@hayat_belirtisi34
|
Baba dediğim adam… Hani o elini uzatıp da beni karanlıkta tutan… Hani, bana her şeyin sonrasında iyi olacağını söylerken sesindeki güveni hissettiğim adam. O adam… Şimdi ne oldu da bu kadar korkuyorum ondan? Hani zamanla bütün kimliğimi inşa etmiştim ona güvenerek? Gerçekten bildiğim bir baba mıydı o, yoksa ben sadece bir maskeyle yaşadım yıllarca? Ne oluyor, nasıl oldu da her şey bu kadar yabancılaşmaya başladı.
Baba... Baba dediğim adam... Hani şu kolları arasında büyüdüğüm, tüm düşlerimi ona güvenerek inşa ettiğim adam. Şimdi, bu adamın yerine başka birini koymaya çalışıyorum. Ama o adam, şimdi başka bir adı taşıyor. Demir… O kelime, kulağımda yankılanıyor, ama her defasında daha çok bulanıklaşıyor. Baba dediğim adam, bana hangi hayatı yaşatmak istedi? Gerçekten beni sevdi mi, yoksa bir oyun muydu tüm bunlar?
Beni büyüten, bana her şeyi öğreten, Cahit... O, yıllar boyunca bana çocukken, gençken, ergenken güven verdi. Bana evlat dedi, bana sıcak bir yuva sundu. Ama şimdi, Cahit’in yanına baktığımda her şey bulanıklaşıyor. Yavaşça kayboluyor, sanki ben de kayboluyorum. Şimdi, birisi daha var hayatımda. Demir, başka bir varlık, başka bir adam. Ama bir baba olabilecek kadar yakın mı? Yoksa gerçekten, gerçekten de bir baba mıydı?
O kadar karışık ki içim. Kalbimdeki yerini sorgularken, şu an hissettiğim tek şey bir boşluk... Bir çukur ki, her şeyini içine çekiyor. Baba dediğim adamın kim olduğunu bir türlü çözemedim. Cahit’in yerini, Demir mi aldı? Ya da içimde hiç var mıydı gerçekten? Her an değişen bir rüzgar gibi, biri gidiyor, biri geliyor, ama sonunda hep bir eksiklik. Kafamın içinde dönüp duran bir labirent, ve bu labirentin içinde bir tek doğru yol yok.
Şeyma... Şeyma... O... Şeyma’nın her bakışında, her adımında, her kelimesinde bir kayboluş hissediyorum. Beni savunacak olan kim, Şeyma mı? Yoksa bu dünyada bir tek ben mi savaşıyorum? Gözlerindeki o derinliği ilk gördüğümde, hayatımda hiç bu kadar karanlık hissetmemiştim. O kadar netti ki, kim olduğumuzu anladım. O kadar netti ki, her şeyin ne kadar kırılgan olduğunu fark ettim. Onu kaybetmek... En büyük korkum... Ama Şeyma'nın hayatında da bir kayıp var mı? Yoksa sadece ben mi kayboluyorum?
Şeyma’nın yanında, her şey biraz daha kolay gibi. Çünkü onda bulduğum şey, belki de sadece bir hayatta kalma savaşı değil, bir inanç. Bir güven. Ama işte tam burada, içimdeki şüpheler canlanıyor. Şeyma beni neden alır? Neden benden bir şeyler bekler? Gerçekten o kişi olmak zorunda mıyım? Şimdi, her şeyin başındayken, o kadar çok soru var ki içimde… Kendime bile verebileceğim yanıtlar yetersiz.
Ama şimdi, Demir... O... Baba mı? Yoksa, sadece kendi isteklerini gerçekleştirmek için bir araç mıydım? O adam ki, her anıma dahil oluyordu, her adımımı takip ediyordu. Yavaşça, bir bakıma beni yükseltmeye çalıştı. Ama ne uğruna? Şimdi, ona dönüp bakarken, Baba dediğim adamın yeri, kimliği ve amacı bir bütün olmaktan çıktı. İki arada, bir derede kaldım. Şeyma’nın da hissettiği gibi, içimdeki boşluk biraz daha büyüyor. O kaybolmuş hüzün, her şeyin önüne geçiyor.
“Babammış…” Bu kelime beynimin duvarlarında yankılanıyordu. İçi boş bir kovaya düşen damlanın çıkardığı ses gibi; tekrar tekrar, rahatsız edici şekilde yankılandı. Babam... O adam mı? O adam bana baba dediğinde içimde bir şeyler koptu. Haluk Bey’in, hayır, Haluk babamın, “Kendine ve kızıma dikkat et,” dediği o günkü sesi kulaklarımda çınladı.
Haluk Bey… Şeyma’yı bana emanet ederken o sert bakışlarının ardında hissettiğim kaygıyı hatırlıyorum. “Senin eline teslim ediyorum onu,” demişti. Ama şimdi, ben mi? Kendimi mi koruyacağım, Şeyma’yı mı? Demir Şahin, yıllardır adım adım beni tuzağına çekmiş, gölgelerden bir kukla ustası gibi iplerimi çekmiş. Baba dediğim adama ihanetten mi korkayım, müstakbel eşimi koruyamamaktan mı?
“Haluk Bey olsaydı şimdi, yüzüme bakıp ne derdi acaba?” diye düşündüm. Kızını koruyamayan adam diye küçümser miydi beni? Yoksa sırtımı sıvazlar, “Hata yapmadığını bil, oğlum,” diyerek içimi rahatlatır mıydı?
Demir’in sesi zihnime geri döndü. “Hiç sevemediğim müstakbel gelinim...” dediği o cümle kanımı dondurmuştu. Şeyma’ya böyle bakan birinin, öz babam bile olsa, gözlerine bakmak istemiyordum. Nasıl olur da bu kadar soğukkanlı, bu kadar acımasız olabilirdi? Bu adamın damarlarında aynı kan mı akıyor benimle? Babammış!
Bir sandalyeye oturdum, başımı ellerimin arasına aldım. Kendi sesimi duymamak için ellerimi iyice bastırdım şakaklarıma. “Sakin kal, Hüseyin. Haluk Baba bu durumda ne yapardı?” Soru beynimde yankılandı. Ama cevabını bulamıyordum.
Bir yandan Demir’in söyledikleri, diğer yandan Haluk’un yıllarca bana empoze ettiği dürüstlük, cesaret ve sadakat. O’nun kızı olan Şeyma’ya borcum. “Kimin oğlu olduğun ya da nereden geldiğin fark etmez,” derdi Haluk Baba. “Nereye gidersen git, her zaman seni sen yapan kişi; işte o senin yakınındır. İster Baba, ister anne, arkadaş, sevgili,eş... Fark etmez. ”
Gözlerimi kapattım. İçimde bir fırtına vardı. Bir babanın sorumluluğu mu, yoksa bir adamın verdiği söz mü daha ağır basmalıydı? Ama ikisini de yerine getiremezsem… İşte asıl o zaman biterim. Şeyma’ya ne olurdu?
Başımı kaldırdım, bir aynaya baktım. Karşımda yorgun, çaresiz bir adam duruyordu. Babasının oğlu değil, Haluk’un emaneti olan bir adam. Ayağa kalktım. Sözümden dönmeyeceğim. Şeyma benim her şeyim, ve onu koruyamıyorsam, bu yüzüme nasıl bakarım? “Kimin oğlu olduğun önemli değil,” dedim kendi kendime. “Önemli olan, kimin kocası olacağın.”
Zihnim, bir çöküş gibi kararmıştı. Ne zaman uyandım, ne zaman kayboldum, hiçbirini anlayamadım. Her şey bulanık, her şey karışıktı. Bir an kendimi kaybettim, sonra… Omzumda bir el. Sanki bütün dünyam bir anlığına durdu. O el, yavaşça beni geri çekti. Derin bir nefes aldım, gözlerimi zorlayarak açtım. Mustafa’yı gördüm.
Sadece Mustafa. O anda, içimdeki kaos bir nebze sakinleşti. Gözleriyle bana bakarken, hiç tereddüt etmeden ellerini kollarıma doladı. “İyi olacaksın, merak etme, ciddi bir şey yok,” dedi. Sesi, her zamanki gibi güven vericiydi ama, o an bu güveni alıp gerçekten hissetmek, bende bir değişim yarattı. “Sadece bir gün kalacak,” diye ekledi. O birkaç kelime, beni tekrar hayata bağlayan bir ip gibi oldu.
Kollarında, o sıcaklıkta kaybolmuşken, bir yandan Şeyma’yı düşündüm. Onu koruyamadım. Kafamda dönüp duran sorulardan, belki de en büyüğü buydu. Ama işte, burada, Mustafa vardı. Dostum.
Hemşire odadan çıkarak, kapıyı nazikçe açtı. Ellerindeki dosyayı dikkatle tutarak, sakin bir şekilde İngilizce konuştu:
"Who is the patient's relative? She has woken up. You may see her now. Who will be her caretaker?"
O an, ben ve Mustafa ikimiz de birden ayağa kalktık. Ben, birkaç saniye önce yaşadığım karmaşayı tamamen unutmuş gibiydim. Derin bir nefes alarak, sanki hiç az önce debelenmemişim gibi, kendimi toparladım ve İngilizce olarak cevap verdim:
"Ah. She’s my fiancée. Thank you, nurse. I’ll be her caretaker."
Mustafa’ya bakarak, hafifçe gülümsedim. Karşılık verdi.
"Git sen.Bende otelden bir kaç eşyasını getireyim. Gerçi Ege'ye sormam gerekecek. "
Mustafa başını sallayarak odadan çıkarken, ben içeri adım attım, Şeyma’ya doğru ilerledim.
Kapı hafifçe kapanırken, odadaki sessizlik beni içine çekiyor. Başım önde, adımlarım ağır ama sabırlı. O an ne kadar istemiştim buraya girmeyi, ne kadar… ama yine de kalbimde bir soğuk var. Şeyma’yı görmek, her şeyin normal olduğu bir dünyaya dönüş gibi ama kalbim, kalbim bir türlü rahatlamıyor.
Kapıyı kapatıp gözlerimi ona yöneltirken, başım kalkıyor. Yatakta doğrulmuş, o tanıdık gülümsemesiyle bana bakıyor. Serum bağlı, elleri bir miktar titriyor. Ama o gülümseme, o gülümseme her şeyin üzerine bir örtü gibi yayılıyor, hafif ama güçlü. Kollarını bana doğru açıyor, beni içine çekmek istiyor gibi. Bütün vücudum birden ağırlıksızlaşıyor, adımlarım yavaşlıyor, dünyadaki her şeyin sesi siliniyor. Sadece ona doğru, bir adım daha.
Sonunda, her şeyin dengesi bozuluyor. Sarılıyorum ona, hiç düşünmeden, sadece içinde kaybolarak. Kokusu burnuma doluyor, içimi alıyor. O kadar derin bir nefes alıyorum ki, her şeyin kaybolmasını istiyorum. Sadece o kokuyu, o duyguyu hissedebilmek için. O kadar sıkı sarılıyorum ki, sanki bir şey kaybolmuş, geriye kalanı toparlıyorum.
Ve onun sesi… "Şşş sakin. İyiyim." Ama ben, ben sakinleşmiyorum. Hıçkırıklarım, içimdeki boğazıma dolan sözcükleri zorluyor. "Özür dilerim. Koruyamadım seni, koruyamadım. Verdiğim sözü tutamadım. Geberdim. Ben öldüm."
Her sözcük boğazımda düğümleniyor. Kendimi her zamankinden daha kırık hissediyorum. Kollarımda bir eksiklik var, bir eksiklik ki ne kadar sarılsam da o boşluğu dolduramıyorum. Ama o, o sarıldığında, hiç bir şey sormadan başını öpüyor. Saçlarımı okşuyor, elleri her zaman olduğu gibi şefkatle sırtımda dolaşıyor. O an susuyoruz, her şey bir anda kayboluyor. Benim kelimelerim, onun sakinliği arasında kayboluyor.
Ve ben, o anın içinde kalakalıyorum.
Dünyam bulanıklaşıyor, gözleri, içinde kaybolan deniz gibi, bir an hiç durmadan dalgalanıyor. Şeyma’nın elleri yüzümü tutarken, sanki tüm varlığımın yükü bu küçük ellerde toplanmış gibi hissediyorum. O an her şey yavaşlıyor. Kalbim, uğuldayan bir denizin dibine gömülmüş gibi; her çırpınışı, beni biraz daha derine çekiyor. Onun elleri, bana hayatın en derin huzurunu verirken, bir yandan da içimdeki fırtınayı başlatıyor.
"Bak bana," diyor Şeyma, sesi, bana her zaman verdiği güveni taşırken, aynı zamanda içinde bir korku barındırıyor. O korku, yüreğime kadar iniyor, korkuyorum, içimdeki bu boşluk beni yutacak gibi. "Huzurumun tek kaynağı. Sakin ol. Senin suçun değil. Çok şükür ki iyisin. Ödüm koptu bir şey olacak diye."
Gözlerimi kapatıyorum, ve bir anda kendimi ona sarılırken buluyorum. Ne kadar korktuğumu, ne kadar kaybolmuş olduğumu fark etmiyorum bile. O kadar kırgınım ki, gözyaşlarım vücudumu yakıyor, ama yine de onun göğsünde bir rahatlama buluyorum. Yavaşça, hıçkırıklarım dinmeden, göğsünde boğuluyorum. Şeyma, bana birkaç dakika izin veriyor. Her şeyin zamanla geçebileceğini söylüyor, ama ben geçmekten korkuyorum. Geçmemeli her şey. Kırılmalıyım belki, belki de içimdeki bu acı kaybolmalı, ama o zaman Şeyma’yı kaybedeceğim diye düşünüyorum.
Sonra Şeyma, yüzümü elleriyle nazikçe tekrar tutuyor. Parmakları, yaşlarımı siliyor, ama bu sanki yaşlarımı değil, içimdeki o karanlık boşluğu silermiş gibi. Şeyma, bana bakarken, sesindeki her kelime, gözlerimin derinliklerine işliyor. O kadar yavaş ve zarif ki, sanki zaman sadece bizim için varmış gibi. "Huzurumun tek kaynağı. Bakışlarında hayatımı sığdırdığım ruh eşim. Başka bir şey olmuş. Ne oldu? Darmadumansın."
Şeyma'nın kelimeleri, bir çiçeğin petal gibi nazik, ama aynı zamanda kuvvetli bir şekilde ruhuma dokunuyor. "Huzurumun tek kaynağı…" Gözlerimdeki bu boşluğu anlamaya çalışırken, her şeyin ne kadar kırılgan olduğunu fark ediyorum. O, tüm hayatımın kaynağı, belki de hayatımın anlamı. Ama ben, ona kaybolmuş bir ruh gibi sarılıyorum, çünkü içimde bir şeyler parçalanıyor.
Bunu ona söylemek zor, ama bu acı dayanılmaz. Ellerimi, onun ellerinden alıyorum ve onları sıkıca tutuyorum. Gözlerimdeki korku, bir çocukken kaybolduğum bir yerden kalma. "Sana çok korktum," diyorum, sesim titriyor. "Kaybedeceğimi düşündüm... Kaç kez düşündüm... Ama..." O an her şey boğuluyor. İçimdeki acı, her sözcüğün önüne geçiyor.
Şeyma, her zamanki gibi sabırlı, sakin, ama yüzünde bir soruyla, o korkuyu anlamaya çalışıyor. O soruyu her zaman olduğu gibi yine soruyor. Ama bu kez daha derinden, daha kararlı bir şekilde: "Ne oldu Hüseyin? Söyle bana. Gerçekten ne oldu?"
Ve ben, o an, tüm yükü dile getiriyorum. Sözcükler, yavaşça, ama hiç geri çekilmeden dudaklarımdan dökülüyor:
"Demir... babammış."
O an, her şey sanki bozuluyor. Gözlerim, bir ceset kadar soğuk ve boş. Şeyma, sesimden ne kadar öldüğümü, içimdeki her şeyin yıkıldığını hissediyor. Ama o, bu boşluğu anlayabiliyor, çünkü o da kırılıyor. Ama ben, kaybolmuş bir yıldız gibi, karanlıkta yolunu bulmaya çalışırken, hala o huzurdan biraz daha alabilmeyi umut ediyorum. ***** Hüseyin’in sessizliği odanın içinde yankılanan görünmez bir çığlık gibiydi. O susuyordu, ama ben onun içindeki fırtınayı iliklerime kadar hissediyordum. Gözlerim, başını önüne eğmiş halini izlerken bir adım atmak istedim, ama onun kendi karanlığında kaybolmasına da izin vermek istemiyordum.
Sonunda, boğuk ve çatallı bir sesle konuştu: “Şeyma, bana söz ver.”
Kalbim sıkıştı. Bu cümleyi duymak bile, üzerime binlerce ton ağırlığında bir yük bıraktı. Gözlerim yaşlarla dolmuş, onun devamını bekliyordum. Sanki nefes almayı unutmuştum.
“Gel,” dedi, sesi derin bir yaradan çıkıyormuş gibiydi. “Görevden istifa edelim. Bak... evlenmek üzereyiz. Şurada bir hafta kaldı. Başka bir yerde, başka bir şehirde evimizi kurarız.”
Sözleri bana ulaşırken, odanın soğuk havası bir anda daha da ağırlaştı. Bir şey söylemek istedim, ama kelimelerim yoktu. Onun gözlerine baktım, ama benim sessizliğim, onun yarasını daha da derinleştiriyordu.
Hüseyin başını eğdi, elleriyle gözyaşlarını sertçe sildi. Gözleri, o güçlü adamın gözleri değildi artık. Yavaşça yerinden kalktı. Gidişini izlerken, onun bu kırılmış halinin beni nasıl parçaladığını fark ettim. Yanımdan ayrılmak için adım attığında, kendimi tutamadım. Kolunu yakaladım.
“Hüseyin...” dedim, ama sesim bir fısıltıdan öteye geçmedi. Beni durdurmadan baktı, ama ben onu kendime doğru çektim. Başını omzuma yasladım. Sessizlik, bizim en büyük sığınağımız olmuştu. Yanıma doğru çektim, birlikte yere oturduk. Ellerim onun sırtında, onun kırılmış ruhunu toplamaya çalışıyordu.
“Ben yanındayım, Hüseyin,” dedim yavaşça, ellerim titrerken. Başını omzumda hissettim, nefesi düzensizdi. Elimi kalbine koydum, onun da hissedebileceği kadar derinden bir sözle devam ettim: “Her zaman da burada olacağım. Nasıl, nerede, ne durumda olursan ol. Seni yalnız bırakmam.”
Hüseyin başını kaldırdı. Gözlerinde acı, öfke ve hüzün vardı. “Sen benim tek gerçeğimsin,” dedi titreyen bir sesle. “Tutunduğum bir tek sen kalsın. Kaybedemem, olmaz. Buna izin vermem.”
Sözleri birden histerik bir öfkeye döndü. Nefesi sıklaşmış, elleri titriyordu. Kendini kaybettiğini anlamam uzun sürmedi. Ellerim saçlarının arasına gitti, başını ellerimin arasında tuttum. Gece çoktan bitmişti; ufuktan yükselen güneşin sarı tonları, Hüseyin’in yorgun yüzünü daha da belirginleştiriyordu.
“Şşş...” dedim, onu sakinleştirmeye çalışarak. “Şu an hiçbir şey açıklamak zorunda değilsin. Şşşş.”
Onun yanında, onunla birlikte bu yükü taşıyacaktım. Geceden kalan karanlık, yavaşça yerini gün ışığına bırakıyordu. Ve ben, bu savaşta Hüseyin’le aynı cephede olmaya ant içmiştim.
Hüseyin’in göz kapaklarının sonunda ağırlaşarak kapandığını izledim. Yüzü hâlâ yorgun ve kederliydi, ama nefesi sakinleşmişti. Ellerimle üzerindeki battaniyeyi düzelttim. Bir süre, uykuya dalmış yüzüne bakarken, içimde ona dair derin bir koruma hissi yükseldi. Ne kadar güçlü görünse de o an, dünyanın bütün yükleri sırtına binmiş gibiydi.
Yavaşça yanağına eğildim, bir buse kondurdum. Bu anda içimde bir yerlerde bir şey kırıldı. Hüseyin’in geçmişinin bana bu kadar büyük bir yükle geleceğini tahmin etmeliydim. Ama gerçek, bir bıçak gibi aniden saplanıyordu. Saklanan geçmiş, bir gün bizi bulup çok daha sert çarpacaktı. Bunu biliyordum, ama o an, onu yalnız bırakmak aklımın ucundan bile geçmedi.
Ayağa kalkmak üzere hafifçe doğrulduğum sırada, bileğimde bir sıcaklık hissettim. Hüseyin’in eli, zayıf ama kararlı bir şekilde bileğimi kavramıştı. Gözlerim bileğime, sonra ona kaydı. Gözlerini açmamıştı, ama bilincinde gibiydi. Yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi; hüzünlü ve sevinçli bir gülümseme. Hüseyin hâlâ buradaydı, hâlâ benimleydi.
Yatağın kenarına oturup tekrar başını okşamaya başladım. Saçları arasında ellerim gezinirken odanın sessizliği, bir anda açılan kapıyla bozuldu. Gözlerimi kapıya çevirdiğimde Mustafa, Eylül ve iki polisin içeri girdiğini gördüm. Ellerinde bir poşet taşıyan Mustafa, beni görünce durakladı, ardından odadaki herkes birkaç saniye sessizce manzarayı izledi.
En sonunda, polislerden biri ciddiyetle konuştu: “Hanımefendi, olayla ilgili sizi dinlememiz gerekiyor.”
Eylül’ün gözleri bir Hüseyin’e, bir bana kaydı ve ardından derin bir nefes verdi. Yüzünde rahatlamış bir ifade vardı. Mustafa ise elindeki poşeti bir kenara bıraktı ve kalkmaya çalıştığımda bana destek olmak için hemen yanıma geldi.
“Gerek yok, Mustafa. O kadar kötü değilim,” dedim hafif bir tebessümle.
“Olsun. Dikkat et.”
Ayağa kalkarken hafif bir acı inlemesi dudaklarımdan kaçtı. Mustafa’nın elini omzumdan çekip polislerden birine döndüm. “Odada konuşmak istemiyorum. Dışarıda konuşabiliriz,” dedim.
Polis beni dikkatlice süzdü ve ardından başını sallayarak kapıyı işaret etti. Hep birlikte odadan çıktık. Koridora geçtiğimizde, polis kimliğimi ve neden burada olduğumu sordu. Hızlıca cevap verdim, ama sorular bitmek bilmiyordu. Detaylara geçtiklerinde, olay yerindeki kameraların silindiğini, şahısların hiçbir iz bırakmadığını söylediler. Bana ise üzerimdeki GPS ve arabada bıraktığım telefondan ulaştıklarını anlattılar.
Her şeyi dikkatle dinledim ve Eylül’ün daha önce anlattıklarının aynısını tekrarladım. Polislerden biri, konuşmanın sonunda ne zaman ülkeden ayrılacağımızı sordu. Gidene kadar bizi koruma altında tutacaklarını belirttiler ve ardından ayrıldılar.
Eylül’e döndüm, omzuna hafifçe dokundum. “Teşekkür ederim,” dedim, gerçekten içten bir minnettarlıkla.
O, hafif mahcup bir gülümsemeyle cevap verdi. “İyisin değil mi?” diye sordu.
Başımı salladım. “İyiyim. Sen artık gidebilirsin. Mustafa burada. Yarın zaten ülkeye döneriz.”
Bir an kararsız gibi baksa da başıyla onayladı. Ama tam odama dönecekken, kolumdan tuttu. “Şeyma,” dedi duraksayarak. “Numaram… bir şey olursa… Şey… Hüseyin… o nasıl?”
Gözlerine baktım. Gerçekleri bilip bilmediğini anlamaya çalışıyordum. Bir yandan Mustafa’ya baktım. Onun hiçbir şey bilmediği kesindi, ama Eylül’ün gözleri sanki yıllar sonra kavuşmuş gibi bir ifadeyle Hüseyin’e takılmıştı.
“Yani şey, yanlış anlama. En son çok kötüydü. Ondan sordum,” dedi aceleyle.
Onun o haline daha fazla bir şey söyleyemedim. Sadece, “Dinleniyor,” diyebildim. Bu yeterli bir cevap olmalıydı.
Eylül başını sallayıp gittiğinde, içimde bir huzur ve karmaşa karışımı vardı. Gerçekleri bilip bilmediği asla emin olamayacağım bir sır olarak kalmıştı. Yavaşça odaya döndüm, kapıyı kapatmadan önce derin bir nefes aldım. Bu gece hiçbir şeyin tam anlamıyla çözülmediğini biliyordum. Ama yine de Hüseyin’in yanında olmanın, ona güç verecek tek şey olduğunu hissediyordum. ****** Mustafa, odaya çöken sessizliği bozmamak için Şeyma'nın yanında bekliyordu. Polisin ayrılmasından sonra konuşmak için doğru zamanı bulmaya çalışıyordu. Sonunda derin bir nefes aldı ve düşünceli bir ifadeyle konuşmaya başladı:
"Komutanım, herkes sizi çok merak ediyor. Döndüğümüzde herkes sizi görmek isteyecek. Ayrıca planı da yeniden gözden geçireceğiz. Gerekli detaylar var."
Şeyma, hafif bir gülümseme ile başını salladı. Yorgunluğunu saklamaya çalışsa da gözleri her şeyi ele veriyordu. "Merak etmeyin Mustafa, döndüğümüzde her şeyi toparlarız."
Ama bakışları Hüseyin’e kayarken, içinde bir yerin nasıl acıdığını fark etti. Mustafa, Şeyma’nın bu ifadesini fark etmişti. Onun her zamanki güçlü duruşunun arkasında derin bir huzursuzluk vardı.
“Komutanım,” dedi Mustafa bir adım atarak. Ses tonu ciddi ve endişeliydi. “Burada başka bir şey var, değil mi? Belli… Demir ne dedi kardeşime? Bu Hüseyin değil. O eski Hüseyin gitmiş gibi…”
Şeyma derin bir nefes aldı. Mustafa’nın gözlerine baktı ve bir an duraksadı. Ne diyeceğini düşündü. Gerçekten de bu, her zamanki Hüseyin değildi. O her zaman hayat dolu, neşeli adam sanki başka birinin gölgesine dönüşmüştü.
“Haklısın Mustafa,” dedi, sesi yorgun ama sakindi. “Bu her zaman bildiğimiz Hüseyin değil.”
Başını eğdi, elleriyle battaniyeyi düzeltti, sanki o küçük hareketle Hüseyin’in ağırlığını hafifletebilirmiş gibi. “Bilmiyorum, Mustafa. Her şey bir netleşsin, anlatırım.”
Mustafa bir şey daha söylemek üzereydi ki koridorun sonundan bir gürültü geldi. Kapı açıldı ve Fırat, Kerem, Yusuf ve Mustafa içeri girdiler. Ellerinde poşetler ve su şişeleri vardı. Herkes sessizce birbirine baktı, çünkü odaya girer girmez Şeyma’nın Hüseyin’e olan yakınlığını görmüşlerdi.
Fırat, biraz mahcup bir ifadeyle sessizliği bozdu: “Şeyma, nasıl? Daha iyi mi?”
Şeyma, hafif bir nefes alarak başını salladı. “Hüseyin iyi olacak. Ama biraz zamana ihtiyacı var.”
Kerem, odaya bırakmak üzere elindeki poşeti kaldırdı. “Bir şeyler aldık. Yemek ya da içecek lazım olursa diye. İyi mi yaptık?”
Şeyma, nazikçe gülümsedi. “Teşekkür ederim. Çok iyi düşünmüşsünüz.”
Hüseyin hâlâ uykudaydı. Fırat, ona bir an baktıktan sonra Mustafa’ya dönüp, daha alçak bir sesle konuştu: “Mustafa, kardeşim için endişeliyim. Sanki bir şey oldu ama ne olduğunu kimse söylemiyor.”
Mustafa, derin bir nefes alarak yanıtladı: “Ben de öyle hissediyorum Fırat. Ama şimdilik bekleyeceğiz. Şeyma ne yapacağını bilir.”
Şeyma, Hüseyin’in yanına döndü. Onun uyuyan yüzüne baktı, ama gözlerinden hiç ayrılmayan düşünceler onu rahatsız ediyordu. Her şey bu kadar karmaşıkken, gelecek nasıl toparlanacaktı? Yine de bir an için onun huzurlu nefesini dinlerken, içinde bir umut kıvılcımı hissetti.
Odayı dolduran sessizlik, herkesin aynı şeyi düşündüğünü gösteriyordu. Şimdi, Şeyma ve Hüseyin’in toparlanıp yeniden güçlü olmalarına ihtiyaçları vardı. *****
Sabah öğleye çoktan evrilmişti, ama Hüseyin hâlâ mışıl mışıl uyuyordu. Odanın bir köşesinde Şeyma çoktan uyanmış, sessizce eşyalarını toplamaya başlamıştı. Ancak dışarıdaki sessizlik, timin hastane koridorlarında belirmesiyle yerini şamataya bıraktı.
Kerem, kapıyı hafifçe aralayarak seslendi: "Komutanım! Kahvaltı hazır! Ama şey, yatağa mı servis istiyorsunuz?"
Kapının ardından bir kahkaha tufanı yükseldi. Bu sesler, Hüseyin’in başını yastığından kaldırmasına yetmişti. Gözlerini ovuşturarak mırıldandı: "Ne kahvaltısı oğlum?! Daha şafağı çıkmadan horoz ötmeden ne kahvaltısı! Hadi gidin ya!"
Kerem kahkahalarla içeri daldı: "Abi, saat on bir! Şeyma komutanımız gayet kaçırılmamış gibi toparlanıyor. Sen hâlâ horoz falan sayıklıyorsun. Adam ol, kalk!"
Hüseyin’in eli otomatik olarak yastığa gitti. "Kerem, vallahi sana bu yastığı yediririm! Git Allah aşkına, beynimi ütülemeyin!"
Fırat, arkasından içeri girerken kafasını salladı: "Kadın olacakmışsın Hüseyin, ama son anda dönmüşsün. Ciddiyim, tam teyzeye dönüşmek üzereyken askere gitmişsin gibi."
Bu laf üzerine Yusuf güldü: "Abi, Hüseyin olsa olsa apartman yöneticisi olurdu. 'Aidatlar nerede?' diye milleti sıkıştırırdı."
Şeyma, kahkahaları bastırmaya çalışarak gülümseyip dosyasını masaya koydu. Hüseyin ise yastığı doğrudan Kerem’e fırlattı: "Ulan siz sabah sabah ne içtiniz?! Vallahi hepinizin kafasına kafasına vuracağım!"
Kerem hızlıca eğildi: "Yine vuramadın Hüseyin! Madem bu kadar vurmaya hevesliydin neden nişancı olmadın? Hâlâ anlamış değilim."
Mustafa kapıya dayanmış, elindeki poşeti sallıyordu: "Komutanım, kahvaltınızı getirdim. Ama siz bu ortamda yiyecekseniz, ben biraz uzak durayım. Kurşunlar uçuşacak gibi!"
Tim kahkahalarla gülmeye devam ederken Hüseyin, onları kovalamak için yerinden kalktı. Ama kalkar kalkmaz Şeyma’nın yanında uyuduğunu ve neredeyse onu rahatsız ettiğini fark etti. Tim hâlâ dalga geçerken durakladı ve aniden sesi değişti: "Şeyma! Sen iyi misin? Uyumadın mı? Kaç saat oldu, nefes nefese kalmış gibisin ya!"
Bu sözleri duyan tim, gülmelerini kontrol etmeye çalıştı ama imkânsızdı. Kerem ağzını tutarak mırıldandı: "Oğlum, adam sinirliydi, birden Romeo’ya döndü."
Yusuf: "Kesin yanlış hastanedeyiz, ben söyleyeyim. Burası romantik film seti."
Hüseyin dönüp onları sert bir bakışla süzdü: "Topunuzun ağzına kürekle vuracağım! Çıkın lan dışarı, hadi!"
Fırat, Kerem ve Yusuf, kahkahalarla ellerini havaya kaldırarak dışarı çıktı. Kerem son bir laf daha atmadan edemedi: "Abi, Şeyma komutanımla kahvaltı edeceksen haber ver. Arka planda serenat yaparız!"
Hüseyin iç çekip derin bir nefes aldı. Tim nihayet odadan çıkınca, Şeyma’nın toparlandığını fark etti ve daha sakin bir sesle sordu: "Şeyma, cidden iyi misin? Uyuyamadın mı? Yani... şey, benim yüzümden mi?"
Şeyma, hafifçe gülümseyerek ona döndü. Gözlerinde hâlâ bir önceki gecenin yorgunluğu vardı ama sesi sakindi: "İyiyim Hüseyin. Sen nasılsın, asıl onu soralım."
Hüseyin bir an durdu, sonra hafifçe gülümseyip başını salladı: "Tim biraz daha kalsaydı, nasılsın sorusunu bile unutacaktım."
Şeyma gözlerini devirdi. Aslında çok yorgundu. Gece Hüseyin acıdan uykuya daldı fakat kendisine gram uyku girmemiştir. Ama tabiki şuan o daha önemliydi ve gülümseyip yanağına buse kondurdu. Timin böyle konuşması gerçekten morellerini düzeltmişti. Onları kısıtlamıyordu, zaten görevinin son demlerini ve yakında da zaten onların komutanı olmayacaktı. Artık birer aile gibi olmuşlardı.
Hüseyin, birkaç saniye boyunca hiç konuşmadı, sadece onu izledi. Odada kalan o kısa sessizlikte, Şeyma birden başını kaldırıp Hüseyin’in ona baktığını fark etti. Hafifçe kaşlarını kaldırdı: "Ne oldu Hüseyin? Bir şey mi söyleyeceksin?"
Hüseyin omuz silkti, dudaklarının kenarında hafif bir gülümsemeyle yanıtladı: "Yok, sadece... yani, birkaç saat uyumadan nasıl bu kadar iyi görünebiliyorsun? Ben bir gece az uyusam, suratım tıraşsız portakal gibi oluyor."
Şeyma hafifçe gülümsedi, ama belli ki sözleri onu memnun etmişti. Topladığı çantasını sandalyeye koyup ona doğru bir adım yaklaştı. "Belki de her sabah suratına soğuk su çarpmayı denemelisin," dedi, sesinde hafif bir alay vardı. "Ya da timin dediği gibi, apartman yöneticisi havasından kurtulman lazım."
Hüseyin iç çekti, kaşlarını çatar gibi yaparak mırıldandı: "Yine o laflar! Vallahi bu timle başım belada. Ama seni daha çok dinleyeceğim, söz."
Şeyma gözlerini devirdi ve başını hafifçe yana eğerek onu süzdü. "Her zamanki gibi laflarla kurtuluyorsun. Ama hâlâ bir şey söyleyecekmişsin gibi bakıyorsun."
Hüseyin bir an sustu, sonra sandalyesinden kalkarak Şeyma’ya biraz daha yaklaştı. Şimdi aralarındaki mesafe birkaç adımdan fazlası değildi. Ellerini cebine sokup hafifçe eğildi: "Şeyma, dün gece... yani, her şey için... teşekkür ederim. Benimle olduğun için."
Şeyma bu sözlere hazırlıklı değildi, ama duygularını gizlemekte ustaydı. Hafif bir tebessümle karşılık verdi: "Her zaman burada olacağımı biliyorsun, değil mi? Yeter ki beni bir daha böyle korkutma."
Hüseyin gülümsedi, ama gözlerinde belli belirsiz bir hüzün vardı. Hafifçe başını eğip mırıldandı: "Seni korkutmak... istemem. Ama dün gece için... Üzgünüm."
Şeyma bu sözlerin ciddiyetini anladı ve bir an için sessiz kaldı. Ardından Hüseyin’in yanına bir adım daha yaklaştı, gözlerini doğrudan onun gözlerine dikti. "Bu kadar üzülme. Hepimizin zor zamanları olur. Önemli olan, bunları paylaşabilmek. Şimdi sana zor gelecek. Ama bunu da birlikte atlatıcaz."
Hüseyin’in gülümsemesi daha da belirginleşti. Başını sallayarak alaycı bir şekilde mırıldandı: "Sen olmasaydın ne yapardım, bilmiyorum. Muhtemelen hâlâ o yastığı Kerem’in suratına fırlatıyor olurdum."
Şeyma kahkaha attı, sesi odada yankılandı. Ama sonra birden ciddileşti ve yumuşak bir sesle konuştu: "Hüseyin... her zaman böyle dalga geçerek kurtulamayacağını biliyorsun, değil mi?"
Hüseyin başını salladı. Ama gülümsemesi hâlâ yüzündeydi. "Biliyorum. Ama yine de, böyle anlarda seni güldürmeyi seviyorum."
Şeyma gözlerini devirdi ama yanaklarına yayılan hafif kızarıklığı saklayamadı. Sessizce arkasını döndü ve çantasını omzuna astı. "Hadi bakalım, tim seni çoktan merak etmeye başlamıştır. Yine peşimize düşecekler."
Hüseyin onun bu ani değişikliğine gülümseyerek karşılık verdi. Ama kapıya doğru ilerlerken bir an durdu ve arkasını döndü: "Şeyma..."
Şeyma başını çevirip ona baktı. Hüseyin bir an tereddüt etti ama sonra hafifçe gülümsedi: "Teşekkür ederim. Gerçekten."
Şeyma, gözlerinde yumuşak bir ifadeyle ona baktı. "Her zaman, Hüseyin." Kapı çalındı ve içeri doktor girdi. Orta yaşlı, uzun boylu bir kadın; yüzündeki sert ifade alışkanlıktan olsa gerek, ama ses tonu nazikti. "Good morning, Captain. Feeling better?"
Şeyma hafifçe gülümsedi, toparlanmış hâlini göstermek ister gibi doğruldu. "Much better, thank you."
Doktor dosyasını kontrol etti, sonra başını kaldırıp konuştu. "Everything looks fine. You’re officially cleared to leave today. Take it easy for a while, alright?"
Şeyma başını salladı. "Understood. Thank you for everything."
Doktor kısa bir gülümsemeyle başını eğip odadan çıktı. Hüseyin kapının ardından seslendi: "Ne dedi? Firar izni çıktı mı?"
Şeyma gözlerini devirdi, çantasını omzuna aldı ve derin bir nefesle cevap verdi: "Sanki İngilizce bilmiyorsun Hüseyin?" Gülerek "Te Allah'ım ya." Hüseyin gözlerini kısarak alaycı bir şekilde cevap verdi: "Valla İngilizce konuştular, anlamadım. Dedim ki, 'Türkçe konuşsana ya, biz de bir şey anlarız'."
Şeyma kahkaha attı, başını iki yana salladı. Hüseyin kaşlarını kaldırarak dramatik bir şekilde omuz silkti. "Yok ya, belki de istemedim anlamayı. Sadece doktorun ağzından 'Captain' duyunca yeterince motive oldum. Gerisi teferruat."
İkisi de hafif gülümsemelerini sürdürdü ama ardından Hüseyin’in yüzündeki ifade ciddileşti. Şeyma hemen fark etti, bakışları yumuşadı. "Şeyma." "Efendim, canım?"
Hüseyin derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırdı ama sonunda Şeyma'nın gözlerine baktı. "Dün gece anlatamadım ama… Demir benden bazı isteklerde bulundu. Tam ne olduğunu söylemedi, ama hissettirdi. Çok da hoş şeyler değil, eminim. Sende de—"
Şeyma derin bir nefes aldı, bakışlarını yere indirip hafifçe başını salladı. "Bana da. Uraz’ı tahliye eden hâkimi bulmamı istedi. Bir de..." Durakladı, gözleri ciddileşti. "Bir belge imzalatmaya çalıştılar. Ama o an… Neyse ki Eylül geldi."
Hüseyin'in gözleri bir anda daraldı, kaşları çatıldı. "Ah… Tamamen benim aptallığım. Düşürdüğüm duruma bak; rezillik."
"Hayır, Şeyma! Bu senin suçun değil. O kadar insanın arasında bunu yaşaman bile olağanüstüydü. Ben de seni bizimkiler kurtardı sanıyordum."
Şeyma omuzlarını silkerek bir şeyler söylemek istedi ama vazgeçti. "Muhteviyatı bilmiyorum. Ülkeye dönelim de detaylıca konuşacağız zaten. Ben de beklemiyordum."
Hüseyin bir an duraksadı, ardından kararlı bir ifadeyle devam etti. "Döndüğümüzde..." Boğazını temizledi. "Ailemle konuşacağım. Ve bu çok da iyi bir konuşma olmayacak. B-benim…"
Şeyma, onun içine kapanan ruhunu görebiliyordu. Lafını tamamlamakta zorlanıyordu ama gerek de yoktu. Şeyma hafifçe eğildi, Hüseyin'e sarıldı ve yumuşak bir sesle konuştu. "Senin ben her zaman yanındayım, ponçiğim. Böyle bir şeyi sorman hata bir kere."
Hüseyin’in omuzlarının gevşediğini, gözlerindeki ağırlığın yerini bir rahatlamaya bıraktığını sadece Şeyma fark edebilirdi. İkisi de sessizce sarılırken, Hüseyin’in kollarını Şeyma’nın etrafına doladığını hissetmek, Şeyma’nın yüzüne bir tebessüm daha ekledi. Hüseyin’in göğsüne başını yasladı. Ardından hiç aklından çıkarmadığı göğsündeki yarayı gördü gömleğinin açık yakasından. Yaranın tamamı kapanmıştı. Hafif morluklar kalmıştı ve dikişler alınacaktı sadece. Dün gece ne kadar şükrettiğini belki sevdiği adam bile tahmin edemezdi. Yaramaz ponçik dayanamadı sanki ve yanağına eğilip öpücük bıraktı. Nefesi kızın kulaklarında dahi hissediliyordu.
Hüseyin aniden fısıldadı, sesi hafif alaycıydı: "Dün gece fark ettim; göğsümü kontrol ediyordun, hanımefendi?"
Şeyma bir an başını kaldırdı, yüzü ateş gibi kızardı. "Ne? Şey yani... Şey işte... Yaranı kontrol ediyordum. Başka bir şey değil yani!"
Hüseyin bilmiş bir sırıtışla eğildi, onun kulağına fısıldadı: "Tabii ya. Yaranın iyileşip iyileşmediğini düşündüğünden… Yoksa ne olacak ki?"
Şeyma hızla geri çekildi, gözleri öfkeli bir utanmışlıkla parlıyordu. "Hüseyin, seni boğarım!" diye bağırdı ama sesi ne kadar sinirli olursa olsun, gülümsemesine engel olamıyordu.
Hüseyin kahkahalarla gülerken, Şeyma bir yastık alıp kafasına fırlattı. Ama Hüseyin bu hareketi bile oyun gibi karşıladı. Şeyma ise hâlâ onun kahkahalarının arasında, istemese de yanaklarına yayılan bir gülümsemeyle oturuyordu.
Hüseyin, Şeyma’yı kendisine doğru çekip bileklerini nazikçe tutarak onun belinden sımsıkı kavradı. Şeyma, gözleri büyük bir şaşkınlıkla parladı, neredeyse ne söyleyeceğini unutacak gibi oldu. Hüseyin, gülümseyerek ona bakarken, dudaklarını ısırarak onu kendisine çekmeye devam etti.
“Hep böyle utanıyorsun da,” dedi, alaycı bir tonla. “Düğüne şunun şurasında ne kaldı, değil mi? O zaman nereye kaçacaksın, hamımefendi?”
Şeyma, bu sözlerle iyice kızardı. Yüzü kıpkırmızı olmuş, dudakları kurumuştu. Ama ne desin? Sessiz kaldı ve sadece kafasını çevirdi. Bir süre bakışlarını kaçırmaya çalıştı.
"Ben sana... Senin şu bileklerimle alamadığın ne acaba?" diye hıçkırarak söyledi, utanarak.
Hüseyin, bu cümleyi duyunca gözleri parladı ve hafifçe gülümsedi. “Bileklerinle mi? Hah! Belki de manzara hoşuma gidiyordur, ne bileyim?”
Şeyma, bu cümleyle biraz daha kızardı, ama sesini çıkaramadı. Bir süre sessiz kaldı, gözleri Hüseyin’in gözlerinde takılı kaldı. Utanmak, kızgınlık ve arzu karışmıştı. Hüseyin bu sessizliği fark etti ve bir adım daha yaklaşarak, sesini daha yumuşatarak, “Senin bu utanman gerçekten hoşuma gidiyor, Şeyma,” dedi.
Şeyma, kendini kaybedip aniden Hüseyin’in dudaklarına doğru eğildi. Ama tam öpecekken, Hüseyin bileklerini biraz daha sıkılaştırıp, ona engel oldu. “Hadi zaten yorgunsun,” dedi, gülümseyerek, “Şöyle güzel bir kahvaltıya çıkalım. Sonra havalimanına geçeriz.”
Şeyma, bu hareket karşısında biraz irkildi ve utancından gözlerini kaçırmak zorunda kaldı. Hüseyin’in bilekleri hala ona sıkıca sarılıydı, ama o anki utanması Hüseyin’i öylesine mutlu etmişti ki, gözlerinde bir ateş parladı.
Şeyma, biraz kırgın, ama aynı zamanda tatlı bir gülümsemeyle, “Bunu gerçekten yapıyor musun?” diye sordu, gözlerinde hala bir gerginlik vardı ama bu, onun hoşuna gitmişti.
Hüseyin, “Evet,” dedi, daha sakin bir şekilde, “Ama önce seni biraz daha zorlayacağım.” Gözlerinden hiç eksik olmayan o ateşli bakışlarla, Şeyma’ya tatlı bir şekilde gülümsedi.
Şeyma, başını sallayarak gülümsedi. “Beni zorlamak mı? Hadi bakalım,” dedi, ancak içindeki o gerginlik ve elektrikli hava hala devam ediyordu.
Hüseyin, gülerek mutfak yoluna yöneldi. Şeyma da arkasından gülerek onu takip etti. Ama ikisinin de içindeki o çekim, hala devam ediyordu.
|
0% |