
Pencereden sızan bulanık ışık, koyu ahşap mobilyaların üzerine düşüyor, odanın havasını daha da ağırlaştırıyordu.
Demir, Haluk'un geldiğini fark etmişti ama yüzünü kaldırmadı. Sessizliği bilerek uzattı.
“Demir,” dedi Haluk, sesindeki sertliği bastırmaya çalışarak.
Demir sonunda başını kaldırdı. Yüzünde sinsi bir gülümseme vardı. "Haluk, hoş geldin. Kapıyı çalmayı unuttuğuna göre aceleyle geldin. Hayırdır?"
Haluk, bu küçümseyici tondan etkilenmedi. Koltuğunun karşısına geçti ve ellerini cebine soktu. "Yeterince uzun süre sustum. Artık konuşma zamanı."
Demir, arkasına yaslandı ve kaşlarını kaldırarak Haluk’u süzdü. "Demek sustun. Şimdi susmamanın sebebi ne? Yoksa Hüseyin için mi geldin?"
Haluk'un yüzü sertleşti. "Hüseyin'i bu işe karıştırma. O senin oyunlarına alet edilecek biri değil. Senin gibi biri onu yönlendiremez."
Demir’in yüzündeki gülümseme dondu. Bakışları Haluk’un üzerine bir hançer gibi saplandı. "Senin gibi mi diyorsun? Ona bir baba gibi kol kanat geren, yokluktan alıp büyüten ben miyim? Yoksa sürekli uzak durup, onu anlayamayan sen mi?"
Haluk bir adım ileri attı. "Onu büyüttüğünü mü sanıyorsun? Sen onun hayatını çaldın, Demir. Onu kendine borçlu hissettirmek için planlar yaptın. Ama Hüseyin, senin istediğin gibi biri olmayacak."
Demir, yerinden kalktı ve masanın kenarına yaslandı. "Sen gerçekten ne yaptığımı anlamıyorsun, değil mi? Hüseyin, benim için bir fırsattı. Senin gibi korkakların yapamayacağı şeyleri yapabilecek bir adam... O işte benim oğlum!"
Haluk, dişlerini sıkarak konuştu. "Oğlum üzerinden hesap yapmaya devam edersen, sonuçlarına katlanırsın."
Demir, alaycı bir kahkaha attı. "Bu bir tehdit mi, Haluk?"
Haluk, bir an sustu. Gözleri Demir'in üzerine dikildi. "Tehdit değil. Bu bir gerçek. Hüseyin’e zarar vermeye kalkarsan... seni durduracak olan ilk kişi ben olurum."
Demir, Haluk’un üzerine eğilerek, alçak bir sesle konuştu. "Denemek istersen, Haluk... istediğin zaman."
Haluk, geriye çekilmedi. Dimdik durarak Demir’in gözlerine baktı. "Bağın sadece kanla olduğunu mu sanıyorsun? En başından beri o benim de oğlumdu. Senin aksine."
Yüzü bir an duraksadı ama bu yaklaşan öfkenin habercisiydi. Parmakları masanın kenarına sıkıca yapıştı. Derin bir nefes aldı, ama bu nefes öfkesini yatıştırmak yerine onu daha da alevlendirdi. Sesi derin ve alçak şekilde yankılandı.
"Ne dedin sen" dedi sesi bir tıslama gibi çıkıyordu.
"Yeter!" diye bağırdı, sesi odada yankılandı. "Her biriniz... benim oğlumu kendinize sahiplenmişsiniz. O... benim, benim oğlum! Onu en iyi ben tanırım. Canı uğruna sen mi yıllarca ondan uzakta kaldın? İçin kan aka aka yıllarca hiçmiş gibi sen mi yaşadın, Haluk?"
Haluk, sakinliğini korumaya çalışarak konuştu. "Oğlun olduğunu kabul ediyorum, Demir. Onun üzerinde hak iddia etmeyi bırak. Hüseyin, senin intikamların için bir araç değil."
Demir, Haluk’un üzerine yürüdü. Artık kendini tutamıyordu. "Benim intikamlarım mı? Sen hiçbir şey bilmiyorsun, Haluk. Hiçbiriniz bilmiyorsunuz! Ben onu size emanet ettiğimde... Cahid'e ve sana güvendiğimde, pişman olmamıştım. Ama şimdi..." Bir an durakladı, sesi çatallandı. "Beni pişman etmeyin. Karışmayın artık!"
Haluk, Demir’in karşısında bir duvar gibi durdu. "Bu öfkenin sebebi ne, Demir? Geçmişin mi? Yoksa hâlâ oğlunu kaybetmenin acısıyla mı yanıyorsun? Hüseyin’e bu yüzden mi bu kadar tutunuyorsun?"
Demir’in gözleri bir an parladı, ama hemen kendini toparladı. "Beni çözmeye çalışma, Haluk. Bu konuların senin anlayabileceğin kadar basit olmadığını biliyorsun."
"Basit ya da karmaşık fark etmez," dedi Haluk. "Hüseyin’in hayatını mahvetmene izin vermeyeceğim. İstediğin kadar bağır, istediğin kadar tehdit et, ama bu kez sana karşı duracağım."
Demir, derin bir nefes aldı ve geri çekildi. Fakat bakışları hâlâ alev alev yanıyordu. Birkaç saniye Haluk’a baktıktan sonra, sesini alçaltarak konuştu.
"Bu, beni durdurabileceğin anlamına gelmez. Hüseyin... hâlâ benim elimde, Haluk. Ve bu asla değişmeyecek."
"Değişeceğini göreceksin, Demir. Eğer böyle devam edeceksen Hüseyin’in üzerinde sahip olduğun her şeyi kaybedeceğin günü bekle."
Haluk, kapıya doğru birkaç adım attı ama durdu. Eli kapının kolunda asılı kaldı. Arkasından hâlâ hiddetle nefes alıp veren Demir’e doğru başını çevirdi. Gözlerindeki hüzün ve öfke iç içe geçmişti. Sözlerini toparlamaya çalışırken derin bir nefes aldı.
"Demir," dedi, sesi çatallı ve ağırdı. "Geçmişte senin için verdiğim mücadeleyi düşündükçe, bugün burada durup seninle konuşuyor olmak ne kadar ağır biliyor musun? Operasyonda ölümle burun burunaydın. Seni o bataklıktan kurtardığım an... pişman olacağımı bilemezdim."
Demir, Haluk’un sözleriyle irkilse de hemen toparlandı. "Bu, geçmişin hesaplaşması mı olacak şimdi? O gün kurtardığın kişi bendim, evet. Ama bugün konuştuğun adam o değil, Haluk."
Haluk bir adım geri döndü, gözlerini Demir’in gözlerine dikti. "Haklısın. O adam değilsin. O gün kurtardığım kişi, kendini vatanına adamış bir dosttu. Bugün karşımda duran ise... hırsının ve güç arzusunun esiri olmuş biri. Demir, senin bu hale geldiğini görmek... kendimden utanmama sebep oluyor."
Demir, masanın kenarına yaslandı, Haluk’un ne demeye çalıştığını anlamaya çalışıyordu. Ama Haluk’un sesi titreyerek devam etti:
"Sen sadece kendi hayatını mahvetmedin, Demir. Cahid'i, ailesini, etrafındaki herkesi yıktın. Bu yetmedi, şimdi de devlete sırtını döndün. Senin hırsın yüzünden, kendi ülkenin güvenliğini tehdit eden biri oldun. Sen artık o eski Demir değilsin."
Demir’in kaşları çatıldı. "Haluk, dikkatli ol. Ağzından çıkan sözler, seni öyle bir noktaya götürür ki, geri dönemezsin."
Haluk, derin bir nefes aldı ve sanki boğazında düğümlenen bir yükü zorla itiyormuş gibi konuştu: "Geri dönmek umurumda değil, Demir. Bugün, sana dostun olarak son bir uyarıda bulunuyorum. Eğer durmazsan, eğer bu yoldan dönmezsen... artık karşında beni bulacaksın. Ve inan bana, bu kez seni kurtarmaya değil, elindeki her şeyi almaya geleceğim."
Demir, bu kez gerçekten afalladı. Haluk’un bu kadar net ve keskin konuşması onu hazırlıksız yakalamıştı. Yine de toparlanmaya çalıştı, alaycı bir tavır takındı. "Bunu gerçekten yapabilir misin, Haluk? Geçmişte benimle dost olup, şimdi bana sırt dönmek... bu senin harcın mı?"
Haluk, gözlerini Demir’den ayırmadan, hafifçe başını eğdi. "Sırtımı sana dönmek değil, yanlış yaptığını gören bir dostun görevini yerine getirmek bu. Seni uyarmaktan başka çarem yoktu. Umarım bir gün, geçmişteki Demir’i yeniden görebilirim. Ama o gün gelene kadar..." Sözleri boğazında düğümlendi, devam etmekte zorlandı. Sonunda sessiz bir şekilde ekledi: "Ona veda ettim."
Demir, Haluk’un kapıyı çarparak çıkmasını beklerken, son bir kez daha arkasından konuşmaya başladı. Ancak bu kez sesi daha sakin ama zehirli bir tonda yankılandı:
"Senin o ‘devlet’ dediğin, ailem öldürülürken neredeydi, Haluk? Hani o çok kutsal dediğin devlete sığınıyorduk ya... O devlet, dışarının kuklası olmuş, meclis üyelerinden başka bir şey değil. Ailem yok olduğunda... öldürenleri, teröristleri şartlı tahliye ile serbest bırakanlar mı devlet?!"
Haluk, bu sözlerle olduğu yerde dondu. Daha birkaç saniye önceki öfkesi, yerini bir anda bir soğukluğa, anlamaya çalışmanın ağırlığına bıraktı. Yavaşça geri döndü, gözleri donuk ve şaşkın bir ifadeyle Demir’e baktı.
"Demir..." dedi, sesi bu kez daha yavaş ve kontrolsüz bir şekilde çatladı. "Ne diyorsun sen? Neyden bahsediyorsun?"
Demir, Haluk’un bu tepkisinden cesaret alarak ona yaklaştı. Artık gözlerinde yalnızca öfke değil, sanki yıllardır bastırdığı bir acı da parlıyordu. Haluk’un karşısında birkaç adım mesafede durdu, eliyle sertçe masayı işaret etti.
"Şu an hiçbir şeyden haberiniz olmaksızın ateşe düşüyorsunuz!" dedi, sesi her kelimede daha da yükseliyordu. "Ben sizi kurtaran tek kişiyim! Ama siz aptallık edip önüme taş koyuyorsunuz!"
Haluk, nefes almakta zorlanıyordu. Demir’in bu hali karşısında bir şey söyleyemedi. Ama Demir’in durmaya niyeti yoktu. Gözlerini Haluk’un gözlerine dikerek sözlerine devam etti:
"Ben kısa sürede nasıl bu kadar güç kazandım, nasıl büyüdüm zannediyorsun? Hepsi ödediğim ağır bedeller sayesinde oldu. Kanla, acıyla, kayıpla! Ve şimdi... aileni ve o çok bağlı olduğun devletini düşünüyorsan... çekil yolumdan! Kızın da sen de!"
Haluk, bu kez yüzündeki donukluğu silip Demir’e dik dik baktı. Ama bu bakışlarda bir tehdit değil, tamamen bir cevap bekleyen bir dostun çaresizliği vardı. Ağır bir nefes aldı ve sesi bu kez yumuşak ama derin bir tonla çıktı:
"Demir... bana anlatmadığın bir şey var. O ailem dediğin, o bedeller dediğin şey ne? Ne oldu?!"
Demir, bu sözlerle duraksadı. Gözlerini Haluk’tan kaçırdı, bir anlık bir sessizlik oldu. Ama bu sessizlik, Haluk için bir şeylerin doğru olmadığını daha da netleştirdi.
"Anlat," dedi Haluk, bu kez bir adım öne çıkarak. "Eğer kendini haklı görüyorsan, eğer gerçekten bu kadar büyük bir yük taşıyorsan, bunu bilmeye hakkım var. Bu seninle benim dostluğumu ilgilendiriyor, Demir. Yıllarca birlikte savaştık, aynı masada ekmek yedik. Ama o günlerden bugünlere nasıl geldik? Anlat bana!"
Demir, Haluk’un kararlılığını görüp derin bir nefes aldı. Gözlerini Haluk’a çevirdi, ama bu kez bakışlarında öfke yerine yorgunluk vardı. Sesini alçaltarak konuştu:
"Bu mesele dostlukla çözülecek bir şey değil, Haluk. Bu, hayatta kalma meselesi. Benim ne yaşadığımı bilmeden, beni yargılamaya kalkma."
Haluk, Demir’in bu tutumuyla iyice keskinleşti. "O zaman anlat!" dedi, sesi bu kez titriyordu. "Anlat ki ben de anlayayım! Yoksa biz... bu konuşmayı başka bir şekilde bitirmek zorunda kalacağız."
Haluk'un sabrı tükenmişti. Demir'in gözlerini kaçırması, sözlerini dolandırması, her şeyi açıklamaktan kaçınması Haluk'un içinde yıllardır bastırdığı öfkeyi ateşe çevirmişti. Bir anda ileri atıldı ve Demir'in çenesine sert bir yumruk indirdi.
Demir bu darbenin şiddetiyle bir kaç adım geriye sendeledi. Yılların yaşlandırdığı nedeni Haluk'un yıllarca eğittiği bedeni kadar sağlam değildi. Haluk'un yumruğu yılların birikmişini taşıyordu.
Demir sendeleyip masanın kenarına tutunurken, Haluk bu kez onu yakasından kavradı. Gözleri alev alev yanıyordu.
"Söyle! Allah'ın cezası!" diye haykırdı. "Kızımı! Oğlunu kaçırdıklarında yerini söyleyecek kişinin sen olduğunu söyletecek tehlike neydi! Kimden korudun onları?!"
Demir'in dudakları titredi. Gözlerini eski dostunun yakıcı bakışlarından kaçırmaya çalıştı. Zihni karmakarışıktı. Bu kadar sert bir şekilde üstüne geleceğini tahmin etmemişti.
"B-biliyorsun," diye kekeledi.
Daha da öfkelendi, yakasını sıktı.
"İkimizde biliyorduk! Cahit te bende! Söylemedik kimseye sakladık! Ama şimdi anlat Demir! Anlat yoksa burada seni kendi ellerimle gebertirim!"
Derin bir nefes aldı. Elleri titreyerek Haluk'un bileklerine koydu. Gözleri dolmuştu ama o yaşların ne kadar pişmanlık, ne kadarına korku karıştığını anlamak zordu.
"Tamam" dedi sesi çatallaşmıştı. "Sana anlatacağım ama beni dinlerken kim olduğumu unutma Haluk. Ben sadece kendi hayatımı değil sizin de hayatınızı kurtarmaya çalıştım."
Haluk dişlerini sıktıama ellerini gevşetmeden Demir'in konuşmasını bekledi.
"Beni bu hale ne getirdi sanıyorsun" dedi Demir. "Güç mü? Para mı? Hayır. Hayatta kalmak. Beni... onları istemediğim bir anlaşmaya zorlayan güçler yüzünden bu yola düştüm."
Kaşları çatıldı. "Kim? Kim bunlar Demir? Kim seni bu kadar korkuttu?"
Boğazını temizledi. Gözleri odadaki hiçbir noktaya odaklanamıyordu. Sanki geçmişin karanlıklarına bakıyordu.
"Ma..." Ağzı bir an kapandı. Sonra devam etti. "Görünürde iş dünyasının yöneten ama arkasında her şeyi kontrol eden o insanlar. Başta masum bir iş ortaklığı gibi başladı. Küçük bir anlaşma... Bir kaç isim... bir kaç toplantı. Ama sonra... sonra anladm ki onların dünyasında masumiyet diye bir şey yok."
Haluk şaşkınlıkla ona bakıyordu.
"Bu saçmalık! Ne diyorsun sen! Bana damga söyle. Kim dediğin bu insanlar kim!"
Demir avı acı güldü.
"Bende bilmiyorum. Oğlumun doğduğu zamanlarda başladı. Güçlenmek istiyordum. Şirket büyüdü, onlar daha fazlasını teklif etti. İlk başta cazipti... ama sonra işler değişti. Beni kontrol altına aldılar. Hem beni hem ailemi. Hüseyin'in başına gelenden sonra diğerlerini korumak için ne yaptım bir bilsen!"
"Aileni nasıl tehtit ettiler?" Onun da sesi titremişti.
"Onlar için çalışmazsam benim yerime oğlumu alacaklarını söylediler. Daha küçüktü... Ne yapabilirdim? Cahit ve sende bu yüzden korumaya çalıştınız. O yüzden size verdim. Bulamasınlar diye."
Haluk Demir'in söylediklerini sindirmeye çalışıyordu.
"Demek bu yüzden onların yerini söyledin. Demek bu yüzden kızımı bu olaydan uzak tutmaya çalışıyordun. Çünkü kuyruklarına bastık."
Başını salladı.
"Evet. Eğer onların kontrolü altından çıkarsam hepimizi yok edecekler. Ailemi öldürdükleri gibi... Onlatın gerçek yüzünü gördüğümde çok geçti."
Haluk bir süre sessiz kaldı. Elleri hala Demir'in yakasındaydı ama sıkmıyordu. Bu sefer öfkeden çok anlamaya çalışıyordu.
"Sen... o yüzden istifa ettin. Bu yüzden mi devleti bu kadar suçluyorsun? Aileni koruyamadığı için mi?"
Demir gözlerini kapattı. Nefesi acılara alışmıştı. Derinden geliyordu.
"Sorun millette değil. Maşalarda. Kendi menfaatini düşünenlerde. Onları durdurabilecek gücümüz vardı ama devleti de satın almışlardı. Kime ne şikayet edecektim Haluk? Onları durdurabilecek hiçbir kimse yoktu. Şimdi tek şansım onların kurallarına uyuyormuş gibi yapmak ve zamanında hesaplaşmak."
Haluk gözlerini ve ellerini ondan çekti. "Ama bu hesaplaşma neye mal olacak Demir? Kendi ailenin kanıyla mı? Hangimiz bedelliaskerlik ödeyecek? Hangi ailenin ocağına ateş düşecek?"
Demir cevap vermedi. Bir an sessizlik hakim oldu.
Haluk’un gözleri hâlâ Demir’in gözlerinin içine dikilmişti, ama bu kez öfkesi biraz bastırılmış gibiydi. Ellerini Demir’in yakasından çekti ve geri bir adım attı. Ancak sesindeki kararlılık değişmemişti.
“Ya bu Hüseyin’e verdiğin mühür ve sevkiyat neyin nesi? Altında ne var?” diye sordu, kaşları çatılmış, gözleri şüpheyle daralmıştı.
Demir, kafasını yavaşça iki yana salladı. Bir an derin bir nefes aldı, sanki omuzlarında taşıdığı ağır yükü atmaya çalışıyormuş gibi.
“Merak etme,” dedi, sesi daha sakin ama hâlâ soğuktu. “Onunla da söylediğim gibi, sadece yardım gemisi. İnsani yardım. Oğlumu tehlikeye atmam. Mühür ise... aile mührümüz. Ona vermek istedim. Artık hak etti.”
Haluk, Demir’in açıklamasından tatmin olmamıştı. Gözleri kıstı, sanki sözlerin arkasında bir şeyler arıyormuş gibiydi.
“Ya onu şirketin başına geçirmek de ne oluyor? Resmiyete bile geçirmişsin, Demir! Sonunda şirketten bir iğne ucu bile kalmayacak!”
Demir’in Mantıklı Açıklaması
Demir, bu kez daha sert bir şekilde doğruldu. Kollarını iki yana açarak sanki kendini savunuyormuş gibi konuşmaya başladı.
“Şirketin başına geçirme kararını almamın iki sebebi var, Haluk,” dedi, sesi titremiyordu ama altında ince bir gerilim hissediliyordu. “Birincisi, benim artık o kadar zamanım yok. Bedenim yoruldu, düşmanlarım çoğaldı. Eğer Titan’ı gelecekte ayakta tutacak bir isim gerekiyorsa, o Hüseyin olmalı.”
Haluk’un gözleri bir an büyüdü. “Ne diyorsun, Demir? Neyin zamanı yok? Bu bir tehdit mi?”
Demir, başını salladı, yüzü bir an için ciddiyetin ötesinde, neredeyse kederli bir hal aldı. “Bu dünyada ne kadar yaşayacağımı bilmiyorum. Ama şirketin çökmesine izin veremem. Titan sadece bir şirket değil, Haluk. O, bizi hayatta tutan kalkan. Eğer Titan düşerse, geriye hiçbir şey kalmaz.”
Haluk’un öfkesi yerini kafa karışıklığına bırakmıştı, ama hâlâ kuşkuyla bakıyordu. “İkinci sebep ne, Demir?” diye sordu.
Demir, derin bir nefes aldı ve devam etti.
“İkinci sebep...” dedi, sesi daha kısık ama daha duygusal bir tona bürünmüştü. “Hüseyin, benim gibi olmasın diye. Ben o çocukta farklı bir şey görüyorum, Haluk. Gücün kirini bulaştırmadan bu şirketi yönetebilecek biri. Onun vicdanı, benim yok ettiğim şeylere umut olabilir. Titan’ın gerçek anlamını taşıyabilir. Bu şirket, sadece bir servet değil, bir miras. Eğer bunu Hüseyin gibi biri taşıyamazsa, Titan’ın hiçbir anlamı kalmaz.”
Haluk, bir an duraksadı. Demir’in sözlerinde samimiyet olup olmadığını tartmaya çalışıyordu. Ama yılların getirdiği şüphe ve öfke kolay kolay silinmiyordu.
“Peki ya senin düşmanların?” dedi Haluk sonunda. “Hüseyin, onların hedefi olmayacak mı? Onu kendi kirli geçmişine kurban etmeyeceğini nereden bileceğim?”
Demir, gözlerini Haluk’tan kaçırmadan cevap verdi. “Bu yüzden onu güçlendirmeye çalışıyorum. Onu korumak için Titan’ın içinde olmalı. Dışarıda olsa daha savunmasız olurdu. Eğer bu savaşı kazanabilirsek, o özgür olacak. Ama şu an özgürlüğün bir bedeli var. Bunu ikimiz de biliyoruz.”
Haluk derin bir nefes aldı, ellerini masaya dayadı. “Demir...” dedi, sesi yumuşamış ama hâlâ endişeliydi. “Bu, sadece seni değil hepimizi ilgilendiriyor. Eğer bir yanlış yaparsan, bu sefer karşında beni bulacaksın. Anladın mı?”
Demir başını eğdi, hafifçe gülümsedi ama yüzündeki hüzün geçmemişti. “Anladım, Haluk. Ama bu yolda yalnız olmadığımı bilmek beni rahatlatıyor.”
Haluk, bir süre sessizce Demir’e baktıktan sonra derin bir nefes alıp başını salladı. Bu konuyu daha fazla uzatmanın bir anlamı yoktu. Ama kafasındaki şüpheler hâlâ çözülmemişti.
Haluk, sessizliği keskin bir bıçak gibi yararak bir adım ileri attı. Sesi, odanın her köşesine yayılan bir fırtına gibi yükseldi.
“Ülkenin üç tarafında da deniz yoluyla ağır mühimmat gemileriyle saldırılacağı haberini aldık... Bana bak, Demir!” dedi, işaret parmağını Demir’in göğsüne doğrultarak. “Doğru mu bu?”
Demir’in yüzünde, anlık bir şaşkınlıkla karışık bir donukluk belirdi. Haluk’un suçlayıcı bakışları altında, birkaç saniye sustu. Sanki kelimelerini dikkatle seçmeye çalışıyordu.
Ardından başını eğdi, derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı:
“Evet, Haluk... Ama düşündüğün gibi değil.”
Haluk’un gözleri öfkeyle parladı. “Nasıl düşündüğüm gibi değil? Ağır mühimmat sevkiyatı, saldırılar... Bunlar ne anlama geliyor, Demir? Bana açık konuş!”
Demir, Haluk’un gözlerinin içine bakarak, sesi derin ve kararlı bir tona bürünerek devam etti:
“Evet, gemilerde mühimmat var. Ama bunlar benim kontrolümde. Bu ülkeye zarar vermek için değil, onu savunmak için. Bunu anlaman lazım, Haluk. Eğer kontrolüm dışına çıksaydı, o zaman tehlikeden söz edebilirdik. Ama şu anda, Titan’ın bu sevkiyatları olmadan dışarıdaki güçler üzerimize çökerdi.”
Haluk, kaşlarını çatarak, yüzünde hem öfke hem de şüpheyle karışık bir ifadeyle başını iki yana salladı.
“Savunma mı diyorsun? Peki ya bu kadar mühimmatın nereye gittiğini tam olarak kim biliyor? Devletin mi, yoksa sadece senin mi?”
Demir, kaşlarını çattı. Sesi daha keskin bir tonda çıktı:
“Devlete güvenmiyorum, Haluk! Onların ellerine her şeyi bırakırsam, bu ülkeyi içeriden satmaya devam ederler. Bu mühimmat benim denetimimde. Eğer bir gün bu ülke gerçekten tehdit edilirse, o zaman bu mühimmat kimseye değil, halkımıza hizmet edecek.”
Haluk, öfkesini bastırmaya çalışarak derin bir nefes aldı. Ama gözlerindeki kuşku kaybolmamıştı.
“Sen kendini kimsin sanıyorsun, Demir?” diye sordu, sesi sert ama içinde bir kırgınlık barındırıyordu. “Bir ülkenin savunmasını tek başına üstlenmek senin işin mi? Senin bu kararların hepimizi uçurumun kenarına sürükleyebilir.”
Demir, Haluk’un sözlerinden etkilenmiş gibi görünmedi. Gözleri kararlı bir şekilde parlıyordu.
“Ben kimim biliyor musun, Haluk?” dedi, sesi sertleşmişti. “Ben, bu ülkenin yavaş yavaş kaybettiği iradenin temsilcisiyim. Evet, yöntemlerim kirli olabilir. Ama inandığım şeyleri korumak için ödediğim bedelleri kimse bilmiyor. Eğer sana güvenseydim, bu mühimmatları devlete teslim ederdim. Ama güvenmiyorum. Ne sana, ne onlara... yalnızca kendime.”
Haluk, bu kez sessiz kaldı. Demir’in sözleriyle başa çıkmaya çalışırken, içinde bir çatışma olduğu belliydi. Demir’in gözlerinin içine baktı ve derin bir nefes aldı.
“Demir, bu söylediklerin seni haklı yapmaz. Ama bana doğru söylediğine inanmak istiyorum. Eğer bir gün bu mühimmatlar başka bir amaçla kullanılırsa, bunun bedelini ödeyeceksin. Ve o gün, seni koruyacak kimse olmayacak. Bu kadarını bil.”
Demir, bir adım geri çekildi ve derin bir nefes aldı. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi ama bu gülümseme hem acı hem de soğuk bir ifade taşıyordu.
“O bedeli ödemek zorunda kalırsam, Haluk... en azından oğlumun geleceği için ödemiş olacağım.”
Haluk derin bir nefes alıp, bir adım daha Demir’e yaklaştı. Sesi bu kez öfkeyle değil, keskin bir sorgulamayla doluydu.
“Peki bu gemileri niye hazırladın, Demir?” diye sordu, sesi kararlı ama yorgundu. “O kişilerin yaptıklarından, olan bitenden haberleri var mı? Nasıl izin verdiler? Eğer bu kadar mühimmat taşınıyorsa, birilerinin onayını almış olman gerek. Kim bunlar?”
Demir bir an duraksadı, yüzünde karmaşık bir ifade belirdi. Bu kez bakışlarında hem gurur hem de acı vardı. Ellerini cebine soktu, başını eğerek odada bir süre yürüdü. Ardından durdu ve Haluk’a döndü.
“Haluk, her şey göründüğü kadar basit değil,” dedi. Sesi bu kez daha ağır ve sakin, ama altındaki gerilim hissediliyordu. “Bu gemiler, sadece görünürde mühimmat taşıyor. Asıl yükü, kimsenin bilmesine gerek yok. Hele senin gibi birinin bile.”
Haluk’un gözleri kısıldı.
“O kişilerin haberi var mı, Demir? Bu yükün ne olduğunu biliyorlar mı?”
Demir derin bir nefes aldı, sonra kaşlarını çatarak konuşmaya devam etti:
“Bilmezler, Haluk. Bilselerdi bile anlamazlardı. Çünkü onlar sadece kontrol etmek ister. O gemileri hazırlamamın nedeni, dengeyi sağlamak. Evet, yanlış ellere düşerlerse bu bir felaket olur. Ama benim kontrolümde olduğu sürece, onlar bir tehdit değil. Aksine, bir kalkan. Anlıyor musun? Dünya güç dengesini kaybediyor. Eğer bir gün bu ülkenin başına büyük bir bela gelirse, bu gemiler sayesinde denizler bize ait olacak.”
Haluk’un yüzü karışmıştı, ama öfkesini bastırmaya çalışarak sordu:
“Bunu neden tek başına yapıyorsun, Demir? Neden devletle değil, kendinle ilgili bir mesele gibi davranıyorsun? Bu insanlar seni kullanıyor olamaz mı? Herkesin haberi yoksa, bu işte bir bit yeniği var demektir!”
Demir’in yüzü bir anda sertleşti. Gözleri öfkeyle parladı.
“Sana söyledim, Haluk! Devlet dediğin şey artık dışarının oyuncağı! Onlara güvenseydim, bu yük çoktan düşmanların eline geçmişti. Ben burada tek başımayım. Ve eğer ben bu gemileri hazırlamamış olsaydım, senin o çok güvendiğin devlet, bugün yok olmanın eşiğindeydi.”
Haluk’un yüzündeki öfke, yerini bir anlık bir şaşkınlığa bıraktı. Sesini alçaltarak sordu:
“O zaman bu gemiler kalkan diyorsun... Ama ya tehlike? Ya bir gün bu güç yanlış ellere geçerse? O zaman ne olacak, Demir?”
Demir derin bir nefes aldı, sonra dudaklarını sıktı. Gözleri kararlı bir şekilde Haluk’unkilerle buluştu.
“Eğer bir gün bu gemiler yanlış ellere geçerse, Haluk...” dedi, sesi alçak ama keskin bir tonla. “O gün, bedelini ben öderim. Her şeyi kaybedeceksem bile, bu ülkeyi kaybetmemek için öderim.”
Demir derin bir nefes aldı, ardından yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Ellerini masaya koyup Haluk’a baktı.
“Hıh. Aslında, şimdiki gençlere bakılırsa o kadar da umutsuz değiliz, Haluk. Ne kadar harbiyeli, bahriyeli olma hayaliyle düşünen genç var, bir bilsen. Hava sanayimizin son hali mükemmel. Kara kuvvetlerimiz desen, 2233 yıldır dünyanın en iyilerinden biri. Biz üzerimize düşeni yapalım da, bu gençler bir fırsat bulduklarında neler başaracaklarını gösterebilsinler.”
Bir an duraksadı, derin bir nefes aldı ve devam etti:
“Ben o okulu neden kurdum sanıyorsun? Bu memlekette nice dahi çocuk var, Haluk. Eline fırsat verilmemiş, yokluğun içinde kaybolmuş çocuklar... O okul, onları bulmak, eğitmek ve devlete kazandırmak içindi. Ama tabii... Ahğğ, ona da burnunuzu soktunuz. Dedikodular yaydınız, ‘Demir teröristlere adam yetiştiriyor,’ diye. Ne güzel bir algı yarattınız, aferin size.”
Haluk bu sözler karşısında hem şaşkın hem de biraz öfkeli bir ifadeyle baktı:
“Yani diyorsun ki... O okulda yetiştirdiğin çocuklar devlete hizmet etmek için mi eğitiliyordu? Ama biz başka şeyler duyduk, Demir. O çocukların bir kısmı teröristlerin saflarına katıldı. Bu nasıl olur? Bu kadarını nasıl gözden kaçırırsın?”
Demir alaycı bir kahkaha attı, ardından ciddileşti.
“Haluk, gözden kaçırmak mı? Hiç sanmıyorum. O çocukların nerelere gittiğini, kimlere hizmet ettiğini ben herkesten iyi biliyorum. Ama o ‘teröristlerin saflarına katıldılar’ dediklerinizin yarısından fazlası sahte haber. Algı yönetimi. Gerçeği kimse sorgulamıyor, herkes sadece duyduğuna inanıyor. Ama şunu unutma: O okulun asıl amacı, bu memleketin geleceği için asker, mühendis, lider yetiştirmekti. Ve bunu hâlâ yapmaya çalışıyorum.”
Haluk, derin bir nefes alarak bir adım attı ve Demir’in yüzüne baktı:
“Ama Demir, senin yöntemlerin... Bu kadar çok risk alıyorsun. Ya her şey elinde patlarsa? Ya sonunda o okul gerçekten bir tehdit kaynağına dönüşürse?”
Demir, Haluk’un bu sorusuna bir an duraksayarak baktı. Ardından sakin, ama kararlı bir sesle konuştu:
“Haluk, bu kadar risk almadan bir şey başaramazsın. Eğer bugün ben bu yola çıkmasaydım, o çocukların çoğu çoktan kaybolmuştu. Ama ben bu oyunu onların kurallarıyla oynamıyorum. Kendi kurallarımı yazıyorum ve buna devam edeceğim. Çünkü bu memleketin bekası için başka bir seçenek yok.”
Haluk bir süre sessiz kaldı, gözlerini yere indirdi. Ardından derin bir nefes alarak Demir’e bir kez daha sordu:
“Peki ya bu işin sonunda kazanamazsan, Demir? Ya uğruna savaştığın şey sana karşı dönerse?”
Demir alaycı bir gülümsemeyle cevap verdi:
“Haluk, ben zaten kaybetmek için başlamadım. Bu savaşı kazanamasam bile, yolun sonuna kadar gitmek zorundayım. Çünkü başka kimse bunu yapmayacak. Ve bunu yapmazsak, memleketi koruyamayız.”
Haluk başını iki yana sallayarak derin bir nefes aldı. Yüzünde hem hayranlık hem de endişe vardı.
“Demir... Senin yöntemlerin beni her zaman korkutmuştur. Ama seni anlıyorum. Yine de, o okul ve yaptıkların konusunda dikkatli ol. Bu işin sonunda çok pişman olmanı istemem.”
Demir sessizce gülümsedi, ardından derin bir nefes aldı ve masaya yaslandı.
“Endişelenme, Haluk. Ben her zaman ne yaptığımı bilirim. Ama sen ve senin gibiler... Bu ülke için ne yaparsanız yapın, asıl yük bizim gibilerin omuzlarında kalacak. Unutma bunu.”
Haluk bir şey söylemedi. Sadece derin bir nefes alarak kapıya yöneldi. Ama odadan çıkmadan önce bir kez daha Demir’e döndü:
“Demir... Umarım haklı çıkarsın. Ama şunu bil: Eğer bir gün yanılırsan, o gün seni kendi ellerimle durdurmak zorunda kalırım.”
Demir, alaycı bir şekilde gülümseyerek cevap verdi:
“O gün gelirse, Haluk, emin ol en önce ben dururum. Ama o güne daha çok var...”
Demir alaycı bir kahkaha atıp elini dostunun omzuna koydu.
"Boynuz kulağı geçiyor ha! İyi ki emekli oldun komutan. Paslanmaya başlamışsın. Ne çok şey anlatmak zorunda kaldım."
Haluk, sinirle gülümseyerek kolunu Demir’in omzuna attı ve sıkıca sıktı.
"Pas mı? Hadi oradan! Ben seni hâlâ iki hamlede yere sererim, ihtiyar. Ama şu anlattıkların... Hâlâ birçok şeyi saklıyorsun, biliyorum."
Demir hafifçe omzunu silkti, yüzünde alaycı bir tebessümle cevap verdi:
"Sakladıklarımı öğrenmeye ömrün yeter mi, Haluk? Neyse, sen de fazla sorgulama artık. Bazen bilmemek daha iyidir."
Haluk ciddileşip başını salladı, gözlerini Demir’e dikti.
"Bilmemek bazen gerçekten daha iyidir, Demir. Ama yanlış bir şey yaptığını fark edersem, seni durdururum. Bunu unutma."
Demir başını eğerek gülümsedi.
"Biliyorum, dostum. Zaten senden başka kim yapabilir ki?"
İkisi de derin bir sessizlikle birbirlerine baktılar. Haluk, derin bir nefes alarak içinden Demir’e baktı. "İnşallah," diye geçirdi aklından, "çok ileri gidip içinde kalan o bir parça merhameti de kaybetmez. Ne kadar tehlikeli sularda yüzdüğünü bilmiyor olamaz, ama umarım bu yol onu geri dönüşü olmayan bir bataklığa sürüklemez. Dostum... hâlâ kurtulacak bir yanın varsa, o da Hüseyin ve Şeyma’nın ışığında saklı."
"Ama şu paslanma meselesini unutma. Haftaya bir koşu yapalım da kim paslanmış görelim!"
Demir, bu sözlere gülerek cevap verdi:
"Koşu mu? Hah! İhtiyarlar için yürüyüş düzenleriz. Sana da uymazsa ne yapayım artık!"
Demir, kendi kendine mırıldanmasının ardından derin bir nefes alıp masasına doğru ilerledi. Oturduğu yerde, masanın üzerinde duran eski bir aile fotoğrafına göz gezdirdi. Parmaklarını çerçevenin kenarında gezdirirken alaycı tavrı yerini melankoliye bırakmıştı.
"Hüseyin... Şeyma'ya evlilik teklifi etmeye hazırlanıyor, ha?" diye fısıldadı. Hafif bir gülümseme dudaklarına yayıldı. "Demek sonunda kendi yolunu buluyor."
Haluk şaşkınlıkla ona baktı.
"Ne?"
"Ohoo. Bi de benim oğlum diye ölüyorsun tepemde. Gözünden tanırım ben onu."
"Eşek sıpası söylemedi bana. Sen nerden biliyorsun?"
"Höst lan! Ben eşek miyim?"
"Değil misin?"
Gülerek bu soruya cevap veren Haluğa Demir masasından bir kitabı alıp fırlatır. Çarpan nesne ile daha fazla gülen Haluk odanın koltuğunun kenarına oturur.
"Tamam bir şey demedim."
Gözleri masanın köşesinde duran bir mühür kutusuna kaydı. Parmakları mühür kutusunun üzerinde durakladı, ardından hafifçe başını iki yana salladı.
"Onlar için çok farklı bir hayat düşlemiştim. Kız senin olmasa öldürürdüm bile..." dedi kendi kendine.
"Ne dedin sen!"
Sonra bir kahkaha attı.
"İtiraf edeyim. Şeyma'yı hiç sevmemiştim. Ayırmaya çalıştım. Ama canını verecek kadar oğlumu sevdiğini fark edene kadar."
"Şükür ki gördün."
"Sence katılmalı mıyım?"
Bu soru bir çeşit yaş barındırıyordu sanki. İkisi de bir anlığına sessiz kaldı.
"Ona karşı duvar ördün Demir. Gelsen de hoş karşılayacağını sanmam."
Pişman dolu bir nefes verdi.
"Hem sen nerden anladın teklif edeceğini?"
"Kaç gündür onun telaşesinde. Yakında bir etkinlik olacak haberin var mı?"
"Ne zaman?"
"26 ağustos."
"Hı evet haberim var. Türk zirvesinin bu sene Türkiye'de gerçekleşeceği gün."
Bir an kafasına taş düşer gibi olur.
"Yoksa orada mı yapacak?"
Karşılığında onaylanmış bir ifade alır.
"Lan yoksa etkinliğide sen mi düzenledin?"
"O kadar uzun boylu değil ama benim de katkım oldu tabi. Masraflar titandan karşılandı."
"Demir sen benden de fenaymışsın. Onu fark ettim lan."
"Hahaha. Yeni mi fark ettin lan."
Haluk, Demir’in kahkahası karşısında şaşkınlıkla başını iki yana salladı. Yüzünde hem hayret hem de gizli bir hayranlık vardı.
"Ulan, oğlanın teklif edeceği yeri bile ayarlamışsın. Düğünde de ortaya çıkıp ortalığı karıştırırsın sen şimdi. Planın bu mu?"
Demir, alaycı bir şekilde gülümseyerek sırtını sandalyesine yasladı.
"Karıştırmam mı gerektiğini düşündürüyorsam hâlâ formdayım demektir. Ama merak etme, düğünde sadece izleyici olacağım. Hatta belki bir konuşma bile yaparım, ne dersin?"
Haluk, bu cümle üzerine kaşlarını çattı ve sert bir tonla konuştu:
"Bak Demir, o düğünde oğlumun ve kızımın mutluluğunu gölgeleyen tek bir şey olursa, seni kendi ellerimle dışarı atarım. Anlaşıldı mı?"
Demir başını eğerek alaycı bir şekilde elini kaldırdı.
"Peki, peki, büyük komutanım. Ama biliyorsun ki ben düğünleri pek sevmem. Yine de senin hatırına belki gelirim. Sadece ortalığı karıştırmamak şartıyla, tamam mı?"
Haluk, bir an ciddiyetle Demir’in gözlerine baktı.
"İnşallah o gün başka planların olmaz, Demir. Hüseyin ve Şeyma, hayatlarının en mutlu gününde hiçbir gölge istemiyorlar. Özellikle de senden gelen bir gölge."
Demir bir süre sessiz kaldı. Yüzündeki alaycı ifade yerini bir nebze daha ciddi bir ifadeye bıraktı.
"Haluk, oğlumun mutluluğu benim için de önemli. Ama bazı yükler var ki insanlar ömür boyu taşır. Benim taşıdıklarım, onların mutluluğunu gölgelemeyecek kadar uzakta kalmalı. Tek istediğim, oğlumun beni bir gün anlayabileceği kadar zamanı olması."
Haluk, bu sözler karşısında kısa bir süre durakladı. Sonunda derin bir nefes alarak başını salladı.
"Anlayış bekliyorsun ama hiç anlatmıyorsun. Oğlun bir gün seni anlayacak mı gerçekten?"
Demir, masadaki eski aile fotoğrafına tekrar bakarak hafifçe gülümsedi.
"Kim bilir, Haluk? Belki de bir gün… Belki de hiçbir zaman."
Haluk, yerinden kalkarak ağır adımlarla kapıya yöneldi. Ama tam çıkmadan önce durdu ve arkasına dönüp alaycı bir şekilde ekledi:
"Düğünde dans etmeyi bilmiyorsan da öğren. Yoksa gelin sana kızar!"
Demir, bu söze kahkaha atarak karşılık verdi.
"Haluk, dans pistinde seni geçeceğim gün gelecek. Hazır ol!"
Haluk gülerek odadan çıkarken, Demir masasında kalan fotoğrafa bir kez daha baktı ve sessizce mırıldandı:
"İnşallah onların mutluluğuna gölge düşürmem…"
(Bir kaç gün sonra)
Şeyma, Hollanda'da ki görevinin ardından hiç ara vermeden nöbetle çalışmıştı ve nihayet Kartal timi izinliydi. Hızlıca duşunu aldı ve uyumak için uzandı. Ama kafasını yastığa koyar koymaz kapı önce nazik sonra ısrarla çalıyordu. Sinirleniyordu.
"Hüseyin kesin sensin. Geberticem seni."
Evin kapısını hızlıca açıp Ömer’i gördü. Genç adam, mahcup bir şekilde başı önde, gözleri yere kaymış halde duruyordu. Yüzünde kararsızlık, içinde birikmiş bir sıkıntı vardı. Şeyma, hemen bir adım atarak ona doğru yöneldi, ama başındaki uzun elbiseyi düzelterek, şalını toparladı.
“A-a ben ben özür dilerim hocam, düşünemedim,” dedi Ömer, ellerini teslim olmuş şekilde bir araya getirerek.
Şeyma, onu yumuşak bir bakışla süzüp, “D-dur oğlum. Gel, gel bir sorun yok. Merak etme. Sana ayıracak her zaman bir vaktim var. Sen nasıl geldin? Çıkmana nasıl izin verdiler?” diyerek kapıyı araladı ve onu içeri davet etti.
"Ben sizinle konuşmak isteyince Haluk amca getirdi beni. Telefonunuza ulaşamamıştım."
"Anladım gel."
Ömer, başını eğerek içeri girdi. Yavaş adımlarla oturma odasına geçip bir köşeye oturdu. Ellerini dizlerine koymuş, ayaklarını birbirine sürtüyordu. Mahcubiyetini gizleyemediği belliydi. Şeyma, içsel bir boşlukta olan bu genç adamı izleyerek, “Önemli bir konu olmalı,” dedi, ona gözlerinin içine bakarak.
Ömer bir süre sessiz kaldı, derin bir nefes aldı. Sonunda boğazını temizledi ve konuşmaya başladı: “Hüseyin abi yok mu? Yanınızda olacağını düşünmüştüm.”
“Yok, hastaneye gitti. Elimde terlikle onu dövecektim aslında, ama… biz de burada konuşuyoruz işte,” diye şaka yaptı Şeyma, Ömer’i rahatlatmaya çalışarak.
Ömer gülümsedi ama yüzündeki mahcubiyet hala silinmemişti. Şeyma, gülümsemesini sürdürebilmesi için ona bir fırsat vermişti. Bir süre sessiz kaldılar, sonra Şeyma tekrar konuştu: “Aramamı ister misin, çağırayım mı?”
“Ha yok. Aslında iyi oldu sizinle konuşmak istiyordum,” dedi Ömer, gerginliğini biraz olsun atarak.
Şeyma, ona dikkatle baktı. “Hmm, pekii. Ama önce ben nöbetten yeni geldim ve yeni yemek yiyecektim. Sen de aç mısın? Valla ben şu an kıtlıktan çıkmış gibiyim.”
Ömer gülümsedi, ama yine de çekingen bir şekilde başını salladı. “Haha yok hocam, değilim, siz yiyin.”
Şeyma gülerek, “Hadi lan ordan. Besbelli. Gel bana yardım et hadi,” dedi, mutfağa doğru yürüyerek.
“Ne ama?” diye sordu Ömer, kafası karışarak.
“Etmiyicen mi?” diye ekledi Şeyma, bir an bile düşünmeden.
“Ya ederim de nereden…” dedi Ömer, ama mutfağa adım attı.
Hacer hanımın yaptığı yemekler masayı kurtarıyordu. Şeyma, küçük bir tavaya sarma ısıtıp, yanında ezogelin çorbasını da ısıttı. Hacer’in pişirdiği pilavı da sıcak tutarak masaya yerleştirdi. “Hadi bakalım, otur. Yemek hazır,” dedi.
Ömer, hala mahcup bir şekilde otururken, Şeyma kaşığını eline aldı ve çorbanın kokusunu içine çekti. “Hadi hadib soğutma,” dedi, ilk lokmayı alarak.
Ömer biraz çekingen olsa da, sonunda yemek yemeye başladı. Hiçbir şey söylemeden, yemeklerini bitirdi. Şeyma, genç adamın sessizliğini fark etti, ama onu zorlamadı. Yemeğin sonunda Şeyma, “Eh sen geç şurayı halledeyim geliyorum,” dedi, masayı toparlamaya yöneldi.
Ömer, tabakları alıp mutfak makinesine yerleştirdi. “Teessüf ederim hocam, benden nasıl oturmamı bekliyorsunuz?” dedi, ama yine de Şeyma’nın söylediklerini yerine getirerek işini halletti.
Şeyma sandalyesine oturup esnedi. “Sen bilirsin,” dedi, gülümseyerek.
Ömer, bu kez daha rahatlamış bir şekilde yüzünü güldürdü. “Fincanlar nerede?” dedi.
“Fincan mı?” diye sordu Şeyma, şaşkın bir şekilde.
“Evet, bu uykuyu açmak lazım, yoksa gece uyuyamayacaksın,” dedi Ömer, kendinden emin bir şekilde.
“Vayy, kral kahve mi yapacaksın, biliyor musun?” dedi Şeyma, şaşkınlıkla.
“Tabii ki. Ama makineyle hazır, buradayken,” diyerek mutfaktaki kahve makinesini gösterdi.
Şeyma gülümsedi ve Ömer’in ardından gülümseyerek oturma odasına geçti. “İyi yap bakalım. Hemen üstünde. Kahve de şurada, az şekerli bekliyorum,” dedi.
Şeyma, Ömer’in oturma odasında biraz daha rahatlamış bir şekilde oturduğunu fark etti. Onun gerginliğinin azaldığını görmek, genç adamın nihayet kararını açıklamaya hazırlandığını hissettirdi. Fakat, Şeyma’nın içinde hâlâ bir merak vardı. Bu genç adamın, hayatı boyunca yönünü bulmaya çalışırken ona yük olan tüm duygularını ve kararsızlıklarını burada, şu anda çözmesini istiyordu. Ama zorlamadan, sadece onun zamanını bekleyerek.
“Tamam,” dedi Ömer, nihayet boğazını temizleyip. “Hocam… şey, ben sizinle konuşmak istedim çünkü...” Duraksadı. Sanki söyleyecekleri diline takılmış gibiydi.
Ömer derin bir nefes aldı, bakışlarını yere dikti ve konuşmaya başladı:
“Siz ve Hüseyin abi… beni yanınıza almak istediğiniz için… gerçekten çok teşekkür ederim. Bu benim için… ne kadar büyük bir şey olduğunu anlatamam. Ama…”
Bu “ama” kelimesi, Şeyma’nın yüreğini bir an sıkıştırdı. İçinde beliren buruk bir endişe ile Ömer’in devam etmesini bekledi.
“Ama…” diye tekrarladı Ömer, sesini hafifçe titreyerek. “Yanınızda kalmak istemiyorum. Şimdi yeni bir hayata başlıyorsunuz. Hüseyin abiyle evleneceksiniz, kendi yuvanızı kuracaksınız. Benim orada olmam... uygun olmaz. Sizi rahatsız etmek istemem.”
Şeyma’nın gözleri bir an şaşkınlıkla açıldı. Onu düşündüğü için duyduğu minnettarlıkla karışık bir hüzün, yüreğini kapladı. Ancak Ömer, hemen ekledi:
“Hocam... ama bu kararı vermek benim için kolay olmadı. Biliyorum, her zaman yanımda oldunuz. Beni korudunuz, bana yol gösterdiniz. Sadece... belki de biraz daha kendi ayaklarımın üzerinde durmalıyım. Ama resmiyette sizin çocuğunuz olmak… bu benim için gurur verici bir şey. Bunu bilmenizi istiyorum.”
Şeyma, bir an sessiz kaldı. İçinde fırtınalar kopuyordu, ama dışarıya sadece sakin bir gülümseme yansıdı.
“Eh… 15 yaşındasın. Seni anlıyorum. Yine de beni sevindirdin. Kararını duymak güzel,” dedi. Ama sözlerinin ardındaki gerçek, Ömer’in büyüdüğünü ve artık kendi yolunu çizmeye çalıştığını kabul etmenin burukluğuydu.
Tam o anda, Ömer, cebinden küçük bir kutu çıkardı ve Şeyma’ya uzattı. Şeyma, kutuya bakarak şaşkınlıkla sordu:
“Nedir bu?”
“Hocam… şey, aslında size çok önce vermek istemiştim. Ama fırsat olmadı. Şimdi tam zamanı,” dedi Ömer, hafif bir gülümsemeyle.
Şeyma kutuyu açtığında, içinde zarif bir kolye gördü. Kolyenin üzerindeki işlemeler, ışıkla dans ediyor, sanki geçmişten gelen bir hikâye fısıldıyordu. Gözleri büyüdü ve şaşkınlıkla Ömer’e baktı.
“Bu… çok güzel bir şey Ömer. Ama… bu annemindi demiştin. Senden kalan tek hatıraydı. Yok, hayır, ben bunu kabul edemem,” dedi Şeyma, kelimelerini toparlamaya çalışarak.
Ömer, hafifçe başını iki yana salladı. “Eh, siz de benim bir annem olduğunuza göre… kişi fark etmiyor sanırım.”
Bu sözler Şeyma’nın kalbine bir ok gibi saplandı. Ömer’in yüzüne baktı; onun yüzünde annesini kaybetmenin hüznüyle, Şeyma’yı kazanmanın sıcaklığı iç içe geçmişti. Bu söz, aralarındaki bağı tarifsiz bir şekilde güçlendirmişti. Şeyma, kelimeler boğazına düğümlenmiş halde sessizce baktı ona.
“İnsanın annesinin düğününü görmesi nadirdir. Bence çok şanslıyım...anne,” dedi Ömer, bu kez tüm içtenliğiyle.
Şeyma’nın gözleri doldu. Bir an, zaman durmuş gibi hissetti. Yüreğini kaplayan sevgi, gurur ve minnettarlık; hepsi tek bir duyguya dönüşerek gözlerinden akmak üzereydi. Ama sadece gülümsedi, elini Ömer’in omzuna koydu ve yumuşak bir sesle cevap verdi:
“Ben de çok şanslıyım, Ömer. Beni bu kadar mutlu ettiğin için teşekkür ederim.”
Odada sessiz bir bağ oluştu. Kelimelerden öte, aralarındaki sevgi ve güven konuşuyordu. Ve o anda, ikisi de birbirlerinin hayatında nasıl bir yer kapladıklarını bir kez daha anladılar.
Kapı çaldığında Ömer içgüdüsel olarak yerinden fırladı, ama ardından Şeyma'nın sesini duydu.
"Sen otur, ben açarım."
Ancak Ömer çoktan kapıya yönelmişti. Şeyma’nın durdurmasına fırsat kalmadan kapıyı açtı ve karşısında Hüseyin’i buldu. Hüseyin, geniş bir sırıtışla Ömer’e baktı.
"Vay aslan parçası! Komutan olmuşsun ama kapı açmayı hâlâ acemi gibi yapıyorsun. Nöbette yakalanmış asker gibisin."
Ömer hafifçe gülümseyerek kenara çekildi. "Buyur Hüseyin abi, komutanımız salonda."
Hüseyin hemen salona geçti. Şeyma, Hüseyin’in sesini duyunca arkasını döndü. "Hüseyin? Ne işin var burada?"
Hüseyin elindeki paketi masaya bırakırken, gözleri Ömer'e çevrildi. "Sen ne yapıyorsun bakalım? Eğitimler nasıl gidiyor? Bakıyorum da kasların hâlâ ince. Yoksa seni mutfağa mı verdiler?"
Ömer gülerek cevap verdi. "Gayet iyi gidiyor. Ama mutfak kısmını bilmiyorum, bence siz daha iyi bilirsiniz."
Hüseyin kahkahayı patlattı. "Fena laf soktun ha! Ama bakalım antrenmanda da bu kadar hazır mısın?"
Bir anda Ömer’in üstüne atladı ve onu yere yatırmaya çalıştı. "Hadi bakalım, asker olacak adamsın! Gücünü göster! Ne bu yumuşaklık? Bu kadar mı gücün?"
Ömer, Hüseyin’in baskısıyla boğuşmaya çalışırken güldü. "Abi, ağır ol biraz! Daha çalışıyoruz!"
Tam o sırada Şeyma, kahkahalarına engel olamayarak yanlarına geldi. "Hüseyin, çekil çocukcağızın üstünden! Daha antrenmanlardan kaçmamış, sen ise yılların kurtusun."
Hüseyin, dramatik bir şekilde Ömer’in üstünden yuvarlanıp yere uzandı. "Tamam, tamam! Ama bu genç adam bir gün beni geçerse çok utanırım."
Ömer toparlanıp otururken başını iki yana salladı. "Geçersem ilk seni çağıracağım abi, merak etme."
Şeyma, ellerini beline koyarak Hüseyin'e döndü. "Şimdi söyle bakalım, ne işin var burada? İkimize baskın yapmaya mı geldin?"
Hüseyin ayağa kalktı ve ciddiyeti takınmaya çalışarak Şeyma’ya döndü. "Ben geldim çünkü... Önemli bir durum var."
Şeyma’nın yüzündeki gülümseme yerini şüpheye bıraktı. "Ne durumu?"
Hüseyin hafifçe eğilip gözlerini kısmış bir şekilde fısıldadı. "Giyin, çıkıyoruz."
Şeyma kollarını çaprazladı. "Hayatta olmaz, Hüseyin. Bugün evde kalıyorum. Dinlenmeye ihtiyacım var. Ne planladıysan iptal et."
Hüseyin'in yüzü bir anda dramatik bir şekilde düştü. Ellerini başına koyarak odanın içinde dönmeye başladı. "Sen ne yaptığının farkında mısın, kaptan? Büyük bir tarihi anı kaçırıyorsun. Ama tamam, tamam! Sen bilirsin. Kaderimizi değiştirecek bir andan feragat ettin."
Şeyma kaşlarını kaldırarak sordu. "Kaderimizi mi?"
Hüseyin, dramatik bir tavırla elini kalbine götürdü. "Evet. Ama şimdi açıklayamam. Bunun ağırlığı çok büyük."
Şeyma güldü. "Tamam, tamam. Ne yapıyorsan yap, ama beni bu gece bir yere çıkaramayacaksın."
Tam bu esnada kapı zili tekrar çaldı. Ömer ayağa kalkarak Şeyma’ya baktı. "Bu sefer kesin sizin aileniz gelmiştir."
Şeyma hafifçe iç çekerek kapıya yöneldi. "Evet, kesin onlar. Hüseyin, sen de bir otur bakalım. Bu geceyi bir şekilde atlatacağız gibi görünüyor."
Kapının kilit sesi duyuldu. Açılır açılmaz içeri giren Haluk Bey’in tok sesi evin dinginliğini bozdu. Salona doğru adımlarını atarken gözleri, Hüseyin’i Ömer’in üzerine abanmış halde yakaladı. Kaşları yukarı kalktı, bakışlarına hayret ve hafif bir alay yerleşti.
“Bu ne hal, Hüseyin? Ömer’i askere hazırlamaya erkenden mi başladın? Bırak lan çocuğu! dedi, yüzünde beliren hafif bir tebessümle.
Hüseyin, eğildiği yerden doğrulurken hala gülüyordu. “E ne yapalım baba, çocuk biraz tembel çıktı. Biz de azıcık şevk verelim dedik!”
Hacer Hanım, elindeki çantayı sehpanın üzerine bırakırken kaşlarını çattı. “Hüseyin, oğlanın üstüne çıkıp güreş tutmak da nereden çıktı? Bırak çocuğu nefes alsın biraz.”
Ömer, hala yere oturmuş bir halde elleriyle dizlerini ovuşturuyordu. Sırtını gevşetti. Utanmış bir şekilde, “Ben bir şey demedim ki... Hüseyin Abi kendi kendine... şey...” diye mırıldandı.
Şeyma ise salondaki bu manzarayı izlerken kahkahasını tutamıyordu. Hemen araya girip Hüseyin’i Ömer’den uzaklaştırdı. “Yeter artık, Hüseyin. Çocuğu ezdin. Baba sen gelmeden önce de rahat bırakmadı Ömer’i.”
Haluk Bey, koltuğa oturup yavaşça dizini sıvazladı. Gözleri hem Ömer’i hem Hüseyin’i süzerken ciddi bir tonda konuşmaya başladı, ama sesine alaylı bir nota eklemekten geri durmadı.
“Şimdi anlaşıldı. Hüseyin Ömer’i eve alıştırmaya çalışıyor. Ama bak, delikanlı, buralardan kolay kolay kurtulamazsın. Yurda dönmene izin yok!”
Bu sözler, hem Hacer Hanım’ın hem Şeyma’nın dikkatini çekmişti. Hacer Hanım, Haluk’un bu sözüne başıyla onay verir gibi hafifçe eğildi. “Haluk doğru söylüyor. Burası da senin evin Ömer. Madem geldin hemen gitme bugün. Yurtta tek başına ne yapacaksın?”
Ömer’in gözleri büyüdü. Utançla kıpırdandı. “Ama şey, ben... rahatsızlık vermek istemem...”
Hacer Hanım, elini kaldırarak Ömer’in sözünü kesti. “Rahatsızlık olur mu hiç.Hem belli ki seni burada isteyen birileri var,” dedi ve bakışlarını Hüseyin ile Şeyma’ya çevirdi.
"E ben! Beni kimse istemiyor muu?" dedi Hüseyin.
"İstememize gerek kalmıyor zaten her fırsatta buradasın ya Hüseyin" dedi Şeyma gülerek.
Şeyma, gülümseyerek Ömer’in omzuna dokundu. “Bak Ömer, bir şey diyemem. Babam ve annem konuştuğunda, biz de bir şey diyemiyoruz.”
Hüseyin ise gevrek bir kahkaha attı. “Gördün mü Ömer? Bu evden kaçış yok!”
Ömer, hafifçe gülerek başını eğdi. “Peki... O zaman burada kalırım. Ama sadece bir süreliğine,” dedi.
Şeyma, oturduğu yerden kalkıp mutfağa doğru yöneldi. “Hadi madem bu kararı verdik, ben çay koyuyorum. Hüseyin!!! Bıraksana çocuğu!”
Kızın ani çıkışından sonra Hüseyin Ömer'in boynunda sıktığı kolunu bıraktı gülerek.
"Aman be! Tamam. Sende ne canı az çıktın!"
"Neden acaba Hüseyin abi!"
Haluk Bey arkasına yaslanıp kahkaha atarken Hüseyin, Ömer’in saçlarını hafifçe karıştırdı. “Merak etme delikanlı, burada krallar gibi ağırlanacaksın. Ama önce biraz daha güreş çalışacağız!”
Ömer, utançla gülerken başını eğdi. Bu evin sıcaklığı ve samimiyeti bir kez daha içine huzur doldurmuştu.
Hüseyin, Haluk’un yanına otururken gözlerini Hacer’e çevirdi. “Anne, yemek falan yok mu? Şeyma mutfağa çay koymaya gidince içimden bir his akşam aç kalacağımızı söylüyor. Valla işten çıktım kurt gibi açım.”
Hacer Hanım, gözlerini devirerek cevap verdi. Hiç çekinmiyordu. Bu huyunu severekten cevap verdi. “Hüseyin, mutfağı savaş alanına çeviriyorsun diye ben mutfağa girmiyorum artık. Çay bile koymayı beceremiyorsun ama yemek bekliyorsun!”
Haluk, bir kahkaha patlattı. “Doğru, Hacer. Geçen geldiğimde Hüseyin’in yaptığı çorba mıydı, yoksa duvar boyası mı, anlamadım.”
Hüseyin alındı gibi yaparak elini kalbine koydu. “Ah baba! Ben o çorbayı aşkla yapmıştım. Nasıl olur da kıymetini bilmezsiniz?”
O sırada Şeyma, elinde çaydanlıkla mutfaktan çıktı. “Hangi çorba bu? Geçen kilerden bulduğun o yeşilimsi şey mi?”
Hüseyin’in yüzü kızardı. “Yahu o kadar kötü değildi. Ömer içti, değil mi? İçtin evet hatırlıyorum.”
"Berba..."
Hüseyin elini ağzına tuttu. Kulağına fısıldadı.
"Eğer sağ çıkmak istiyorsan sus!"
Ömer, bir anda okların kendine çevrildiğini hissedip telaşla araya girdi. “Şey, evet... ama sanırım o gün biraz... iştahım yoktu.”
Şeyma, masaya bardakları dizerken Hüseyin’e meydan okurcasına baktı. “Anlayacağın, yemek konusunda umudu kes Hüseyin."
Haluk, omzunu silkerek ayağa kalktı." Hüseyin, gidip kendine çorba yapacak cesaretin varsa mutfağı sana bırakıyorum.”
Hüseyin derin bir nefes aldı, sanki büyük bir karar alıyormuş gibi ayağa kalktı. “Tamam, mutfağa gidiyorum. Hepinize öyle bir yemek yapacağım ki parmaklarınızı yiyeceksiniz.”
Şeyma kaşlarını kaldırdı. “Ömer, mutfakta yangın tüpü nerede biliyor musun? Belli ki ihtiyacımız olacak.”
Hüseyin, mutfağa doğru yürürken arkasına dönüp “Göreceksiniz! Bugün gastronomi dünyasına adım atıyorum,” dedi ve mutfağın kapısını açtı.
Ardından içeriden gelen tıkırtılar, düşen tencere sesleri ve Hüseyin’in “Bu tencere neden bu kadar ağır?” şeklinde şikayetleri duyulmaya başladı. Şeyma,, Ömer Haluk ve Hacer ise bugüne kadar görülmemiş kahkaha tufanının bu kaosunu dinliyordu.
Şeyma, çayından bir yudum alıp Ömer’e döndü. “Ömer, hazır mısın? Birazdan mutfaktan çıkan yemeği deneme cesaretini göstereceksin.”
Ömer derin bir nefes aldı. “Sanırım Hüseyin Abi’nin yaptığı yemek için askeri disiplinimi test edeceğim...”
Hacer, gülerek araya girdi. “Merak etme Ömer, biz seni zehirlenmeden kurtarırız.”
O sırada Hüseyin’in mutfaktan zafer çığlığı duyuldu: “Bulutların üzerindeki lezzeti tattırmaya geliyorum! Huhuu! Ulan! Anneee! Kepçe nerde?”
"Ocağın altındaki ilk çekmecede!"
"Un neredee?"
"Balkonda ki dolabın içinde!"
Şeyma gözlerini devirdi. “Hep böyle der, sonuç her zaman karbonlaşmış ekmek olur.”
Haluk, kahkaha atarak “Hüseyin’in yemek yapması, komedi filmi izlemek gibi. Hiç bitmesin istiyor insan! Damat sıpası bskalım kendini oradan sağ çıkarabilecek mi?” dedi. "Ömer biliyor musun bu da askerde altı ay ocakbaşı, mutfakta çalışmış hali hıhıhıhıhıı"
Sondaki gülüşü Arka sokaklar'daki Meset komiserin gülüşüydü. Ömer de uzun süre sonra ilk kez bu kadar gülüyordu.
Tam bu sırada Hüseyin, elinde garip bir şekilde yanan bir tencereyle mutfaktan çıktı. Tencereyi masaya koyarken herkes bir adım geri çekildi. “Tadaaa! İşte karşınızda... şey... galiba bu çorba... ya da pilav... emin değilim!”
Şeyma tencereye bakarken kaşlarını çattı. “Bu yemek değil Hüseyin, bu bir doğal afet...”
Haluk ve Hacer kahkahalarla gülmeye devam ederken, Ömer çaresizce kaşığı eline aldı. “Tamam, deniyorum. Eğer hayatta kalırsam, yarın için teşekkür ederim.”
Ömer, tencereye çekinerek baktıktan sonra kaşığı daldırdı. Karışımın kıvamı, çorba ile beton arasında gidip geliyordu. Biraz alıp ağzına götürdüğünde yüzü anında buruştu. Herkes merakla tepkiyi beklerken, Ömer yavaşça konuştu:
“Bu... şey... gerçekten... benzersiz bir tat.”
Hüseyin gururla göğsünü kabarttı. “Gördünüz mü? Ömer şimdiden şefliğimi onayladı!”
Şeyma ise gözlerini kısarak Ömer’e baktı. “Benzersiz dedi, güzel demedi Hüseyin. Ömer, yutabiliyor musun?”
Ömer zorla yutarken boğazını temizledi. “Sanırım bu yemek bana hayatın ne kadar değerli olduğunu hatırlattı.”
Haluk, kahkahasını zor tutarak Hacer’e döndü. “Bu çocuk iyi yetişmiş Hacer. Gerçekten şaka yapmadan, nazikçe zehirleniyor.”
Hacer, Ömer’in önünden tencereyi alıp Hüseyin’e doğru itti. “Bu kadar yeter. Hüseyin, bu lezzeti kendine sakla. Ömer’i daha fazla riske atamayız!”
Hüseyin, alınmış gibi yaparak tencereyi kucakladı. “Sizi gastronomi dehasından mahrum bırakıyorum. Ama bilinsin ki tarih beni haklı çıkaracak!”
Şeyma, Ömer’e su verirken güldü. “Haklı çıkar belki... ama sadece doğal afetler tarihçesinde.”
Ve akşam, Hüseyin’in gururunu kurtarma çabaları ve ailenin kahkahalarıyla sona erdi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.23k Okunma |
120 Oy |
0 Takip |
37 Bölümlü Kitap |