünde dehşet vardı. “Ne oluyor?” diye sordu; ben de, içimdeki korkunun büyüdüğünü hissederek ne cevap vereceğimi bilemedim. O an, deniz, gizli bir hırsla, sevdiklerimin hayatını tehdit edercesine kabarıyordu. Kalbimde, kaybetme korkusu, derin bir çukura doğru düşüyordu. Dalgalar, birer canavara dönüşmüş, oğlumun etrafında dönerken, ben çaresizce seyrediyordum.

 

Bir anda, güverteden Hüseyin’in çığlığını duydum. Gözlerimdeki korku, bir yanardağ gibi patlamak üzereydi. Oğlum, dalgaların arasında kayboluyordu. Her bir dalga, onu daha derinlere çekmek için kıyasıya savaş veriyordu. O an, bir baba olarak, ruhumun en derin yerlerinde bir şeylerin koptuğunu hissettim. “Hüseyin!” diye feryat ettim; ama sesim, denizin hırçın uğultusunda kaybolup gitti.

 

Dalgalar, her biri dev gibi yükselerek geminin yanına çarpıyordu. Oğlumun gözlerindeki çaresizlik, içimdeki acıyı daha da derinleştiriyordu. Gözlerim, dalgalar arasında kaybolan o masum bedeni arıyor; her an, içimdeki boşluk daha da büyüyordu. Oğlumu kurtarmak için kendimi suya atmaya hazırdım; ama deniz, sanki her seferinde beni geri itiyordu.

 

Selin’in çığlıkları, içimdeki acıyı daha da büyütüyordu. Onun korkusunu hissetmek, kalbimdeki yarayı derinleştiriyordu. O an, yaşamımın en kötü kabusuydu. “Lütfen, bana bir işaret ver!” diye haykırdım. Oğlum, denizin derinliklerine doğru kayarken, içimdeki acı, hiç yaşamadığım bir derinlikte yankılandı. Dalgaların şiddeti, sanki ruhumun en derin köşelerine kadar iniyor, her bir damla, içimdeki yarayı daha da derinleştiriyordu.

 

O gün, hayatımın akışı değişti. Titan Maritime artık sadece bir gemi değil, kayıplarımın ve acılarımın sembolüydü. Oğlum Hüseyin, denizin derinliklerinde kaybolmuştu; ama onun hatırası, her dalgada, her rüzgârda benimleydi. İçimdeki boşluk, o küçük ruhun özlemiyle dolup taşıyordu. Artık her dalga, onun anısına fısıldıyor, her rüzgâr, benim kaybolan parçamı hatırlatıyordu. Oğlum, sonsuza dek kalbimde yaşayacaksın; belki de, denizlere düşen her damla, senin hatıranı taşımak için oradadır.

Sıcak güneş ışıkları, o anı hayal ettiğim gibi belirsiz bir şekilde içeri süzüldü. Gözlerimi açtığımda, hâlâ içimdeki karanlık ve acı dolu anıdan çıkamamıştım. Kalbim, denizle dolu bir kalp gibi atıyordu; ama şimdi bu duygular, sıcak bir odanın dinginliğinde yankılanıyordu. Oğlum Hüseyin’in kaybolduğu an, sanki zihnimin derinliklerine kazınmış bir yara gibiydi, üzerimdeki ağırlığı hiç bırakmayacak gibiydi.

 

Gözlerim, odanın köşelerine takılırken, aniden kapının tıkırtısı dikkatimi çekti. Kalbim hızlandı; sanki rüzgârın dalgalarla dans ettiği o anı tekrar yaşıyormuşum gibi hissettim. Kapı, usulca aralandı ve sekreterim içeri girdi. Gözlerinde kaygı ve merak vardı; sanki içindeki belirsizlik, odanın havasını ağırlaştırıyordu.

 

“Demir Bey,” dedi sesi, derin bir saygıyla karışık bir tonda. “Size bir mesaj iletmem gerekiyor.” Cümlesinin başında, hâlâ gözlerimde yankılanan acının sesini duyabiliyordum. O anı geride bırakamamak, her zaman yanımda taşıdığım bir yük olmuştu. Gözlerim, sekreterin yüzündeki endişeyi incelerken, zihnim o korkunç anıya döndü.

 

“Demir Bey,” diye devam etti, ama ben dalgaların arasında kaybolan o masum sesi hâlâ duyabiliyordum. Oğlumun sesi, içimdeki boşluğu daha da büyütüyordu. “Biliyor musunuz, toplantıya gitmeniz gerekiyor.” O an, onun kelimeleri, derin bir sessizliğin ortasında kaybolmuş gibi hissettirdi. Bir tür tıkanıklık, boğazımda düğümlenmişti.

 

“Beni unutma,” diye fısıldadım içimde, ama bu sadece benim içsel bir monologumdu. Oğlumun kaybolduğu o an, zihnimin derinliklerinde yankılanmaya devam ediyordu. Sekreterim, gözlerimdeki karamsarlığı hissedince, yüzünü daha da ciddileştirdi. “Eğer isterseniz, toplantıyı erteleyebilirim.”

 

Hayır, diye düşündüm; ama “Hayır, sorun değil,” dedim. Kendimi toparlamaya çalışarak, içimdeki yarayı daha da derinleştiren anıları geride bırakmayı denedim. Oğlumun kaybolduğu anı, o derin denizlerin içindeki acıyı aklımdan atamıyordum. “Bu anı da geçireceğiz,” diye fısıldadım içimde, ama hâlâ bir içsel savaşın içindeydim.

 

Sekreterim, endişeyle bakarken, onun düşüncelerinin akışını anladığımı hissettim. O anı geride bırakamadığımı biliyordu; ama iş hayatı, kalbin derin yaralarıyla başa çıkmak zorundaydı. “Tamam, hazırlıklarımı yapacağım,” dedim. Kalbimdeki yük, belki de hayatın gerçekliğiyle birleşerek, bana yeniden umut vermeye çalışıyordu. Ama o anı, her zaman yanımda taşıyacak bir yük olarak kalacaktı.

 

“Tamam, Demir Bey,” dedi sekreterim, içindeki kaygıyı bir nebze dindirerek. Gözleri hâlâ o belirsizlikle parlıyordu; ama ben, o anıyı hatırlarken bile ayakta durmaya çalışıyordum. İçimdeki deniz, bir zamanlar sevdiklerimle dolup taşarken, şimdi yalnızca kaybolan umutların ve anıların tuhaf karanlığına dönüşmüştü.

---

 

Gün batımı, odanın içini sıcak bir ışıkla doldururken, Hüseyin pencerenin önünde dalgın bir şekilde oturuyordu. Göğsüne yakın bir noktadaki yara, iyileşmeye başlamıştı ama içinde hissettiği ağırlık hala geçmemişti. Elini göğsüne götürdü, yaranın olduğu yeri hafifçe yokladı. Derin düşünceler içinde kaybolmuştu, bakışları uzaklarda, ama aklı tamamen başka bir yerdeydi.

 

Kapının hafifçe açıldığını duydu, ardından içeri giren Şeyma'nın adımlarını hissetti. Sessizce ona yaklaştı, Hüseyin'in bu kadar düşünceli haline alışkındı ama bugün farklı bir şeyler vardı. Gözleri onu ele veriyordu. "Bu kadar derin düşünmek, sana pek yakışmıyor," dedi Şeyma, şaka yollu. Sesinde her zamanki gibi bir sıcaklık, bir rahatlık vardı. Hüseyin’in bu şakayı karşılıksız bırakmayacağını biliyordu.

 

Hüseyin hafifçe gülümsedi, ama bu gülümsemenin arkasında bir ağırlık vardı. "Belki de sadece manzaranın tadını çıkarıyorumdur, ne dersin?" dedi, gözlerini hala ufuktan ayırmadan. Sesi her zamanki kadar neşeliydi ama Şeyma, onun içindeki derinliği fark etmişti.

 

Şeyma, onun yanına oturup başını hafifçe yana eğdi. Bakışlarını Hüseyin'in yüzünde gezdirirken, onun gözlerinin içine bakarak: "Hüseyin, beni tanıyorsun. Bir şeyler var. Ne olduğunu öğrenmeden gitmeyeceğim." Elini nazikçe Hüseyin'in eline koydu. "Bana anlat, neyin var?" diye sordu yumuşak bir sesle.

 

Hüseyin, bir anlık bir sessizlik içinde başını eğdi. Şeyma'nın elinin sıcaklığı, ona her zamanki güveni veriyordu, ama bu sefer anlatmak daha zor geliyordu. Gözleri yara izine kaydı ve derin bir nefes aldı.

 

"Demir Şahin..." dedi, sesinde belirsiz bir ton vardı. Bu ismi her dile getirdiğinde içinde bir huzursuzluk dalgası yükseliyordu. Şeyma dikkatle dinliyordu, elini hala sıkıca tutuyordu.

 

"Onu düşündüğümde..." diye başladı Hüseyin, sesini toparlamaya çalışarak. "Ne hissetmem gerektiğini bilmiyorum, Şeyma. Ona karşı öfkeli olmalıyım. Mantıken, olması gereken bu, değil mi? Ama..." dedi, duraksayarak. "Her seferinde o öfkeyi bulamıyorum. Bir şey var, içimde rahatsız edici bir his, ama ne olduğunu adlandıramıyorum."

 

Şeyma, ona daha da yaklaşıp bakışlarını derinleştirdi. "Belki de hislerin seni şaşırtıyor," dedi sakince. "Bazen insanlar bize zarar verir, ama onlara öfke duymak yerine, bir tür... bağ hissederiz. Belki de bu his, anlamlandıramadığın o şeydir."

 

Hüseyin başını iki yana salladı. Gözlerinde beliren karmaşayı saklamaya çalışmıyordu artık. "Bağ... evet, sanki bir bağ varmış gibi. Ama bu, yanlış değil mi? Onu sevmiyorum, ona güvenmiyorum. Ama yine de... öfkeyi hissedemiyorum." Sesi yavaşça çatlamaya başladı. "Neden bu kadar karmaşık? Neden ona karşı bu kadar... beceriksizim?"

 

Şeyma derin bir nefes alıp, Hüseyin'in elini daha sıkı kavradı. "Her şeyi çözmek zorunda değilsin, Hüseyin. Bu karmaşa bazen bizi aşar. Duyguların net olmadığı zamanlar olur. Öfke duyman gerektiğini düşündüğünde bile, başka bir şeyin seni durdurması normal. Belki de duygularını daha fazla anlaman gerekiyor." Ardından hafifçe gülümsedi. "Ama biliyorsun, ben buradayım. Ne olursa olsun."

 

Hüseyin, Şeyma'nın bu sakin, yumuşak desteği karşısında hafifçe gülümsedi. Yüreğindeki ağırlık bir nebze de olsa hafiflemişti. Gözleriyle onun bakışlarını yakaladı. "Demek beni böyle şımartacaksın, ha? Yani duygusal karmaşamı çözmeye yardım ediyorsun, beni dinliyorsun... Bu kadarı da fazla ilgi değil mi?" dedi, göz kırparak.

 

Şeyma, ona gözlerini devirerek baktı, ama bu bakışta bir şefkat vardı. "Ancak yara izlerine dikkat edersen, şımarmaya devam edebilirsin." Sonra yavaşça başını onun omzuna yasladı. "Ama şunu bil ki, bu sadece yara izleriyle değil, seninle ilgili. Her zaman senin yanında olacağım."

 

Hüseyin, bu samimi anın içinde bir an durdu. Şeyma’nın başı omzundayken, onun sıcaklığını hissetmek kalbindeki düğümleri gevşetmişti. "Bu kadar destek veren biri olduğun için, seni hep yanımda tutmam gerekiyor galiba," dedi. "Yoksa bir daha böyle birini bulamam."

 

Şeyma hafifçe gülümsedi ve omzundan başını kaldırdı. Gözlerinde bir parıltı vardı. "Beni hep yanında tutacaksın zaten. Bunu çoktan kazandın, Hüseyin."

 

Şeyma, Hüseyin’in omzundan başını kaldırıp gözlerine baktı. O gözlerde, Hüseyin'in ne kadar derinlere gömdüğü düşünceleri vardı. "Peki ya Demir Şahin?" dedi yumuşak bir tonla. "Onunla ilgili hissettiğin bu karmaşa… Sence bunun arkasında ne olabilir?"

 

Hüseyin derin bir nefes aldı. Şeyma’nın sorusu doğru noktaya temas etmişti. Kafasının içinde bu soruyu defalarca döndürmüştü ama cevaplar hep aynı belirsizlikte kalıyordu. “Bilmiyorum,” dedi yavaşça. “Onu ne zaman görsem, sanki içimde bir şeyler kıpırdıyor. Bir ağırlık… Ama öfke değil. Olanlara bakınca, ondan nefret etmem gerekir, değil mi? Mantıken bu en doğrusu. Ama başaramıyorum.”

 

Şeyma, onu dikkatle dinliyordu, sabırlı bir bakışla. “Belki de nefret etmeye çalışmak, seni daha fazla yoruyordur.” dedi hafif bir tebessümle. “Hüseyin, bazı hisler vardır, anlamak zor gelir. Öfke, nefret, sevgi… bunlar o kadar basit değil. Belki de ona öfke duymamak için içinde bir sebep var, ama bunu henüz bulamadın. Ve biliyor musun, bunda bir sorun yok. Bazen kalbin çözmesi gereken şeyler vardır.”

 

Hüseyin, Şeyma’nın bu anlayışlı sözlerine karşı sessiz kaldı. Birkaç saniye boyunca sadece gözlerine baktı. İçinde bir yerlerde, onun haklı olduğunu biliyordu. Ama bu hisse karşı direnmek de bir o kadar zordu. “Ya haklıysan?” dedi, sesi biraz daha alçalmıştı. “Belki de içimde bu karmaşayı çözecek bir şey var. Ama o kadar derinde ki ona ulaşamıyorum. Bu beni deli ediyor, Şeyma.”

 

Şeyma, bir an için Hüseyin'in ellerini sıkıca tuttu. Parmaklarını yavaşça onun avucunun içine sarmaladı. “Bu kadar zorlanmanı istemiyorum,” dedi yavaşça. “Ama unutma ki, seninle birlikteyim. Kafanı kurcalayan ne olursa olsun, seninle çözeceğiz. Her zaman olduğu gibi.”

 

Bu sözler Hüseyin’in yüreğinde bir huzur dalgası yarattı. Şeyma’nın sakinliği, onun içindeki fırtınayı dindirmeye yetiyordu. Ama yine de içindeki o karanlık köşelerde dolaşan his, peşini bırakmıyordu. “Bunu hak etmiyorum,” diye fısıldadı istemsizce. “Bu kadar sabırlı ve anlayışlı olmanı…”

 

Şeyma gülümsedi, Hüseyin'in elini tutarak ona yaklaştı. “Beni şımartıyorsun sanırım,” dedi şakayla karışık bir tonla. “Senin yanında olduğumu bilmek, bana fazlasıyla yetiyor. Zaten bu yüzden seni seviyorum.”

 

Hüseyin hafifçe başını salladı ve gülümsedi. “Sevmek mi?” diye sordu, sesinde hafif bir alay vardı. “Benim gibi karmaşık biriyle uğraşmak her gün sevgi ister, değil mi?”

 

Şeyma gözlerini devirdi, ama gülümsemesi yüzünden silinmemişti. “Evet, ama itiraf etmeliyim ki bazen çok şımartıyorsun. Zaten sevmediğim bir şey olsa yanında durmazdım, Hüseyin. Hem şunu unutma,” dedi, gözlerini derin bir ciddiyetle onun gözlerine kilitleyerek, “Seninle olmak, benim seçimim. Ve bu seçimden hiç pişman değilim.”

 

Hüseyin’in kalbi, bu sözlerin ağırlığını hissedince bir anlığına durdu. Şeyma’nın gözlerindeki o kararlılık, ona her zamankinden daha fazla güç veriyordu. Bir an için gözlerini onun ellerine kaydırdı, sonra bakışlarını yeniden Şeyma’nın gözlerine çevirdi. “İyi ki varsın,” dedi sadece. Sesindeki derin şükran, her şeyi anlatıyordu. “İyi ki yanımdasın.”

 

Şeyma hafifçe başını eğdi. "Her zaman," dedi sessizce. Sonra bir an duraksadı, gülümsedi ve biraz daha yumuşak bir tonla ekledi, “Ama şimdi, yeterince romantik olduk. Hadi bakalım, bana nasıl iyileştiğini göster.”

 

Hüseyin kaşlarını kaldırdı, şakacı bir tonla. “Eğer tam olarak iyileştiğimi göstereceksem, bunun içinde koşu, zıplama ve bir sürü hareket var. Emin misin?”

 

Şeyma kahkahasını tutamadı, “Hayır, ben sadece senin şımarık halini özledim. Ama koşu da fena olmazdı, tabii," diyerek göz kırptı.

 

Hüseyin, Şeyma’nın bu rahatlatıcı şakasıyla yeniden eski enerjisine dönmeye başladı. “Peki, o zaman şımarmaya başlayalım,” dedi. Sonra bir an durdu ve gözlerinde yine o tanıdık parıltı belirdi. “Ama ilk olarak, bu yaraya ne kadar iyi bakmış olduğumu göstermek için başka bir planım var. Hazır mısın?”

 

Şeyma, Hüseyin’in bakışlarındaki yaramazlığı fark etti ve gözlerini kıstı. “Eğer yeni bir yaramazlık peşindeysen, bunun bedelini ödetirim sana,” diye uyardı, ama dudaklarındaki gülümseme hiç eksilmemişti.

 

Hüseyin göz kırptı. “Bu riski göze alıyorum. Ne de olsa, hayat yaramazlıklarla daha eğlenceli değil... Aaa ama neyse boşver.

 

Şeyma, Hüseyin’in elini tutarken kalbinde bir titreme hissetti. Nabzı... normal değildi. Vuruşları yavaş ve düzensizdi, sanki her an durmuş gibi. Gözleri Hüseyin'in yüzüne kaydı; o her zamanki alaycı gülümseme hâlâ dudaklarında olsa da, gözlerinde yorgunluk vardı.

 

“Hüseyin...” dedi titreyen bir sesle. Ama Hüseyin başını yavaşça yana çevirip hafif bir kahkaha attı.

 

“Dur, deli kız. İyiyim,” dedi yine o şakacı tavrıyla. “Bak Haluk babam gelir şimdi, ortalık meydan muharebesine döner. Ben doktorum, kendimi senden daha mı bilmeyeceğimi mi sanıyorsun?”

"Senin hiçbir b** bildiğin yok Hüseyin?"

"Ne bu fevrilik şimdi?"

 

Şeyma, Hüseyin'in bu kaçamak tavırlarına rağmen daha fazla dayanamıyordu. İçindeki korku büyüyordu, soğuk bir endişe her yanını sarmıştı. Hüseyin’in göğsüne doğru uzandı, yarasına bakmak istedi.

 

“Bırak, bir bakayım lütfen,” diye fısıldadı.

 

Ama Hüseyin hafifçe başını sallayıp geri çekildi. “Yapma... Gerçekten gerek yok. İyiyim diyorum sana.”

 

Şeyma dinlemedi. Eli yavaşça Hüseyin’in gömleğinin sargıların üzerine kaydı. Parmakları, onun tenine dokunmaya başladığında, o yavaşlayan nabzı tekrar hissetti. İçine bir ürperti düştü, ilk kez Hüseyin'in gerçekten üşüdüğünü fark etti. Yarası hakkında ciddi bir şey vardı. Gözleri endişeyle Hüseyin’in üzerine kilitlendi.

 

“Lütfen, bırak bir bakayım,” dedi daha kararlı bir sesle.

 

Hüseyin derin bir iç çekti. Onun bu ısrarını kırmanın zor olduğunu anlamıştı. Yine de pes etmiş gibi görünmek yerine, yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. “İstersen bak,” dedi hafif bir meydan okuma tonuyla. “Ama ben bundan sonra durur muyum, bilmem küçük cadı. Sonra beni durduramazsın diye uyarıyorum.”

 

Şeyma’nın eli yavaşça sargıları açmak üzere hareket etti. Ama tam o sırada Hüseyin aniden ellerini yakaladı, bileklerini havaya kaldırdı. İki bileğini tek hamlede kavradı ve onu duvara yasladı. Şeyma ne olduğunu anlamadan, Hüseyin’in güçlü elleri onu sabitlemişti.

 

“Hâlâ bakmakta ısrarcı mısın?” dedi, alaycı ama aynı zamanda hafif tehlikeli bir gülümseme ile.

 

Şeyma’nın kalbi hızla çarpmaya başladı. O sırada, Hüseyin’in gömleğinin birkaç düğmesi açılmıştı, ve gözleri farkında olmadan onun boynundaki derin damarlarına kaydı. Hüseyin’in teni, o yavaş atan nabzıyla birleşince, içini garip bir sıcaklık kapladı. Gözleri istemsizce aşağıya kayarken, utanmaya başladı. “T-tamam... b-bakmıyorum,” dedi, sesi neredeyse duyulmaz bir fısıltıydı, yüzü kıpkırmızı kesilmişti.

 

Hüseyin, her şeye rağmen bu utanmış haline bayılmıştı. Zayıf ama mutlu bir gülümsemeyle başını eğdi, bakışlarındaki yorgunluk kaybolur gibi olmuştu. “Ah, sonunda pes ettirdim seni,” dedi zafer dolu bir sesle. Ama hemen ardından, Şeyma’nın gerçekten ciddi olduğunu fark etti. Onun titreyen ellerini serbest bıraktı ve bakışlarını hafifçe yumuşattı. “Ama şunu bil ki, beni böyle yakalarsan… Duramam küçük cadı.”

 

Şeyma, nefesini düzenlemeye çalışarak ona baktı. İçinde hem korku hem de derin bir şefkat vardı. Ama Hüseyin’in o şakacı tavrına daha fazla dayanamıyordu. “Sana güvenmiyorum Hüseyin. Bu yarayı ciddiye almadığın için sana hastaneye gitmek zorunda olduğumuzu söylemek zorundayım,” dedi titreyen sesiyle. “Senin peşini bırakmam.”

 

Hüseyin mızmızlanmaya başladı, gözlerini devirdi. “Aman, tamam, tamam. Ama şunu bil ki, hastaneye gidersek oradaki tüm doktorlarla şaka yaparım ve sonunda sen benim utanmama değil, onların utanmasına şahit olursun!”

 

Şeyma gülümsedi ama kararlılığını bozmadan, onu hafifçe çekiştirip ayağa kaldırdı. “Sen şaka yaparken ben seni oraya götüreceğim, Hüseyin,” dedi, onun komik itirazlarına kulak asmadan.

 

Hüseyin itirazlarına devam ederek kapıya doğru ilerlerken, “Dur ya, deli kız! İnsan bir yorgun adamı böyle zorla hastaneye götürür mü? Hani biraz romantiklik, şefkat nerede?”**

 

Şeyma ise sadece gülümseyerek, onu dışarı çıkarırken “Romantikliği hastaneden sonra konuşuruz, hadi bakalım!” dedi.

 

Şeyma, Hüseyin’i kolundan sertçe çekiştirerek salona doğru sürüklerken, aile fertleri şaşkınlıkla onlara bakıyordu. Haluk Bey kaşlarını çattı, olan biteni anlamaya çalışıyordu.

 

“Kızım, ne oluyor burada?” diye sordu Haluk Bey, şaşkınlığını saklayamayarak.

 

Hüseyin, Haluk Bey’i görür görmez yüzüne çaresiz bir gülümseme yerleştirdi. Adeta kurtarıcısını bulmuş gibiydi. Yalvaran bir sesle:

 

“Hah, süvarim geldi... Baba, kurtar beni kızının elinden! Vallahi canımı alacak bu sefer!”

 

Mert, bu sahne karşısında kahkahasını tutamadı. “Yine ablama gelmişler, ceremesini sen çekiyorsun abi,” dedi gülerek.

 

Hüseyin'in haline bakıp keyiflenen Eda ve Hacer Hanım ise sessizce izlemeyi tercih ettiler. Gözlerinde hafif bir gülümseme olsa da işlerin ciddileştiğini hissediyorlardı.

 

Haluk Bey, bir an duraksadıktan sonra tekrar Şeyma’ya döndü. “Ne oluyor, kızım? Ne bu telaş?”

 

Şeyma, Hüseyin’e öfkeyle bakarak derin bir nefes aldı. Gözlerinde hiddet ve üzüntü vardı, ama sesindeki kararlılık bu duygularını bastırıyordu.

 

“Ne olacak! Kendini öldürmeye çalışıyor! Hem de bana yemin etmişken!” diye bağırdı Şeyma, kelimeler ağzından fırtına gibi çıkmıştı.

 

Bu laf üzerine Haluk Bey’in yüzü aniden ciddileşti, ne demek istediğini anlamıştı. Bir baba olarak içindeki kor ateş yeniden tutuştu.

 

Hemen ileri atıldı, Hüseyin’in kolunu Şeyma’nın elinden aldı. “Gel buraya oğlum,” dedi, kararlılıkla onu salona doğru çekerek.

 

Şeyma bir adım geri çekildi, şaşkın ve öfkeliydi. “Baba! Ne yapıyorsun?” diye bağırdı.

 

Ama Haluk Bey, Şeyma’nın sözlerine kulak asmadı. Eczacı olarak yıllarca edindiği alışkanlıkla Hüseyin’in gömleğini usulca açmaya başladı. Elleri tecrübeli ve kararlıydı. Ama o koca çınarın eli yarasına değdiğinde, Hüseyin kaşlarını çattı, acıdan hafifçe inledi.

 

“Baba dur! Vallahi ikiniz de...,” dedi Hüseyin, karşı çıkmaya çalışarak.

 

Ancak Haluk Bey’in otoriter sesi salonu doldurdu. “Karışma!” diye sert bir emir verdi.

 

Hüseyin itiraz etmeye fırsat bulamadan, Haluk Bey sargıları açtı. Yarayı gördüğünde, sert duruşu bir an için bozuldu, içindeki hiddet eridi. Kurşun yarası beklediğinden de kötü görünüyordu. Kanama tamamen durmamıştı, deri altında koyu renkli pıhtılar oluşmuş, çevresi ise morarmış ve iltihaplanmıştı.

 

Derin, içten içe çürümüş gibi görünen yara, çevresindeki kas dokusunu bile etkilemişti. Hüseyin’in nabzı da bu enfeksiyonla uyumsuz atıyor gibiydi; her bir vuruş, yaradan dışarıya doğru acıyı pompalıyordu.

 

Haluk Bey’in gözleri yarayı inceledikçe bir babanın çaresizliğini yansıttı. Ama bunu kimseye belli etmedi. İçi cız etse de sesine yansıtmadı. Başını yavaşça kaldırıp Şeyma’ya baktı, sonra tekrar Hüseyin’e döndü.

 

“Biz kızımızı buna emanet ediyoruz... Fakat damat bozuntusu daha kendine bile bakamıyor! Geç otur şuraya, Hüseyin.” Yüzünde kararlılık vardı, sesindeki sertlik ise her şeyi açıkladı. Ardından eşine seslendi, “Hacer, çantamı getirir misin?”

 

Hüseyin, başını kaldırıp itiraz etmeye yeltendi. “B-baba, bak...”

 

Ama Haluk Bey izin vermedi. “Sakın! Tek kelime bile etme!” diye sözünü kesti.

 

Hüseyin, daha fazla direnmedi. Omuzları düşmüş, yorgun ve çaresiz görünüyordu. Haluk Bey, kararlı elleriyle yarayı pansuman etmeye başladı. Pamuk ve antiseptikle temizlemeye girişirken, o eski sakin ve otoriter haline dönmüştü.

 

Şeyma ise birkaç adım geride durmuş, olan biteni endişeyle izliyordu. Her ne kadar durumu kontrol etmeye çalışsa da, Hüseyin’in ciddiyeti ve babasının müdahalesi, onu çaresiz bırakmıştı. O an hissettiği çaresizlik ve korku, sevdiği adamın böyle acı çekmesini izlemekten başka bir şey yapamamanın verdiği bir sancıydı.

 

Haluk Bey, yarayı incelemek için öne doğru eğildiğinde, gözleri Hüseyin’in kanayan kısmına kaydı. Dikişleri zorlanmış, iltihaplanmaya ve kanamanın devam etmesine sebep oluyordu. Deri altında koyu pıhtılar oluşmuş, çevresi morarmıştı. “Bu hiç iyi değil, Hüseyin!” dedi, yüzündeki endişe belirginleşerek. "Eh ve oğlum! Ben sana ne diyim şimdi! Doktor adamsın güya! Ühff! Hale bak."

Ayakta endişeyle dikili kalmıştı Şeyma. En sonunda cesaret edip sevdiği adamın önüne geldi. Gördüğü manzara... hiç hiç istemeyeceği en korktuğu şeydi. Gözleri dolu dolu ağzını kapattı.

"Baba... bir şey söyle. Ç-çok mu kötü?"

 

Hüseyin, Şeyma' nın ciddiyetini görünce, şaka yollu bir gülümseme takınmaya çalıştı. “İnat ettin, gördün sonunda,” dedi, ama sesindeki titreme onu ele veriyordu.

 

Şeyma, odanın köşesinde endişeyle bekliyordu. Kalbi hızla atarken, içindeki korku büyüyordu. “Hüseyin, lütfen! Bu kendini koyuvermişliğin varya. Neden böylesin sen” dedi, gözleri dolarak. Yarayı görünce içi paramparça oldu, gözyaşlarını tutamadı. “Hayıırr!”

 

Mert, aniden odaya girdi. “Neler oluyor burada? Lan iyi misin?” diye , korku dolu bakışlarıyla. Haluk Bey, . “Hüseyin’in yarası ciddi. Bu gece burada kalsın. Sabah hastaneye götürelim tekrar. Eda, kızım telefonumu getir. Cahit'e haber verelim. Burda olduğunu bilsinler bari.”

"Tamam Baba"

Hüseyin acısından dıyecek söz bile getiremedi.

 

Hacer, endişeyle arka planda duruyordu. “Haluk, ne yapmalıyız? Emin misin? Bence şimdi götürelim,” dedi, sesi titrek bir hal almıştı.

Telefon elinde tekrar salona giren Eda“Hüseyin abi , lütfen kendine dikkat et ya!” diye seslendi, ama sesi kaygıdan titriyordu.

 

Hüseyin, o an hiçbirini dinlemedi sanki. Şeyma’nın korkusunu görünce, Haluk Bey ile göz göze geldi. Onlar, birbirlerinin yüzünde kaygıyı görünce, aniden iki adam da kızı korumak için Haluk Bey bileğinden hafif tutup ikisinin yanına çekti. “Kızım, sakin ol. Buradayız, her şey yoluna girecek, o kadar da kötü değil” dedi.

 

Hüseyin, onu yatıştırmak için elini Şeyma’nın eline koydu. “Sakin ol, ay parçası. Ben buradayım. Yemin ettim. Ben - seni - bı-rak-mam. Haklısın. İki gün nöbete üst üste kalınca pansumanı yaptıramadım. Özür dilerim” dedi, ama sesi hala kısık ve zayıf bir tonlamadaydı.

 

Şeyma, gözlerinden yaşların süzüldüğünü fark etti. “Siz olmadan ben de yokum,farkındasınız değil mi? ” dedi, iki adamın yanına oturarak. Onların yanındaki sıcaklık, kendisine güven veriyordu.

İkisi de bilmiş tavırla kendine baktı ve nedense cevapları da aynı ve birlikte çıktı.

"Biliyoruz."

Bu cevabı duyduğunda gözleri doldu.

Hüseyin, canı yanmasına rağmen, alaycı bir gülümsemeyle şakayla karşılık verdi. “Biliyor musun, ben de seni çok seviyorum, ama yapacak bir şey yok. Üzülme tamam mı ,” dedi. Yavaşça, Şeyma’yı kendine çekti. Başına buse kondurdu. Haluk bey devam etti. Hemen iltihaplanmaya karşılık bir antibiyotik verdi.

"İç şunu. Bir kaç saat geçsin ağrı kesici vereyim. Dayanabilecek misin? Bugün burda kalıyorsun."

Sonunda artık pes etmişti. Dayanacak hali de yoktu zaten.

"Ahh tamam. Peki. Dayanırım."

 

Mert, odadaki atmosferin gerildiğini hissederek, ortamı yumuşatmak için söze girdi. “Hüseyin gözün arkada kalmasın kardeşim, eğer başına bir şey gelirse, ablamı başkasıyla evlendiririm. Yalnız kalmaz merak etme” dedi şaka yollu, ama yüzündeki ciddiyetin alaycı bir ifade oluşturduğunun farkındaydı. Bu şaka bile onu delirtmeye yetmişti. Öyle ki Haluk bey bile gülmesini tutamadı.

 

“Ne! Hoşt ula! Gelir mezarda boğarım. Buna izin vermem!” diye bağırdı Hüseyin. Baş parmağını tehditkar bir şekilde kaldırdı,

"İlk önce seni, sonra da getireceğin lavuğu... Duydun mu beni! Ahğğ."

Öyle ciddiye almıştı hiddetlendi. Savrulmasıyla acısı ikiye katlandı. Mert gülerek yere çökmek durumunda kaldı.

"Lan dur dur şaka yaptım manyak!"

"Ne şimdi bu şaka mı? Komik mi?" dedi.

O an o kadar komik vaziyet almıştı ki yüzü Şeyma daynamadı. Ağlayarak gülmeye başladı. Gülerken yaşlarını siliyordu.

"Eee o yüzden Hüseyin kendine dikkat etmek zorundasın."

Gözlerindeki ani fevrilik söndü.

"Ne yani ölsem evlenecek misin cidden!!!"

"Aa hadi ama Hüseyin abi. Ciddiye mi aldın?" dedi Eda.

"Ben burda oyuncağı elinden alınmış bebek gibi ağlıyorum, aklım çıkıyor, beyefendi de lafı tersinden anlıyor. Hey Yarabbim! Sen bana sabır ver."

"Hehehe. Nasıl yüreğine indi ama?"

"Bana bak Mert vallahi kabak tadı vermeye başladın koçum! Aklından dahi bile geçirme. Gülme lan!"

Kahkahasından artık gözlerinden yaşlar gelmeye başlamıştı. Hüseyin dayanamayıp uzandığı koltukta ki minderi fırlattı. Tabi yine canı yandı.

"Lan! Tamam. Suyunu çıkarmayın. Oğlum bi dur sende yerinde! Yat şuraya. Ben varken kim cüret edebilirmiş buna. Yat hadi bakma sen ona" dedi Haluk bey.

O an canının ağrısından mı yoksa içinin sıkıntısından mıdır bilinmez onu doğrultan kayınbabasının kolunu kavrar. Gözleri dolu dolu olacakken;

"Baba, vallahi vasiyetimdir bak hepinizin huzurunda söylüyorum eğer ölürsem ay parçamın yanına kimsenin yaklaşmasına izin verme. Bu yerden bitme yapar falan bak. Tamam mı hı!"

Halbuki o onu bile düşünmüştür. O kadar çok seviyordur ki onu. Eğer kendisine birşey olursa canı yansa da İlyasa emanet etmiştir onu. Hayat bu! Ne olacağı belli olmaz diye ard arda onu korumak için seçenekler bile hazırlamıştır. Ama iş bu noktaya gelirse o zaman da çok kötü şeyler olacağını düşünmek bile istememektedir. Şeyma tereddütle ona döner.

"O-o ne demek şimdi?"

"Yok artık!" der Eda kolları bitişik bir şekilde.

"Ohf vallahi gülmekten işiyecem en sonunda" der Mert. Halbuki anlamamıştır içindeki gerçek korkuyu. Şuan bulundukları durumu düşününce başlarına kötü bir olay gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Haluk bey o an anlar onu. Bir şey demez. En sonunda gülmesini bitiren Mert boğazını temizler ciddi bir tavıra bürünür.

"Tamam oğlum ya ben onu şakasına dedim. Sen de. Hem ben o kadar karaktersiz adam mıyım lan! Ablamı koruyamaz mıyım?"

Bıkmış bir nefes verir Hüseyin.

"Onu bilmem ama tam bir yürek yaransın."

"Sadece sana özel eniştecim."

"Tövbe estağfurullah."

"Hadi tamam yeter dalaşmayın artık! Mert çık önünden çocuğun!"

Elinde tepsiyle salona giren Hacer hanım onun için bir şeyler hazırlamıştır. Şeyma sehpayı önüne koyar, tepkiyi de üstüne. Hepsine döner.

"Teşekkür ederim baba. Tamam siz uyuyun artık ben yediririm."

Hepsi birbirine baktıktan sonra izin amaçlı Haluğa bakarlar. Haluk kızının gözündeki endişeyi görünce diğerlerine bakıp başını sallar ve odadan çıkarlar.

 

Kapı kapandıktan sonra, gözleri Hüseyin’in yara izlerine takıldı. Parmakları titreyerek yaralarının üzerinden geçti, sanki acıyı hafifletebilmek istermişçesine. Dayanamadı. Sessizce yanaklarından yaşlar süzüldü.

 

Hüseyin, başını hafifçe yana çevirip, “Sen böyle ağlayınca canım daha çok yanıyor,” dedi, sesi her zamanki gibi neşeliydi ama gözlerinde sakladığı derin bir sevgi vardı.

 

Şeyma, bir yandan tabağa biraz yemek koyarken, bir yandan yaşlarını silmeye çalıştı. “Ne zaman böyle oluyorsun, her defasında içim paramparça oluyor, Hüseyin. Senin güçlü haline alıştım ben. Zayıf gördüğüm an elimde değil… dayanamıyorum.”

 

“Senin varlığın yeter bana. Sen güçlü olursan, ben zaten iyileşirim,” dedi Hüseyin, gözlerini Şeyma’dan ayırmadan. “Sen yanımda olunca, en derin yaralar bile iyileşir.”

 

Şeyma hafifçe gülümsedi, gözyaşları arasında. Yemek kaşığını Hüseyin’in dudaklarına yaklaştırdı, ama elleri hâlâ titriyordu. “Her zaman böyle güzel sözler söylemeyi nasıl başarıyorsun?” diye sordu, biraz utanarak.

 

Hüseyin, kaşıktaki yemeği yuttuktan sonra gözlerini kapadı ve usulca, “Çünkü sen bir askerden ötesin. Benim kalbimin komutanısın. Sen bana bakınca sadece savaşı kazanmıyorum, hayatı da kazanıyorum, Şeyma,” dedi.

 

Şeyma’nın yüreği bir an için hafifledi, ama gözlerindeki hüzün hâlâ gitmemişti. Kaşığı tekrar uzatırken, derin bir nefes aldı. “Bir daha seni böyle görmemek için ne gerekirse yaparım o yüzden azcık söz dinle nolur!,” dedi, sesi titrek ama kararlıydı.

"Sözünden dönen namerttir." dedi.

Şeyma’nın gözleri doldu yine ama bu sefer acıdan değil, Hüseyin’in içten sevgisinden. Yavaşça başını ona yasladı. O an ikisi de biliyordu ki yaralar bir gün geçecekti, ama aralarındaki bağ asla.

**************

Sessizlik evin içinde yankılanıyordu. Gözlerim bir noktaya takılı kalmıştı, ama zihnim çok daha uzakta, denizin hırçın dalgalarının vurduğu kayalıkların oradaydı. O gün, o korkunç gün, zihnimde yeniden canlandı. Kayıpların en büyüğünü yaşadığım o gün... Oğlumun sesini bir daha duyamayacak olmanın ağırlığı, sanki omuzlarıma çökmüş bir kaya gibiydi.

 

Kayalık kıyının o uçsuz bucaksız yalnızlığında, dalgaların köpüğü ayaklarıma vururken kendimi orada bulmuştum. Acı içime işlemişti, soğuk rüzgar tenimde, ama ruhumun derinliklerinde daha da dondurucuydu. Çaresizdim, oğlumun gidişiyle birlikte içimde bir boşluk açılmış, o boşluk beni yutmuştu. Dalgaların arasına düşmek, suyun beni çekip almasına izin vermek, belki de acıyı hafifletirdi. Sular, bana uzaklardan bir masal gibi fısıldıyordu; bu dünya ile aramda bir köprü gibi... Onun sesi suyun içinde yankılanıyordu. Oğlumun sesi. Hiç unutmadığım, kulaklarımda yankılanan o tatlı ses.

 

Ama işte o an, suyun kıyısında bir başka çocuk vardı. O da kayıptı, tıpkı benim gibi. Hayatın dalgaları onu da bir köşeye fırlatmış, terk etmişti. Kucağımda bir boşluk taşıyordum, ama bu boşluğu onunla doldurabilir miydim? Hayat bana ikinci bir şans mı sunuyordu, yoksa bir başka kayıp daha mı yaşatacaktı? Kollarım onu kavradığında, kalbimde bir şey kırıldı, ama aynı anda iyileşti. Hüseyin… künyesinde öyle yazıyordu. Oğlumdan sonra gelen Hüseyin, bu dünyada yeniden nefes alabilmem için bir umut olmuştu. Kucağımda taşıdığım bu çocuğu, kendi çocuğum gibi kabul ettim. Kanımdan olmasa da, canımdan bir parça gibi bağlandım ona.

 

Kayalıklarda suya vurmuş bir hâlde, titreyerek onu kucakladığımda, Cahit’in sesini işittim. Rüzgarın içinden, kayalıkların arasından yükselen bir ses… Panikle beni arıyordu. O gün, beni deli gibi arayıp bulduğunda, gözlerindeki korkuyu hatırlıyorum. "Neredeydin? Seni kaybetmekten korktum," demişti o zaman. Ama aslında, o an fark ettim ki, ben zaten kaybolmuştum. Oğlumun kaybıyla birlikte çoktan yitip gitmiştim. Cahit, beni bulduğunda gözlerinden akan yaşlarla sarıldı, ama ona cevap veremedim. Acım çok büyüktü.

 

Bir anda, düşüncelerimden sıyrıldım. Cahit’in sesi yine yankılandı odada, bu sefer geçmişten değil, yanımdaydı. “Elmira, bu akşam Hüseyin Şeyma’larda kalacak,” dediğinde, içimde bir sıcaklık ve aynı anda bir korku belirdi. Hüseyin’in kurşunla vurulduğu günü düşündüm. O anki dehşet, kalbime saplanan bir bıçak gibiydi. Gözlerimde canlanan o sahne, bedenimi sarsıyordu hâlâ. Hüseyin’in yerde kanlar içinde yattığı o an… hastanedeki o an...O kadar korkmuştum ki, hayatımın bir kez daha alt üst olacağını sandım. Onu da kaybedeceğim korkusu, ruhumu esir almıştı. Bir kez daha kaybetmeye dayanamam diyordum kendi kendime, bir kez daha o karanlık boşluğa düşmek istemiyordum.

 

Ama şimdi, o karanlığın içinde Hüseyin’in varlığı bana bir ışık olmuştu. Onu sevmiştim, belki de her şeyden daha çok. Cahit’in söyledikleriyle bir an içimde rahatlama hissetsem de, geçmişin gölgeleri peşimi bırakmıyordu. Hüseyin’i o gün, kayalıklarda bulduğumda hissettiğim o korku, hâlâ içimde bir yerlerde derin bir yara gibi duruyordu.

 

Bir an, odanın içinde o günkü dalgaların sesi yankılandı sanki. Suya vurmuş bir hayatı kurtarmak için, kendi acılarımla yüzleşmek zorunda kalmıştım.

Cahit’in ayak sesleri, odanın sessizliğinde yankılandı. Odaya girerken gözleri hemen üzerimdeydi. Bakışlarındaki endişeyi anlamamak imkânsızdı. Daha kapıdan adımını attığı anda, içimde bir şeylerin değişeceğini hissettim. Sessizliğimi bozmadan başımı hafifçe çevirdim, göz göze geldik. Gözlerinde tanıdık bir korku, derin bir soru vardı.

 

“Elmira, ne oldu? Neden böyle dalgınsın? Yine o gün mü aklına geldi?” diye sordu. Sesinde hem yumuşaklık hem de korkunun izleri vardı.

 

Bir süre cevap veremedim. Boğazıma düğümlenen kelimeleri bir türlü toparlayamıyordum. Geçmişe dalmanın yükü ağır gelmişti, derin bir nefes alıp verecek gibi hissetmiyordum. Cahit bana bir adım daha yaklaştı, elleri titreyerek omzuma dokundu. O dokunuş, beni bugüne çekmeye çalışıyordu, ama içimdeki karanlık anılar daha ağırdı.

 

“Hüseyin… Kayalıklar… O günü düşündüm,” diyebildim sadece, sanki sözlerim yetersiz kalıyordu. Gözlerimdeki yaşı saklamaya çalıştım, ama Cahit hep beni her şeyden önce anlardı. Yavaşça yanıma oturdu, gözlerini benden ayırmadan, sanki en derinlerimde neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu.

 

“Elmira…” diye fısıldadı, sesindeki endişe katlanarak büyüyordu. “Geçmişin seni böyle hapsedeceğini bilmiyordum. Ama ben buradayım, hep yanında olacağım.”

 

İçimdeki o ağır duygular bir anda yüzeye çıktı. “O gün, kayalıklarda kendimi kaybetmiş gibiydim. Onu bulduğumda… Hüseyin’i kollarıma aldığımda, içimde hem korku hem umut vardı. Oğlumun yerine bir başka çocuk koymak istemedim. Ama… başka çarem de yoktu. Cahit, Hüseyin’le birlikte yaşama döndüm, ama o korku… Oğlumu kaybettiğim gibi, bir gün Hüseyin’i de kaybedeceğim korkusu... Hiç bitmiyor.”

 

Cahit’in gözleri doldu, derin bir nefes aldı ve beni ellerimden tutarak yanına çekti. “Hüseyin’i kaybetmeyeceksin. O güçlü bir çocuk. Onun için buradayız. Sen güçlü bir annesin, Elmira. Biz buradayız.”

 

Ama içimdeki o sızı hiç dinmemişti. Hüseyin’in yaralandığı günü düşündüm. O an içime düşen dehşeti... Cahit derin bir nefes alıp rahatlamamı bekledi, sonra yumuşak bir sesle konuşmaya başladı.

 

"Şeyma’yı düşündün mü hiç? Oğlumuzun hayatında nasıl bir yer tuttuğunu fark ediyor musun? O, Hüseyin’e sadece bir sevgili değil, bir kalkan gibi. Onun yanında olduğunda Hüseyin’i bir kez daha kaybetmeyeceğimizi biliyorum."

 

Cahit’in sözleri, yüreğime bir ışık gibi süzüldü. Şeyma... Hüseyin’in hayatındaki o güçlü, cesur kadın. Vurulduğu o günü hatırladığımda, Şeyma’nın yüzü gözlerimin önüne geldi. O an korkusuzca yanında duruşunu, gözlerindeki o kararlılığı… Oğlumu hayata geri getirmek için verdiği mücadeleyi düşündüm. Hüseyin’i kaybetme korkusuyla paralize olmuşken, Şeyma soğukkanlılığını koruyup onun hayatı için savaşıyordu.

 

Cahit konuşmaya devam etti, sesi her zamankinden daha yumuşaktı. “Şeyma, Hüseyin’in yaralarını sararken, senin de endişelerini hafifletiyor. Oğlumuza olan sevgisini, onun her adımında nasıl destek olduğunu görmüyor musun? Hüseyin’in sadece yanında değil, hayatının tam ortasında. Şeyma varken, oğlumuz yalnız değil. Onunla birlikte her şeye karşı durabilecek güçte.”

 

Bu sözler, içimde bir nebze de olsa huzur bıraktı. Evet, Şeyma... Hüseyin’i seven, ona güç veren o kadın. Gözlerinde, Şeyma’ya duyduğu güveni her seferinde görebiliyordum. Onunla birlikteyken sanki dünya daha güvenliydi. O gün vurulduğunda bile, Şeyma’nın yanında olması, içimdeki dehşeti biraz olsun yatıştırmıştı.

 

Cahit, hafif bir tebessümle devam etti. "Şeyma, Hüseyin’in yanında durdukça, ben onların birlikte bir gelecek kurduklarını hayal ediyorum. Belki de, senin düşündüğünden çok daha güçlü bir bağ var aralarında. Ve bu bağ, bizi de rahatlatacak, senin içindeki o korkuyu biraz olsun dindirecek."

 

O an, içimdeki sıkıntı biraz hafifledi. Şeyma’nın oğlumun hayatındaki varlığı, benim içimde de bir umut doğurmuştu. Cahit’in sözleri, kalbime su serpmiş gibiydi.

 

Cahit’in sıcak sesi, içimdeki karanlığı aydınlatmaya başlamıştı. Oğlumun hayatındaki bu güçlü kadın hakkında daha fazla düşünmek, içimdeki korkuyu hafifletmeye yetiyordu. Cahit’in yüreklendirici sözleri, benim için de bir destek olmuştu, ama içimde hâlâ bazı sorular vardı. Bunları dile getirmemek zorundaydım.

 

“Cahit,” dedim, sesim titreyerek. “Şeyma’nın Hüseyin için ne kadar önemli olduğunu biliyorum, ama acaba ona yeterince destek olabiliyor muyuz? Belki de onun yükünü daha da artırıyoruzdur.”

 

Cahit, başını hafifçe eğerek düşündü. “Elmira, Şeyma, Hüseyin’in hayatında kendisi için bir şeyler yaparken mutluluk duyuyor. Ona yardım etmeye çalışmak, onun için bir yük değil, bir fırsat. Hüseyin’in yanında olması, onu her şeyden daha fazla güçlendiriyor. Bunu hepimizin kabullenmesi lazım.”

 

Ben de gözlerimi Cahit’e dikerek, “Ama ya onun da sınırları varsa? Onun da bir yük taşıdığını düşünmedik mi?” dedim, içimdeki kaygıyı dile getirmeye çalışarak. “Her zaman güçlü görünse de, onun da zayıf anları olabilir.”

 

Cahit, yanımda durarak ellerimden tuttu. “Şeyma güçlü bir kadın, ama senin gibi. Zaman zaman desteklenmeye ihtiyacı olabilir. Ama bu, onu güçsüz kılmaz; aksine, destek almanın da bir cesaret göstergesi olduğunu hatırlatır bize. Unutma ki, sen de ona bir güç kaynağısın. Onun hayatına dahil olmak, Hüseyin’in geleceğine olan inancını pekiştiriyor.”

 

Cahit’in söyledikleri, içimdeki soru işaretlerini yavaş yavaş silmeye başladı. Onun bu konuda ne kadar net olduğunu görünce, kendimi daha iyi hissettim. “Doğru söylüyorsun,” dedim.

 

Cahit, başını sallayarak gülümsedi. “İşte bu, Elmira! Rahatla biraz."

 

O an, içimde bir şeylerin yerine oturduğunu hissettim. Belki de, Şeyma’ya destek olmak, yalnızca oğlum için değil, kendim için de bir güç olacaktı. İkimizin de birbirimize olan bağlılığı, bu yolculukta en büyük destek kaynağımız olacaktı. Cahit’e gülümseyerek baktım.

 

Ama kaygı bulutları daha da yoğunlaşmaya başlamıştı. Sakın kalmama müsade ediliyordu. “Cahit,” dedim, sesimdeki titremeyi bastırmaya çalışarak. “Hastanede o.... o adamın geldiğini hatırlıyorum. Demir'e söylediği nefret dolu sözler hâlâ kulağımda çınlıyor. O kadar yakınlar mı? Acaba bu kadar kolay mı unuttuk her şeyi?” İçimde bir kurt düşmüştü; bu, huzursuz edici bir düşünceydi.

 

Cahit’in yüzündeki ifadeyi görerek, içimdeki korkunun daha da büyüdüğünü hissettim. “Ya o adam Hüseyin’in gerçek babasıysa?” dedim, bu düşünce aklımda yankılanırken. “Bu olasılık, kabus gibi içime işlemiş durumda.”

 

Cahit, bir an için derin bir nefes aldı ve beni dikkatlice izledi. “Elmira, bu düşünce çok düşük bir ihtimal. Demir, Hüseyin’in hayatında yalnızca geçmişte bir destek oldu. Onun o kadar yakın olabileceğini sanmıyorum. Şeyma da bunu biliyor.”

 

Ama Cahit’in sözleri içimdeki korkuları tam olarak ortadan kaldırmıyordu. O adamın, geçmişteki destekle, hayatımıza bu kadar sızmış olmasının derin anlamını sorgulamaya devam ettim. “Ama yine de bu kadar etkili olması… Bütün bunlar kafamı karıştırıyor. Belki de Şeyma’nın o adamla bir bağı vardır, ne bileyim bir şey bulmuştur bir şey hissetmiştir,” dedim, gözlerimdeki endişe giderek büyüyordu.

 

Cahit, başını sallayarak benimle aynı fikirde olmadığını belirtti. “Hayır, Elmira.Şeyma, Hüseyin’i korumak için var gücüyle savaşıyor. Demir sadece onlar için görevlerinden birtanesi. O, ne kadar güçlü bir adam olsa da, sizinle aynı bağa sahip değil.”

 

Ama yine de gözlerim Cahit’in gözlerinden kaçamadı; o adamın geçmişteki desteğinin, belki de bugün Hüseyin üzerinde başka bir etkisi olabileceği düşüncesi zihnimde dans ediyordu. Sesim düşmeye başlamıştı. “İçimdeki korku, her an beni yeniden yakalıyor. Bu durumu, kabullenmekte zorlanıyorum. O adamı düşünmek bile içimde bir yaraya sebep oluyor.”

 

Cahit, bana doğru eğilerek ellerimden tuttu. “Elmira, anlıyorum. Ama korkularımızı geride bırakmalıyız. Demir’in varlığı, geçmişin bir yansıması. O, şu an bizim yanımızda değil. Olmayacakta. Onunla olan bu yakınlık, yalnızca geçici bir durum. Korkularımız, hayatımızı ele geçirmemeli.”

 

O an, içinde bulunduğum karmaşayı daha da derinleştiren bir düşünce daha belirdi: O adam, geçmişteki destekle Hüseyin’in hayatında yer edinmeye çalışıyor olabilir miydi? Kafamda dönen bu belirsizlik, bir türlü kaybolmuyordu.

 

Gözlerim Cahit’in gözlerinde kaybolurken, “Belki de haklısın,” dedim, ama kafamdaki düşünceler havada asılı kalmıştı. “Ama içimdeki bu korku ve kaygı, her zaman bir belirsizlik yaratıyor. Gerçekten o adam, Hüseyin’in babası değilse, neden bu kadar yakın hissettiriyor kendini?”

 

Cahit, tekrar ellerimden tuttu ve “Elmira, bu düşünce seni rahatsız etmesin. Bizim için, birlikte olduğumuz anların kıymetini bilmeliyiz. Korkularımız, içindeki canavarı beslemekten başka bir işe yaramaz,” diyerek beni cesaretlendirmeye çalıştı.

 

Ama içimdeki endişe, bir türlü dinmiyordu. Cahit’in sözleri bir nebze teselli verse de, “Ya o adamın varlığı, aslında oğlumun her şeyi öğrenmesini sağlarsa. Onu kayberim Cahit, sonsıçuza kadar..."

 

O an, içimde bir şeyin daha derinlere inmesi gerektiğini hissettim; belki de geçmişin karmaşası, geleceğime olan umudumu karartmaktan başka bir şey değildi. Kendimi bu belirsizliğin pençesinden kurtarmak için daha fazla çaba göstermem gerektiğini anladım. Ama yine de, o adamın hayatımızda nasıl bir rol oynadığını düşünmeden edemiyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

---

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%