@haz3lberryy
|
(1*: Antropoit; Fransız kökenli bir kelime olup, İnsansı veya yaratık manasına gelmektedir.)
Lanet
Bir yaprak düştü, nefesim kesildi. Fanus içinde duran gül ölmeye devam etti. Elimden bir şey gelmedi. *Antropoit' in sesi kaldığım odaya daha da yaklaşırken elime geçen antika şamdanı kendimi korumak için üstüme siper ettim. Son oda burasıydı artık, Malikanede sağlam oda kalmamıştı her yer yıkık döküktü ve benim gülü korumam gerekiyordu. O biterse ben biterdim. Gülün durduğu sehpanın etrafından dolaştım ve kapının önüne geldim, kulağımı yaslarken ayak sesleri daha da yaklaşıyordu. Hayır bu odaya yaklaşmamalı, burası olmaz, eğer buraya gelirse her yeri kırıp dökerdi o artık evcil değildi, insani duyguları yoktu. buraya gelirse güle zarar verirdi gül zarar görürse ben biterdim. Antropoitten gelen kükreyiş sesi kulakları sağır edecek şekilde malikanede etkisini gösterdi. Ben doğru düzgün ayakta duramazken gözlerim fanusa kaydı. Bir yaprak daha düştü, gözlerim karardı. Fanus içinde duran gül ölmeye devam etti. Elimden bir şey gelmedi. Odada kapının önüne koyabileceğim bir şey aramaya başladım. Bakışlarım odada gezinirken, eskiden kaldığım bu oda. biraz daha eskimiş temizlenmediği gibi de tozlanmıştı. Lambanın sarı ışıkları ahşap karyolanın direklerine tutturulmuş kornişten sarkan perdelerin arasından süzülerek odayı loş bir şekilde aydınlatıyordu. gözlerim karyolanın yanındaki gardırobu buldu. Adımlarımı oraya yöneltim, hemen duvarla arasına girerken ellerimle gardıroba arkadan baskı yapmam hiç bir etki etmezken elimi çabuk tutmalı en azından Antropoiti biraz olsun oyalamalıydım. Ağır olmasına rağmen bir şekilde hareket eden gardıroba iyice yüklendim. Alnımdan akan terleri kolumun tersi ile silerken, gardırobu iyice ilerletip neredeyse kapıya yaklaşmıştım ama birden odada şen kahkahalar duymamla şaşkınlığım iyice artarken ses tanıdık birindendi. Yavaşça arkamı döndüğümde 'Karanlık olan' Timsah gibi pul pul, parlayan derisi, hafif altın sarısı seyrek saçları ve üzerindeki kırmızı takım ile gayet de halinden memnun bir şekilde yayılmış, gardıroba komik bir şeymiş gibi bakıyordu. "Cidden bununla mı durduracaksın onu." Gözlerinde eğleniyormuş gibi bir ifade vardı. Onu görmemle sinir ve stres kat sayım artarken, sinirden titremeye başlamıştım. "Senin ne işin var burada." Sorum onda bir etki yaratmamış, söylediğimi umursamadan verdiği rahatsızlık ve zorbalığa devam etti. "Bakıyorum da bir hayli zorlanmış gibisin ama hala zamanın var." Bakışları pencereye yöneldi. Gün batımının ışıkları tüm ülkeye bir örtü gibi serilirken devam etti. "Gün batmak üzere. Aslında zamanın o kadarda yokmuş bir, üç beş dakika falan." Alaylı konuşması sinirimi bozarken, onunla ilgilenmemeliydim ama sinir ve stres tüm damarlarımda akarken elim ayağım birbirine dolaşmıştı. Gerçekten gülünecek haldeydim. Komikti bu yaptığım, koskoca yaratığı bir dolapla mı engelleyecektim. Gardırobu büyük uğraşlar sonucunda kapıya yasladığımda. Antropoitten ses seda yoktu ve bu sessizlik hiçte iyiye işaret değildi. Arkamı tekrar döndüğümde Gold' un fanusa yaklaştığını gördüm. kalp atışlarım arşa çıkıp dört nala koşmaya başlarken. "Dur!" Beni hiç aldırmadı bile. Tekrar "Dur! ne yapıyorsun." Dediğimde hızla ona doğru koşup fanustan uzaklaştırırken, o fanusa odaklanmıştı. Ben de fanusa baktığımda. Bir yaprak daha düştü, ben titredim. Fanus içinde duran gül ölmeye devam etti. Elimden bir şey gelmedi. Gold' un bakışları hala güldeyken "Ah sadece iki yaprak kalmış." Dedi. Bakışları ben ve gül arasında gidip gelirken, önünde diz çöktüm. gözümden yaşlar akarken "Ne yapmam gerekiyor." bu onun önünde ilk yere çöküşüm değildi fakat umurumda da değildi. Ellerini tutup göz teması kurmamızı sağlarken, yalvaran gözlerle baktım. "Ne yapmam gerekiyor. Yalvarırım yardım et. Boş gözlerle bakma bana lütfen." O'nun hırıltılı sesleri ve kapının zorlanması seslerini duymamla göz yaşlarımı silerek ayaklandım, Gold' dan uzaklaştım ve kapıya doğru ilerledim. Kapı neredeyse kırılacak kadar güçlü bir şekilde vurulurken öndeki gardırobu da sallandırıyordu. Odanın ortasında duran sehpaya doğru ilerledim ve kolayca gardırobun önüne ittirdim. Üzerine, fanusun durduğu sehpayla eş olan iki sandalyeyi de taşıdım. Eşyalar hala sallanmaya devam ederken bir etkisi olmamıştı. Kollarımı bağlayıp umutsuz vaka olan savunma mekanizmamı korkuyla incelerken "Hala ilk gün geldiğin gibisin. hiç değişmemişsin." diyen Gold un sesi kulaklarımı doldurdu. "Neyi ima ediyorsun sen." Diye hırsla ona döndüm. Acıyan ve kınayan bakışları ile karşılaştığımda aslında devamında ne diyeceğini tahmin etmek pek de zor değildi. "Birilerine yalvarmaman gerektiğini söylemiştim, zayıfsın. Hiç bir şey öğrenememişsin benden." Haklıydı ne demeliyim ki zayıftım. Sözlerinin ağırlığıyla bağladığım kollarım düşerken bende artık bir şeyleri kabullenmeye başladığımı hissettim. "Anlaşmayı yapmak isteyen sendin. Bende her büyünün bir bedeli vardır dedim buna rağmen kabul ettin. Üç gün süren vardı, başaramadın." Dedi. Antropoit' in gür sesi kulaklarda duyulurken ikimizin de bakışları kapıya yöneldi. Eşyalar sallandıkça sesler büyüyor ve bu yaratığın hıncını artırıyordu. Sesin etkisi ile yer gök öyle bir salladı ki Bir yaprak daha düştü, ruhum sızladı. Fanus içinde duran gül ölmeye devam etti. Elimden bir şey gelmedi. Gözlerim fırlayacakmış gibi büyürken Gold' un tarafına doğru koştum. Fanusun yanında diz çökerken ellerimi fanusa sardım. "Hayır! Hayır! Hayır!." Kahretsin. sadece bir yaprak kaldı bittim ben bittim. Ellerimi saçlarıma geçirirken. Hızla ayağı kalktım ellerim göğsüme doğru gitti ve baskı yapmaya başladı nefeslerim sıklaşıyor ve ortalığı bulanık görüyordum. Yerimde durmuyor odada tur atıyordum. Göz yaşlarım artarken, hiç bir şey hissetmiyordum ama hiç bir şey hissetmediğim kadar hislerim derinlerde içimi ezerek beni bitiriyordu. Çaresiz ve kimsesizdim, hiç bir şeyi takmayacak seviyeye gelmiştim; Gold' u bile, yatağın yanına usulca yaklaştım, yere çöktüm dizlerimi kendime çektim ve kafamı yerleştirdim. Kabullendim artık zor değildi sancılıydı ama kabullenmiştim. Güldüm kimi kandırıyorum sevdiğimi koruyamamıştım. Zordu ne kabullendim ne de kolaylaştı sadece acımaya devam etti. Kulakları sağır edecek bir gürültü duymamla refleks olarak direkt kapıya baktım. Etrafı toz bulutu sarmışken ellerimi gözlerime siper ettim. Toz bulutunun etkisi deli gibi öksürmeme sebebiyet vermişti. Yatağın yanında cenin pozisyonunda yaşam mücadelesi verirken, göz yaşlarımdan dolayı gözümün etrafına yapışan tozlar acımı kat ve kat artırıyordu. Toz bulutu yavaş yavaş dağıldığında sessizlik bir bıçak gibi kesilmişti, kimseden çıt çıkmıyordu. Ellerimle gözlerimi silerken yavaş yavaş ayaklandım. Ayaklarımda hissettiğim camlarla. Gözlerimi yumdum. Ellerim yumruk halini aldı, tüm vücudum zangır zangır titrediğinde nefes alışlarım sıklaştı ve derin bir nefes çektim. Göz yaşlarımın tuzlu tadı dudaklarımdan ağzıma sızdığında ellerimi ağzıma kapadım. Gözlerimi yavaş yavaş araladığımda önce kapıya baktım. Gözlerimiz birbirine kenetlenirken çok ufak bir kıvılcım hissetmiştim, bir insandan bağımsız tüylü ayakları, kolları ve elleri tamamen farklıydı artık. Bir zamanlar her şeyimdi şimdi ise hiç bir şeyim olamayacak kadar uzak. Bu koca cüsseli beden gözler önünde yere serildiğinde şu anda bulunduğum zemine baktım; cam parçaları tuzla buz olmuş yere dağılmıştı. Gözlerim cam parçalarını takip etti lakin güle dair hiç bir iz kalmamıştı, bir yaprak bile kalmamıştı. Boğazımı yırtılacak şekilde bağırdığımda ellerimi kulaklarıma bastırdım. Çaresizliğimle bütünleşmiş sesim tüm odada hatta diyarda yankılanacak kadar çıkarken boğazlarım ve bünyem artık bunu daha fazla kaldıracak gibi değildi. Acının haykırışları ses tellerimi inletirken tek yaptığım bir hiçti. Bir yaprak daha düşmüştü değil ben düşmüştüm. Ruhumu tutan şey bedenimdeki ıstıraptı. Fanus içindeki gül ölmüştü. Ellerimden bir şey değil hiç bir şey gelmemişti. Hala şoktayken, odada adım sesleri işitirken dışarıdan birçok insanın sesleri geliyordu. "İçeride mi?" "Dilerim ki yakalanmıştır, yaşamayı hak etmiyor bile, o bir cadı." "Karanlık olanın yandaşı, onunla bir anlaşma yaptı, tutuklanıp adalet yerine getirilmeli." Kendimi koruyamadan kollarımda hissettiğim ellerle zorla ayaklandırıldım. Yaşadığım ani duygu değişimler beni güçsüzleştirmiş bir şey yapamıyordum. Kendimi korumaya çalıştım ancak iri yarı adamlara karşı koymam şu an mümkün değildi. Dövüş biliyordum ama kollarımın iki taraftan da hareketleri kısıtlanmıştı. "Bırakın beni!" Yerimde debelenirken beni kale almadan sürüklenmeye devam ediyorlardı. Bakışlarım etrafta Gold' u ararken ona dair bir şey göremedim gitmişti, esamesi bile yoktu, adi şerefsiz ondan ne medet umduysam. Odanın kapısına doğru sürüklendiğimde yerle bir olmuş malikanene de kolonların eşlik ettiği koridorda merdivenlerine yöneldik, basamakları teker teker seri bir şekilde indiğimizde yıkılmış taş duvarların üzerine basa basa hızla kapıya doğru ilerleyip dışarıya çıktığımızda gece ve karanlık ülkeye hakim sürmüştü ve karşımda ellerinde meşaleler ile köylüler duruyordu. Bacağıma vurulup yere çöktüğümde ağzımdan minik bir inleme döküldü. Ben hala az önceki olayın şokunu yaşarken ve ruhum hala o bedenin yanında diz çökmüşken, kimse beni görmüyordu, umursamıyordu. Beni anlamıyorlardı, kendi aralarında bana nefret kusuyorlardı. "Baksanıza karanlık olanla anlaşma yapmış cezasını verelim şunun." Önden gelen bu cılız ses bir kadına aitti. üzerinde mavi eskimiş bir elbise, elleri ile şalını tutuyordu. Hafif orta yaşlı, yüzünde tecrübenin kırışmış izleri vardı. "Zaten hiç tekin birisi değildi. Kont Stefan ile nasıl nişanlandı aklım almıyor" Stefan ismini duymamla kafamı direk sesin geldiği yöne çevirdim. Hafif yaşlı bir adam Elinde meşalesi ile dünyanın en iğrenç şeyine bakıyormuş gibi bakıyordu bana, oysa ben iğrenç değildim sadece dışlanmış, sevdiğini kaybetmiş birisiydim. Yanındaki kadın adamın elini tuttu muhtemelen eşi olmalıydı, adamın kulağına yaklaşıp "Kesin ona da büyü yapmıştır." Ortalardan gelen, görünmeyen boğuk bir ses konuştu. "Büyü yapmasına gerek mi var. Baksanıza melek yüzlü şeytan." Halk artık sakin duramayacak kadar gergin ve sinirliydi, Muhafızlar bile onları zor engelliyorlardı. Gözlerim alık alık halkın üzerinde ve meşalelerin ışıklarında gidip gelirken, Bir genç arkasındaki halka ithafen "Bu kadın büyücü duydunuz mu çok tehlikeli birisi cezasını vermeliyiz. Onu her cadıya yapıldığı gibi atalarımıza ve bize uygun bir şekilde kurban etmeliyiz." Diye bağırdı, başımı iki yana salladım dudaklarım kenara kıvrılırken kıkırdadım cahil ve zavallı köylüler. Arka taraftan bağlanan ipler bileklerimi acıtırken bu tatsız ve samimiyetsiz ortamda daha fazla durmak istemiyordum. Öndeki muhafızlardan biri "Sakin olun Kral Andre bir söz söylemeden kimsenin kılına zarar veremezsiniz. Kontes Levana kralın önüne çıkıp suçunu itiraf edene kadar hücre hapsine tabi tutulacak. Şimdi hepiniz evlerinize dağılın." Son olarak başımdaki muhafızın bakışları bana döndü. "Söylemek istediğin bir şey var mı Leydi Levana." Köylüler bana odaklanmış pür dikkat ne söyleyeceğimi bekliyordu. Kurumuş dudaklarımın üzerinde dilimi gezdirdim ve derin bir nefes verdim, onların beklentilerini boşa çıkarmadım ve konuşmaya başladım. "Geri geleceğim." Başımı dikleştirdim ve kendimden emin bakışlarımı köylülere sundum, köylüler ise geriledi, komik benden korkuyorlardı. "Geri geleceğim ve siz beni yakmadığınıza pişman olacaksınız." Söylediğim şeyle köylülerden büyük bir uğultu yükselmeye başladı. Kimisi bana olan nefretini kusuyor, kimisi beni yok etmeleri gerektiğini söylüyor, kimisi de sessizce kaosu seyrediyordu. Muhafız daha fazla dayanamamış olacak ki yüzüme bir yumruk geçirdi "Sürtük." Dudaklarımdan bir inleme döküldüünde gülümsedim. "Geri döndüğümde ilk seni yakacağım Muhafız" Tükürür gibi söylediğim laflarla bir yumruk daha yüzümde yer edinirken burnumdan akan sıvı ağzımda demir bir tat bırakmıştı. Gözlerim yavaş yavaş bulanık bakmaya başlarken köylülerin arasında tanıdık bir sima belirdi lakin çok geçti çünkü bilincim beni terk etmişti.
|
0% |