4. Bölüm

3.Bölüm: Geçmişin İzi

Doruk Çoban
hayatndoruklarinda

3.Bölüm: Geçmişin İzi

Zamanın rüzgarı eseceği yeri değiştirmiş, ters istikamette esmeye başlamıştı. Geçmiş ellerini bana dolamış, sarmalamıştı. Geçmiş sana bahşedilen bir hediye, demişti o ses.

Gerçekten bir hediye miydi?

Yoksa korkunç bir kâbus mu?

Düşüncelerimle oynayan geçmiş; kâbus olduğunu ima ettiğimde sanki o beni sarmaladığı kollarıyla vücuduma çizikler atmıştı, hepsi kanadı, yaralarım acıdı. Geçmiş rüzgarını savurmaya devam ederken rüzgar yüzünden yara sızladı.

Kaçmak istedim. Ve hep kaçtığımı fark ettim. İnsan kendinden kaçardı. Gerçek benliğini görmeyi, göstermeyi istemezdi. Zaten yapamazdı ki. İnsan içindeki benliği bulamazdı bana göre, bu yüzden de kimseye gösteremezdi.

Yalnız kaldığında bile aslında kendiyle baş başa kalmaz, kalamaz. Bize oyun oynayan düşünceler rahat bırakmaz, benliğin üstünü örterdi.

Üstü örtülen benlik açığa çıkmazdı, çıkarılmayı beklerdi. Ama insan o üstü kapalı örtüden kaçtıkça benlik siyah lekelerle dolardı.

İnsan hep kaçardı, bu yüzden hep o benlik lekelerle gizlenirdi. Lekeler onu gizlerdi. Belki dışarıya çıkmak için can atardı, ama insan kaçardı.

Ben kaçtım, çok kaçtım.

Siyah lekelerle dolup taşan benlikte artık beyaz bir kısım kalmayınca benlik bir daha ortaya çıkmaz, kendini sonsuza kadar gizlerdi.

Benliğimden kaçtığım zamanlar bana leke, siyah leke olarak geri dönmüştü ve dönmeye devam edecekti.

Kollarıma baktım, zamanın hırpaladığı kollarıma...

Lekelerim vardı, hepsi siyahtı.

Ruhuma lekeler sığmıyordu, bedenime bulaşıyordu. Kaçmak her zaman kolay yol gibi gözükür ama en zor yol kaçmaktır aslında. Benliğinden, duygularından, insanlardan kaçmak hiç de kolay değildir çünkü. Ben hep kaçtım. Şimdi ise ruhuma sığmayan siyah lekeler bedenimde canlandı, yaşadı.

Bundan da kaçmak istedim. Ben her zaman her şeyden kaçmak istedim. Ben bir yıldız değildim, hiç olmayacaktım.

Saçlarım uçuştu, kollarımdaki izler sızladı, vezir oyunu yönetti. Emri alan satranç tahtası düşmanı yıkmak için oynamaya başladı. Vezir zamandı...

Karşımda kendimi gördüm, bütün teni siyah lekelerle dolmuştu. Duygusuz bakışları bendeydi. Ellerini havaya kaldırdı ve dudaklarını büzdü. “Böyle olmak mı istiyorsun.” Dedi taş gibi bir donuklukla.

Başımı iki yana salladım sadece. “Neredesin?” Dedi bu sefer de. “Başka bir evrendeyim.” Diyebildim güçsüz çıkan sesimle. “Başka bir evrende değilsin, zihnindesin.” Doğruydu.

Evren bendim.

Evren zihnimdi.

Siyah lekeler beni olduğumdan güçsüz gösteriyordu. Ben güçsüz olmak istemiyordum, olamazdım.

O zaman zihnim alt ederdi beni, kurtulurdu benden.

Sıcak bir rüzgar estiğinde huzursuz oldum. Soğuk rüzgara alışmış bedenim sıcak rüzgara karşı yabancılık çekmişti. Şimdi ise sıcak rüzgar kendini göstermişti, çünkü bedenimdeki siyah lekeler gözümün önünde büyüdü.

Sıcak rüzgar, ateşti.

Sıcak rüzgar cehennemdi.

Sıcak rüzgar yıkılmış hâlimdi.

Sıcak rüzgar sevgiydi.

Hayır, hayır...

Zihnimin içinde kurduğum günlüğümde son yazdığım cümlenin üstünü çizdim. Sıcak rüzgar sevgi değildi. Sıcak rüzgar bendim.

Gerçek beni gören ben bile yıkılıyordum, bir ateş basıyordu, cehennem kollarını açıyordu. Sıcak rüzgar beni yok ediyordu.

Ben kendimi yok ediyordum.

“Siyah lekeler aslında benim. Ben kendimi yok ediyorum.”

Gerçek ben, bana baktı. Karşısında gördüğü kişi o değildi; insanların isteklerine ve yargılarına göre değişen o kişiydi, her şeyden kaçan kişiydi o. Ama asıl benliği böyle değildi.

Böyle değildi değil mi?

Elim benden bağımsız bir şekilde onun eline dokunmak için havaya kalktı. Onun siyah lekelerle dolu kolu da aynı şekilde havaya kalktı. Elim gerçek kendime ulaşamadı, elim benliğime ulaşamadı. Bir kez daha kaybettim onu.

Elimin, eline çarpacağını düşünürken elim sert bir yere dokundu. Aramızda duvar mı vardı?

“Hayır, aramızda duvar yok.” Diyen sesiyle bakışlarım gözlerine çevrildi, “Sen... Nasıl?” Diye fısıldadım.

“Bir yeri kaçırıyorsun. Sen bensin, ben de senim. Bu lekelerime bak Emily. Bunlar kaçtıklarının izi, bunlar yok oluşun evresi.”

“Kaçmak dışında ne yapabilirim ki?” Diye sorduğumda gözlerinden bir umut ışığının gelip geçtiğini gördüm. “Kabullen. Sadece olduğun kişiyi kabullen. Gerçek benliğin, ben, o zaman ortaya çıkacak.”

Sağ tarafa dönüp bir adım attığında sesimi yükseltip ona seslendim. “Bekle!” Adımları durdu, bana döndü.

“Kaçmak hep kolay yol mudur? Benim kaçmaktan; insanlardan, duygulardan, gerçeklerden kaçmaktan kanatlarım yandı. Kanatlarımı yaktılar benim.”

Bakışları uzun bir süre yüzümde gezindi. “Zor olan her şeyi kabullenmektir. Kanatların mı yandı? Kanatlarımızı mı yaktılar? Sen de onları yak. Sadece kanatlarını değil, onları yak. Zirâ onları yakarsan yok olmazlar.”

Durdu, devam etti.

“Kül olurlar.”

“Peki ya kelebeğin ömrü? Peki ya yanan kanatlarım, kanatlarımız? Onlar ne olacak?”

Yüzünde küçük bir tebessüm oluştuğunda tekrar konuşmaya başladı.

“Kanatlarımızı yaktılar, evet. İşte biz de bu yüzden her şeye en baştan başlayacağız. Biz artık kanatları yanan kelebek değiliz. Biz artık kozaya dönüşmeyi bekleyen bir tırtılız. Zamanı gelecek koza olacağız, zamanı gelecek tekrar kelebek olacağız. Ve o zaman kelebeğin ömrü 24 saat olmayacak.”

Bir şey söylememe izin vermedi.

Bir şey söyleyebileceğime dair inancımı kaybettim.

Kelebeğin kanatları yandı.

Kelebek o gün baştan başlamaya, tırtıl olmaya karar verdi.

Bu son güçsüz düşüştü.

Bu son yenilgiydi.

Bir daha kelebek kendine bile yenilmeyecekti. Çünkü baştan inşa ettiği benliğini pamuklara saracaktı.

Kaybettiği benliği karşısındaydı. Tırtıl yeniden inşa ettiği benliğini kozaya saracaktı. Gerçek, kaybettiği benliği kozada onun içinde olacaktı.

Kaybedilen benlik, yeniden inşa edilen benliğin içinde yaşayacaktı. Ve böylece koza kelebeğe dönüştüğünde kelebek korkup kaçmayacaktı. Sevecekti kanatlarını, sevecekti benliğini.

Alnımda hissettiğim ter damlaları, rüyamı hatırlamamı sağladı. Gözlerimi açtım ve yıllardır ayrı olduğum odaya baktım.

Ben geçmişteydim.

Yanımdaki Spilasea saati, birazdan benim hazırlıklarım için geleceklerinin bir gösterimiydi. Daha sonra kahvaltı, kahvaltıdan sonra ise birkaç ders...

Benim burada dikkat etmem gereken şey neydi? Neden geçmişi doğu kullanmam gerekiyordu? Bakıştığım tavanla aramızdaki bağı kapının çalınması bozdu. Panik duygusu damarlarımda gezmeye başladığında bu sefer kaçmadım. Her şeyiyle kabul ettim onu.

Kendime aynadan baktım ve küçük bedenimin hâlen durduğunu gördüm.

Rahatladım. Gelen kişi kapıyı yavaşça aralayınca telaş yapıp uyumuş taklidi yapmaya başladım.

Aptal Emily, aptal, aptal.

Kapı yavaşça aralandı ve biri içeriye girdi. Adımları yatağıma ulaşıncaya kadar devam ettim taklidime. Yatağın alt tarafının çökmesiyle oraya bir kişinin oturduğunu anladım. Hafif homurtular çıkartmaya çalıştım taklidimin başarılı olması için. Yatağın alt tarafındaki kişi güldü. Gülüşünden kadın olduğunu anladım.

Ses tonu çok farklıydı. İlahi ses gibi değildi, sanki her şeyi biliyordu. Ses tonundan bile bilgilik fışkırıyordu. “Gelmişsin Emily.”

Her taraftan akmak isteyen okyanus durdu. Sular taşmadı, dinginleşti. Kalbim kulaklarımda atıyordu.

Cevap veremedim.

“Biliyorum seni, kızım. Biliyorum zamanın hırpaladığı kollarını...” İşte bu benim için çok beklenmedik bir şeydi.

“Zamanla yapılan anlaşmayı biliyorum. Uyuma taklidi yapmayı bırakabilirsin.”

Gözlerimi açtım.

Bakışlarım ona yönelince çok güzel bir kadın olduğunu anladım. Kahverengi gözleri ve beyaz saçları sanki toprak ve dolunayın canlanması gibiydi. Saçları beyazdı, evet. Ama kendisi beyazlamamıştı, saç rengi beyazdı.

Ve ben bu kadını tanıyordum.

Günce Krallığı Bilgesi. Başım ona doğru döndü ve hemen yatakta oturur pozisyona geldim. “Bilg-“

“Bunu sadece ben biliyorum. Sana yardımcı olacağım Emily ama kimseye çaktırmaman gerekiyor.”

“Ben... Anlam veremiyorum hiçbir şeye.”

Bakışlarında güven vardı.

“Öğreneceksin hepsini kızım.”

Bakışlarında sıcaklık vardı, güvenin sıcaklığıydı. Bakışları saklandığım şeyleri biliyordu, korkularımın yansımasıydı.

Bakışları benim ruhumdaydı.

Korkularım, kaçtıklarım onda saklıydı.

“Neden... Neden ben? Neden böyle bir anlaşmanın içine düştüm?”

Bakışları değişti.

Artık korktuklarım yoktu, bilmediklerim vardı.

Bilmediklerim karşımdaydı. Bir çift gözdeydi.

“Zaman çok fazla oyun oynar güzel kızım. Zaman yanıltır seni, kör eder hayata karşı. Saklandıklarının üstünden yıllar geçse bile ilk günkü halini korur. Çünkü zaman hissedilip de dışarıya vurulmamış duyguların koruyucusudur."

Zamanın bir canavar gibi kükreyen sesini duydum zihnimin içinde, ürperdim.

"Yakalanmaman lazım Emily. Her ne kadar geçmişte olsan bile burada başka bilgeler de var, anlayabilirler."

Doğruydu. O sadece Günce Krallığı'nın en üst rütbedeki tek bilgesiydi.

Başkaları da vardı.

“Tekrar söylüyorum Emily, dikkat çekmemen lazım şimdi beraber aşağıya kahvaltıya ineceğiz."

Olduğum yerde hareketlendim ve ellerim alnımdaki ter damlalarını sildi.

"Ben buradan ne zaman gideceğim, ne zaman görmem gereken şeyi göreceğim?"

Dudaklarında bir gülümseme peyda oldu.

"Görmen gereken şeyleri ben söyleyemem. Görünmek isteyenler zaten sana kendini gösterir. Kendini saklayanları ise zaten göremezsin."

Başımı salladım anladığımı belli edercesine.

"Hatırladıklarıma göre birazdan benim hazırlığım için gelecekler." Diyerek sesli bir nefes verdim.

"Hayır Emily, bugünün ne olduğunu unutuyorsun." Gözlerim kısıldı ve zihnimdeki soru işaretleri giderek arttı.

Kendimi zorladım, hatırlamaya çalıştım. Geçmişin sayfalarını bir bir kurcaladım. Tozlu anılar arasında kesik kesik görüntüler zihnime ulaşmaya başladı. Bilge beni dikkatle izliyordu. Görüntüler yavaşça ses almaya başladı. Anılar zihnimde tekrar canlanmaya başladı.

Bilge neden bana gururla bakıyordu?

“Anılarda senin eline su dökebilecek birinin olduğunu sanmıyorum, Günce Vârisi.”

Kaşlarımı çattım. Yüzüme bakarak bir elini elimin üstüne koydu. “Zamanı gelince gerçekleri öğreneceksin, anlamadığın her şey yerli yerine oturacak. Sen güçlü birisin Emily. Her şeyle başa çıkabilirsin.” Bakışlarımdaki minneti gördü. Sonra birden bir şey hatırlamış gibi bana baktı.

“Bugünün ne olduğunu hatırladın mı?”

Zihnimde yazdığım günceler teker teker açıldı. İlk güncemi aklıma getirdim, benim yolumdan ilerleyen kişiler tarafından yazılana... Bunu nasıl yapıyordum hiçbir fikrim yoktu, çünkü günce bir defter gibi zihnimde açılıyor ve sayfalar teker teker çevriliyordu.

Ve bulduğum an kaşlarımı çatabildiğim kadar çattım.

“Ama nasıl?” diye kendi kendime fısıldadım. Yeterince sessiz fısıldamamış olmalıyım ki bilge beni duydu. Bakışları mavi gözlerimi buldu.

“Sana söylediğim gibi Emily, anılar senin kontrolün altında.” Yeni bir soru aklıma gelince ani bir hareketle ona baktım. Daha ben başlamadan sözü devraldı ve sorumu yanıtladı. “Güncelerin burada,” dedi işaret parmağıyla şakağıma dokunarak. Sonra devam etti, “hepsi kafanın içinde.”

“Günce Vârisi olduğunu biliyorsun, Emily. Güncelerinin senin sorumluluğun altında olduğunu biliyorsun.” Elbette ki biliyordu, o bir bilgeydi.

O zaman zihnimi toparlayabilirdim. Karmakarışık bir odaya benzeyen zihnimi sakinleştirebilirdim. İhtiyacım olan sadece biraz daha farkına varabilmekti. İhtiyacım olan biraz daha gücümün farkına varabilmekti.

Ben Emily Evans.

Zihnimi toparlamayı kendime söz bilmiştim. Ulaşacaktım, gücü elime alıp onun varlığını hissedecektim. Kelebek bendim, daha önce de kabul ettiğim gibi olacaktı. Artık önümde ne 24 saat vardı, ne de yenilgi vardı.

Önüme çıkan engelde arkama bakarak koşmayacak, engeli yok edecektim. Sınırları zorlamak, her şey bundan ibaretti. Duygularımı yaşayacaktım. Ama zaaflarımı belli etmeyecektim.

Hepsini...

Hepsini devirecektim.

Madem ki bir satranç tahtasındaydık, o zaman bütün herkesi devirerek en son düelloya kalacaktım. Vezirle olan düelloya, zamanın bana karşı oynadığı düelloya.

“Günce Krallığının topraklarının bereketli olduğu ve ülkenin refah döneminde yapılan geleneksel çocuk ve aile festivali, değil mi?”

Şaşırmadı, çünkü benden böyle bir şey bekliyordu, yapabileceğimi biliyordu. Arkamda olması ve desteklemesi benim için güzel bir şeydi. Sophia’dan sonra belki de ilk defa birinin beni desteklediğini görüyordum.

İsmini zihnimin içinde söylediğim anda bile, o darmadağınık zihnimde bir vazo düşüyordu. Kırılıyordu. Kırılan parçalar bana doğru geliyordu, zarar veriyorlardı bana.

Parçaları tutmak istiyordum, beni yaralamasınlar istiyordum. Kilitli kapılar ardında sakladığım anılarımız bazen bu isteğimi körüklüyordu, bazen ise söndürüyordu.

Bırak, diyordum. Bırak, kanatsın dursun. Acıyor canın, acıyacak canın. Ama kesikler artınca kan kaybediyordum. Kesikler arttıkça canımı yakıyorlardı ve Sophia canımın yanmasını istemezdi, istemez.

Belki bilmiyor beni, unutmuş anılarımızı. Ama duyular orada, hisler orada. Zaferler orada, yenilgiler orada. Kahkahalar orada, gözyaşları orada. Hepsi bizimle. Beraber tattığımız her duygu bizimle.

Güneş ve Ay, ben ve Sophia. Bu hikayede ikimizin rolleri değişiyordu.

Unutulmanın acısı yüreğimi kasıp kavururken, anılarımızı düşünüyordum. İlk beraber konsere gidişimizi, sınav sonuçlarının açıklandığı gün yan yana olmamız, ağladığımda yanımda olduğu, ağladığında yanında olduğum...

İkimizin dostluğu asla bitmeyecekti, bitirmeyecektim.

“Tam da üstüne bastın, Emily.” Diyen bilgenin sesi , düşüncelerimden uzaklaşmamı sağladı.

“Şimdi sen hazırlan, beraber kahvaltıya inelim.” Yatakta oturduğu yerden kalktı. Sırtını döndü ve bir dairenin yarısı büyüklüğündeki odamda kapıya doğru yürüdü. Sonra birden arkasını döndü ve göz göze geldik.

“Diğer krallıklardan davetliler de var, biliyorsun.” Diyerek göz kırptı, gülümsedim. “Kapıda seni bekliyor olacağım.” Diyerek gitti.

Yatağımdan kalktım. Sağ tarafımda duran ve neredeyse bir oda büyüklüğünde olan banyoya girdim. Ellerimi ve yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım ve vakit kaybetmeden duş almaya geçtim.

Suyun altında durunca rahatladım, kaslarım gevşedi. Saçlarımı sabunladım ve vücudumu bolca köpükle yıkadım. Rahat bir nefes aldığımı hissettim. Bilgeyi fazla bekletmemek adına yapabildiğim en hızlı şekilde çıktım. Aynanın karşısında saçlarımı taradım. Banyoya girmeden önce ısıttığım aleti aldım.

Aslında buraya özel bir fön makinesi gibiydi. Sadece daha ilkel haliydi. Cilalı tahtası olan bir sapı vardı. Aynı tarak gibiydi. İki parçadan oluşuyordu ve üst kısmını ateşte ısıtıyorduk.

Daha sonra parçaları birleştirdim ve yukarıdaki kısmı -bir kare şeklindeydi ve ısıtıldığı zaman dışarıya sıcak hava üflüyordu- saçlarımı kurutmak için kullandım.

İyice kurulandım ve bornozu bağlayarak kıyafet odasına geçtim. Banyonun daha altında ve tam karşısındaydı. İç çamaşırlarımı giyindim ve elbise olarak, gözlerimle uyumlu olacağı için mavi bir elbise seçtim.

Açık bir maviydi. Hava soğuk olduğu için uzun bir elbise seçtim.

Şuan geçmişte olduğum için ve bedenim küçüklüğüme ait olduğu için normalde hizmetliler tarafından hazırlanırdım. Ama bugün gibi önemli günlerde kendim hazırlanmayı tercih ediyordum. Bunu da belirttiğim için özel günlerde beni yalnız bırakıyorlardı.

Bu bedenimle hazırlanmak daha zordu. Neticesinde 9-10 yaşındaki bir çocuğun boyu her şeye yetmiyordu.

Benim gözüme göre küçücük gelen elbiseyi -birden küçük bedene geri dönmenin dezavantajları olsa gerek- giydim. Masa aynama geçip şifacıların yaptığı kremlerden yüzüme sürdüm.

Küçük bir çocuğun hazırlanması bu kadardı.

Toplamda yarım saat civarı bir hazırlanmanın sonucunda bilgenin yanına ulaştım. Beklediğimin aksine sıkılmış bir ifadesi yoktu. Yine de “Çok bekletmedim umarım.” Demeyi unutmadım.

“Hayır, hayır.” Dedi başını hızla iki yana sallayarak. “Çok bekletmediniz, Vârisim.” Dedi ve yine o göz kırpmalarından birini bana bahşetti. Boyumun aniden küçülmesi ve küçük bedene dönmek zor geliyordu, ama alışmalıydım. Festivalde belli başlı oyunlar da oynanırdı. Bu yüzden dikkatli olmalıydım.

Ve krallığın hazırlığı günler önceden başlardı. Bu süre zarfında derslerimi alırdım ya da kendimi geliştirecek aktiviteler yapardım.

Atkuyruğu şeklinde bağladığım saçlarımdan, kahve bir tutam önüme düşünce elimle kulağımın arkasına ittim. Bilgeyle kahvaltı salonuna doğru yürüyorduk. Etrafta her şey hazır olmasına rağmen koşuşturan hizmetliler bilge ve bana selam veriyor, yolumuzu açıyorlardı.

Neredeyse sarayın tavanına kadar uzanan iki taraflı dev kapılar, bizim gelişimizle birlikte sağda bir ve solda bir olmak üzere iki muhafız tarafından açıldı.

Geç kalmamıştık çünkü prens ve prenses daha gelmemişti. Prens ve prenses diyordum çünkü onlar da beni hiçbir zaman çocukları olarak görmemişti, onlar vârisi görmüştü. Upuzun kahvaltı masasında bugün fazladan üç tabak daha vardı.

Bakışlarım bilgeye doğru kayınca kulağıma eğilerek, “Misafirler olacağını söylemiştim.” Dedi sessizce.

Kahvaltı salonunda görevli iki hizmetli bizi görünce referans yaptılar ve aynı ağızdan “Günaydın efendim, günaydın vârisimiz.” Dediler. Başımı hafifçe yana eğerek selamlarını kabul ettim. Bilge de aynısını yaptı ve beni masanın başından, yani prensin oturduğu koltuğun sol tarafına çekti.

İlk sandalyeyi geçti, orada prenses oturacaktı.

Onun yanındaki sandalyeyi çekti ve oturmam için bekledi. İlerleyip sandalyeye oturdum ve bilge de yanıma oturdu.

Daha sonra aniden dev kapılar iki tarafa açıldı ve prens ile prenses geçti. Fakat yalnız değillerdi. Arkalarında biri benden bir-iki yaş büyük gibi gözüken bir erkek çocuğuydu. Diğerleri ise çocuğun ebeveynleri gibi duruyordu.

Erkek çocuğunun sarıya kaçan saçları bana onun kim olabileceğini fısıldadı. Diğer gezegenden gelen bir vâris olma ihtimali çok düşüktü. Geriye iki krallık kalıyordu. Gölge ve Yıldırım Krallıkları... Ve gelen konuklar Yıldırım Krallığının vârisi, prensi ve prensesiydi.

Günce prensinin yanında duran prenses, annem bana baktı. Gözleri umursamazdı, yargılayıcıydı. Neden bana böyle bakıyordu? Çocuğun bakışlarını üstümde hissettim. Prens eliyle masayı işaret ederek konukları buyur etti. Bilgeyle aynı anda ayağa kalktık.

Konuklar masaya oturmadan karşılarında durduk. Ne yapacağımı biliyordum, sürekli bu konular hakkında eğitiliyordum. İlk selamlamam gereken kişi yönetici, yani prensti. Elbisemin küçük eteklerimi tutarak başımı kaldırdım ve Yıldırım Prensiyle göz göze geldim.

Eteklerimi hafifçe kaldırarak referans yaptım. “Hoş geldiniz, prensim.”

Gülümsedi.

O da benim gibi hafifçe eğildi ve, “Hoş bulduk, küçük vâris.”

Sıradaki kişi prensesti, aynı şekilde referans yaptım ve “Güzel vakitler geçirmeniz dileğiyle.” Dedim başımı hafifçe eğerek.

“Teşekkürler, vârisim.” Dedi gülümseyerek.

Gülümsemek.

Yalandan da olsa gülümsemek önemliydi. Ne zaman ne olacağı hiçbir şekilde bilinmezdi. Gelecek tahmin edilebilirdi sadece. Geçmiş kirli kollarını uzatmak isterdi. Geleceğin yıldızlarını çalmak, kirletmek isterdi.

Bazıları için yıldızlar umuttu. Geçmiş, geleceğe inanmak isteyenlerin umutlarını çalardı, kirletirdi.

Yıldızlar kirlenince insanlar inanmayı bırakırdı. Bir daha umutlanmak istemezlerdi. Çünkü eğer tekrar umutlar hayal çöplüğüne giderse, insanlar yaralanırdı.

Her yaradan kan akmaz.

Bazı yaralar içinde kan barındırmaz.

Yaralardan umut akardı, yaralardan geçmiş sızardı.

Geriye sadece tek kişi kalmıştı, yıldırım vârisi.

Aynı anda sağ elimizi, sol omzumuza değdirerek bir işaret oluşturduk. Bu işaret vârisler arasındaki yoldaşlığı gösterirdi. Daha sonra diğer herkese yapılan referansı birbirimize sunduk.

Bilge benden sonra herkesi karşılıyordu.

Daha sonra herkes yerlerine geçti. Günce Prensinin sağ tarafında Yıldırım Prensi oturuyordu, onun yanında -ki bu benim karşıma denk geliyordu- yıldırım vârisi oturuyordu. Onun yanında ise yıldırım prensesi vardı.

Hizmetliler zaten hazır olan masaya birkaç şey daha ekledi, ve geri çekildiler. Prens ellerini iki yana açarak, “Herkese afiyet olsun.” Diyerek başlayabileceğimizi gösterdi.

Uzun bir sessizlik oldu. Herkes tabağıyla uğraşıyordu. Sağ tarafımdaki bedenin gerildiğini hissediyordum. Ne yani, yanında olmam bile mi onu rahatsız ediyordu?

O zaman rahatsız olmaya devam edebilirdi.

Sessizliği bozan tabii ki de Günce Prensi bozdu.

“Görüşmeyeli uzun zaman olmuştu, Valentiano.” Dedi resmiyeti azaltarak. Gülümsedi yıldırım prensi. “Öyle oldu.” Dedi kısaca. Ama günce prensi sessizlik istemiyordu. “Birazdan sergilenecek gösteriler ve oynanacak oyunlar misafirlerimizin güzel vakit geçirmesi için hazırlandı.”

“Bizi davet etmeniz bizi onurlandırdı.” Dedi Valentiano.

Yanımda hareketlilik oldu. Bakışlarım günce prensesine takıldı. “Asıl davetimizi kabul edip gelmeniz bizim için onurdur.” Dedi gülümseyerek.

Günce prensi, güç istiyordu.

Karşılıklı bir görüşme değildi bu. Eğer bir savaş ya da kaos oluşturan ve ülkeyi yerinden sarsan olaylar yaşanırsa yanımızda olup olmayacaklarını test ediyorlardı. Onlar güç istiyordu. Ben de güç istiyordum.

Başkalarının arkama çıkıp güçleriyle destek olmalarını beklemiyordum. Ama kendi gücümle ortalığı kasıp kavuracağıma inanıyordum.

Kendimi küçümsemeyi ardımda bırakmıştım. Kanatları yanan kelebeği ben tamamen yakmıştım. Şimdi ise unutmamam gereken bir şey vardı, ben tırtıldım. Güce ulaşacaktım. Güce ulaşıp kendimi kozaya alacaktım. Vakti geldiğinde koza yırtılacak ve içinden savaşmayı kendine ödül bilmiş benliğim çıkacaktı.

Tek damla kanım kalmasa, susturulmak zorunda kaldığım zamanlar atmadığım çığlıklarla savaşacaktım.

Vârisin bakışlarını üstümde hissediyordum. Rahatsızlık gibi bir şey hissetmiyordum. Sadece... O da masadaki diğer kişiler gibi bakıyordu, güce susamış bir şekilde.

Derler ki, zihin en kolay oynanan oyundur. Bir kere değiştirirsen, değiştirmeye muhtaç hâle gelirsin. Bir kere değiştirilirsen, değiştirilmeye mahkum hâle gelirsin.

Ve bütün yollar buraya çıkıyordu, satranç düellosuna.

Eşitlik hayatım boyunca gördüğüm son şey bile değildi. Eşitlik yoktu. Bu oyunda, bizi içine alan bu durumlarda, satranç tahtasında, güçlü olan güçsüzü ezerdi.

Güçlü güçsüzü ezerdi.

Zihin... Her şey bundan ibaret değil miydi? Zihnimiz... Bütün oyun burada değil miydi?

Peki... Zihnimiz bize yol mu gösterecekti? Yoksa bu kanlı oyunda bizi ölüme mi sürükleyecekti?

Her şey sorulardan ibaret değil miydi? Bütün sırlar buralarda saklı değil miydi?

Peki ben günce vârisi değil miydim? Yeterince ilerlersem... Zihinlerle oynayabilirdim. Yüzyıllardır süregelen bu yetenekleri benimseyebilirdim. Bedenime gücü çekebilirdim. Yorulacaktım, düşecektim ve kanayacaktım.

Ama savaşacaktım.

Kulağa biraz vahşice geliyordu ama ezilen olmayacaktım, ezen olacaktım.

Ben de ona baktım. Ama onun baktığı gibi değil, tamamen duygulardan izole bir surat ifadesiyle baktım. Bir şey anlamadığını gördüm gözlerinde. Kahverengi gözleri anlamaya çalışıyordu.

Anlayamazdı.

Bakışma sandığımdan uzun sürdü. Gözlerimdeki ifadesizliğe dayanamamış olacak ki bakışlarını başka yere çevirdi.

Masada bundan sonra sadece bakışlar konuştu.

Kimsenin ağzından çıt çıkmadı ve böylece sessiz bir kahvaltı gerçekleşti.

Daha sonra Günce Prensi ayağa kalktı. Herkes onunla birlikte kalktı. Sandalyeler geri çekildi ve günce prensi yapabildiği en samimi ses tonuyla konuşmaya başladı.

“Değerli misafirlerimiz,” dedi yıldırım krallığı üyelerine bakarak. “eğlence şimdi başlıyor. Lütfen eğlenmenize bakın.” Ben bu anıları daha önce yaşadığım için hepsini hatırlıyordum. Ve kaderin akışını değiştirmemek için elimden geleni yapacaktım.

Biri benim burada bir şeyleri görmemi istemişti.

Ve ben o şeyin ne olduğunu bulacaktım.

⚔️

Konuklara özel olan terasta oturuyorduk. Sarayın bana göre sağ tarafında kalıyordu ve bayağı büyüktü. Oturma takımlarına yerleşen konuklara ve bize içecek servisi yapılıyordu.

“Günce Sarayında özel yapılan içeceklerden birisidir.” Dedi günce prensi. Elindeki kadehi havaya kaldırdı ve konuklarla göz teması kurmayı ihmal etmedi. “İçerisinde burada yetişen özel meyvelerin homojen bir karışımı mevcut.” Elindeki kadehi yıldırım prensine doğru uzattı ve kadeh tokuşturdular.

Konuşmaların hepsini önceden bilmek bir yandan güzel bir şeydi. Ama bunu yaparken dikkat çekmemeye çalışıyordum. Aslında şuan yaptığım küçük bir hareket benim için sorun olmazdı.

Çünkü zaten geçmişteydim. Şimdi yaptıklarım daha önceden hiç yaşanmamış gibi gözükecekti.

Ama özellikle bugüne gelmemin bir nedeni olmalıydı.

Hiç konuşmuyordum, Prensler bizden biraz uzaklaşıp beraber sohbet ediyorlardı. Yanımda oturan prenses ile karşımdaki prenses birbirleriyle konuşuyordu.

Bense oturmuş, bundan sonra ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Yıldırım Vârisi arada bakışlarını kaldırıp bana bakıyordu.

Daha sonra bakışlarını üstümden çekip başka yerlere bakıyordu. Buradaki çocuklar başka çocuklarla pek konuşmazdı ya da arkadaşlık kurmazdı.

Çünkü Spilasea başlı başına bir yarıştı, bir savaştı. Şuan düşman ülkeler değildik, ama bu hiç olmayacağımızın bir göstergesi değildi.

Prens ve prensesten sonra tahta geçecek olan kişiler Vârislerdi. Bu yüzden aramızda her zaman bir mesafe koymak zorundaydık.

Ama benim stratejim Spilasea ile ters düşüyordu. B Benim için düşmanımla arkadaşlık kurmak bir ödül olabilirdi. Birinin zaaflarını görmek aslında en büyük silah olabilirdi.

Belki de bahane arıyordum konuşmamak için? Çünkü şuan barış hakimdi. Bütün krallıklar -yaşam belirtisi olmayan karanlık krallık hariç- barış içinde yaşıyordu. Yani birileriyle arkadaş ilişkisi kurmak hiç tuhaf değildi.

Sohbetler son buldu ve bu sefer de hepimiz terastan indik. Bilge yanımızda yoktu. Sarayın kapısına doğru yürüdük ve böylece nereye gittiğimizi anladım.

Kutlama alanlarına gidiyorduk. Ülkenin topraklarının bereketli olduğu bir döneme girmiştik.

Bu yüzden halk alanının merkezinde bir panayır kurulurdu. Çeşitli oyunlar, kültürel lezzetler ve keyifli anlar... Akşamları ise bir ateş yakılır ve dilden dile aktarılan masallarımızdan anlatılırdı.

Daha önce de böyle yapıyorduk. Kraliyet ailesi olarak her yeri gezerdik. Eğlenceyi halkın hissetmesini isterdik.

Bazı çocuklarla ve aileleriyle hoş sohbetlerimiz olurdu. Bazen kendime engel olamadan o çocuklara imrenirdim. Bana dokunmayan babamın elleri başka çocukların başını okşardı, yanaklarını sıkardı.

Bunlar geçmişimin içindeydi, hepsi her bir hücremdeydi.

Ama büyümüştüm, kendimi büyütmüştüm.

Yine aynı şeyi yapıyorduk, bu sefer misafirlerimizle geziyorduk. Saraydan çıktıktan sonra biraz düz ilerlemiştik. Her ihtimale karşı etrafımızda birkaç tane kraliyet askerleri vardı.

Ardından sağa dönmüştük ve bütün eğlence başlamıştı. Etrafa bakıp inceledim. Alanın en ortasındaki yer açık bırakılmıştı çünkü bu kadarla sınırlı değildi, yol açmak için boş bırakılmıştı.

Yer yer kurulan çadırlara bakınca heyecanımı gizleyemedim. Etraftan gelen keyifli kıkırtılar eşliğinde geleneksel müzikler doluyordu kulağıma. Bazı kişiler dans ediyordu. Çocuklar birbirleriyle oynuyordu, yemek servis edenler vardı.

Bizim görünmemizle herkes bize baktı. Biz yürümeye devam ederken her biri saygılarını gösteriyordu.

Başlarımızı eğerek saygılarını kabul ettik. “Sevgili halkım,” diye söze başladı günce prensi. “bu güzel dönemin kutlaması hepimiz için güzel geçsin, dilediğiniz gibi eğlenin.” Dedi.

Gerçekten iyi bir kraldı. Halkı kırmızı çizgisiydi. Evet iyi bir kraldı, ama iyi bir ebeveyn değildi. Neden böylelerdi? Kötü bir çocuk değildim ki ben. Derslerimi aksatmaz, kuralların dışına çıkmazdım. Bana karşı neden böyle bir tutum sergiliyorlardı ki?

Bunu hâlen sorguladığıma inanamıyordum. Geçmişti çocukluğum, bana onun hesabını vermeleri gerekiyordu.

Bazı şeyler çoktan bitip gitmiş olabilir ama bıraktığı boşluk hiç silinmiyor.

Yolda duranlar kenara çekildi ve bizim geçmemiz için yol verdiler.

Yavaş yavaş, her yeri görerek ve anlatarak ilerliyorduk.

⚔️

Güneş daha batmamıştı. Ama akşamın serinliği çoktan bedenlerimizi etkisi altına almıştı. Bu vakitlerde genellikle ateş yakılır ve herkes toplanırdı.

Bu yüzden bu toplanmayı kaçırmamak için son yerleri geziyorduk. Önünde durduğumuz bir çadırı meraklı gözlerle süzdüm. İçeride kartlar vardı, bir deste vardı.

Merakım giderek arttı ve yanımdaki prens-prensese ve misafirlere baktım.

Kurtulmanın bir yolunu bulmalıydım.

Çadır sağ tarafımızda kalıyordu, onlar ise sol taraftaki çadırla uğraşıyorlardı. Önümüzdeki yol neredeyse bitmişti.

Vakit yoktu.

Ya şimdi o çadıra girecektim ya da bu fırsatı kaybedecektim.

Ben artık yetişkin bir vâristim. Güçlerimi kullanabilirdim. Günce Varislerinin güçleri öngörülemezdi. Belli bir güçleri yoktu, birden fazla vardı.

Çocukken keşfettiğim bir özellik de şu anki planıma uygundu.

Herkese serap gösterecektim. Daha önce kullanmıştım, ama neden ve ne zaman olduğunu hatırlamıyordum.

Neden bilmiyorum ama beni o çadıra çeken bir şeyler vardı. Oradan yükselen enerji ruhuma işliyordu.

Bunu diğerlerinin de fark etmesi lazımdı. Ve asıl gariplik burada başlıyordu. Prens ve prenses bu enerjinin kaynağını öğrenmeden yollarına devam edemezdi.

Demek ki bu enerjiye sahip olan kişi sadece benim enerjisini hissedip yanına gelmemi istiyordu.

Bir yandan merak diğer yandan da tehlike çanları kulaklarımda yankılanıyordu.

Ve daha çok düşünmeden kozumu oynadım. Derin bir nefes aldım. Gözlerim yakın çevrede olan herkesi taradı ve zihnime kaydetti.

Ellerimi rahat bıraktım. Gözlerim yavaşça kapandı ve oluşturacağım serabı hayal etmeye başladım. Kafamın içinde sadece onların yanında bulunduğum ve sessizce izlediğimi oynattım.

Ellerim karıncalandı, demek ki iyi ilerliyordum. Her an yapabileceğim bir şey değildi. Olmama ihtimali de her zaman vardı.

İşim sadece şansa kalmıştı.

“Düşlediğim serap gerçekleşsin, onlara ulaşsın, vakti gelince gerçeklik hepimizi etkisi altına alsın!”

Ruhum bedenimden ayrıldı sanki. Nerede olduğunu bilmiyordum ama vücudumda bir acı vardı, yanıyordu.

Kapalı gözlerimi açmak üzereyken başarısız olduysam ne yapacağımla ilgili senaryolar oluşturuyordum.

Bir günce vârisinin de en gücü özelliği bu değil miydi zaten?

Yazmak, gerçekleştirmek, şekil vermek ve yaşatmak.

Gözlerimi açtığımda kendimi yine aynı yerde buldum. Yanımda benim bir kopyam vardı. Onların yanında duran vâris, serabın gerçekleşmiş olduğunu gösteriyordu.

Şaşırmıştım.

Önceden yaptığımda değil ilk, bazen yedi-sekiz kere yapınca bile olmuyordu.

Şimdi tek bir fark vardı, zihnim. Zihnim gelişmişti, yeni kapılar açılmış, bazı kapılar kapanmıştı.

Kısıtlı bir sürem vardı bu yüzden kısa olan aralığı hemen kapattım. Çadırdaki kişiyle göz göze geldik. Yüzünü gizlemişti, sadece gözleri vardı.

Gözleri yeşil rengindeydi. Bilgi birikimi gözlerinden okunuyordu. Tahminimce yaşlı bir kadındı.

Serap tabii ki de onu etki altına almamıştı. Çünkü onun yüzünü hesaba katmamıştım. Ayrıca bu gözlere bakılırsa yüzünü hesaba katsam bile seraba dahil olmayacak gibiydi.

Önünde bir deste vardı. Hayır, iki deste vardı. Diğer desteye göre daha eski gözüken ve üstünde yer yer lekeler olan desteye baktığımı fark etti.

Çadırın kapısının bulunduğu yerden ilerledim. Bir sandalyede oturmuştu, önünde daire bir masa, ve karşısında bir boş sandalye vardı.

Gözleri bir bana bir sandalyede dolaşıyordu. Sandalyeye oturmamı istiyordu. Karşısına oturdum ve hızlıca “Fazla zamanım yok.” Dedim.

Kim olduğunu çok merak ediyordum ama bana söyleyecek gibi durmuyordu.

“Vâris, seni buraya getiren nedir?”

“Bunu sana sormak gerekmez mi asıl?”

Bakışları beni ürkütüyordu. Hiç düşünmeden her yeri yakıp yıkacakmış gibi duruyordu.

Sandalyede rahatsızca kıpırdandım ve bakışlarım gözlerinden elindeki destelere düştü.

İki deste vardı.

Biri çok kullanılmış olmalı ki bayağı eskiydi. Üstünde kazınmış tırnak izleri gördüğüme yemin bile edebilirdim.

Kirli olmakla kalmıyordu, üstünde kan lekeleri de vardı.

Bakışlarımı desteden ayırmazken ruhsuz olduğunu düşündüğüm sesini duydum. “Yasak, çok cazibeli değil mi?”

Soru sormuyordu, aklındaki düşünceyi onaylatıyordu.

“Yasağın cazibesine kapılırsan, bir kere ile doyamazsın. Doyumsuzluk tıpkı cazibesi gibi içine çeker seni. Tıpkı ateşi isterken ateşte yanmak gibi... Ve emin ol, yasağın cazibesine kapılırsan sen onu değil, o seni yönetir.”

Ses tonu merakımın hoşuna gittiğini gösteriyor gibiydi ama o kartlara bakmamı istemiyordu. Tedirginliğimin sesime yansımaması için rahat bir durumda olduğumu belli etmeye çalışıyordum.

“Yasaklı kartları oynamak istiyorsam peki? Beni vazgeçirebileceğini mi düşünüyorsun?”

“Ardında ne olduğunu bilmediğin kapıları açmamalısın.”

“Kilitleri elinde tutuyormuşsun gibi konuşuyorsun.”

Güldü, başını iki yana salladıktan sonra, “Kilitler her zaman burada.” Diyerek şakağına vurdu.

Ve yine dönüp dolaşıp zihne gelmiştik.

Her şeyin başı ve belki de her şeyin sonu olacaktı. Eğer... Eğer zihinlere ulaşırsam ipleri elimde tutarım. Kilitler sadece benim olur.

Vaktim çok azdı, bunu başımdaki katlanılmaz ağrı gösteriyordu.

Şimdi...

Farklı yoldan ilerleme zamanı.

“Fazla zamanım kalmadı. Bakacaksan bir an önce bak.” Diyerek onu diğer desteden vazgeçtiğime inandırmaya çalıştım.

Gözleri gözlerime doğru kaydı. Bakışlarımdaki kararlılığı gördü. Ama ben yeri geldiğinde çok güzel oyuncu olabilirdim.

Desteyi kenara koydu ve diğer desteyi aldı. Yasaklı diye bahsettiği destenin diğer desteler gibi olmadığını biliyordum.

Eminim ki bunda da bir farklılık vardı.

Kartları hızlıca önüme dizdi.

“Dört kart seçmen gerekiyor.”

“Dört kart mı? Yedi kart seçmem gerekmiyor muydu?” Şaşırmıştım ve ne yapacağını kestiremiyordum.

Sadece başını salladı.

Bunun karşılığında masaya yaklaştım ve önümde duran kartlardan dört tane seçtim. Hiçbir şey düşünmeden rastgele seçmiştim.

Tarot kartlarının gerçeği göstereceğini düşünmüyordum. Amacım diğer desteye uzanmaktı. Bunun için katlanmak zorundaydım.

Seçtiğim kartları masaya bıraktım. Hiçbir şekilde şeklini kaldırmış yana çevirmişti. Böylelikle kartlar açılmış oldu.

İlk kartta bir adam vardı. Sağ elini havaya kaldırmış, elinde bir mum tutuyordu. Diğer eli onun tam çaprazına gelecek şekilde yere bakıyordu.

Kırmızı bir pelerini vardı. Başının üstünde sonsuzluk simgesi bulunuyordu. Önünde masa olduğunu düşündüğüm bir tahta parçası vardı.

Masanın üzerinde ise bir kupa vardı.

Kartın en altlarında çiçekler vardı.

“Büyücü kartı,” diye konuşmaya başladı bilge. “düz çıkmış.”

Sormama fırsat vermeden anlatmaya başladı.

“Düz Büyücü kartı, doğuştan gelen yaratıcılığına güvenmeni söyler. Büyücü, sorgulayan doğana ve serbest çağrışım yapan zihnine eldeki konuyu keşfetmen için bolca yer vermeni tavsiye eder.”

“Nasıl yani?” diye sorma gereksiniminde bulundum.

“Yani, açık fikirli ve meraklı bir bilim insanı gibi davranmanı söyler. Bu süreç sayesinde, duruma netlik getirebileceğini anlatır.”

Diğer kartı eline aldı.

Bu kartın görüntüsü Büyücü kartından daha güzeldi. Bu sefer ortada bir kadın vardı.

Kart kendi içinde ikiye bölünmüş gibiydi. Bir tarafında siyahlık, diğer tarafında beyazlık ağır basıyordu.

Kadın tam ortalarındaydı. Uzun etekleri mavi rengindeydi. Kafasında palyaço şapkasına benzeyen bir şapka vardı. Ortasındaki daire, güneşi temsil ediyor olabilirdi.

Çünkü alt tarafta hilal şeklinde duran bir ay vardı. Siyah ve beyaz kulelerde harf vardı.

Siyah tarafta “B" harfine benziyordu, beyaz tarafta ise daha çok “J" harfi gibiydi.

“Azize kartı,” kartı açıklamaya başladı. “bu sefer ters çıkmış.”

Kartı kaldırıp göz hizama çıkardı. Gözlerinin içine baktım.

“Ters Azize kartı, sorunların olduğunda bunun genellikle içe dönük bir hayat yaşamandan kaynaklandığını ve bunun kendi içinde bir bağımlılık haline geldiğini gösterir.”

Zihnim bunları süzgecinden geçirirken anlatmaya devam etti.

“Bu kart bir nevi maddi olan ile manevi ve ruhsal olanı dengelemen için bir işaret.”

Gerçek olduğuna dair inancım yoktu ama böyle açıklayınca da bir düşünme belirtisi gösteriyordum istemsiz.

Geriye iki kart kalmıştı.

Daha önce yaptığı gibi kartı eline aldı. Biraz inceledikten sonra gözüme doğru kaldırdı. “Kader çarkı,” bakışlarım karttaydı. “düz çıkmış.”

Zaman... Çok değerliydi değil mi?

“Kartın ana teması Döngüsel Değişim olaylarının akışını takip etmeni tavsiye eder. Çarpıcı biçimde değişen sosyal kalıplar her an ortaya çıkabilir.”

Kader Çarkı kartı genel olarak bir haritaya benziyordu sanki. Ortasında pusula olarak düşündüğüm bir sembol vardı. Etraftaki bulutların rengi griydi.

Kuşlar köşede kanatlarını açmıştı. Ama bunlara sadece kuş demek sönük kalırdı.

Pusulanın tam üstünde bedeni arkadaki mavilikle kamufle olmuş biri vardı. İnsan gibi duruyordu ama seçtiğim gibi bir kuyruğu vardı.

Pusulanın tam altında ise bedeni kırmızı duran biri vardı. Yine insan gibi duruyordu, ama insan olmadığını biliyordum.

Falcı ise konuşmaya devam etti.

“Bulunduğun yer güvenli,” derken sesinde bariz bir alay vardı. Bakışlarını karttan ayırıp bana çevirdi.

“Peki sen nerede bulunduğunu biliyor musun, Emily.”

Biliyordu.

İsmimi biliyordu.

Ve bununla sınırlı kalmadığına emindim. Bilmediğim şeyleri bile biliyor olmalıydı. Çünkü her ne kadar geçmişimi hatırlasam da eksik bir şeyler vardı.

Bunu hissedebiliyordum.

Ben Günce Vârisi’ydim. Anılar, zihin ve duygular benden sorulurdu. Eksik bir şeyler olduğunu hissetmek biraz yanlış kaçardı.

Bunu biliyordum.

Eksikliklerle savaştığımı biliyordum.

Nerede bulunduğunu biliyor musun?..

Sadece bir soru değildi. Çünkü sadece bir soru köklerini zihnime saplamaz, acı vermezdi.

Sorusunun bende bıraktığı etkiyi gördü. Dudaklarındaki gülümseme kaybolmadan daha da genişledi.

“Kader Çarkı dönerken gözetlenir ve korunursun. Çok şey öğreneceksin, ayrıca bunu çabucak öğreneceksin. Ve özümsediğin şey uzun süre sana fayda sağlayacak.”

İçimde filizlenen tedirginlik büyümek üzereydi.

“Ayrıca bunu çabucak öğreneceksin derken kısa bir süreden bahsetmiyordum. Birden öğreneceksin. Gerçeklik her şey yolundaymış gibi giderken bir anda üstüne konacak.”

Neyi öğrenecektim?

Evet, zaman değerliydi.

Sona tek bir kart kalmıştı ama bu böyle bitmeyecekti, böyle bitemezdi.

“Son kalan kart... Yıldız kartı.” Yüzüne çok hızlı bir şekilde şaşkınlık dalgası yayıldı. Saniyelik bir zaman diliminde kendini toplamayı becerebilmişti ama ben çoktan anlayacağımı anlamıştım.

Bu kartın çıkmasına şaşırmıştı.

Kartta bir kadın vardı. Arkası yeşil bir düzlüktü. Sağ tarafında ise küçük bir göl vardı. Kartın en üstünde sarı rengiyle parlayan büyük bir yıldız vardı.

Onun yanlarında ve aşağısında ise beyaz renkteki küçük yıldızlar kartı doldurmuştu.

Kadının bir ayağı gölün içindeydi. İki elinde testi vardı birini göle döküyordu. Diğerini ise solunda kalan yeşil alana döküyordu.

Güzel bir karttı.

“Bu kart da düz çıkmış.”

Sözleri aceleciydi. Birden bire ne olmuştu?

“Kadının suyun üstünde duran ayağı onun içsel sezgilerinin ve bilinçaltının simgesidir. Topraktaki ayağı onun bu güçlerinin fiziksel boyutta yansıtmasının işaretidir. 8 köşeli 8 yıldızdan en belirgin ve büyük olanı Venüs’tür.

Bu parlak yıldız yeniden umut ışığının ortaya çıkacağını, şansın parlamasının ve öne çıkmanın simgesidir.”

Zamanım çok az kalmıştı. Başımdaki ağrı artmış, ellerim karıncalanmayı arttırmıştı.

Karta bakarken sessizlikten dolayı yutkunma sesini duydum.

Şu anda dikkati dağınıktı, hemen planımı etkinleştirme vakti gelmişti.

Kenara koyduğu desteyi almak için oturduğum sandalyeden yükseldim. Tam elime alıyordum ki, “Sen ne yaptığını sanıyorsun!” diye adeta kükremesiyle dikkatim dağıldı.

Ellerime vurdu, kanayacaklarından korktum. Arkama geçip saçlarımı çekmeye başladı. Öyle bir çekiyordu ki saçlarımın hepsi bıraktığında elinde kalacak gibiydi.

Bedenim küçüktü.

Küçük olmasam şuan bu durumda olmazdım. Ayaklarımı hâlâ kullanabilirdim. Acı, bütün bedenimi yönetmek istiyordu. Buna izin veremezdim. Acıyı değil, nefreti kullanacaktım.

Ayağımı geriye doğru atarak tüm gücümle ona vurmaya çalıştım. Ne kadar güçlü vursam da küçüklükten kaybediyordum.

Ellerinin hafifçe genişlemesiyle kendimi yere attım. Yuvarlanarak ondan uzaklaştım. Bu sayede de masaya yaklaşmış oldum. Onun oturduğu tarafa gittiğimde ise arkamda belirdi. Beni kendine çevirip yüzüme sert bir tokat attı. Yüzüm diğer tarafa döndüğünde öfke tüm bedenimi ele geçirdi.

Yanağım adeta alev alıyordu. Yüzümde elinin izinin çıktığına yemin edebilirdim. Ayaklarına bastım. Yüzlerimiz arasında çok bir fark kalmadığında hemen beni itmeye çalıştı.

“Ne cüretle bana vurmayı akıl edebilirsin?” diye tüm gücümle bağırdım.

Gözlerime baktığında ise hareketsiz kaldı. Gözlerimde bir şey mi vardı?

Bunu fırsat bilerek hemen geriye adımladım. Kendini toparlamaya başladığını fark edince yanımdaki sandalyeyi tüm gücümle kafasına vurmaya çalıştım. Bu biraz bile etkisini gösterdiği an hemen gidip desteye uzandım.

Elime aldığımda ise birden elim ağırlığı nedeniyle yere doğru çöktü. Sadece birkaç kart nasıl bu kadar büyük bir ağırlığa sahip olabilirdi ki?

“Dokunma onlara!” diye bir ses duyduğumda korkumdan elimdeki kartların çoğu yere düştü. Sesi öyle bir çıkmıştı ki bir an boğazının yırtılacağından korktum.

Elimde kalan kartlara baktım, üç kart vardı. Hepsi ters durduğu için nasıl kartlar olduklarını bilmiyordum. Küçüklüğümü kullanarak masanın altından geçtim.

Falcı da daire masanın etrafından koşup yanıma geldiğinde dizlerime birer tekme yedim. Yere düştüğümde ise tam üstüme gelecekken yanımızda oluşan sesle ikimizin bakışları oraya döndü.

Bir yangın çıkmıştı.

“Hayır! Kartlarım!” Diye bağırarak o tarafa koştu. Elimden düşen kartları almaya gitmişti. Elimdeki üç kartı iyice tutup çadırdan çıkmak için koştum.

Ama yangının hızla yükselen dumanları her yanımı sardı.

Elimdeki üç karttan ikisi de düştü. Duman neredeyse bütün çadırı doldurduğunda kaçabilecek miyim diye düşündüm.

Dumandan dolayı gözüm hiçbir şey görmemeye başladı. Aynı zamanda hızla gelen ayak seslerini duydum. Ayak sesleri yükselince beni boğazımdan tutup duvara çarptı.

Başımdaki ağrıya yeni bir ağrı eklenince acı hiç olmadığı kadar yoğunlaştı.

Acı, öfke ve intikam arzusu birleşince çıkabilecek en yüksek sesimle, “Buna nasıl cüret edersin!?” diye bağırdım.

Bir nefes kadar yakınımda olduğu için sadece onu biraz görebiliyordum.

Elleri gevşedi. Kollarımla ellerine tırnağımı batırdıktan sonra bağırışını duymamla birlikte parmak uçlarımda sıcak sıvının varlığını hissetmiştim.

“Günce Vârisi’ne yaptığın her şeyi fazlasıyla ödeyeceksin!” diye bağırdım.

Bakışlarımın değiştiğini hissettiğimde ise yangın her yanı sarmıştı. “Bunun bedelini ödeyeceksin!” diye bağırdığımda ayak uçlarım yanmaya başladı. Bununla birlikte yükseldiğimi hissettim.

Bakışlarım ayaklarıma kayınca yerden bir karış yukarıda, havada durduğumu fark ettim.

Bir anlık şaşkınlıkla öfkem geri plana düştü ve ayaklarım çok da fazla olmayan mesafeyi kapattı. Hafif yalpalasam da dengemi sağladım.

Önümdeki bedenin bakışları elimdeki karttaydı. Ona uzanmak istiyordu ama bir güç bunu engelliyordu. Karta baktığımda ise yüzümde şok ifadesi belirdi.

Az önce son çıkan yıldız kartının aynısıydı, ama bazı farklılıklar vardı. Kart kanlıydı ve bazı yerleri yanmıştı. Hayır, yangından değildi çünkü kart bendeydi ve bulunduğum yerin yakınlarında olsa da yangın henüz yanıma ulaşmamıştı.

Peki ne olmuştu da bu kart yanmıştı? Üstelik neden kan lekeleri vardı?

Yangın yanıma yaklaşınca elimdeki karta daha fazla bakmadan koştum. Kapı sandığımın aksine hemen açıldı dışarıya çıkmak için adım attığımda kart elimden düştü.

Geriye dönüp almak istediğimde ateş beni yakalamaya çalıştı. Kapıya kadar yangın uzamıştı ve ben kartı düşürmüştüm.

Biraz daha yürüyüp arkama baktığımda ise bütün çadırın alev aldığını gördüm.

Önüme döndüm ve serapı başlattığım yere gittim. Şimdi ise arkamda yanan bir çadır ve aklımdaki sorularla yalnız kalmıştım.

Zaman doldu.

Serap bitti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 02.03.2025 15:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...