@hayatndoruklarinda
|
Anahtar yardımıyla kapıyı açıp içeri, evime girdim. Yetişkin bir birey olmanın artılarından biriydi kesinlikle, ayrı eve çıkmak. Babam ve annem işleri dolayısıyla evde kısa süreli kalıyorlardı. Bu yüzden ayrı bir eve çıkmıştım. Belki gerek yoktu ama terk edilmiş gibi gelen o evden ne kadar uzaklaşsam benim için daha iyiydi. Çoktan çantamı ve ceketimi girişteki askılığa asmıştım. Çok yorgun olduğum için hemen kendimi koltuğa atmıştım. Televizyonu internete bağladıktan sonra güzel bir film seçtim. Mutfakla salon birleşik olduğu için kendime bir şeyler hazırlarken tam karşımda duran televizyonu izleyebilecektim. Filmi açtıktan sonra mutfağa yönelmeye gidecekken sesi biraz daha arttırdım. Sonra gelirken aldığım eşyaları tezgahın üzerine bıraktım. Ellerimi iyice sabunladıktan sonra tezgahın karşısına geçtim. Bir yandan filmi takip ederken diğer yanda makarna için tencereye su koyuyordum. Sosunu hazırladıktan sonra kaynayan suya makarnaları attım ve haşlamaya bıraktım. Bu sırada hazırladığım kahve kupasını alıp mutfaktan çıktım. Filmin başına oturduktan dokuz veya on dakika sonra tekrar yemeğe bakmaya gittim. Beş dakika sonunda yemek hazırdı. Filmin bitmesine çok az kala telefonumun bildirim sesi kulaklarıma ulaştı. Telefona bakınca mesaj atanın Sophia olduğunu gördüm. Çocukluktan beri arkadaştık onunla. Aynı okuldaydık fakat farklı bölümleri tercih etmiştik. Ortak derslerimiz vardı sadece. Onun dışında günün yarısı beraberdik. Sophia: Evdeysen eğer sana anlatacaklarım var! Çok önemli, kızım! Gülerek mesajlara girdiğim an bir cevap yazdım. Emily: Evdeyim, bekliyorum seni. Yemeğimi bitirdiğim zaman film de bitmişti. Sophia gelmek üzereydi. Ellerimi yıkayıp telefonumla ilgilenmeye başladım. Çok geçmeden zil sesi yankılandı sessiz evin içinde. Hemen kalkıp kapıyı açtım. Sophia ile birbirimize sarıldıktan sonra “Kapıda kalma, gel içeriye.” Diye buyur ettim. Başını sallayarak ayakkabılarını çıkardı ve içeriye geçti. “Neymiş bakalım çok önemli olan?” dedim. Koltuklardan birine kurulup ellerini birbirine kenetledi ve konuşmaya başladı. “En sevdiğim şarkıcının konseri var!” diye çığlık atarak konuştu. Ellerimi kulaklarıma siper ederken tepkimi incelemek için beni izliyordu. “Bu muydu çok önemli olan?” dedim küçümser bir tavırla. Kaşlarını kaldırdı ellerine tekrar şekil verdi. Bu sefer iki elinin parmaklarının uçlarını birleştirdi. “Ne oldu Emily Hanım, beğenemedin mi?” Bu cümlesinden sonra ise gülmeye başladım. Ben güldükten hemen sonra o da gülmeye başladı. Kısa süreli bir gülme krizinin ardından “Ne zamanmış bu konser?” diye sordum. “Tam olarak üç gün sonra.” Üç gün sonra olan bir konser için biletlerin çoktan bitmiş olması lazımdı. Biletler bitmiş olmalıydı. Üzüntüyle başımı ona doğru çevirdim. “Soph-” diye seslenecektim ki sözümü kesti. “Emi.” Bakışları üstümde dolaşırken utançla gözlerini kaçırdı. Ve ne yaptığını anladım. “Biletleri, konser haberi duyulduktan sonra aldım.” Diyerek düşündüğümü desteklemiş oldu. “İyi ama Sophia, sınavlar yaklaşmak üzere. Onları ne yapacağız?” diye sordum. İstanbul’un en iyi üniversitelerinden birinde okuyorduk. İkimiz de tam bursluyduk. İkimiz de seneye tekrar bu dersleri almamak adına sınav dönemlerinde kafa kafaya verip uzun süreli bir çalışma gerçekleştiriyorduk. “Emi, zaten bir gün. Diğer günler kütüphanede daha fazla kalırız. Olmaz mı?” Başımı aşağı yukarı sallayarak onayladım onu. “Kahve yapacağım kendime, ister misin?” diye bir teklifte bulundum ona. Cevap niteliğinde olarak bana, “Her zamankinden.” Diyerek göz kırptı. Gülümsedim ve kahve yapmak için mutfağın yolunu tuttum. ⚔️ Yarım saat sonra kahvelerimizi bitirmiş, bolca sohbet etmiştik. Sophia burada kalmaya ikna olunca da tek sezonluk bir dizi açtık. Sophia ne kadar romantik komedi diye tuttursa da fantastik bir dizi açmıştım. Bunun üzerine biraz surat yapsa da, patlamış mısırları gördükten sonra keyfi yerine geldi. Kendimi bir yere ait hissedemiyordum. Buradaydım evet ama sanki ruhum yanımda değildi. Yarım ve eksik hissediyordum kendimi. Sanki hiç dolmayacak bir boşluk... Bu yüzdendir belki fantastik ve bilim kurgu kitaplarını, filmlerini severim. Başka evrenlerde başka hikayeler yaşama fikri çok cazip geliyordu. Ve bir kez daha kılıçlar birbirine çarptı televizyon ekranında. Hissetmeyi beklediğim şey bir müzisyenin piyano tuşlarına basmasıydı. Bir basketbolcunun attığı topun potanın içinden geçmesiydi. Bir yazarın kitabına attığı son cümleydi. Benliğini tamamlayan bir histi bu. Belki de benim hiçbir zaman hissedemeyeceğim bir his... En sonunda galip geldi savaşçı prenses. Ama bu yolda çektiklerini unutmamak gerekiyordu. Kaç defa ihanete uğramış, yakınlarını kaybetmişti. Zafere giden yol iyiydi, cazipti. Lakin fedakarlık lazımdı. Küçük değil, büyük bir fedakarlık. Attığın adımlar keskin olmalı, düştüğün yerden kalkmalıydın. Beraber yarı uzanır pozisyonda olduğumuz koltukta kıpırdanma hissettim ve göz ucuyla Sophia’a baktım. Pürdikkat diziyi izliyordu. Hafifçe tebessüm edip başımı tekrar televizyon ekranına çevirdim. Dizinin yarısından fazlasını izledikten sonra saat geç olmuştu. ⚔️ Sonlara doğru geldiğimizde karakterin çocukluk anılarının çoğu gösteriliyordu kesit kesit. İstemsizce aklım çocukluğuma gitti. Bir tane oyun arkadaşım vardı. Çok iyi hatırlıyorum. Beraber oyunlar oynar, sohbet ederdik. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Ama ne yazık ki ismini hatırlayamıyordum. Anılar vardı ama mekan yoktu. Anılar vardı ama isim yoktu. Kesik kesikti her şey. Sanki parçalar karşımdaydı ama birleşmeleri imkansızdı. Ulaşamıyordum anılara. Anılarıma... Kendi benliğimi, burada olmayan ruhumu ne kurtarırdı ya da kurtaracaktı bilmiyorum. Olağanüstü bir şey olmasa, ruhum benden sonsuza kadar kaçacaktı sanki. Bedenin ruhu olmadan bir cesetten farkı var mıydı? Annem ve babam bile çok az görüşürken benimle sığındığım tek şey onlardı. Güncelerim... Bir arkadaş sayıyorum onları. Benliğimi bulma konusunda yardımcı oluyorlardı bana. Birileri değildi bu. Şuana kadar yazdığım güncelerdi. Beni ben yapan, ruhumun giderken bıraktığı emanetlerdi. Gerçi ne kalmıştı ki geriye? Ruhumdan ne kalmıştı sahi? Belki ben abartıyordum, acı çektiğimi sanarken yanlış düşünüyordum. Bilmiyordum. Ama her şey çok karışık, zihnimin sesini duyamıyorum. Hem çok gürültü var hem de büyük bir sessizlik. Ruhumu kaybettiğimi düşünüyordum, diğer yandan da bunun büyük bir saçmalık olduğunu düşünüyor, ufacık şeyleri büyük acılara evirip çeviriyordum. Bir diğer ihtimal ise her şey gerçekti. Ruhumu, benliğimi kaybettiğimi iddia ediyordum. Aklımda da bir soru vardı. Ya benliğimi hiç bulamamışsam? Kaybettiğim bir şey olabilmesi için önce varlığını hissetmem gerekirdi, değil mi? Ama ben hiç kendimi kendim gibi hissetmedim ki. Televizyon ekranına bakıyordum ama görmüyordum. Zihnim sorularla dolup taşıyor, bir noktadan sonra bu bana acı veriyordu. Bir homurdanma sesi geldiğinde az ötemde oturan Sophia’dan geldiğini anladım. Uyuyakalmıştı. Onu rahatsız etmek istemediğim için hemen televizyon kumandasına uzandım ve kapattım. Benim de uykum gelmişti. Gözlerim savaş açmıştı bana, kapanmak için. Koltuktan kalktım. Sophia’nın üstünü iyice örttüm ve banyoya ulaştım. Ellerimi yıkadım ve dişlerimi fırçaladıktan sonra banyodan ayrıldım. Ve onlara baktım. Evet, güncelere... İlk sayfada bir işaret vardı. Bazı şekillerin iç içe girmişti, böyle bir şey yazığımı hatırlamıyordum ki. Altta yazan iki kelime ise beni beynimden vurulmuşa çevirdi. İlk günce varisi... Ne anlama geliyordu ki bu? “Tanıdık kelimeler, tanıdık cümleler... Ama sen, kendine bile yabancısın. Bu sen değilsin. Sen O’sun... Hatırlamadığın anlar ecelin olmadan bul onu. Kendini bul, geç olmadan.” Bir ses kuşattı etrafımı, zihnimi... Ayağa kalktım. Sadece değişik şekle dokunmuştum. Parmaklarım üstünde gezinmişti. Ama bu ses... Bu ilahi ton hayal olamazdı. Gerçekti. Ama nasıl? Nasıl olurdu da sadece parmak uçlarım şekle dokunduğunda böyle bir şey ortaya çıkardı? “Karanlığın içinden, biri sesleniyor sana. Birileri... Birileri seni bekliyor. En çok da o... O seni bekliyor.” Yankı buldu ses, evin duvarlarında değil, zihnimin duvarlarında. Zihnimde parçalanmalar hissettim. Var olmamış duygular bile katledildi orada. Etrafım kuşatılmıştı duygular tarafından. “Tik, tak Tik ,tak Zaman geç olmadan...” Başım çok kötü dönüyordu. Zihnimin içinde parçalar oturuyor, bazıları yok oluyordu. Benliğimi kaybettiğimi söylemiştim, bunun yanında bir hiçmiş. Ve belki de ilk defa o bugün, bu anda ruhuma seslendim. Neredesin? “Ruhun kızım, burada.” Bir damla göz yaşı firar etti gözlerimden. Ayakta kalamazdım. Dizlerim itaat etti. Yere çöktüm. İçimde bir yangın vardı şimdi. Ne su etki ediyordu, ne de toprak. Ateş lazımdı. Yangını dindirmek için. Belki de ruhumun beni bulması için. El ele... Sadece elleri mi birleşiyordu? Batmaya ramak kala güneş asılı kalmıştı bulutların arasında. Koşuyorlardı birlikte. Belki de güneşe yetişebileceklerini sanıyorlardı. Çok absürt durmazdı çünkü yedi ve dokuz yaşındaki çocuklardan ne beklenirdi ki... Kumral saçları uçuşan kızın belki de en mutlu anısı buydu. Kahverengi saçları olan çocuğun yeşil hareleri mutlulukla çırpınıyordu. Yeşil hareleri mutlulukla çırpınan çocuğun en mutlu anısı buydu. Belki, değil. Yaşadığı 9 yıl boyunca yaşadığı en iyi anısıydı bu. Kumral kız küçük ayaklarını bir taşa çarptı. Eli çocuğun elinden ayrıldı ve kumral kızın sol dizi yeri boyladı. Küçük kız acıyla birlikte yüzünü buruşturdu. Her zaman yardımına koşacak, yanında duracak o kişiye seslendi. “Toprak adam...” Çocuk anın getirdiği şokun içerisindeydi. “Yıldız, minik yıldız.” Dedi kızın yanına eğilirken. “Çok acıyor mu?” Diye devam etti. Kız çok fazla acı çekmiyordu ama dizinden kan akıyordu. Acısına rağmen gülümsedi küçük kız. “Acıyor, çok acıyor.” Diyerek kendi sorduğu soruya cevap verdi çocuk. Cebinden bir mendil çıkardı. Yarayı yavaşça temizledi. Kan akışının başladığı yere cebinden çıkardığı yarabandını yapıştırdı. “Minik yıldızım... Sen yaralanınca benim canım çok acıyor.” Bir şey söyleyemedi kız. Ama içindeki kan kaynamaya başladı. Midede kelebekler oluşması böyle bir his miydi? “Gel bakalım.” Dedi çocuk kızın ayaklarının altından bir elini geçirirken. Diğer elini de sırtına, kollarının arasından geçirdi. Kızı havaya kaldırdı ve yavaş adımlarla eve gitmeye başladılar. “Güçlü Toprak Adam, Güçlü Toprak Adam...” Diye tekrar ediyordu küçük kız. Gülümsedi çocuk. Ve güneş sırtlarına vururken arkalarında güneşi bırakarak yollarına devam ettiler... İlahi tonlu sesin sahibi kimdi? Bana ne yapmaya çalışıyordu? Amacı neydi? Acının önünde iki büklüm kaldığını görmüyor muydu? Günceyi çevirdim bir kez daha. Bu sefer siyah saçlı, gözleri benim gözlerimin aynısı olan bir kadındı bu. Bu... Bu kadın annemdi. Başına iliştirilmiş tacı vardı. Gülümsüyordu. Gerçek miydi ki bu gülümseme? Diğer fotoğrafta yine o vardı. Ama bu sefer sağ tarafı dönüktü. Uzakta birine bakıyor gibiydi ve mutluydu. Ne garip değil mi? Bir Evans mutluydu. Etrafımda bir hareketlenme hissettim. Zihnimde tonlarca ses vardı. Ve bir an, sadece bir an hepsi sustu. Geriye kalan tek şey bir aynanın çatırdamasıydı. Günce sayfalarını çevirdikçe bedenim değişmeye başladı sanki. Ruhum bir yerlerde can çekişiyordu. Evrilip bükülüyor yok olmayı diliyordu. Bu... Bu çok garipti çünkü zaten yoktu. Zaten yanımda değildi. Bedenimi taşımıyordu ruhum. Zihnime parça parça anılar doldu. Bir şeyi unuttuğumu anladım ama hatırlamak çok zordu. Çok, çok zor. Kırıldım, binlerce parçaya ayrıldım. Bedenim bundan sonra sağ çıkabilir miydi bilmiyorum. Sadece duygu yoğunluğundan değil, fiziksel acıdan da yakıyordum. Kanım adeta fokurduyordu. Ellerim karıncalanmaya başladığında bir umut günceyi kapattım. Durdu. Her şey. Her şey durdu. Başımda dinecek gibi gözükmeyen ağrı, midemin içeride kendi asidinde boğulduğunu ve hiç gelmemiş ruhumun acısına yenildim. Teslim oldum. Acıya. Acıya teslim oldum, yaktı beni. Yandım ben. Belki ateşlere düşmedim ama ben de çok yandım. Çok yakıldım... ⚔️ Ağrıyan gözlerimi açmaya çalışıyordum. Gözlerimin ağrımasının sebebini hatırlayınca gülümsedim. Dün gece Sophia ile neredeyse sabahlamıştık ve bir sezonluk diziyi bitirmemize çok az kalmıştı. En sonunda zar zor kendimi yatağa bırakıp uyumuşum. Sızmak daha doğru olabilirdi bu durum için. Yataktan kalktım ve mutfaktan gelen seslere doğru yürüdüm. Uyandığımı gören Sophia kaşlarını kaldırdı ve “Uyanabildin sonunda, Uykucu.” Dedi. Aynı şekilde kaşlarımı alayla kaldırdım. “Bunu benden önce sızan bir şahıs mı söylüyor yoksa.” Sophia yüzünü buruşturdu ve eliyle yüzüne gelen saçlarını kulağının arkasına attı. Son kozunu oynayacaktı. “Eğer biraz daha benimle laf dalaşına girmek gibi bir cesaret gösterirsen aç kalırsınız Emily Hazretleri.” Ellerimi teslim oluyormuş gibi kaldırdım ve koltuğa geçtim. Mutfağa geçtikten sonra eline aldığı çırpıcı ile harç olduğunu anladığım kabı karıştırdı. Aniden aklına bir şey gelmiş gibi durdu ve, “Hangi şarkıcının konserine gideceğimizi sormadın?” dedi “Bildiğim kadarıyla yabancı biri gelmediğine göre Teoman konserine gidiyoruz çünkü senden bahsediyoruz Sophia.” Omuzlarını silkerek “İşte aradığım cevap.” Dedi. “Duyduk duymadık demeyin, Sophia’nın mükemmel pankekleri burada. Çıkın çıkın gelin.” Kahkahayı patlattıktan sonra bana ters ters baktı. ⚔️ Sophia’nın yaptığı, kendi deyişiyle mükemmel olan pankeklerini tabiri caizse silip süpürdükten sonra hazırlandık ve metrobüse binmek için yola koyulduk. Okula geldiğimizde ortak dersimiz dolayısıyla aynı sınıftaydık. Amfinin ortalarında bir yere, yan yana oturduktan sonra dersin başlamasını bekledik. Bu sırada merdivenlerden çıkan kahverengi saçlı bir çocuk etrafa bakındı. Bizi gördükten sonra gülümsedi ve buraya doğru gelmeye başladı. Etrafına yaydığı hava buraya aitmiş gibi değildi. Farklı diyarlardan gelen bir prens gibiydi. O kadar fantastik kitap okumasaydım iyiydi. Yanımıza geldi ve bize baktı. Sophia onu fark edince kaşlarını şaşırdığını belli edercesine çattı ve, “Alexender?” Dedi Sophia sorarcasına. Çocuk başını salladı yavaşça. Kahverenginin ne açık ne de koyu tonuna sahip saçları vardı. Gözleri saçları gibiydi, sadece dikkatli bakınca görülen bir yeşil vardı. Yeşil hareli kahverengi göz... Bana baktı, hatırlamamı bekliyordu. Onu, tanımamı. “Sen geçen bizimle kütüphanede oturan çocuksun...” Dedi Sophia anlam vermeye çalışarak. Bana baktı. Bir daha baktı. Ama ben sadece hatırlamadım onu, anılarımızı yâd ettim. Önündeki uzun yola baktı küçük kız. Babasını bekliyordu. Ve tabii ki onu... Aşk nedir bilmeyen küçük kız çoktan birine gönlünü kaptırmıştı. Ve sonra beklediği an geldi, ama babası değil... Ondan iki yıl daha büyüktü. Şuan bile kendini belli eden uzun bir boyu vardı. Küçük kız kalbinin bu kadar hızlı çarpmasına anlam veremedi, aynı şekilde çocuk da... “Geldin sonunda.” Dedi kız küçük ellerini çırparak. Sonra kendi dediğini kanıtlamak amacıyla bir daha “Geldin.” Dedi. Çocuk başını salladı. “Geldim, buradayım.” Küçük kız bunu duyduğuna çok sevindi. Ama biliyordu, kızın sonsuza dek burada olamayacağını. Kısıtlı bir vakti vardı. Hem de çok kısıtlı... Gözlerim dolmuştu. Sophia çocuğa odaklanmıştı. Bu yüzden beni görmüyordu. Alexender yanıma geldi. Kolumu tuttu. Emily’nin kolunu tuttu Alexender. Hatırlamıştı ve bunu beklemiyordu kızdan... Ama böyle kalamazdı. Bu duygularla yaşayamazdı. “Unutmak zorundasın,” diye fısıldadı. “Ama beni tekrar hatırla olur mu? Bir yanım değil, her yanım sensiz yapamıyor. Olmuyor Minik yıldızım...” Sophia’nın yanında oturan çocuğu hatırlamıştım. Biz kütüphanede çalışırken yanımıza gelmiş ve beraber oturmayı teklif etmişti. Yüz hatları sertti. Kirli bir sakalı vardı. Kahverengi saçları dağılmış, bazı tutamları alnına dökülmüştü. Ona baktığımda kalbimin sanki bütün vücudumu koşmuş gibi yorulup nefes nefese kaldığını hissediyordum. Çok geçmeden ders başladı. Dersin bitiminin ardından Alexender ile vedalaştık. Bu sefer Sophia ile ayrılmamız gerekiyordu çünkü ben hukuk okuyordum o ise mimarlık... Bütün derslerim bitmişken aynı zamanda ben de bitmiştim. Hemen evime gidip televizyonun karşısına geçmek istiyordum. Yaklaşan sınavlar ise bu düşüncelerime kahkahalarla gülüyorlardı. Sophia’a eve gideceğimi belirten bir mesaj attıktan sonra Fakültenin çıkışına doğru yürümeye başladım. Bu sırada yanımdan geçen Alexender ise dümdüz bir surat ifadesiyle bana baktı. Adımlarım istemsizce durdu. Ona döndüm. Yeşil hareli kahverengi gözlerine bakınca bana bir şeyler olmaya başladı. Etkilenme gibi bir şey değildi bu. Bir girdap aldı beni içine. Etrafta milyonlarca anı, bir program gibi oynatılıyordu. Birine bakıp da anlamak mümkün değildi. Sonra o sesi duydum. “Gönderin onları!” Daha sonra ise girdaptan çekildim. Çıktığını düşünürken başka bir yerde buldum kendimi. Karşımda... Hayır, anlatamam. Yasaktı sanki anlatmak. Dilim lâl olmuştu şimdi. Ölüyorum, diye fısıldadım kendime. Bu sefer kesinlikle ölüyorum... Bana baktı. Uzun uzun baktı. Sonra gülümsedi. “Geri gelmen gerekiyor.” Dedi. Bakışlarım değişmemişti çünkü şuan karşımda insan dışı bir varlık vardı. En sonunda açık kalan ağzımı kapattım. “Bana hatırlatıp tekrar unutmamı sağlıyorsunuz. Bu şekilde nasıl hatırlayayım?” Gülümsedi tekrar. Bu sefer daha içten. “Zekisin Emily, ama şu ana kadar beni de tanımalıydın.” Bakışları değişti. Nerede olduğu belli olmayan bir orman vardı sanki. Sonra söylediği şey kanımı dondurdu. “Sana sadece bu anı unutturmayacağım. Onlara bakman gerek Emily, güncelerine bakman gerek...” Çekildim. Girdaptan çıkar gibi değildi daha farklıydı. Bu sefer etrafa baktığımda fakültede olduğum yerde değildim. Evimdeydim. Ve şiddetli bir baş ağrısı ile yere kapanmadan önce bunları hatırlıyorum. 🌠 Baş ağrısı nedeniyle kendimi zar zor koltuğa taşımıştım en sonunda. Yani en azından öyle hatırlıyordum. İçimi bir korku saldı ve hemen odama gittim. Yatağın altına uzanıp orta boyda kilitli sandığı aldım. Cebimdeki anahtarla açtığımda içindeki birkaç tane defter gözüme çarptı. Güncelerim... Çevirdim sayfaları, teker teker. Bir fotoğraf buldum. İki küçük çocuk vardı burada. Biri bendim diğerini hatırlamıyordum. Birbirlerine sarılmışlardı. Zihnimde kayıp parçalardan bir tanesi yerine oturdu sanki, ama ben bir şey hatırlamadım. Güzel kızım, yola devam et... Biraz daha karıştırdım. Hiç bilmediğim yerlerde çekilmiş fotoğraflarım vardı. Anlam veremedim buna. Aniden biri beni izliyormuş gibi başımı kaldırdım ve pencereden dışarıya kaydı gözlerim. Hava kararmıştı, neredeyse akşam oluyordu ve ben doğru dürüst bir şey yememiştim. Hemen mutfağa gitmek için ayağa kalktım. Baş ağrısı komple gitmemişti ama azalmıştı. Mutfağa gittiğimde dolaba bakındım ve kendime bir şeyler hazırlamaya başladım. Bugün günlerden perşembeydi. Sophia konserden bahsettiğinde ve beraber kaldığımız gün ise çarşambaydı. Üç gün sonra derken çarşambayı da saymıştı çünkü konser yarındı. Saat akşam sekizdeydi. Bize çok uzak bir alan değildi bu yüzden yürüyebilirdik. Biraz atıştırdıktan sonra ise saat erken olduğu için salona geçip televizyonu açtım. Filmlerin arasında dolanırken birden izlendiğimi hissettim. Tıpkı az önce olduğu gibi... Kendimi rahatlatmak adına salon ve mutfağı göz ucuyla taradım. Hiç kimse yoktu. Eğer bakmazsam rahat uyuyamazdım. Hatta uyumazdım. Bu yüzden büyük ama sessiz adımlarla koridora çıktım. Tüm odaları teker teker dolaştım lakin evde kimse yoktu. Daha sonra aklıma balkona bakmak geldi ve salona yürüdüm. Kilitli kapıyı açıp içeri girdim ve sokağı süzmeye başladım. Evin altında iki tane adam vardı. İkisi de siyahlar içindeydi ve bu birden tüm hücrelerime korku yaydı. En sonunda konuşmaya başladılar. Hiçbir şey duymamıştım. Üçüncü katta olmak bunu gerektiriyordu galiba. Ta ki yüksek sesle konuşana dek... “Bırak! Hatırlamıyor işte, o kendi yaşamını seçti. Bu beni yaralamıyor mu sanıyorsun?” “Son bir ipucu kaldı, bekleyelim. Hatırlayacak, ben eminim.” “Her şeyi hatırlarsa seni unutması gerekecek, peki buna razı mısın?” “Onu bu plana dahil edebi-“ “Hayır.” “Tamam, razıyım. Her şeyi hatırlayıp beni unutmasına razıyım.” Balkondan çıktım. Hiçbir şey anlamamıştım da zaten. Yarım saatlik bir dinlenmeden sonra hafif ritimli bir müzik açıp kitaplarımı masaya koydum. Hukuk okumanın problemleri işte... Zaten daha birinci sınıftım ve daha her şey yeniydi. Bu yüzden elimden geldiğince çalışmaya dikkat etmeliydim. Emily kendini nerdeyse kafasının iki-üç katı olan hukuk kitaplarına kaptırmıştı. Balkon kapısı da kapalıydı. Her şey normal ilerliyor gibi gözükse de değildi. Aşağıdaki iki adam kara kara düşünüyordu. Her şeyi... Eğer her şeyi düşünmezlerse başlarına çok büyük bir bela almış olacaklardı. Doğrusu şimdi de çok büyük bir bela almışlardı da neyse... Çok büyük bir planları vardı. Öyle bir plandı ki bu bütün Spilasea’nın kaderini değiştirebilirdi. Ama risk almazlarsa ve çok değer verdikleri “o” kişi yalanlarla yaşamaya devam edecekti. Bunu hiçbiri istemiyordu. İsteyemezdi ki. Hem de onun iyiliği için, doğrularla saklambaç oynamaması, onlardan kaçmaması için yapıyorlardı bunu... Yalanlarda huzursuz bir yaşam sürmektense gerçeklerle istediği şekilde karşı karşıya gelmeliydi. Çünkü elbet bir gün masalın sonu gelirdi. Elbet bir gün oyun da biterdi. Elbet bir gün yakalanırdı bu oyunu oynayanlar; doğruları söyleyen, belirli bir sayıya kadar sayan oyuncu tarafından. Peki masal nasıl bitecekti? Oyunun sonunda sobelenen mi yoksa sobeleyen mi kazanacaktı? “Davies... Bunun sonunu biliyorsun.” “Küçük de olsa bir şa-“ “Öyle bir şey olamayacak, Spilasea’ı biliyorsun Davies. Şans diye bir şey bulunmaz burada. Kahrolası yıldızın gözükmediği yılın sonrasındaki yıl senin son yılın olur. Bunu bilirsin.” Çaresiz bir kabulleniş ile başını salladı. “Peki o, o bu gerçekle ne yapacak?” Gülümsedi adam, öyle bir gülümsemeydi ki ağlamamayı kendine kural bilen adam orada hüngür hüngür ağlamak istedi. En son ne zaman ağlamıştı? Onun yerine başkası geçince mi? Yoksa hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam eden biyolojik “ailesini” görünce mi? Ama öğrenmişti bunu Davies. Ona öğretmişti korkulan. “Onun bilmediği o kadar şey var ki... Ama hatırlayınca pişman olmayacak. Belki çok uzun bir süre değildi ama o kadar anı var ki Davies, bu canını yakmaz. Ona güç verir.” Devam etti sessizliği fark eden adam. “Ben onun her anında vardım ki. Sadece zorunda bırakıldığı şeyler vardı. Ben böyle olsun ister miyim?” Sonra başını eğdi kırgın tebessümüyle. “Yani... İster miydim?”
|
0% |