@hayat_belirtisi34
|
Hüseyin Demir’in yanına girdiğinde karanlık bir ağırlık hemen ruhunu sardı. Odanın her köşesi, Demir’in gizlediği sırlarla dolu gibiydi. Hüseyin, Demir’in sırtı dönük şekilde camdan dışarı baktığını görünce, her zamanki gibi rahat bir tavırla konuşmaya başladı.
Hüseyin: "Beni çağırtmışsın, Demir amca. Şeyma bekliyor, sonra konuşsak olur mu?"
Demir, sessizce Hüseyin’in bu sıradan tavrını izledi. Yavaşça derin bir nefes aldı ve sırtını camdan çekip ona döndü. Gözlerindeki keskin bakış, Hüseyin’i içine çekerken sesi alçak ama derin bir yankı gibi odaya yayıldı.
Demir: "Bu konuşma ertelenmeyecek, Hüseyin. Çünkü sana yıllardır sakladığım gerçekleri anlatmanın zamanı geldi."
Hüseyin’in yüzü ciddileşti, içindeki huzursuzluk artarken gözleri Demir’e kenetlendi. Demir, adeta beklediği anın tadını çıkarırcasına ağır adımlarla Hüseyin’e doğru yürümeye başladı. Söyleyecekleri sadece bir itiraf değil, aynı zamanda bir talimat gibiydi.
Demir: "Seni yıllarca aradım, biliyor musun? Benden alınan tek varlığım sendin, Hüseyin. Ve seni bulduğumda, bunu sırf kendi kanımdan olduğun için değil… bir gün her şeyimi sana bırakmak istediğim için seni buldum."
Hüseyin’in gözlerinde beliren şaşkınlık, Demir’in sözleriyle yerini giderek bir huzursuzluğa bıraktı.
Hüseyin: "Demir amca, bu söylediklerin de ne demek oluyor?"
Demir, soğukkanlı bir şekilde, adeta bir satranç oyuncusu gibi her hamlesini hesaplayarak devam etti.
Demir: "Ben senin babanım, Hüseyin. Kanımdan, canımdan olan oğlumsun. Ve hayatın boyunca peşine düşüp bulduğum tek şeysin."
Hüseyin’in gözleri açıldı, bir an afalladı ama hemen ardından bu sözleri sindirmeye çalışarak, içinde birikmeye başlayan öfkeyi bastırmaya çabaladı.
Hüseyin: "Bu söylediklerin ne anlama geliyor? Bunca zamandır bana neden hiç bir şey söylemedin? Şimdi ne istiyorsun benden?"
Demir’in gözlerinde soğuk bir parıltı belirdi. Artık söylemesi gereken asıl meseleyi açıklama zamanı gelmişti.
Demir: "Benden aldığın tek şey soyadım değil, aynı zamanda mirasım da olacak. Seni kendi varisim olarak görmek istiyorum. Ama bu sadece ikimizin kuracağı bir dünyada olacak; senin, Şeyma gibi gereksiz kişilerle bağlarını koparman şartıyla."
Hüseyin’in içindeki öfke, Demir’in bu talebini duyunca alevlendi. Fakat kendini zor da olsa sakin tutarak cevap verdi.
Hüseyin: "Senin oğlun olduğumu söylüyorsun ama bu bir anlaşma değil, Demir amca. Benim hayatıma kimse böyle karışamaz."
Deyip yumruğunu yüzüne geçirdi. Demir, Hüseyin’in bu tepkisini bekliyormuş gibi soğuk bir kahkaha attı ve sözlerini daha da vurgulayıcı bir tonda devam etti.
Demir: "O kadın sana ne verebilir, Hüseyin? Aileni, mirasını, gücünü mü? Hayır, sadece seni zayıflatan bir bağ. Beni dinlemezsen, onu bir daha göremeyebilirsin. Belki de şu anda bile onu kurtarman için bir tek benim sözümü dinlemek zorundasın." "Senin asla erişemeyeceğin meziyetlere sahip!" Ne olduğunu sormaya kibiri el vermeyen yaşlı adam sadece devamını bekledi. Hüseyin gözlerinin içine daldı. "Ondan akıttığın her kanın, her gözyaşının, her zerresinin hesabını senden sorucam senden Demir!"
Öfkeyle Demir’e döndü, kendini zor tutsa da gözleri adeta parlıyordu. Ama Demir, sözlerine daha büyük bir tehdit tonu ekleyerek devam etti.
Demir: "Eğer beni dinleyip dediklerime uymazsan, Şeyma bugün, yarın, ya da senin hiç beklemediğin bir anda ölecek. Sadece şu an için demiyorum, her an, her saniye gölgem onun üstünde olacak." "Hıh. Şeyma'nın kim olduğunu unuttun herhalde. O kadar uzun boylu değil Demir efendi! Bunu ne ben yanına bırakırım ne de devlet!" "Hüseyin, Hüseyin, Hüseyin neler yapabileceklerimin bir hududu olmayacağını sende gayet biliyorsun. Tecrübelisin değil mi? Bir kaç anımız var sonuçta. Hahaha."
Bu alaycı ses ve tehdit Hüseyin’in tüm kontrolünü yitirmesine sebep olacak kadar güçlüydü. Kalbinde Şeyma’yı kurtarma arzusu ile Demir’e karşı duyduğu öfke arasında bir savaş başladı. Fakat tam o an aklına bir strateji geldi. Derin bir nefes aldı, gözlerindeki öfkeyi gizlemeye çalışarak Demir’e meydan okuyan bir bakış attı.
Hüseyin: "Tamam Demir amca, diyelim ki oyununa dahil oldum. Ama şunu unutma, eğer oyunu kuran sen olsan da bitiren ben olacağım."
Demir’in yüzündeki kibirli ifade biraz değişse de, bu meydan okuma onu daha da hırslı bir hale getirmişti. Hüseyin ise Demir’e karşı içten içe büyük bir strateji geliştirmeye karar verdi. Artık, bu savaşta sadece Şeyma’yı kurtarmak değil, Demir’in elinden kendi hayatını ve sevdiği her şeyi geri almak için bir plan yapmaya odaklanmıştı.
Hüseyin, Demir’in tehditleri ve kendi içindeki fırtınaya rağmen bir soğukkanlılık maskesi takmıştı. Planını netleştirmek ve Şeyma’yı güvenle kurtarmak istiyordu. Ama Demir, onun bu yüzeydeki sakinliğini hemen fark etti ve daha derin bir hamle yapması gerektiğini düşündü. Sesi biraz daha yumuşak ama bir o kadar tehditkâr bir tonda konuşmaya devam etti.
Demir: "Anlamıyor musun, Hüseyin? Bu bir tercih değil. Beni dinlemek zorundasın, çünkü bana karşı koyduğun her adım, Şeyma’nın hayatından bir parçayı daha çalacak. Zayıflığın onu korumaya çalışman… Ama unutma, ben bu zayıflıklarla oynamayı iyi bilirim."
Hüseyin, Demir’in sözlerindeki iğneyi derinlerinde hissetti ama yüzündeki ifadeyi bozmadan, sessizce dinlemeye devam etti. Bu adamın onun hayatını ve sevdiklerini kontrol etmeye çalışması, ona karşı duyduğu öfkeyi körüklemekten başka bir işe yaramıyordu. Fakat ne kadar öfkelense de, stratejik düşünmek zorundaydı. Yavaşça ama kararlı bir ses tonuyla cevap verdi.
Hüseyin: "Demir amca… Bana babam olduğunu söylüyorsun ama bana karşı bir babanın vereceği sevgiyi değil, yalnızca kendi çıkarların uğruna kullandığın bir silahı gösteriyorsun. Ben senin oyuncağın değilim. Şeyma’yı geri ver, bu saçma oyunu sonlandır."
Demir’in yüzündeki soğukkanlı ifade, Hüseyin’in meydan okuyan sözleriyle biraz bozuldu ama hemen toparlandı. İleriye doğru eğildi ve gözlerini Hüseyin’in gözlerine dikerek konuştu.
Demir: "Şeyma mı dedin? Sana onun elinde olduğunu kanıtlayayım madem."
Demir, cebinden küçük bir cihaz çıkardı ve üzerindeki tuşa bastı. O an, ofisin sessizliğinde bir hoparlörden gelen zayıf bir ses duyuldu. Şeyma’nın nefes alıp verme sesi... Hüseyin, bir an gözlerini kapattı; onun orada olduğunu, belki de gözlerinin bağlandığını hayal edebiliyordu. Bu sesle, içinde fırtınalar koparken, dışarıdan her zamanki gibi sakin görünmeye çalıştı.
Şeyma’nın sesi kısık ve yorgundu, fakat ruhundaki direnci hissediliyordu. Demir, alaycı bir tonda konuşarak devam etti.
Demir: "Ona bak, ne kadar da zayıf bir halde. Beni dinlersen bu durum değişir. Ama kendi bildiğini okumaya devam edersen, sadece o değil, senin de hayatın mahvolur."
Hüseyin, dişlerini sıkarak içindeki öfkeyi kontrol altında tutmaya çalıştı. Bu an, tüm stratejisinin kırılma noktasıydı. Demir’in karşısında güçlü kalmalı, Şeyma’nın da hayatını kurtaracak bir yol bulmalıydı. Derin bir nefes alarak, Demir’e kararlı bir şekilde baktı ve sesindeki sakinlikle onu şaşırttı.
Hüseyin: "Eğer gerçekten babamsan, bana bir şans ver. Şeyma’dan uzak dur ve dediğin gibi, senin istediğin yoldan yürüyeyim. Ama bu yolu kendi şartlarımla yürürüm."
Demir, Hüseyin’in bu hamlesi karşısında bir an duraksadı. Onu boyun eğdirmişti sanıyordu, ama karşısındaki bu adam her defasında bir adım önde gibi davranıyordu. Hüseyin’in söyledikleri, ona oyununu tamamlayacak gücü verse de, içinde bir kuşku uyandırmıştı. Fakat sonunda, zoraki bir gülümsemeyle başını salladı.
Demir: "Senin gibi birine nasıl güvenebilirim ki? Bana uyduğunu kanıtla, belki o zaman Şeyma hakkında düşündüğümü tekrar gözden geçiririm. Ama unutma, her adımını izleyeceğim, oğlum."
Hüseyin, bu oyunun içinde geçici bir yer kazanmış gibi görünüyordu, ama içten içe Şeyma’yı kurtarmak için her şeyi göze alabileceğini biliyordu. Demir’in karşısında şimdilik sakin bir kabul göstermiş olsa da, bu sadece geçici bir sessizlikti. İçindeki öfke ve sadakat, onu bir sonraki adımı planlamaya itiyordu. Hüseyin, Demir’in soğuk ve tehdit dolu sözleri karşısında zor da olsa kendini tutmayı başardı. İçinde kaynayan öfkeyi bastırmak için derin bir nefes aldı. Bu an, onun için hem Şeyma’nın güvenliği hem de aldığı görevin başarısı adına hayatiydi. Sakinliğini korumalı, kontrolü kaybetmeden Demir’in gerçek niyetini öğrenmeliydi.
Hüseyin, her kelimeyi dikkatlice seçerek, neredeyse yumuşak ama sorgulayıcı bir tonla konuşmaya başladı:
Hüseyin: "Gerçekten benden ne istiyorsun, Demir amca? Bütün bu tehditlerin, baskının sebebi ne? Sadece kendi kanından biri olduğum için mi bu zorbalık?"
Demir, Hüseyin'in sorgulayan bakışlarına kısa bir gülümseme ile karşılık verdi. Ancak bu gülümsemenin ardında bir karanlık, geçmişin gölgelerinden gelen bir hesaplaşma gizliydi. Derin bir nefes aldı, odanın karanlığında dolanıp duvara asılı eski bir haritaya gözlerini dikti. Konuşurken, sözlerinde hafif bir duygusallık vardı ama aynı zamanda manipülatif bir tonu elden bırakmadı.
Demir: "Benden ne istediğimi soruyorsun, öyle mi? Peki… seninle aynı kanı taşımamız tesadüf değil, oğlum. Yıllarca seni aradım, peşinde koştum. Çünkü senden başkasını kabul etmiyorum, Hüseyin. Titan’ın geleceğini ellerine bırakacak tek kişi sensin. Sen, bana ait olan her şeyin varisisin."
Hüseyin, bu sözleri duymakla birlikte gözlerini kısarak Demir’e daha dikkatlice baktı. İçinde bir türlü tatmin olmayan bir his vardı; Demir’in ona kurduğu bu oyun, basit bir babalık duygusuyla açıklanamayacak kadar karmaşıktı. Gözlerinde şüphe dolu bir parıltıyla, kafasında dönüp duran ihtimali bir anda dile getirdi:
Hüseyin: "Bütün bunlar… sırf beni bulmak için mi? Yoksa… o çocukların kaçırılması da bunun bir parçası mıydı? Yıllarca aklıma bile gelmeyecek kadar saçma bir düşünceydi bu, ama sen... sen gerçekten bunu yapar mıydın?"
Demir, bu soruya beklenmedik şekilde soğukkanlılıkla baktı, gözlerinde minik bir kıvılcım parladı. Bir anlık sessizlikten sonra, yüzündeki hafif gülümseme yerini daha ciddi bir ifadeye bıraktı. Sonunda, sakince başını salladı.
Demir: "Evet, Hüseyin. Çocukların kaçırılması, sadece onları değil, seni bulmak içindi. Sana ulaşmak için hiçbir şeyden çekinmedim."
Hüseyin’in içindeki şüphe yerini şoka ve derin bir hayrete bıraktı. Demir’in gözlerine baktığında, onun gerçekten doğruyu söylediğini anladı. Bu kadar acımasız, bu kadar gözünü hırs bürümüş bir adamın karşısında kendini korumanın ve Şeyma’yı kurtarmanın ne kadar zor olacağını bir kez daha fark etti. Kendi kanından birini bulmak uğruna masum çocukları feda etmişti bu adam. Hüseyin, ne kadar sakin kalmaya çalışsa da, bu gerçeği sindirmekte zorlanıyordu.
Bir an, derin bir sessizlik çöktü aralarına. Hüseyin, içinde kaynayan öfkeye ve mide bulantısına rağmen soğukkanlı görünmeye devam etmeye çalışarak alçak bir sesle sordu:
Hüseyin: "Beni bulmak için çocukları tehlikeye attın… Onları yok sayarak benim peşime düştün, öyle mi? Bu mudur ‘babacan’ planın?"
Demir, Hüseyin’in gözlerindeki öfkeyi gördü ama bundan zerre kadar rahatsız olmadı. Aksine, sözleriyle onu daha da köşeye sıkıştırmanın verdiği bir tatminle başını hafifçe eğdi.
Demir: "Beni iyi tanı, Hüseyin. Yıllarca kaybettiğim oğlumu aradım, onu elimden alan herkesin canını almaya ant içtim. Ve seni buldum. Sana kurduğum bu düzen, yıllarca üzerine çalıştığım, hiçbir boşluk bırakmadığım bir sistem. Ve evet, yolumda duran her şeyi feda etmeye hazırım."
Hüseyin, derin bir nefes alarak bu adamın karşısında yapabileceği tek şeyin sakin kalmak olduğunu biliyordu. Şeyma’yı kurtarmak ve bu işten sağ çıkmak için içindeki her türlü duyguyu bastırıp zekasıyla ilerlemek zorundaydı. Demir’e son bir bakış attı ve dişlerini sıkarak içinden sadece Şeyma’yı kurtarabileceği bir planı geçirmeye başladı. Bu karanlık oyunu kendi lehine çevirmek için zamanı beklemeliydi.
(Amsterdam oteli)
Yağmurun monoton sesi, geçici karargâhın soğuk ve sessiz atmosferine eşlik ediyordu. Kerem, telefonu masaya bırakırken iç çekti. Şeyma’nın GPS sinyali hâlâ aynı yerden geliyordu, ancak Hüseyin’den hiçbir iz yoktu. Saatine baktı. İki saat olmuştu. Bu iki saat içinde zaman, nefes almayı bile unutturacak kadar ağır geçmişti.
Mustafa, telefonun başında dikilmiş, ekrandaki işaretli bölgeyi inceliyordu. “Bu kadar sessizlik… Çok kötü bir şeylerin habercisi,” dedi, sesi dalgın ama içten bir endişeyle.
“Sinyal açık,” diye Kerem yanıtladı, gergin bir sesle. “Ama tuzak olduğundan hiç şüphem yok. Bu kadar bariz bir şekilde bir yer göstermeleri tesadüf olamaz.”
Mustafa, gözlerini ayırmadan konuştu: “Operasyon sırasında Demir’in bizi fark etmediğine eminiz, değil mi? Eğer en ufak bir açık verdiğimizi anladıysa…”
Kerem, sert bir şekilde araya girdi: “Onlar bizi fark etmediler. Fark etselerdi, şu an yalnızca Şeyma değil hepimiz risk altındaydık. Gerçi belki de şüphelendi ve kimin kurtaracağını görmek için teğit edecek.... Offf bilmiyorum.”
Bu sırada Fırat, odanın diğer ucunda kollarını göğsünde birleştirmiş, yüzünde her zamanki sakin ama ciddi ifadesiyle oturuyordu. Gözlerini Kerem’e çevirdi ve yavaşça konuştu: “Demir Şahin, Şeyma’yı sıradan biri gibi ele almaz. O kadının ne kadar değerli olduğunu, neler yapabileceğini çok iyi biliyor. Şeyma devlet için önemli bir figür. O kadar ileri gideceğini düşünmek istemiyorum. Gerçi... komutanım kızını daha yakından incelemem için talimat vermişti. Haklıymış. Kızı da en az babası kadar karanlık ve kurnaz. Ulaştığı yerler var. Belki de her haberimizi onla alıyordur.”
Kerem, alnını ovuşturdu. Fırat’ın söylediklerinde haklılık payı vardı, ancak bu bekleyiş daha fazla dayanılır gibi değildi. Tam bu sırada masadaki telefon çaldı. Kerem hemen telefonu aldı, Mustafa ve Fırat dikkat kesildi.
“Binbaşı Arif,” dedi Kerem, arayan numarayı görünce. Telefonu hoparlöre aldı.
“Ne durumdasınız?” diye sordu Arif, sert ama kontrolü elden bırakmayan bir ses tonuyla. “Şeyma’nın sinyalini aldık, ama Hüseyin hâlâ kayıp,” diye cevapladı Kerem. “Burası açık bir tuzak gibi görünüyor. Harekete geçmeden önce durumu netleştirmemiz gerek. Durum riskli ne yapalım komutanım?”
Arif’in sesi, beklenenden daha soğukkanlıydı: “Orada dikkatli olun. Yerel polise ihbarda bulunun. Gizlice... Türk birinin bu faaliyetlerde bulunması bir yığın diplomatik sorun çıkarabilir. Onların dikkatini çekin, ilk müdahaleyi siz yapın ancak sahada kendinizi ifşa etmeyin. Kimliğinizin deşifre olma riskini göze alamayız. Sürekli haberdar edin, bekliyoruz. Sıkıştığınızda gerekli mercilerle devreye giricez.”
Mustafa kaşlarını çatarak araya girdi: “Ya polisin operasyonu işleri daha karmaşık hale getirirse? Böyle bir durumda Demir’i alarma geçirmiş olmaz mıyız?”
“Bu yüzden doğrudan müdahale etmeyeceğiz,” dedi Arif. “Şeyma’nın GPS sinyali elinizde. Polisin dikkatini başka yöne çekeceğiz ve durumu kontrol altına alacağız. Biriniz karakolda bulunsun, Mustafa senin baloda yakınlığın bilindi artık. Şüphe çekmezsin, sen git. Diğerleri sahada gözetimde bulunsun. Yüzbaşını oradan sapasağlam çıkarın!!! Gözünüzü dört açın. Gelişmelerden beni anında haberdar edin.”
Arif telefonu kapattığında odada gergin bir sessizlik hâkim oldu. Herkes kendi düşüncelerine dalmış gibiydi.
Bir süre sonra, yerel polise bir ihbar telefonu yapıldı. Depoda şüpheli faaliyetler olduğu yönünde sahte bir ihbar, dikkatleri buraya çekecekti. Bu sırada ekip, GPS sinyalinin bulunduğu konuma sızmak için kendi planlarını yapıyordu.
Kerem, haritaya tekrar göz gezdirirken düşüncelerini yüksek sesle dile getirdi: “Demir, GPS’i tuzak olarak kullandığını düşünüyorum. Ama bu iş fazla basit görünüyor. Yoksa gerçekten hesap edemedi mi? Bize bir yem atmış olsa da bunun arkasında daha büyük bir plan olduğunu sanıyorum. Yoksa biz evham mı yapıyoruz ha kardeşler?”
Fırat, sakin bir sesle Kerem’in sözlerini onayladı: “Şeyma’nın hafife alınmayacak kadar önemli biri olduğunu biliyor. Devletin eli her yere uzanır; bunu Demir de çok iyi biliyor. Ama bizim buraya gelmemizi bekliyor olabilir. Haklısın. Hah. Artık gidince öğrenicez. Alın maskeler,kulaklıklar,eldivenler...”
Mustafa, bir adım ileri çıktı ve endişeyle ekledi: “Ya operasyondaki hareketlerimizden bizi tanıdılarsa? Herhangi bir açık vermediğimizi düşünüyoruz, ama bu kadar kısa sürede bizi fark etmiş olmaları ihtimal dışı değil.”
Kerem derin bir nefes aldı. Şüphe, endişe, çaresizlik; hepsi aynı anda üzerine çullanıyordu. Ama bu ekibi bir arada tutan şey, her biri için asıl önceliğin ne olduğunu bilmesiydi: Şeyma’nın sağ salim geri dönmesi.
“Yapacak başka bir şey yok,” dedi Kerem sonunda. “Polis dikkat dağıtıcı olacak. Biz de içeri sızıp durumu kontrol edeceğiz. Kimliklerimizi tehlikeye atmadan işi çözmek zorundayız.”
Fırat, bir kez daha Kerem’e baktı ve sert ama destekleyici bir tonla konuştu: “Herkes dikkatli olacak. Bu, bizim son şansımız olabilir.”
---
Her şey çok sessizdi. Derin bir soluk aldım, ama ne kadar derin olursa olsun bu nefesin beni rahatlatmaya yetmeyeceğini biliyordum. Sonu ve dibi olmayan çalkantılı bir yere çekiliyorum sanki. Vücudum bir anda güçle dolmuş gibiydi ve artık hiç acı hissetmiyordum. Ama fena hırpalandığım gerçeği değiştirelemezdi. Hüseyin... Döndün mü? Sapasağlam mısın? Gözlerim karanlıkta, her köşeyi tarıyordu. Ellerim sımsıkı bağlı, bedenimse bir köşeye hapsolmuş gibi hissediyordum. Bu durumun her an bıçak gibi kesilebileceği, her saniyenin bir felakete dönüşebileceği düşüncesiyle vücudumda bir kasılma vardı.
Kapı, aniden açıldı ve içeri bir adam girdi. Soğuk bir rüzgarla birlikte, adımlarını hissettim. Yavaş ama kararlıydı. Bakışlarında, verdiği mesajda, her şeyde bir soğukkanlılık vardı. Tam karşımda durduğunda, gözlerimin içine bakarak konuşmaya başladı.
"Sana Demir Bey'in bir şartı olduğunu söylemiştim, değil mi?" dedi. Sesindeki o soğukluğu duymamak mümkün değildi. "Şimdi ne olduğunu duymaya hazır mısın?"
Söyledikleri, karnımdaki soğukluğu daha da artırdı. Adam ne diyeceğini bildiğimi hissetmiş olacak ki, sözlerine devam etti.
"Yakın zamanda, yüksek makamlı Uraz'ı tahliye eden hakimin tekrar göreve alınmasını istiyor Demir Bey. Bu, şartıdır."
Histerik bir kahkaha, gözlerimden önce kulaklarıma da ulaştı. Kahkaha sesi ne kadar korkunç, ne kadar zalimse, o kadar da içten ve gülünçtü. İçimdeki her şey bana bu durumun bir tür şaka olduğunu söylüyordu. Ama aniden gülüşümde bir tuhaflık hissettim. Belki de bu gülüşün ardında bir delilik vardı.
"Ah, gerçekten!" dedim, gülmeye devam ederken. "Daha yeni beyinle tuzları eritmiştik, ve şimdi de bana böyle bir şey söylüyorsunuz. Gerçekten, bütün tadı kaçıran o!"
Gözlerim, gülüşümle alay ederken, kendim bile ne kadar saçma bir durumda olduğumu anlamaya başladım. Birden gözlerim adamın yüzüne odaklandı, çünkü beklediğim o darbeyi aldım. Bir anlık sessizliğin ardından, mide bölgeme doğru gelen şiddetli bir darbe hissettim.
Gözlerim kamaştı. Bir saniye için her şey karardı. Mideme aldığım darbenin acısı, vücudumu sarmaya başladı. Derin bir nefes alırken, ağzımın köşesinden bir öfke daha doğrusu sinirli bir hırlama çıktı. O an her şeyin çok gerçek olduğunu, tüm bu "oyun"ların bir sonu olduğunu fark ettim.
"Demir'in sözünü de aldın mı?" diye sordu adam, gülümsemesindeki alaycılığı gizlemeye çalışarak.
Zihnimde fırtınalar kopuyordu. Sesimi zorla kontrol ettim, dudaklarımın arasından, "Bunu kabul etmiyorum," dedim. Ama sesim bir adım bile ileriye gitmekte zorlanıyordu. İçimdeki öfke, güç ve kinle karışmış bir karmaşaydı. Sadece buna bir son vermek istiyordum. Darbenin verdiği ağrı bile beni yavaşlatmıyordu.
Adam gülerek başını salladı, soğuk bakışlarıyla bana son bir kez göz attı ve kapıyı çekerek hızla çıktı.
O an, içimde kırılmayan bir kararlılık belirdi. Her ne olursa olsun, buradan çıkıp bu tuzağa düşmeyecektim. Demir'in tehditlerine boyun eğmeyecektim. Bu oyun bitti.
----------
"Baba..."
Ellerini birleştirmiş, burun kemiğinde parmaklarını gezdiriyor, derin derin nefes alıyordu. Yan profilinden, sinirinin ne kadar yoğun olduğu belli oluyordu; çenesi kasım kasım kasılıyor, dişlerinin gıcırtısı duyuluyordu. Bazen onu anlamak, içinden geçmek, hislerini takip etmek o kadar zor oluyordu ki. Bir sokak gibiydi: her zaman bir çıkmaz, her zaman bir duvar. Ama ben hâlâ deniyordum.
“Ne var?” dedi, yüzüne yansıyan o sert, duyulmamış tını ile.
Gözlerimi ondan kaçırmadan, kendimi sabırla topladım, her kelimenin gereksiz olup olmadığını tartarak konuşmaya başladım.
“Annemle Arda otelde, haberin olsun. Senin yanında olacağımı söyledim. Şu... dediğin yeni şirkete gelen kişiler... Normal kişiler. Baktırdım, şüphe edecek bir husus yok. Ha, bu gece istediğin için ise sabah harekete geçmek durumundayım. Kısa zamanda haberin olur…”
“Tamam.”
Bir anlık sessizlik. Hıçkırık gibi, yok yere bir çığlık içimde yankılandı. Ne kadar uzaklaştığını görmek istememiştim, ama bu kadarına da sessiz kalmak mı gerekiyordu? Şu an bile öyle zor ki...
“Bir sorun mu var?” dedi. Sesinde bir tehdit yoktu; ama hissettiğim soğukluk, gözlerindeki buz gibi boşluk, içimi donduruyordu.
Ayağa kalktığında, sesini daha keskin duydum. Bu kadar kolay mıydı? “Otele geç, burada kalmana gerek yok. Yarın ülkeye döneceğiz. Yorulma boşuna. Bende gelirim birazdan.”
Her zamanki gibi beni arkasında bırakıp gitmeye hazırlanmadan önce, kalbimde bir şey kırıldı. Sadece, yine en başa döndük. Her şeyin önemsiz olduğu, benim duygularımın hiçbir değeri olmadığı bir yere... Sonra gözlerimle yakaladım. “O... Hüseyin neden burada?”
Bir anlık sessizlik. O kadar derindi ki, tek bir kelime bile çıkmadı. O an kalbim durdu.
“Eylül!”
Duyduğum ses, sanki kesilmiş bir ip gibiydi. Kalbim ağrımadan geçmedi. Bir anlık göz kapama, ve derin bir nefes... O anda, içinde bulunduğum bu durumdan kaçmak istedim. Ama yüzüne döndüğümde, onu daha da yakın, daha da gergin gördüm. Gözlerim bir an kısıldı. İşte o anda ona sesimi yükselterek, “Hiç boşuna uğraşma baba!” dedim. “Ben senin tezahürünüm. Beni bu tonunla kovamazsın.”
Sesindeki alttan gelen titreme, bir tek duyduğum. O an, tüm gücümü topladım, gözlerim bu kez de bambaşka bir anlam taşıyordu. O kadar keskin, o kadar öfkeliydim ki.
“Baba, bu adam neden...şimdi...bu vakitte burada?” Bu sorum, ne kadar az masum olsa da, içinde öyle bir şey vardı ki... bir şeyler kırılıyordu. Anlatmak istiyordum, her şeyi anlatmak… ama bana dair hiçbir şey yoktu. Beni bile bırakıp gidecekti.
Adamın gözlerinde bir değişiklik vardı. O kadar karanlık, o kadar gizemliydi ki.
“Önemsiz bir konu Eylül,” dedi. “Yine yardıma ihtiyacı vardı. Yeter!”
Ama bu yanıtım değildi. “Hayır, baba!” dedim. “Hayır! Ne o? Hayır kurumu musun sen? Ailesi yok mu bunun! Oldu olacak nüfusumuza alalım da kurtulalım.”
Bakışları değişti. Hızla, hiç beklemediğim bir şekilde, gözlerinde bir şey sızdı. Ama neydi o, çözememiştim. Kızgınlık mı, kararsızlık mı, yoksa pişmanlık mı?
Kafamda yankılanan her sözcük, hepsi kocaman bir yalandı. Bir yıkım gibi. Kendi içimde, yıllarca boğulduğum bütün bu haksızlıkları, hepsini birer birer anlattım. “Senin gözünde kimse olamadım. Arda’yı zaten gözden çıkardın. O hiçbir zaman istediğin bir evlat olamadı, değil mi? Ama o, sana tutunuyor! Hâlâ sana tutunuyor! Bütün kirli işlerini, sorunlarını hallettim. Ama hepsi boşunaymış, değil mi?”
Dudaklarım titriyor, gözlerim kuruyordu. Öfke ve hıçkırıklarla dolu bir ses, gürültüyle çıkıyordu.
"Sözde ölen abimden sonra hiç yokmuşuz gibi davrandın. Annem öyle söylüyor. Ki bence hiç haksız da değil” dedim. “Ama ikimizin yerini tutmayan bir adama bu kadar önem veriyorsun. Bu adam... Hüseyin... Onun yerinde geçirmeye çalışıyorsun, değil mi?! Kabul et, baba! Ne kadar ona iyilik yaparsan yap! O senin oğlun değil!!! Bizim gibi istediğin biri olmaz o!! Evladın biziz biz. O değil!!!”
Kendimi kaybetmeye başladım. Sesim, içimdeki öfkenin yansımasıydı. Ellerim titremeye başladı, gözlerimdeki yaşlar, bir nehir gibi, hızla aşağıya doğru süzüldü. Bu ağlamaydı, ama her şeyin yerini alabilecek bir his...
Gözlerim yanıyordu. Bir anda derin bir sessizlik oldu. Adamın yüzü değişmişti. Ve o an, hiçbir şeyin anlamı yoktu.
“YETER! EYLÜL HADDİNİ AŞMA!”
Sesinin şiddeti, her şeyin üstüne çökmüş gibi hissediyordum. Boğazım sıkıştı, ciğerlerim kesildi. Hıçkırıklarım, yakalayamadığım bir nefes gibi, boğazımda düğümlenip kaldı.
Her şey aniden karardı, gözlerim her saniye daha fazla yanıyordu. Ama artık bir şeyleri değiştirmenin, bir şeyleri düzeltmenin çok geç olduğuna dair bir korku vardı içimde. Bu korku... sanki tüm dünyanın bana doğru çökmeye başladığı o an gibi, belki de hiç geçmeyecek bir acıyı hissettirdi.
Eylül babasının verdiği cevabın ardından içinde biriktirdiği öfkeyi kontrol etmekte zorlandı. Artık her şeyin bir yerinde, bataklığın içinde olduğunu hissediyordu. Hüseyin'in buraya gelişi, onun ne kadar kötü bir duruma düştüğünü ve babasının gözünde ne kadar değersiz olduğunun göstergesiydi. Sadece o adamın varlığı bile Eylül'ün içini dolduran o karanlık düşünceleri tetikliyordu. Kendisini tekrar babasına itilen bir varlık gibi hissediyordu.
"Yine de... Hüseyin olmaz" dedi kendi kendine, ama kelimeler havada asılı kaldı. Deein bir nefes alıp balonun kapısından dışarıya adım attı. Arka plandaki sesler bulanıklaşırken, içimdeki acı ve öfkeyi daha da derinleştirir bir sessizliğe gömüldü. Bu gece o kadar yalnızdı ki, bu yalnızlık içinde boğulmaya başlamıştı. Gözüne dolan yaşlar yüzünü işl atmaya devam ettiğinde ne yapacağını bilemedi. Derin bir nefes alıp yaşlarını sertçe sildi. Kendi içindeki karanlık tarafı uyanfırmak gerekiyordu. Ve işte o anda, o hisse kapıldı. Daha acımasız olacaktı. Mekanın önünde nöbet tutan adamı farketti. İçindeki o karanlık ona doğru adım attırırken gülümsedi. Ama bu gülümseme hiç te nazik değildi. Adam Eylül'ün yaklaşan adımlarını farkettiğinde hemen ona döndü. Eylül bir adım dahi atmadan karşısına geçti. Hızla yakasından yakalayıp kendisine doğru çekti. Adamın gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Kızın bakışlarındaki canilik adamı irkiltti. "Abbas nerede?!" "O-ortakların birini otele yerleştirmeye gitmişti hanımefendi." Dişlerinin arasından tısladı. "Yalan söylüyorsun!" "G-gerçekten." Sesi yükseldi. "Gebertirim seni. Şehirdeki en lüks otelde kalıyoruz. Orada yok. Biliyorum." "E-eylül hanım. B-babanızın emri. Kusura bakmayın söyleyemem." İyice yakasını çekti. Öyle ki gömleğin yakası dökülmeye başladı. Aralarında bir nefeslik fark vardı. İtici tısladı. "Bana bak... Kim olduğumun farkına var. Ben acımasız Demir'in kızıyım. Emin ol yapacaklarım ondan aşağı kalmaz. Fazlası olur." Kızın elindeki güç o kadar baskındı ki, adam ne kadar geri çekilirse çekilsin fark etmiyordu. "Eylül hanım neden bahsettiğiniz hiç bilmiyorum. Söyledim. Gerisi hakkında bilgim yok." "Senin gibiler... Babamın adamları... Hep suskun, hep korkak. Ne olacak? Bunu mu seçeceksiniz?" diyerek adamı yerle bir etti. Kollarını serçe hareket ettirip adamı boğazına kadar sıkıştırdı. "Söyle!" diye bağırdı. "Abbas nerede? Şeyma nerede?" Adam hala Eylül'ün ne kadar tehlikeli olduğunu anlamamış gibiydi. Ceketinin cebinden küçük çakısını çıkartıp farketmediği anda yüzüne derin bir çizik attı. "Aaaağğğ" Sesi duyulmasın diye çenesini öyle bir hışımla sıktı ki dişleri eline dökülebilirdi. Yandaki binanın boş karanlık kısmına sürükledi. Kısık sesle devam etti. "Beni biliyorsunuz, emin ol seni öldürmekte hiç zorlanmam. Çabuk konuş." Adam titredi ve bu kez tam anlamıyla teslim oldu. Akan yüzündeki kanlar eline dökülüyordu. Cebinden konumu gösteren telefonu ona uzattı. "Abbas... Abbas. Burada. Şeyma da burada. Ama lütfen devam etmeyin." Eylül'ün gözleri donmuştu. Gerçekten şimdi çok geç olmuştu. Bir an bile duraksamadan nehrin derinliklerine dalar gibi oraya gidecekti. Damlayan kanı tiksintiyle sildi adamın üzerine. Adam derin derin nefes veriyordu. Parlak siyah modaya uygun çantaaından jeepenin anahtarını çıkarıp yola çıktı. ******" Hüseyin, Demir’in arkasında bıraktığı sessizliği yumruk sıkışları ve öfkeyle delen nefesleriyle doldurdu. Kalbindeki ritim hızlanmış, zihnindeki düşünceler birbirine girmişti. Elini alnına koyup derin bir nefes almaya çalıştı, ama fayda etmedi. Önündeki masanın üzerinde duran ağır, süslü şamdanı kavradığı gibi duvara fırlattı. Metalin taşla buluşma sesi odanın uğultusuna karıştı.
"Babammış... Deliriyorum. Sakin kal oğlum. Şeyma... Şeyma’ya bir şey olmayacak. Bizimkiler çoktan harekete geçmiştir. Kendine hakim ol. Kendine hakim ol!"
Ama zihni durulmuyordu. İçindeki öfke, etrafındaki her şeyin üzerine keskin bir sis gibi çökmüştü. Elini masanın kenarına dayadı, nefesleri düzensizdi. Kendi kendine mırıldandı: "Ona iyilik yaptım. Beni okutmaya çalıştı, değil mi? Hah! İyilik maskesi altında başka ne saklıydı acaba? Bir borç mu? Bir kölelik mi? Şeyma... Eğer ona bir şey olursa..."
Kapının açılmasıyla irkildi. Demir geri dönmüştü. Yüzündeki ifade bu kez biraz daha memnundu; belki de Hüseyin’in kontrolünü kaybettiğini fark etmişti. Kapıyı arkasından kapatıp ağır adımlarla odaya ilerledi. Bakışları, masadan yere devrilen şamdana kısa bir an kaydı ve ardından Hüseyin’e döndü.
“Sinirlerine hakim olmalısın, doktor,” dedi sakin ama alaycı bir tonda. “Her zaman soğukkanlısındır sen. Yoksa, öğrencilik günlerinde ben seni yanlış mı tanıdım?”
Hüseyin, gözlerini Demir’e dikti. Sesindeki öfkeyi gizlemeye çalışmadı. "Ne istiyorsun, Demir? Şeyma’yı bırak. Aramızdaki mesele seninle benimle ilgili."
Demir hafif bir kahkaha attı, elini cebine atarak bir sigara çıkardı ama yakmadı, sadece parmaklarının arasında çevirdi. “Şeyma... Şeyma sadece bir araç, Hüseyin. Senin damarlarında dolaşan kanı harekete geçiren bir tetik. Ama konumuz o değil.” Bir adım daha yaklaştı ve yüzündeki hafif tebessüm yerini sinsi bir ifadeye bıraktı. “Üzgünüm oğlum, hiç sevemediğim müstakbel gelinim babana çok fazla sıkıntı çıkarıyor.”
Hüseyin’in dişleri öfkeyle gıcırdadı. Bir adım ileri atıldı, sesi sert ve keskin çıktı. "Bana oğlum deyip durma!"
Demir, bu çıkışın tadını çıkarır gibi geri çekildi, sigarayı masaya bırakarak arkasına yaslandı. “Ne istersen de, Hüseyin. Ama sonuç değişmeyecek. Seni burada tutan şey, benim elimde. Şeyma sadece başlangıç. Ve sen de bunu gayet iyi biliyorsun.”
Hüseyin yumruklarını sıktı. "Benden ne istiyorsun?" dedi dişlerinin arasından.
Demir, ellerini kavuşturdu ve bir süre Hüseyin’in öfkeyle dolmuş yüzüne baktı. “Senin doktorluğun, Hüseyin. O ellerinde hem maharet hem de sorumluluk var. Bunu düşünmek hoşuma gidiyor, çünkü tam da istediğim şey bu. Titan’daki bazı meseleler için bir tıbbi danışman gerekebilir. Sen bu iş için biçilmiş kaftansın. Hayatı kurtarmak senin işin değil mi? Bu sefer, belki daha farklı bir şekilde kurtaracaksın."
Hüseyin kaşlarını çattı, bakışlarını Demir’den ayırmadan sordu: "Ne demek istiyorsun? Açık konuş."
Demir, kollarını yanlarına bırakarak sandalyesinde doğruldu. “Sana bir seçenek sunuyorum. Ya Şeyma sağ salim buradan çıkar, ya da senin doktorluk yeteneklerini başka bir şekilde kullanırım. Karar senin. Devletin içindeki çürük bağları çözmek için de senden faydalanabilirim, ama bunlar... zamana bağlı şeyler.”
Hüseyin, sandalyeden kalkıp masaya iki elini dayadı. "Beni tehdit mi ediyorsun? Şeyma’nın hayatını bir koz olarak mı kullanıyorsun? Bunun bana ne yaptığını biliyor musun?"
Demir hafifçe başını eğerek tebessüm etti. “Hayır, tehdit etmiyorum, oğlum. Sana bir fırsat sunuyorum. İkimiz için kazançlı bir iş birliği. Şeyma’nın hayatını kurtarmak senin elinde. Tek yapman gereken, bu küçük oyunda benimle hareket etmek.”
Hüseyin, öfkesini bastırmaya çalışırken masadan uzaklaştı. Kalbinde yükselen çaresizlik ve öfke, zihnindeki her düşünceyi sis gibi kaplamıştı. İçindeki iki ses, onu farklı yönlere çekmeye devam ediyordu: “Şeyma’ya bir şey olursa... Hayır, sakin kalmalıyım. Ona yardım etmeliyim.”
Demir, Hüseyin’in bu içsel çatışmasını izliyor gibiydi. Ayağa kalktı, birkaç adım Hüseyin’e yaklaştı. "Hadi, doktor. Cevabını bekliyorum. Şeyma’nın hayatı senin kararına bağlı."
Hüseyin derin bir nefes aldı, elleri yumruk halinde titriyordu. Demir’in sözleri zihninde yankılanıyor, öfkesini bastırmaya çalıştıkça içine daha fazla doluyordu. Gözlerini kapatıp bir an durdu, düşüncelerini toparlamaya çalıştı. Ardından, sert bir adımla Demir’in karşısına geçti.
“Zaman ver,” dedi dişlerinin arasından. “Bunu düşünmem gerek.”
Demir kaşlarını kaldırdı, alaycı bir gülümseme dudaklarında belirdi. “Zaman mı? Sadece düşünmek için mi? Ah, Hüseyin... Ama iyi. Bir doktor olarak her şeyi dikkatle tartmak istersin, değil mi? Sana bu lüksü tanıyacağım. Ama unutma, zaman hep bizim lehimize çalışmaz. Hele ki... sevdiğin birinin hayatı söz konusuysa.”
Hüseyin’in gözleri öfkeyle parladı, ama bir şey söylemedi. Sadece bir adım geri çekildi, yumruklarını gevşeterek derin bir nefes aldı. “Cevabımı alacaksın. Ama önce bana zaman ver.”
Demir, yavaşça başını salladı. “Pekala, Hüseyin. Ama o cevabı almak için fazla beklemem. Şeyma’nın kaderi o zaman diliminde şekillenecek. Ve bunu sakın unutma.”
Demir, odadan ağır adımlarla çıkarken arkasında boğucu bir sessizlik bıraktı. Hüseyin, bir kez daha yalnız kaldığında masaya dayanarak başını ellerinin arasına aldı. Düşüncelerinin ağırlığı altında eziliyordu.
“Bunun bir çıkışı olmalı. Şeyma’yı kurtarmanın bir yolu olmalı... Ama bu adamla aynı yolda yürümek mi? Hayır... Hayır, buna izin vermem.”
Hüseyin, içinde yükselen karmaşık duygularla, bir sonraki adımını düşünmeye çalışarak derin bir nefes daha aldı. Derken Demir'in sesini farketti yine. "Gidebilirsin oğlum. Bu saatte böyle şekilde seni rahatsız ettiğim için gerçekten üzgünüm. Ama bunu yapmama mecbur bıraktın. Madem düşünmek istiyorsun. Tabi ki. Kıza gelince..." O sırada kapı dehşetle açıldı. İçeriye yüzü sargı ile sarılmış bir adam girdi. Hüseyin o an ne olduğunu kavrama ya çalışırken yüzüne sinsi bir gülümseme geldi. Ne olduğunu bilmiyordu ama her ne olduysa Demir'in başına sıkıntı çıkaracak bir şey olmuştu. Gözlerini kısarak ikisine baktı. Demir ilk başta şaşkın sonra dehşetle kükredi. "Ne bu halin?" Adam; "Efendim" deyip kulağına eğilip bir şeyler fısıldamaya başladı. O an adamın yüzü sirke küpüne döndü. Bakışları oğluna denk geldi. Kendini topladı hemen ve adamlarını çağırdı. "Hüseyin'i dediğim yere bırakın." Tabi bu sözü laftan ibaretti. Ardından gülümsedi ona karşı. Hüseyin bu gülümseme de bile tiksinmişti. İçinden "ruh hastası" diye geçirmeden edemedi. Salak mı, psikopat mı, dahi mi bilemedi. Hiç bir kefeye sığmıyordu bu adam. "Oğlum. Birazdan sevgiline kavuşacaksın. Hüseyin ezici bakışlarıyla onu orada bırakarak çıktı. Hemen ekiptekilere ulaştı. Demir oğlunun çıkışının ardından haberi getiren adama okkalı bir tokat geçirdikten sonra Abbas'ı arayıp kızı bırakmaları için talimat verdi. Planı bu şekilde saçma olmayacaktı. Son zamanlarda yaptığı her şeyi mahveden bu sığır sürüsünden artık çok sıkılmıştı. Yoksa yaşlılığın getirdiği bunaklık yüzünden miydi? Hayır kabul etmiyordu bunu. "Ahğğ Eylül ahğğ!"
------------
Eylül, zihnindeki karmaşayı bastırmaya çalışırken Porsche'sinin direksiyonuna sımsıkı tutunuyordu. Gerginlik, her vites değişiminde ellerine yansıyordu. Depoya doğru ilerlerken ani bir fren yapmak zorunda kaldı. Yolun ortasında duran araba yolunu tamamen kapatmıştı. Dikiz aynasından yaklaşan Mustafa’nın kararlı adımlarını gördüğünde kaşlarını çattı.
“Ne yapıyorsun sen?” diye sordu, arabasından inip karşısına dikilen Mustafa’nın öfkeli bakışlarına karşılık vererek.
“Bunu ben mi soruyorum, sen mi?” dedi Mustafa, sesi karanlık ve tehditkârdı. “Şeyma nerede? Hüseyin’in sesi hâlâ kulaklarımda yankılanıyor. Bir şey mi saklıyorsunuz ?”
Eylül, derin bir nefes aldı. Sert ama sakin bir tonla konuştu. “Hüseyin yardım istedi. Ben de gerekeni yapıyorum. Şeyma’ya ulaşmaya çalışıyoruz.”
Mustafa daha da yaklaştı, kelimeleri adeta dişlerinin arasından dökülüyordu. "Açık konuş, Eylül hanım! Tek başına gitmek ne demek? Bu iş sandığın kadar basit mi? Ne tuhaf?”
Eylül, kolunu onun elinden kurtararak geri çekildi. “Senin bu paranoyan işleri daha da karmaşık hale getiriyor. Tek istediğim Şeyma’yı sağ salim kurtarmak. Beni durdurmakla uğraşacağına geldiğin yoldan devam et. Karakolda bekle. Seni haberdar edicem.”
Mustafa hâlâ tatmin olmamıştı. “Kendi başına hareket edemezsin. Geliyorum, bu kadar basit.”
Eylül alaycı bir tebessümle arabasına yöneldi. “Kal ve izlemeye devam et, kahraman. İşimi nasıl yaptığımı öğrenirsin.” Mustafa, dişlerini sıkarak bir süre arabanın ardından bakakaldı, ardından arabayı olan için takip etmeye başladı, kulaklığına fısıldadı: “Plan başladı. Eylül’ü takip ediyorum. Ne durumdasınız?” "Varmak üzereyiz" dedi Kerem. "Ben geldim kardeşler. Dediğiniz noktadayım. Gözetliyorum. K... komutanım?" dedi Yusuf. "Ne oldu?" dedi Fırat. "K... kanlar içinde" dedi Yusuf. "Kahretsin. Çabuk Kerem çabuk!" dedi Fırat. "Lan ben dalıyorum! İki dakikaya almaz buradan kafalarına sıkmam. Öldürecekler kadını orada." Fırat sakin ama kararlı şekilde karar verdi. "Hayır planı riske atamayız" dedi Fırat. "Dur oğlum sakin ol." "Komutanım haklı. Polis ve Eylül birazdan orada olacak. İzini kaybetmiş gibi yaptım. Gözetlemeye devam edin. Bana rapor verin" dedi Mustafa. ---
Şeyma, odanın karanlık bir köşesinde oturuyordu. Her kası yorgunlukla titriyor, zihni ise neler yaşandığını toparlamaya çalışıyordu. Gözleri karşısındaki adamlara odaklanmaya çalışırken, onların söyledikleri kelimeler bir uğultu gibi kulağına doluyordu. Kağıdı önüne ittiler; imzalaması için bastırıyorlardı. Ancak Şeyma, bir an bile pes etmemişti.
Kapının aniden açılmasıyla içerideki atmosfer değişti. Eylül içeri girdi, üzerindeki güven duygusunu adeta bir zırh gibi taşıyordu. Gözleri hızla Şeyma’yı buldu, ancak yüzündeki ifadesini kontrol altında tutmaya çalıştı. “Ne halt ettiğinizi sanıyorsunuz!!!.”
Adamlar bir süre sessizlik içinde onu süzdü. Abbas, soğuk bir gülümsemeyle Eylül’e yaklaştı. “Babandan farklısın,” dedi. “Ama onun gibi sonuç odaklı değilsin. Biz istediğimizi alacağız, sen ya iş birliği yaparsın ya da köşede beklerken olanları izlersin.”
Eylül, arkasında duran adamlara dönerek sert bir bakış attı. “Eğer burnunuzdan getirmemi istemiyorsanız defolun!"
Abbas’ın telefona uzanmasıyla odadaki gerilim doruğa ulaştı. Eylül, sabırla konuşmanın bitmesini bekledi. Abbas, telefonu kapattığında bir süre sessiz kaldı. Ardından gözlerini Eylül’e çevirdi. “Bugünlük işimiz burada bitti,” dedi, sesindeki gönülsüzlük belli oluyordu. Yanındaki adamlara döndü ve onlara gitmelerini işaret etti.
Eylül, derin bir nefes alarak Şeyma’ya yöneldi. Ellerini hızla çözmeye çalışırken, yavaşça ona seslendi. “Şeyma, beni duyuyor musun? Şimdi güvendesin.”
Şeyma, yarı açık gözleriyle Eylül’ün yüzüne baktı. Sesi zorla çıkıyordu. “Seni kurtarmaya geldim” cümlesini duyduktan sonra bilincini kaybetti.
Eylül, dışarıdan gelen polis sirenlerinin yankısını duyduğunda rahat bir nefes aldı. Polisler geldiğinde, onlarla İngilizce konuşarak durumu açıkladı. “Kaçırılan kişi yakın bir arkadaşım. Onun kurtarılması için buradaydım. Şüpheliler şimdiye kadar kaçmış olabilir, ancak biz doğru yoldaydık.” -------
Hastanenin soğuk beyaz ışıkları Eylül’ün üzerinde bir yük gibi hissediliyordu. Ellerini, adeta görünmez bir suçun izlerini silmek istercesine ovuştururken, acil servisteki doktorlarla hızlıca konuşmaya başladı.
“She’s in critical condition. Multiple traumas. Please what's status?” dedi, sesi titrek ama kararlıydı. Karşısındaki doktor, kağıtlara bir şeyler yazdı ve ona sakin olmasını işaret etti.
“We’ll do our best. Take a seat and wait here,” dedi doktor. Ancak oturmak, beklemek Eylül için bir işkenceydi. Gözlerini Şeyma’nın götürüldüğü koridorun derinliklerine dikti.
Tam o sırada kapının hızla açılmasıyla Mustafa ve Hüseyin içeri girdi. Hüseyin’in gözleri endişeyle doluydu, nefes nefese kalmıştı. “Şeyma nerede?” diye bağırdı, Eylül’ün karşısına dikilerek. “Nasıl!? Nerede? Şeyma nerede?”
Eylül, Hüseyin’in yüzündeki paniği görünce daha önce hissetmediği bir suçluluk hissetti. Kendisini kontrol etmeye çalışarak derin bir nefes aldı. “O iyi olacak. Doktorlar ellerinden geleni yapıyor,” dedi, sesi daha yumuşaktı.
Hüseyin gözyaşlarını tutamıyordu. “Lütfen… bana gerçeği söyle. O benim... o benim hayatım. Yetişebildin mi?” "Sen nereden....?"
Eylül, gözlerini kaçırarak bir an duraksadı. Şimdiye kadar sert duruşunu korumaya çalışmıştı ama karşısındaki adamın içindeki acı, onun duvarlarını yıkmıştı. “Bilmiyorum. Ama emin ol, buraya getirdiğimde hala nefes alıyordu. Güvende artık, Hüseyin... abi.”
Bu sözler Hüseyin’in biraz olsun rahatlamasına yetmiş gibi görünse de, o an Eylül’ün yanından hızla uzaklaştı ve koridorun sonunda bir doktor gördüğünde üzerine yürüdü. “Hey! The gırl who just come in she's my fiancee. How iş she? ” diye sordu, sesi sert ve çaresizdi.
---
Hüseyin’in uzaklaşmasının ardından, Mustafa, Eylül’ün yanına yaklaştı. Resmi tamamlamalıydı. Sesi alçak ama sorgulayıcıydı. “Bunu kim yaptı, Eylül Hanım? Biliyorum, bir şey saklıyorsun.”
Eylül, gözlerini ona dikti. Bakışlarında ne korku ne de suçluluk vardı, yalnızca keskin bir zekanın izleri görünüyordu. “Bilmiyorum,” dedi kısa bir sessizlikten sonra, omuzlarını silkerken. Sonra da belli belirsiz şunlar çıktı. “Belki de bilmek istemiyorsun.”
Mustafa’nın yüzü ciddileşti. “Ne demek bu? Açık konuş.”
Eylül, hafif bir tebessümle, sanki bu oyunun bir parçası olmaktan keyif alıyormuş gibi konuştu. “Bu işler karmaşık. Kim, neden yaptı… bunları düşünmektense, odaklanmamız gereken şey Şeyma’nın hayatta kalması, değil mi?”
Mustafa’nın sabrı tükeniyordu ama daha fazla üstelemedi. Bilerek. “Bir gün, Eylül. Gerçekler er ya da geç ortaya çıkar,” dedi ve uzaklaştı.
---
Hastaneden kilometrelerce uzakta, bir kamyonetin arkasında Fırat ve ekip diğer üyelerle sessizce oturuyordu. Fırat, dürbünle hastaneyi incelerken Yusuf'un sesi duyuldu.
“Abi, biz de gidelim mi? Orada olmamız gerekmez mi?” diye sordu, sesi kaygılıydı.
Fırat bir süre düşündü. “Hayır. Şimdi oraya gitmek işleri daha da karmaşık hale getirir. Önce Eylül denen kızın çıkmasını bekleyelim. Onlar durumu toparlayana kadar bizim uzak durmamız daha mantıklı.”
“Ya ihtiyaçları olursa? İlk kez böyle uzaktan müdahale etmek durumda kaldık. Offf. Aklım çıktı. Çok zormuş bu mit işi” dedi Kerem, ısrarla.
Fırat, hafifçe iç çekti. “ Yapacak bir şey yok oğlum. Eğer gerçekten ihtiyaçları olursa, bizi çağırırlar. Ama şu an hepimizin bir anda hastaneye gitmesi şüphe çeker. Anladın mı?”
Diğerleri sessizce başını sallarken, Fırat hepsine teselli edercesine bakyçtı. Gerginlik hâlâ havadaydı, ancak herkes Fırat’ın mantıklı kararına güvenmeyi seçti. "Hadiii. Toplayın kendinizi. Şeyma iyi işte. Hadi binbaşına haber verelim."
---
|
0% |