3. Bölüm
Doruk Çoban / Kilit Vurulmuş Günceler / 2.Bölüm: Kanatları Yanan Kelebek

2.Bölüm: Kanatları Yanan Kelebek

Doruk Çoban
hayatndoruklarinda

2.BÖLÜM: KANATLARI YANAN KELEBEK

Bugün konser günüydü. Öğlenden beri Sophia hazırlanmam için kafayı yemişti. Saat 6’ydı. Konserin başlamasına 3 saat vardı ve Sophia beni yetişmezsek bana yapacağı şeyleri anlatıp tehdit ediyordu.

Dışarısı fazla soğuk değildi ama akşam serin olma ihtimali beni ceketimi almaya yönlendirmişti. Boğaz kısmı omzumun hemen üstünde duran beyaz bir kazak tercih etmiştim. Altına giydiğim siyah pantolonumun altına da yine siyah bir bot geçirdim.

“Hadi ama Emi! Konser yeri uzak olmadığı için dua et!”

Yüksek çıkan sesiyle yüzümü buruşturdum.

“Daha 3 saat olduğunun farkındasın değil mi?”

Dudakları iki taraftan kıvrıldı. Hiçbir şey söylemedi.

3 Saat boyunca beni konser alanında boş boş bekletecek miydi?

“Çok canisin.” Diye mırıldandım. Duyup duymadığını anlamadım. Daha sonra beni yalnız bırakıp merdivenlerden inmeye başlamıştı.

Garipti. Zihnimde bir durgunluk vardı. Eğer savaş alanında durgunluk varsa bu iyiye işaret değildir. Çünkü düşman durmaz. Sessizlik en büyük silahtır. Herkes sessizliğin dilinden anlamaz ama aslında sessizlik çok şey anlatır.

Kelimeler yetmiyorsa susarsın. Anlatamıyorsan susarsın.

Dinlemiyorlarsa susarsın ama hep sessizliğe sığınırsın.

İşte o zaman kelimelere gerek kalmaz. Anlatmana da gerek olmaz çünkü zaten seni anlar.

Dinlemiyorsa kimse, beraber susarsınız.

Düzgün kullanmayı bilene, sessizlik vazgeçilmez bir silahtır.

Son birkaç gündür yaşananlara da anlam veremiyordum. Zihnimin içine girmeye çalışan bir şeyler vardı sanki.

İzin vermekle vermemek arasında sıkışıp kalmıştım. Bir yanım bunun iyiye işaret olduğunu düşünse de ihtimaller her zaman doğru çıkmazdı değil mi? Ne olduğunu bilmiyordum ama hatırladığım bir şeyler vardı. Ne olduğunu bile bilmiyordum ama hatırlıyordum.

Sophia ile çoktan dışarıya çıkmıştık. Mesafe uzak değildi ve daha 2,5 saatimiz vardı. Yürürken uzun uzun sohbet ettik. Bugünden sonrasını sınavlara ayıracağımıza söz verdik. Konser yerine gelmeye yakın bir süpermarketin önünde durdu Sophia.

“İçecek bir şeyler getirmek yasak değildir bence.” Göz kırptığında ona bakarak gözlerimi devirdim. Omuz silktikten sonra içeriye girdi. Peşinden ilerlemeye başladım. Marketin içi dışarıya göre daha soğuktu.

İkimize içecek seçti ve kasanın yolunu tuttu.

Aldıklarımızı kasadan geçirdik. Ardından kaldığımız yerden yürümeye devam ettik. Sokak lambaları yanmıştı. Konserin yapılacağı alana geldiğimizde beklediğimden daha fazla kişi vardı. Sophia’nın neden erken gelmek istediğini şimdi anlıyordum.

Biletlerimizi alanın dışındaki adama gösterip geçmiştik bile. Yavaş yavaş doluşan insanlara göz gezdirdim. Konserin başlamasına 1,5 saate yakın bir süre vardı. En alttan başlayıp yukarıya doğru uzanan, amfiye benzer oturaklardan en baştakilere oturduk.

Sophia ellerini mutluca çırptı. “Aşırı heyecanlıyım Emi!” dedi. Bu hali aşırı tatlı geldiği için gülümsedim. Uzun zamandır konsere gitmiyorduk bu yüzden ben de heyecanlıydım.

Güneş çoktan batmıştı. Sahne beyaz ışıklarla aydınlatılmıştı. Hafif esen rüzgar insanı mayıştırıyordu. Sophia ile beklemeye devam ettik. Etrafta arkadaş grupları, çiftler ve tek başına gelenler vardı.

Gökyüzü tuhaf bir maviliğe ev sahipliği yapıyordu bugün. Ay tüm ihtişamıyla parlıyordu. Sol tarafı aydınlıktı. Hafifçe kendini belli eden yıldızlar yüzümde geniş bir gülümsemeye neden oldu.

Elim istemsizce yıldızlı kolyeme gitti. Küçük bir kuyruklu yıldızdı bu. Kolyeyle ilgili hatırladığım şey anneannemin bunu bana verip hep bu yıldız gibi parla kızım, demesiydi. Ama o beni çok az ziyaret ederdi. Şimdi nerelerdeydi kim bilir...

Hırslıydım. Elime geçen fırsatı olabileceği en iyi şekilde değerlendirirdim. Evet, bunlar kendimle ilgili bildiğim şeylerden biriydi.

Belki de kendimle ilgili bilmediğim bir şeyler vardı. Kim bilir, insanın bazen kendisiyle ilgili bilmediği şeyler vardır. Açık alanda olmamız iyiydi. Biz beklerken insanlar yavaş yavaş yerlerine yerleşiyorlardı. Oturma yerlerinin neredeyse tamamı doluydu. Geriye sadece beklemek kalmıştı...

 

⚔️

 

Bir buçuk saat neredeyse dolmuştu. İki-üç dakika kalmıştı ki birden ışıklar söndü. Sophia hemen bana döndü heyecanlı ifadesiyle.

“İşte geliyor!” dedi kalbi neredeyse ağzında atıyorken. Onun bu haline bakınca dudaklarım kıvrıldı. “Senin sayende ben de şuan aşırı heyecan yaptım.” Diye tatlı bir sitem yaptı. Sahnenin tam ortasındaki beyaz ışık yandı. Hareket ederken herkesin gözü oradaydı.

Işık hafifçe sol tarafa dönünce aydınlattığı açı biraz daha eğikti bu yüzden daha uzun bir alanı aydınlatıyordu. Ardından bir çift ayak göründü ışığın aydınlattığı yerin en uç köşesinden. Neredeyse herkes bağırıyor, çığlık atıyor, alkışlıyor ve her biri bir ismi haykırıyordu.

Teoman

Yavaşça bedeni de gözüktü.

En sonunda tamamen ortaya çıktığında sesler bütünleşmişti. Yanımda bağıran Sophia’ı bile duyamıyordum.

Ellerim istemsizce alkışlamaya koyuldu. Ne kadar geçti bilmiyordum ancak tüm sesler sustuğunda Teoman küçük bir giriş konuşması yaptı. Ardından bir şarkının melodisi duyuldu. Yine bir gürültü yaşandı.

“Bunlar, güzel günlerimiz... Daha beter ol’cak her şey..."

Teoman şarkıya girdiğinde herkes eşlik etmeye başladı. Elimdeki enerji içeceğini kaldırıp Sophia ile yerimizde yavaş yavaş sallanıp şarkıyı mırıldanmaya başladık.

“Aynaya bakmam kendimi bilmem. Hayat acıtınca dünyayı sevmem. Ne yazık ki tek tabanca...” Diyerek yerimizde sallanmaya devam ettik. Çoktan ayağa kalkmıştık bile. Ve birden bütün dinleyiciler aynı anda bağırmaya başladı.

“Serseri doğdum...”

Teoman sözü bize devrettiğinde ise mikrofonun bağlı olduğu kabloyu uzattı. Başının üstünde mikrofonu döndürmeye başlayınca ise gürültü arttı. Sesler arttı.

“Serseri ölcem.”

Şarkı devam ederken bu sefer sadece sessiz mırıltılar duyuluyordu.

“Kaderden kaçamaz insan...” Ve bir anda gözlerime bir ağrı belirdi. Gözlerimi birbirine sıkı sıkı kapattım. Tam geçeceğini düşünmüşken bu sefer de başım zonklamaya başladı. Ayaklarıma ulaştığı anda artık durumu Sophia’da fark etmişti. Kolumdan tutup beni oturttuğu an ise yüzümü avuçlarının arasına aldı.

“Emily, iyi misin?” diye bağırdığını duydum. Sesler giderek artmıştı bu yüzden onu zorlukla duymuştum. Başımı aşağı yukarı oynattım. Sol elim kalbime gitti. Beni kasıp kavuracaktı bu acı.

Şimdi sıra kalbimdeydi.

Ama beklediğim gibi olmadı, acı birden kesildi.

Bana ne olduğunu bilmiyordum ancak yüzümü tutan elleri bile titreyen Sophia’yı endişelendirmek istemedim. Ağrı geçtiği için ayağa kalktım. Ellerini sıkıca tuttum. “Ben iyiyim.” Başımla içeceği işaret ettim. “Alışık değilim ya, belki ondandır.”

Bana gülümsedi. Ellerini tuttuğum ellerimi kavradı usulca. Başını sağ omzuna eğdi. “Sana bir şey olmasın Emily.” Dedi neredeyse dolacak gözlerine rağmen. Ona cevap verecektim ki yeni bir giriş müziği yankılandı.

“En sevdiğim şarkılarından biri bu!” Diyerek bir sevinç çığlığı attı. Ve böylece konuşamadım. Sonrasında beraber şarkıyı söylemeye başladık.

 

⚔️

 

Birkaç şarkı bitti ve sahne ışıkları arkadan gelen kişiye çevrildi.

Alança Oskay.

Teoman’ın vokalisti.

Adımları sahneyi buldu. Ayaklı mikrofonun arkasında durdu. Teoman onun çaprazında elinde mikrofonla duruyordu. Alanı şarkının bilindik ritmi doldurmaya başladı. Daha sonra ise şarkı başladı.

“Galiba kendinizi pek enteresan sanıyorsunuz. Büyümeyen adam sendromu bu ama yaşlanıyorsunuz. Küstah taklidi yapan erkekler familyasından. Milyarlarca zavallı midemi kaldıran. Ya siz hâlâ bıkmadınız mı hiç kendinizden, evinden uzak yalnız kovboy triplerinizden. Hadi gelin uyuyun koynumda eğer çok isterseniz. Ben uyanmadan gelirseniz beni memnun edersiniz.”

Kısa bir duraklamanın ardından Teoman şarkıya devam etti.

“Pardon herhalde bizim de bir gururumuz var...”

Ve böylece konserin bitimine biraz daha yaklaştık.

⚔️

 

Yarım saati çoktan doldurmuş olmalıydık. Teoman şarkının neredeyse yarısına gelmişti. “Yıllar önceydi, çok da güzeldi şimdi... Düşününce...” Yıllar birbirini kovaladı. Saklambaç oynadılar benimle. Kazanan belli değil, henüz. Hatırlamadığım şeyler vardı ve ben bunu biliyordum. Lanet olsun ki unuttuğum her şeyi hatırlamaya çalışıyordum.

Olmuyordu.

Uzun pençelerini boğazıma geçirmişti zaman.

Zaman...

Zamanın satranç tahtasına hapsettiği birer piyondan ibarettik. Yaşadığımız bunca şey, bizi içine alan bu durumlar satranç tahtasıydı.

Vezir ise...

Vezir zamandı.

Oyunu yöneten, kontrolü elinden bırakmayan, bizi un ufak edene kadar durmayan, oyunun kaderini belirleyendi.

Zaman...

İşte o her şeydi. Varlığıyla bizi kahreden yokluğuyla mahveden.

Ağrı tekrar bedenimde canlandı. Bu sefer aniden her yerime sıçradı. Kalbim kilometrelerce koşmuşum gibi atarken yaptığım tek şey orada durmaktı. Ama beni rahat bırakmadılar.

Zaman saçlarımı uçurmaya başladı. Koyu kahverengi saçlarım zamanın rüzgarına yenik düştü. Hatırlamadığım anlar bir tekme daha attı bana.

Ayakta durmak istemedim. Hemen orada yere yığılırsam bu hayat son bulur diye düşündüm. Gözlerimin mavisi yanıyordu. Okyanusu aleve vermişlerdi. Bir kıyamet? Hayır, hayır, hayır. Kıyamet değildi bu. Anıların korkunç bir oyunuydu.

Yenilmemiştim ben kimseye. Ama acıya yenilmiştim. Korkuya yenilmiştim. Ben... Ben en çok kendime yenilmişim. Ağrıya dayanamadım. Bir damla göz yaşı aktı sol gözümden.

Herkes yok oldu sanki. Sıkı sıkı kapattım gözlerimi. Belki bir daha açılmayacaktı ama korktum. Ve böylece bir kez daha korkuya yenildim.

Avuç içlerim yanmaya başladı bu sefer. Vücudumun her tarafı bir ateş çemberinin içinde kalmıştı sanki.

Etrafıma baktım her şeyden habersiz. Ve bu belki de onu son görüşümdü.

Bana ne oluyor? Neden herkese, her şeye veda der gibi bakıyorum? Yenilginin kolları uzanmıştı bana, yeterince güçlü olmadığımı göstermek ister gibi. Sophia karşıya, Teoman’a odaklanmıştı.

Dudaklarımın arasından çıkan acı dolu bir mırıldanma döküldü. Dışarıya göre belki de bir mırıldanma... Ama benim için acı bir feryat.

Gökyüzünde bir değişiklik vardı bugün. Ya da ben öyle sanıyordum. Olağanüstü güzellikte bir maviye ev sahipliği yapıyordu.

Çıkardığım kısık sesi elbette ki duymamıştı. Teoman ve dinleyicilerin sesi bunu bastırıyordu. Beli de böylesi daha iyiydi. Gitmem... Daha iyiydi.

“Affet beni.” Diye fısıldadım gücümün son kırıntılarıyla.

“Yalvarırım affet beni. Seni burada yanız bıraktığım için... Sonsuza kadar arkadaş kalacağımıza dair bir söz vermiştik birbirimize değil mi? Arkadaşlığımız bitmeyecek. Ama belki de ben burada olmayacağım.”

Gökyüzünde bir ses duydum. Başımı kaldırarak baktığımda siyah ve mavinin iç içe girdiği gökyüzüne baktım. Hayır. Hava böyle olmamalı. Sophia korkar böyle havalardan.

Yine duymadı.

Duyamadı.

Acı giderek arttı.

Başımda çok büyük bir patlama vardı. İç içe geçmiş anılar vardı. Zaten hatırlamadığım anılar bana işkence çektiriyordu. Hatırlamadığım anılar mı?

Bir şok dalgasıyla titremeye başladım bu sefer. Herkes gitti. Ben orada yalnız kaldım. Etrafımda kimse yoktu şimdi.

Ben...

Ben her şeyi hatırlıyordum.

 

 

MARY EVANS

Etrafta uçuşan tozlar., bir yerden bir yere koşan insanlar... Kaderine boyun eğip kaçmayanlar, bir yol bulmaya çalışan bilgeler... Hepsini sarayın dışında bir yerde izliyordum. Prens’e bağıranlar... Etrafına, etrafımıza çekilen koruyucu askerler... Kucağımda bir kız çocuğu...

Ben Mary Evans.

Günce Krallığı’nın prensesi.

Tom Martin Evans’ın eşi.

Kucağımdaki kız benim kızımdı. Kahverengi uzun saçlarıyla uyku ve uyanıklık arasındaydı. Daha yeni Kucağımdaki kız benim kızımdı.

Büyük ihtimal uyuyordu.

Lakin bu sarayın tam önünde bir muhafız çemberinin içinde olduğumuzu değiştirmiyordu. İsyan edenler oluyordu. Neden isyan ediyorlardı?

Günce Krallığının en yaşlı bilgesi yanlarındaydı. “Güçler değişiyor, yıldızlar değiştiriyor. Spilasea bir yok oluşun içinde. Varisi göndermek zorundayız.”

Aklımda yer alan her şey silindi gitti sanki.

Varisi göndermek zorundayız.

Elimdeki bebeği biraz daha sıkı tuttum. Ona sevgimi vermeyecektim. Bir anne sevgisi nedir belki onu bile bilmeyecekti. Belki bir gün her şey biter. Sırlar artık karanlıkta körebe oynamak yerine, aydınlığa çıkar.

Ama bu neyi değiştirir ki?

Yüz ifadeni sabit tut, halk bir şey anlamasın. Sesini çıkarma, prensin emirlerine ve yaptığı seçimlere karışma. Sen nesin ki?

Ama Mary bunu hiç unutma, bir gün öyle bir dönem gelecek. Bunu o getirecek.

Ama sevgisiz bir şekilde.

Güldüm.

Birini sevgisiz bırakma düşüncesi... Çok psikopatça geliyor.

Bu sefer daha geniş güldüm.

Ama etrafımda büyük bir halk varken bu çok zordu. “Zamanı geldiğinde burada biz olmazsak bile varisler burayı yeniden yaşanabilir hâle getirebilir.” Halktan şaşkınlık nidaları dökülürken bilge başını salladı.

“Buna güçleri yeter.” Sonra yanıma geldi ağır adımlarla. Beyaz saçlarını omuzlarından bırakmıştı. Kırışık yüz hatları vardı ama çok yaşlı gözükmüyordu. Giydiği uzun, kahverengi elbisesi gözleriyle uyumluydu.

İzin alır gibi baktığında ne yapacağını anladım. Kucağımdaki çocuğu uzattım ona. Çabucak tuttu çocuğu yaşlı bilge.

“Zamanı geldi.” Dediğinde ise kimse bir şey anlamadı. Fakat sonrasında burayı yerinden oynatan büyük bir deprem yaşandı.

Bütün yer sanki yok olmak için sallanıyordu. Ayakta duramayacak duruma geldiğimde hemen prense ve bilgeye baktım.

Bilge kucağındaki kızı korumak ister gibi ellerini sarmıştı bir koruma kalkanı gibi. Şiddetli deprem yüzünden gözleri açılan kız masumca etrafa bakıyordu. Bilge bir elini hemen kızın başına siper etti. Belki ben bu hareketi bile yapamazdım Emily bende olsaydı.

Acının kırık tebessümleri...

Ne bahanelere sığındın ha Mary?

Kızını sevmemek için nasıl bahanelere sığındın?

Prensin bakışları beni buldu. Ne yapacağımı merak ediyor gibiydi. Peki biliyor muydu? Biliyor olamazdı. Yoksa şimdiye kadar bunu kullanmış olurdu. Emily şaşırtıcı bir şekilde hiç ses çıkarmadı.

Mavi gözleri her yeri taradı. Saçları hafifçe uçuştu ama bunu bir tek ben gördüm.

Halkın telaşlı sesi geliyordu kulağa. Ne olduğunu anlamadan deprem şiddetli bir etki bırakarak yok oldu.

Herkesin ağzından rahatlama mırıltıları çıktı. Ama herkesin bildiği bir şey vardı. Ve bu az önce yaşanan depremin sadece fırtına öncesi sessizlik olduğuydu. Fragman bitti, filme yeni başlıyoruz.

Bu sefer bana ne gazap yaşatacaksın Spilasea?

Ne yapacaksın ha, Yıldızlar Şehri?

Hangi kozunu oynayacaksın beni yıldırmak için? Ama benim kendimden bile gizlediklerim varken beni yenemezsiniz. Sıradan bir prenses gibi gözüküyorum değil mi? Değilim.

Sıradan bir prenses değilim. Bir kişi eğer kendini bile kandırıyorsa ve bir şeyleri kendinden bile saklıyorsa işte o zaman korkacaksın.

Çünkü göze aldıkları şeyler hiçbir şekilde ölçülmez. Özellikle de...

Yok, yok bir şey.

Her zamanki gibi.

Rahatlayan halk sarayın çevresinde ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ama bir beklenmedik sürpriz daha yaptı bize Spilasea.

Gökyüzünde bütün bulutlar simsiyah oldu. Her yere yıldırımlar düşmeye başladı. Büyük bir gürültü vardı. Bilgenin sol tarafında kalıyordum. Prens ise sağındaydı.

“Ne oluyor burada!” Diye var gücüyle bağırdı Prens Tom Martin Evans. Bilge surat ifadesini bozmadan, “Geri dönüş yok.” Dedi. “Bunun olacağını biliyorduk prensim. Ama ne zaman olacağını bilmiyorduk.”

İkimize baktı sonra. Uzun uzun inceledi çehremizi. Kucağındaki kız bu sefer uyuklamıyordu. Ama gözleri yarı kapalıydı. Hiçbir şey anlamıyor olmalıydı.

Sonra devam etti bilge. “Gezegenlerin arasındaki güç dengesi bozuluyor. Vârisler daha fazla burada duramaz.”

Aynı anda bakışlarımız kesişti prensle. Doğru, bunun olacağını biliyorduk. Doğanın Özü ve Gücün Özü gezegeni vârislerinin buradan gitmesi gerekiyordu.

“Tarafsız alana gitmeliyiz.” Dedim doğrudan bana bakan prense. Başını ağır ağır salladı. Yıldırımların önü arkası kesilmezken yağmur yağmaya başladı.

Bilge bilircesine başını eğdi önüne. Halktan gelen gürültüden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Bilge, “İşte gerçekleşiyor.” Diye mırıldandı. Sesinde bir yenilme vardı. Bir umudun ateşe verilmesiydi.

Yanmıştı.

İşte şimdi bütün umutlar tükenmişti.

Prens saraya doğru döndü. Hemen bir bakış attıktan sonra bilgenin kucağındaki kıza baktı. Koşar adım bilgenin elindeki kızı elleri arasına aldı.

Saraya doğru neredeyse koşmaya başladı. Ne yapacağını biliyorduk. Bilge bana baktı kısa bir süre. O da biliyordu. Bir umut yoktu. Kaçış yoktu.

Bugünden kurtuluş yoktu.

“Hadi Mary, gitmemiz lazım.” Beni anlıyordu. Yaşamamıştı. Hissetmemişti. Ama biliyordu.

Prensin gitmiş olup olmadığını kontrol ettim. Ardından büyük bir gülüş sesi geldi benden. “Onu orada bırakma yolum var mı?” Diye alayla sordum.

“Onu sevmiyorum bile.”

“O senin kızın Mary.”

Gerçekler. Yalanlar.

Doğrular. Yanlışlar.

Umutlar. Yanışlar

Ayıran nokta neresiydi?

Gerçekler çok rahat bir şekilde çarpıtılabilirdi. Gerçek doğruya dönüşebilirdi. Doğrular kime göre doğruydu? Peki kimdi bu umudun sahibi?

Umut ettin, ama umudun yandı. Bir ateş yaktı umudunu. Kor gibi düştü artık atmayan göğüs kafesine. Yaşıyorsun. Hayır, hayır... Kalbin atıyor. Kısa bir ayrım. Uzun bir ip. Düştün, yandın. Kül oldun.

Ama kül olmadan anlamadın yandığını...

Umutlar bir kapıydı. Kapı açılırsa umutlanırdın. Kapanırsa umduğun bir şey olmazdı. Benim kapım yoktu. Koca bir boşluk. Mantığımın el vermediği koca bir boşluk.

Dolmayacak.

Umudumu kimse dolduramayacak.

Orası hep boş kalacak. Bir kapım olmayacak.

Mary Evans. Günce Prensesi. Umudun değil, belki de yanan umutların sahibi. Ben. İşte, buyum. Ne uzun ne de kısa. Benimseyebildiğim tek yol buydu.

Diğer yollar uçuruma gidiyordu.

Diğer yollar beni umutlarım gibi yakıyordu.

Umutlarımı yaktılar. Ben kül oldum. Diğer yollar hiçbir zaman doğruya götürmedi. Tek yol vardı. Hep. Benim için bırakılan tek bir seçenek vardı.

“Mary acele et!” Bilge bana baktığı gibi hemen saraya girdi. Ardından vakit kaybetmeden ben de içeriye girdim. İki tarafında merdivenler vardı.

Ortada boş bir alan vardı. Üstteki katlarda yatak odaları ve oturma odaları vardı. Prensin nereye gittiğini biliyordum ama yine de bilgeyi takip ettim.

İlk merdiveni çıktık koşar adımlarla. İkinci katın en sonunda bir alet vardı, yukarılara çıkabilmemiz için. İkimiz de koştuk koridorun sonuna doğru. Sonunda aletin olduğu yere geldik. Dikdörtgen şeklinde bir demir zemini vardı.

Her köşesinde demirden yapılmış upuzun tutacakları yukarıya çıkacağı zaman kısalıyor, aşağıya ineceği zaman ise uzuyordu. İnsanların yanında kaldığımız birkaç zamanda bunun benzeri bir araca “asansör" dediklerini duymuştum.

Bilgenin komutuyla demir kollar uzandı ve aşağıya doğru inmeye başladık. Kalbim göğüs kafesimde çırpınıyordu. Dışarıda hâlâ kendini gösteren yağmur ve yıldırımlar vardı.

Sonunda durduğumuzda sarayın altındaydık.

Bilge bana baktığında hazır olduğumu gördü. Bu sefer az öncekinden daha hızlı şekilde koşuyorduk. Uzun bir koridordu. Koridorun sonuna yetiştiğimizde ise durmadık sola döndük. Yavaş yavaş genişleyen katta parlayan tek noktaya doğru gittik.

Prens kucağındaki kıza bakıyordu. Adım seslerini duyduğu gibi başını kaldırdı. Bilgeyle ona yetiştiğimizde artık çok ilerlemiştik. Etrafıma baktığımda kırmızı bir boyayla çizilen bir çemberin ortasında olduğumuzu gördüm.

“Vakit geldi.” Dedi bilge.

Cebinden bir deste kart çıkardı. Prense baktığında başıyla onayladı onu prens. Başka yolumuz yoktu ki.

“Tanrımın kudreti,

Prensimin emri,

Vârisin iyiliği.” Dedi ve devam etti.

“Kartların gücüyle açıyorum yolu. Kapatılmış olan bugün bizim için açılsın. Diyar son kozunu oynamadan vâris yolunu bulsun.”

Kartlardan birini eline aldı.

“Güç onunla olsun, kapılar onun için açılsın, diyar son kozunu oynasın.”

Bastığımız zemin titredi. Etrafımdaki kırmızı çember tutuştu.

İçimde dışarıya çıkmak için can atan bir güç vardı.

Ne olduğunu biliyordum.

Ama kimsenin bilmemesi gerekiyordu.

Sırlar...

Kalbimin, ruhumun etrafını sarmıştı şimdi. Kaçamıyordum, unutamıyordum. Her kalp atışında bir daha hatırlıyordum bu sırrı. Ama ne yapabilirim ki? Böyle doğduysam... Kaderim böyle yazılmışsa ne yapabilirdim?

Yıldızlar şehri...

Kaderimi böyle yazmış, Yıldızlar Şehri bir diğer deyişle Spilasea...

Etrafımızdaki kırmızıyla çizilen çember hareketlendi. Çizgi kan kırmızısına döndü. Sonra ise aynı çizgiden bir tane daha oluştu. Birden yeni oluşan çizgi, ana çizginin üstüne çıktı.

Circum vertere.” diye sesli konuştu bilge. Çizgi etrafımızda dönmeye başladı.

Accelerare.”

Bu sefer hızlandı.

Çok hızlandı.

Çember çizgisi dönerken saçlarım yüzüme doğru savruluyordu. Prens’in elindeki kız, kızım Emily yatıyordu. Uyku değildi bu, bir çeşit baygınlıktı. Büyünün enerjisi küçük bedenini etkisi altına almıştı büyük ihtimal.

Çizgi bu sefer yükselmeye başladı, bizi içine alıyordu. Her yukarı çıkışında biraz daha küçülüyordu. İstenen gerçekleşti.

Çember bizi tamamen içine aldı.

Bir baloncuğun içinde gibiydik. Bilge bu anı bekliyormuş gibi elindeki kartlardan seçtiği birkaç taneyi çemberin içinde kalacak şekilde havaya savurdu.

Kartlar düşmedi.

Çemberin sınırlarında hareket etmeye başladılar.

“Şimdi.” Dedi bilge. Durmadı, devam etti. “Tarafsız bölge bekliyor bizi. Bekliyorlar vârisi. Gidecek olan için bize yolu aç.”

Ve şimdi içinde olduğumuz alan bile dönmeye başladı. Çemberin döndüğü yönün tam aksine, zıt tarafa döndü. Büyük bir ışık patlaması gördüm. İçimdeki şeye sahip çıkmalıydım.

Kimse öğrenmemeliydi.

Işık yavaş yavaş kendini karanlığa teslim etti. Çember yükseldiği gibi alçaldı. Alçalırken de büyüdü. Çizginin biraz üstünde durdu. Az önce yaşananların tam tersiydi. Bir tür döndükten sonra artık ortada tek çizgi vardı.

Hepimiz aynı anda etrafı incelemeye başladık. Ormanlık bir alandı. Dümdüz ve ağaçlarla doluydu. Daha sonra yağmur ve yıldırımların dinmediğini gördüm. Bizim dışımızda birileri daha vardı. Tuhaf olan şey ise bizim çemberimizin sınırları içindelerdi. Çemberler küçük bir noktada kesişiyordu, sağ taraf ise boştu.

Derken çok büyük bir güç hissettim bedenimde, tekrar.

Güce itaat etmedim, kontrol etmeyi biliyordum. İki krallık selamlaşacağı zaman ise bu sefer toprak çığrından çıktı.

Toprak hafif bir titremeye kendini bırakmıştı. “Daha da yaklaşıyor.” Dedi bilge.

Yine bizim gibi dört kişiydiler. Yine Prens’in elinde bir erkek çocuk vardı. Başlarımızı eğip birbirimizi selamladık.

Söze Günce Prens’i başladı.

“Yıldırım Prens’i, Valentiano Williams.” Yıldırım Prens’i de aynı şekilde, “Günce Prens’i, Tom Martin Evans.” Dedi. Tokalaştılar. Birden sağ tarafımda bir enerji açığa çıktı. Çemberin izini fark ettim. Çemberin boş olan şah tarafındaydı. Ve yine çemberin bir noktası ile kesişiyordu. Birileri daha geliyordu.

Çember yavaşça açıldı. İçinden yine dört kişi çıktı. Gölge Krallığı. Prens’in elinde kız çocuğu vardı. İki krallık, Gölge Krallığını selamladı.

Şimdi ise üç çember olmuştuk. Üç çemberin de ortak bir kısmı vardı. Gecenin karanlığına meydan okuyan simsiyah saçları vardı Gölge Vârisinin. Tıpkı Yıldırım Vârisi ve kızımın da olduğu gibi gözleri kapalıydı.

Spilasea enerjilerini emiyordu.

Çünkü Spilasea yok oluyordu.

Gezegenler arasındaki güç dengesi bozuluyordu. Bu bir intihar demekti, Spilasea’nın intiharı... Güçler birbirine karışıyordu böylece krallıklar zayıflıyordu. Varisler önemliydi.

Güçler birbirine karıştığı için halk mağdur oluyordu. Etraf çöl olmak üzereydi belki de. Ama Spilasea başka bir şekilde intihar ediyordu.

Gezegenlerin arasındaki güç dengesi bozuluyordu, güçler birbirine karışıyordu. Spilasea içinde bizim güçlerimizi kullanarak intihar ediyordu.

Her şey bir depremle başladı. İlk önce hava bozuldu, bulutlar karanlığa teslim oldu. Doğanın Özü Gezegeni, Hava Krallığı... Sonra bir yağmura tutulmuştuk. Doğanın Özü Gezegeni, Su Krallığı... Daha sonra ise yıldırımlar gezegeni ele geçirmişti. Gücün Özü Gezegeni, Yıldırım Krallığı... Az önce ise toprak hareketlenmiş, titremeye başlamıştı, Doğanın Özü Gezegeni, Toprak Krallığı...

Geriye Gölge Krallığı, Günce Krallığı ve Ateş Krallığı kalmıştı.

Üç krallığın bilgeleri de birbirine baktı. Ardından sadece gözleriyle anlaşmışlar gibi Prenslere baktılar. Günce Krallığının Bilgesi, Tom Martin Evans’a ellerini uzattı.

Emily’i almak istiyordu.

Prens yavaş yavaş bilgenin kucağına bıraktı kızı. Aynı hareketi diğer iki krallığın bilgeleri ve prensleri de yapmıştı.

Bilgeler eşit adımlarla aynı anda ulaştı çemberlerin kesiştiği yere. Üç çemberin ortak olan kısmına değil ortak olan kısmın iki-üç adım gerisinde kalan yere geçtiler.

Ve hepsi bir ağızdan bir şeyler söylemeye başladılar. Bu sefer mırıltı değildi, yüksek sesle konuşuyorlardı.

“Kan akmayacak, anlaşmaya sadık kalınacak, vâris korunacak, vâris unutacak."

Toprak ilk depremde olduğu gibi büyük bir şiddetle sallandı. Yağmur hızlandı. Yıldırımların sayısı arttı. Bulutlarda şimşekler çakmaya başladı. Hepsi aynı anda oldu.

Sonra tekrarladılar son kısmı, “Vâris unutacak.” Yıldırımlar düştüğü gibi kalmadı, düştüğü yeri yaktı. Büyük bir ateş oluştu yıldırımların düştüğü yerde.

Ateş Krallığı da silinmişti listeden.

Bu da intihara bir adım daha yaklaştığımızı bildiriyordu. Cinayet işleyerek intihar ediyordu Spilasea. Bizi içinde yok ediyordu.

“Yollar onlar için açılsın, tehlike yanlarından uzak olsun ve ne olursa olsun buraya geri dönsünler...”

Tam yakınıma bir yıldırım düştü, altımdaki yeri yakmaya başladı. Korktum, ama umudumun da böyle yandığını unuttum. Prens yanımda bana bakmaya devam etti. “Dikkatli olmalısın Mary.” Sadece başımı salladım. Ve anılar zehirli hançerini değil sadece kalbime, tüm bedenime sapladı.

Yine yağmur yağıyordu. Yanımda duran adam güzel gözlerini yüzüme dikmişti. Her bir zerremi ezberlemek ister gibi bana bakıyordu. Havada bir gariplik olduğunu sezdim.

Yüksek bir yerdeydik. Derken tam yanıma bir yıldırım düştü. Küçük bir çığlık kaçarken ağzımdan belimi kavradı sıkıca. Kendine doğru çekince bu sefer daha yoğundu bakışları. İstemsizce eğdim başımı, kaçtım bakışından. Elini kaldırdı ve çenemi hafifçe yukarı kaldırdı. Böylece tekrar gözlerime bakmış oldu.

“Gözlerin Mary...” Dedi. “Okyanus.” Birinden duysam kolay kolay etkilenmeyeceğim sözler onun dudakları arasından çıkınca garip hissettim kendimi. Gözlerimin değeri arttı sanki. “Ve...” Dedi ağır ağır. “Ben bu okyanusta boğulmaya çoktan razı oldum.”

Prensin yanındasın Mary, duygularına sahip çık.

Dibimdeki ateş söndü, içimdeki değil.

İçinde olduğumuz üç çemberin üçünün de ucunda silüetler varoldu. İncelemeye koyulmadım. Çünkü biliyordum. Bunlar lanetli yaratıklardı. Gölge Krallığının aykırı insanları... Lanetlenmişti.

Her krallıkta bulunan aykırılara yapılan bir şeydi ve Gölge Krallığı bunu kontrol edemezdi. Gözleri bembeyazdı. Göz bebekleri bile beyazdı. Yüzlerindeki taştan bir maske, bütün duygularını örtüyordu. Hoş, bir duyguları olduğu da bilinmiyordu ki.

Çemberin içinde bulunan prensler, prensesler, bilgeler ve bilgelerin kucaklarındaki varislere bakıyorlardı. Bilgeler hiçbir şekilde tedirgin olmamışlardı ama prens ve prenseslerin gerildiğini hissediyordum. Buna ben de dahildim. Sona yaklaşıyorduk.

Evrenin intiharına kurban gidiyorduk.

Vücudumda gerilim kol gezerken adrenalin kanıma karıştı. Ölmekten korkuyor muydum onu da bilmiyordum.

Bir yandan lanetli yaratıkların yapacaklarından korkuyordum bir yandan da sona kalan krallığın günce krallığı olmasından.

“Kaldı tek krallık. Göstersin gücünü yıldızlar, gökyüzü ev sahipliği yapsın varislere.”

Birden bütün sesler sustu. Gecenin rüzgarı devam etti ama hiç sesi çıkmadı. Yıldırımlar düşmeye, yağmur yağmaya ve bazı yerlerde ateş bile susmuştu.

Bedenim benden kontrolsüz bir şekilde titremeye başladı. Göz ucuyla prense baktım ama onun durumu da öyleydi. Bundan sonra söylenecek bir şey yoktu, kalmamıştı. Söyleyecek gücümüz de yoktu.

Titreme yavaş yavaş dindiğinde kanımın donduğunu hissettim. Aynı anda bakışlarımız kesişti. Lanetli yaratıklar... Bizimle oyun oynuyorlardı. Gölgelerin aykırı yaratıkları bütün gücün özü gezegeninin krallıklarının çemberine girdi.

Bizim çemberimize giren adama bakmadım. Bakarsam beni etkisi altına alacaktı. Gözlerimi sımsıkı kapatmaya hazırlanıyordum ki ayaklarımdan başlayan büyük bir acı dalgası gözlerimi büyükçe açmama neden oldu.

Ve o an asla göz göze gelmemem gereken kişiyle göz göze geldim. Lanetli yaratıkla... Acı dalgası tam kalbimin üstünde durdu ve yok oldu.

Gözlerimi kapatamıyordum çünkü çoktan bakışmıştık. Gözlerimi kapatamıyor, ondan uzaklaştıramıyordum.

Yan taraftan prensin “Mary...” diye mırıldanmasını duydum. Başımı çevirip bakmadım, tepki veremedim. Diğer krallıkların çemberinden hiç ses gelmiyordu. Prens kısık bir mırıldanma çıkardığında acı dalgasına onun da yakalandığını anladım.

Direndi, en sonunda yaratığa ve onun yarattığı acı dalgasına dayanamadı ve başını kaldırdı. Başını kaldırmasıyla yaratıkla göz göze gelmesi bir oldu.

Acı dalgasının başladığı yerden tekrar bir acı hissetmeye başladım ama bu acıdan değildi. Bizi bir heykele çevireceklerdi. Hareket edemeyecektik.

Öyle de oldu. Ayaklarımda kalmadı sadece, dağıldı. İlerledi vücudumda. En sonunda sadece kafamızı hareket ettirebilecek kadar taşlaşmıştık. Göz ucuyla bilgelere baktım ama onlara hiçbir şey olmamıştı. Lanetli yaratıklar onları görmüyor gibiydi.

Bu bir bakımdan iyiydi. Varisler güvendeydi. Sona yaklaşmamıştık, son geliyordu. Çünkü gölge krallığı da silinmişti listeden. Şimdi geriye sadece günce krallığı kalmıştı.

Günce krallığının göstereceği çok fazla şey vardı. Güçleri belli bir kademe altına girmiyordu. Elbette bir sınır vardı ama ne olacağı belli değildi. Aslında şuan bile günce krallığı gücünü gösteriyor olabilirdi.

Bizi bu anın içine hapsetmiş olabilirdi.

Ve birden az önce susan tüm sesler geri geldi. Kıyametin kopacağını düşündüm. Komik, zaten hayatım bile bir kıyametti. Yaşadığımı hissettiğim zamanlar, anılar bile bana yasaktı.

Ama beklediğim gibi olmadı. Bilgeler ellerindeki varislerin vücudundaki işareti kapatmaya, bir doğum lekesi haline getirmeyi planlıyorlardı.

Bu işaret onların krallıklarıyla ilgiliydi. Zamanı gelip de buraya gelecekleri zaman bu işaretler işlerine yarayacaktı. Çünkü krallığın gücü, aile bağlarından önemliydi.

İşaretleri doğum lekelerine dönüştürdüler. Ve Spilasea bizi tamamen yok etmeye başladı. Başıma tanıdık bir sancı girince anladım ne olduğunu. Günce krallığı... Gücünü gösteriyordu. Ne olacağını biliyordum. Bu yüzden yerimde hareket etmeye çalıştım ama sadece başımı oynatabildim.

Bu yüzden çığlık atmaya çalıştım. Ağzımı açmamla beraber başımdaki ağrı arttı, kontrol etmeye başladı. Çığlığım içimde, zihnimde yankılandı.

Ve böylece Mary Evans’ın çığlığı bir kez daha duyulmadı. Ama Mary sesini hiç çıkarmamıştı değil mi? Yine reddettiler, yine duymadılar.

Kimseye söylemememi istiyorlardı. Başımızda dolanan ağrının sebebini söylemememi istiyorlardı. Susmak zorundaydım. Ama susmadım. Bu sefer değil Mary, bu sefer susmayacaksın.

“Günce Krallığı...” demiştim ki boğazımda bir el hissettim. Sıkmıyordu ama bu bir uyarıydı. Konuşmamam için yapıyordu.

Prensin cılız sesini işitti, kıyametin sesinden neredeyse sağır olmuş kulaklarım. “Mary...” dedi tekrardan. “Yapma, acı çekiyorsun.” Sözleri ruhuma işlemedi, işleyemezdi. Başımdaki ağrı gözümü açmama bile zor izin veriyordu ama başımı kaldırdım. Dik bir şekilde ona baktım ve, “Bu zamana kadar çektiğim hiçbir acı bundan daha az değildi.” Diyerek cevabı yapıştırdım.

Lanetli yaratık boğazımı sıkacakken bıraktı.

Artık konuşabileceğimi düşündüm ama hayır. Konuşamıyordum. Oynuyordu zihnimle. Bunu lanetli yaratık yapmıyordu, Günce Krallığından aykırı biri yapıyordu. Kendisi burada yoktu ama gücü her yerdeydi.

Konuşamıyordum çünkü sona gelmiştik.

Konuşamıyordum çünkü Spilasea intiharına çok yaklaşmıştı.

Konuşamıyordum çünkü yok oluyordum.

Bedenimde hissettiğim o sancı kesinlikle yaratığın değil, Spilasea’nın oyunuydu. Yıldızlar şehri bize meydan okuyordu. Ve sonra o sesi duydu birkaç adım ol, bilgelerin söyleyeceği son sözü...

“Yıldızlar kollasın sizi, dalgalar korusun, ateş yakmasın, ısıtsın. Kapılar ardına kadar açılsın. Gidecek olanlara önder olsun gökyüzü. Dağlar, taşlar yol göstersin onlara. Bu artık son seslenme. Bu artık son serzeniş... Spilasea, aç kapıları. Gönderilecek olanlar geçsin kapıdan. Vakti gelince açılan, bir kalkan.”

Bilgenin sırtı bize dönük olduğu için kızımı göremiyordum. Ama dalgalanan saçlarını görmemek neredeyse imkansızdı.

Çemberlerden birkaç adım uzakta bir ses duyduk. Sadece birkaç adım olduğu için bilgeler anlaşmış gibi aynı anda varislerle birlikte oraya doğru yürümeye başladı. Zihinlerimizdeki baskı konuşmamızı engelliyordu. Ve böylece Günce Krallığı da listeden silinmişti.

Gelmişti, sonumuz gelmişti.

Hepimiz pürdikkat orayı izlerken önce bir kapının gölgesi gözüktü. Daha sonra bir kapının daha gölgesi gözüktü ve böylece iki tane kapı yan yana gelmiş oldu. Buz mavisi rengindeki kapıları gördüğümde istemsizce nefesimi tuttum.

“Diz çöktü Ay, diz çöktü Güneş. Yaşamı ol, onların. Önünde diz çöksün krallıklar, oynansın son perde.”

Az önce kulağımdaki gürültüden şikayet ediyordum. Meğersem daha hiç gürültüye rastlamamışım. Kapılar öyle bir gürültüyle açıldı ki yer sallandı, yıldırımlar daha da arttı, yağmur daha şiddetli yağdı, ateş bizi kuşattı.

Çemberlerin sınırı tutuştu, büyüdü ateş.

Dizlerimize kadar gelmeye başladı. Açılan kapılara odaklandığımda bilgeler varisleri indirmiş ellerinden tutuyorlardı. Bir an hepsi döndü. Bize baktılar. Kızımın bakışındaki masumiyet kanımı dondurdu. Belki orada kıyamet kopuyordu hatta çoktan kopmuştu ama ona gülümsedim.

Cevap alamayacağımı sanıyordum fakat Emily bana bakarak tebessüm etti. O an ateş söndü sanki, hareket edebildim yeniden, her şey durdu ve güneş açtı sandım.

Bütün krallıklar çocuklarına bakarken aralarından bir bilge “Gitme vakti geldi.” Dedi.

Hiç kimse bir şey söylemedi, söyleyemedi.

Kapılar sonuna kadar açıldı. Bilgeler çocukların elini bıraktı ve onlara kapıdan girmelerini işaret ettiler.

Varisler yavaş adımlarla ilerlediler, kapıya doğru.

O an zaman durdu sanki... Çok uzun yıllar geçti. Sevinmem lazımdı, kurtuluyorlardı. Son bir kez arkaya baktılar. Bu sefer bakışında çözemediğim bir şey vardı. Ve sonra tekrar döndüler. Kapıdan içeriye girdiler ve kayboldular...

 

 

EMİLY EVANS

Evet, evet...

Hatırlıyordum her şeyi.

Spilasea’yı... Krallığımı...

Bunca zaman benliğimi bulamadığımdan, beni çoktan terk ettiğini düşünüyordum. Ama o beni terk etmemiş ki... Zorunda bırakılmış her şeye. Boyun eğmiş kadere.

Az önce herkes beni terk etmişti. Kimse yoktu. Ama şuan tekrar konser alanındaydım ve bu sefer herkes buradaydı. Sophia ayaktaydı. Hafif bir ritimle şarkıya eşlik ediyordu. Yanında başka kimse yoktu. Biraz yaklaştım ona, hissetmedi

Kolumu uzatıp koluna dokundum hafifçe, bakmadı.

Başımı eğip ellerime baktığımda boğazım ateşe verilmiş yakıt gibiydi. Çünkü ellerimi göremiyordum. Varlığını hissediyordum ama yoktu, şeffaftı. Bu sefer vücuduma baktım.

Hayal görmüyordum, bu bir yanılma değildi.

Ben gözükmüyordum, bedenim şeffaftı ve kimse beni göremiyordu.

Ağlamayı seven bir insan olmamıştım hiçbir zaman. Ağlamak benim için zayıflıktı. Özelikle kendim için ağlamak. Sanki gözyaşlarım zehirliydi, başkalarını kirletiyordu. Utanıyordum. Evet, ağlamaktan utanıyordum.

O kadar aciz bir duyguydu ki...

Bu yüzden istemedim hiç. Ağlamak istemedim, kendime ağlamak istemedim. Kuruttum gözyaşlarımı acının yakıcılığıyla. Kuruduğunu sanmıştım. Ama bir yerlerde kesilen, yara açılan benliğim kurumadığını gösteriyordu.

Kaçtım gözyaşlarından, hep yaptığım gibi en uzak yeri seçtim kendime.

Kaçacak yerim kalmadı benim. Artık kaçacak bir delik de yoktu.

Gözyaşlarından kaçmak istedikçe kovaladılar beni. Attılar beni gözyaşlarımdan oluşan bir okyanusa. Ben sadece okyanusu yakmayı denedim. Kurusun istedim. Okyanus sesini çıkarmadı bu çabama.

Koynunu açtı bana.

Okyanus kollarına aldı beni, onu yakmama izin verdi.

Yakamadım, başaramadım. Suyun, gözyaşlarımın içinde terledim. Okyanus ateşi söndürmedi. Kendimi yakmaya çalıştığımı görmemi istedi.

Hiçbir şeye yenilmeyen Emily Evans bir kez daha kendine yenildi.

Ve şimdi farkında olmadan akıttığım gözyaşları ruhumu kuşattı. Bedenimde izi geçmeyecek yaralar bıraktı, kanattı.

Yolumu kaybetmiştim. Benim yolumu yıkmışlardı. İnsanı yıkan ne varsa getirmişlerdi yanıma, beni yıkmak için. Balyozlar, kepçeler gelip yıkmıştı benim ilmek ilmek işlediğim yolları.

Yönümü, yolumu kaybetmiştim.

Şimdi ise geçmişimin sırları yüzüme yansımıştı. Korkuyordum. Her şeyi hatırlamış olabilirdim ama bundan sonra ne olacaktı?

Sophia beni görmüyordu, duymuyordu, hissetmiyordu. Bu dünyaya bile ait değilken zaten bunları bekleyemezdim. Gözyaşlarımı tutamıyordum.

Tek arkadaşımı kaybetmiştim, hayatından hiçbir şey söylemeden ve veda etmeden ayrılmıştım. Her şey tepetaklak oldu. Hayatım üstüme çöktü ve ben o enkazın altında kaldım.

Bir ışık, umut ışığı bekledim ama o ışık hiç gelmedi. Işık uğramadı bana, güneş çevirmedi yüzünü bana. Karanlık selamladı.

“Yanında olamayacağım her bir an için özür dilerim ilk ve tek arkadaşım. Unutma; sana hep, ‘Gidenin geri dönmesi küçücük bir kelebeğin büyük bir etki yaratması gibidir. Ansızın ama tehlikeli olur. Çırpar kanatları bazen ateşe, bazen buza doğru. Yanarlar, donarlar. Ama ne olursa olsun giderler, belki de gitmek zorunda kalırlar.’ Derdim."

“Şimdi kelebek benim. Buralar bana ait değil. Burada olmayışım kimseyi ilgilendirmiyor, senin dışında. Kelebeğin küçük etkisi buydu.” Dedim.

Konuşmam gerekiyordu, ona veda etmem gerekiyordu.

Biliyorum duymuyordu, hissetmiyordu, görmüyordu ama bana arkadaştan çok kardeş, yeri geldiğinde abla olan bu kız hayatımın tam ortasına gelmiş en güzel haliyle parlamıştı.

Belki...

Belki o hiçbir zaman beni hatırlamayacaktı ama en güzel anılarımızı, gülüşlerimizi, ağlamalarımızı, eğlencelerimizi ben hatırlayacaktım.

Titrek nefesim daha da titredi ama az vakim kalmıştı, bunu bir yerlerde hissediyordum. Sözlerimi bitirmem gerekiyordu.

“Ama beni orada çok fazla kişi bekliyor, kardeşim. İşte bu da büyük etkisiydi. Evet, ansızın oldu. Ben de beklemiyordum bu gidişi. Tehlikeli olduğu şüphesiz doğru.”

Nefes alışlarım çok düzensizdi ama durmadım, devam ettim.

“Sophia, benim kanatlarım yandı. Yaktılar kanatlarımı. Buzlar acımı dindirmedi, ateşi korudular. Kanatlarım içeride yanarken buzdan bir tabaka sardı kanatlarımı.”

Hıçkırıklarım arttı bu sefer de.

“Ben hep yanmaya devam ettim. Hem yandım, hem dondum. Kimse bana ulaşmaya çalışmadı, senin dışında.”

Ve o an Sophia sanki beni görüyormuş gibi olduğum yere baktı. Dudaklarında o çok sevdiğim gülümsemesi, ateşimin ortasına düştü.

İyileştim sanki, kanatlarımın acısı hafifledi.

“Sözlerim sona eriyor canım kardeşim. Ama ne olursa olsun giderler, belki de gitmek zorunda kalırlar. Demiştim sana. Gidiyorum, bir daha göremeyeceksin beni.”

Dudaklarımda oluşan küçük gülümseme yaktı beni, yaktı çehremi.

Bir daha görse beni tanımayacaktı ki...

“Ben gitmek zorundayım Sophia. Gitmek zorundayım kardeşim, gitmek zorundayım ablam, gitmek zorundayım annem... Sen...”

Hıçkırıklarım arttı, gözyaşlarım görmemi engellediğinde hemen sildim onları. Şimdi olmazdı, son vaktimizi bakışlarım ondan ayıramayarak bitirecektim.

“Benliğini bulma çabasında olan bu genç kıza bir yuva oldun sen. Her şey oldun. Konuşacak çok sözüm var ama vaktim yok şimdi.”

 

“Masal?” dedi Sophia soru sorarcasına.

“Masalın sonu nasıl bitiyor Emily?” diye açıkladı sorusunu. Gözlerim tebessümüm sayesinde hafifçe kısılmıştı.

“Sonra kalsın o da,” dedim muzip bir ifadeyle “heyecanı kalsın biraz.”

Sophia koluma vurdu hafifçe. Sahte siniriyle bana bakarken, “Nasıl uyuyacağım ben şimdi?” dedi.

Güldüm.

“Lütfen uyurken ses çıkarma, Sophia.” Arkasındaki yastığı tuttuğu gibi koltuktan fırladı.

“Şimdi elime düştün, Emi!” diye peşimden koşmaya başladı.

Gerisi bol kahkahalı bir yastık savaşıydı...

 

Aklıma düşen anılar kalbimim atışını hızlandırdı, kalbim ağırdı.

Ona dokunamıyordum, sadece bakıyordum.

“Vakit geldi Sophia, gel sana masalın sonunu anlatayım kardeşim.”

Ben boğuluyordum, yanıyordum, düşüyordum ama ölmüyordum.

“Ve masalın sonu şöyle bitiyor... Akrep ve yelkovan birbirini kovalamış zaman çok hızlı geçmişti. Asla ayrılmayacak olanların kalbine acının tohumları ekildi, filizlendi. Gitmesi gerekti kanatları yanmış kelebeğin. Diğer kelebek ise unutmaya mahkûm edildi. Birbirinin her şeyi olan iki dost, iki sırdaş, iki kız kardeş, iki küçük kelebek ve bir aile mutlu yaşadılar. Birbirlerinden uzakta; çok uzakta, iki farklı diyarda... Kelebek etkisi de işe yaramadı, onlar bir daha kavuşmadılar... İçlerinde kalan boşlukla beraber birbirlerinden ayrı ama mutlu yaşadılar, mutlu yaşamak zorundalardı...”

Ben, bugün her şeyimi kaybetmiştim.

Ben, bugün her şeyimi yalnız bırakmıştım.

Sophia benim olduğum tarafa bakarken bir an için, sadece bir an için beni gördüğünü sandım. Ama görmüyordu. Konsere odaklanıp geri oturduğu yerinden izliyordu.

Ben ilk defa kendimi bu kadar çaresiz, bu kadar aciz hissetmiştim.

Gözlerim, mumun yanan son aleviydi şimdi. Ve biliyordum ki bir daha buraya dönemeyecektim. Bir daha... Bir daha her şeyimi göremeyecektim.

Bundan sonra nasıl toparlanacaktı kırılan kalbimin camdan parçaları? Nasıl doğacaktı Güneş, nasıl parlayabilecekti Ay? Onun ışığı benimle değilken.

Birbirimizi yan yana duran ve asla ayrılmayan bulutlara benzetmiştik. Meğersem biz Ay ve Güneş olmuşuz. Tek bir ışık yetmişti onlara da.

Önüne geçip tam karşısında durdum. “Hoşçakal benim her şeyim, kelebeğim.” Ve bunlar ağzımdan dökülen son sözler oldu.

Dünya kelebekler için dönmeye devam etti, onlar yaşayamadılar.

Birbirlerinden ayrı yaşamak nedir bilemediler.

Bir fırtına her yeri delip geçti, beni buldu. Gökyüzünün maviliği artık güzel değil, ürkütücüydü. Ve yağmur bastırdı şehri. Damlalar yanan kalbime düştü, hiçbir damla söndüremedi acımı.

Gözlerim üzerlerine asit dökülmüş gibi yanmaya başladı. Sımsıkı yumdum gözlerimi. Dünya etrafımda döndü sanki. Başım döndü, ben yere çöktüm.

Gözyaşlarım kurumuştu renksiz yüzümde. Yağmur ıslattı tekrar yüzümü. Gözlerimdeki acıyla birlikte gelen basınç yok oldu. Şaşkınlıkla gözlerimi araladım.

Konser yerinde değildim, insanlar yoktu. Sophia yoktu.

Etrafım koskocaman bir boşluktu.

Her yer siyahtı, tek bir yer dışında. Geçen günlerde okuldan çıkarken bir girdaba girmiş gibi hissetmiştim ve karşımdaki kişi oradaydı.

Girdaba çekildiğimi daha az önce, her şeyi hatırladığım zaman hatırlamıştım.

Şaşkınlığım kilometrelerce öteden fark edilebilecek durumdayken bana gülümsedi. “Geçmiş, şimdi ve gelecek. Uyum içinde olur, doğru kullanmayı, doğru yönden bakmayı bilirsen. Geçmiş sana bahşedilen bir hediye, gelecek seçim, şimdi ise varolmak demektir, güzel kızım.” Dedi telaşa yer vermeyen ilahi ses tonuyla.

“V geçmiş sana bir şans daha veriyorsa bunu doğru kullanmamak aptallıktan başka bir şey değildir.”

Geçmiş ve tekrar verilen şans mı?

“Ne demeye çalışıyorsun?” Diye sorunca tekrar gülümsedi, ama bu sefer ürkütücüydü.

Gülümsemesini sildi, ciddi bakışları beni iyice süzdü. Bana baktığında her şeyi görüyor gibiydi. Tüm içimi, bildiklerimi...

Ve ardından söylediği söz benim anahtarım oldu. “Geçmiş kollarını açmışsa senin için, kaçamazsın.”

Karanlık gitti, boşluk gitti. Elimden her şeyim alınmıştı, yerine verilen bir anahtardı. Ne demek istediği kafamın içinde bir anlama girmek istese de olmadı.

Demek ki anlayacağım zaman, şuan değildi. Bu da bir seçimdi ve seçim gelecek demekti. Geleceğim, geçmişime köprü dayamıştı. Köprüden sağlam çıkmalı, köprüyü sağlam oluşturmalıydım ki, köprü benim canımı feda etmesin. Geleceğe sağlam, içi dolu adımlar lazımdı.

Ve ben galiba anlamam gereken şeylerden birini anlamıştım. Çünkü boşluk gittikten sonra geldiğim yeri değil avucumun, zihnimin içi kadar iyi tanıyordum.

Burası bir saraydı.

Günce Sarayı...

Şimdi ise aklımda ne yapacağımla ilgili sorular ve Sophia ile vardığımız yerdeydi. Tekrar buradaydım. Tek bir farkla, şuan geçmişteydim. İçinde sahip olduğum ve aynadan kendimi izlediğim ise benimdi.

Bana aitti.

Küçük Emily’e aitti.

 

 

-Yorumlarınız ve oylarınız benim için önemli🫠 Yoruma en sevdiğiniz alıntıyı bırakabilir misiniz?-

 

Bölüm : 05.12.2024 21:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...