2. Bölüm

Gönül Rüzgarı (1.Kısım)

Gülsüm Öğüt
hazanyelii

 

Gönlüm;

 

Parsel parsel öğütülen buğday başağı değildir.

 

Beni bilmek istersen şayet;

 

İnciye sor,

 

Mercana sor,

 

Ha bir de güveniyorsan eğer;

 

Sadakat kokulu lavantalara sor beni.

 

 

Her birimiz duvarları umutlarla süslenmiş bir hanın gönlü kırık, belki buruk, biraz da kaçık yolcularıyız. Aynı gurbet gemisinde konaklamamıza rağmen kimse kimsenin içini kemiren dertlerini, boğazına yumru gibi yapışan endişesini, kalbine taş olup oturan sırlarına bilemez. Kırgınlık, kızgınlık ya da her neyse.. Bir anda geçivereceğini beklemek zamana bırakmaktan daha da öksüz bırakıyor.

Sonra yapmacık tebessümler dolduruyor o boşluğu. Bir parça umut, milyonlarca maskenin altında yatan gemiler dolusu harabelere kulaç atıyor. Ruhu kişiliksiz kalan bedenden bir haber olan nefesler hakikatin pençesinde lâl oluyor.

Ve... Zümrüt kaplı hokkadan sızan dilsiz mürekkep, harabelere sığınmış gönülden kopan namelere diz çöküyor. Aynada yansıyan ahşap bir sarkaç, biniyor tertemiz kağıdın tepesine. Mazisi aynı ağacın dallarından kopan kader, mürekkebin şerbetinden medet umuyor. Her bir dokunuşta eriyen mazi satırların arasında deli divane... Kaybı olan kaybettiğini kendinde arıyor. Bu, bizim masalımız.

"Esmaa! Uğrun uğrun* nereye kaçarsın de hele bakayım!” (habersizce)

Şalvarının önündeki fazlalığı göbeğinde toplayan Kevser, kızını elindeki ayakkabılarla merdivenin ucunda yakaladı. Sırtına binen senelerin yorgunluğu alnındaki çizgilerden okunuyordu. Elindeki süpürgenin sapı kınından çıkan kılıcın sabırsızlığı ile inip kalkarken hışımla merdiven basamaklarına adımlayıverdi. Kızının palas pandıras bahçeye doğru atılmasıyla da daralan göğsünü sıvazladı.

“Oy ciğerine yıldırım düşesicenin kızı kısrağı! Seni elime geçireyim, o etlerini nasıl çintiyorum göreceksin!”

Bahçe sınırlarına çepeçevre saran ceviz ağaçlarının yanına koşan Esma, tahta kurularının mesken tuttuğu masanın arkasında bir süre eğlendi. Arkasından peşi sıra gelen annesinin simasında tüten dumanlar evvelce yaşanan tüm tartışmaları unutturacak kadar can sıkıyordu.

“Oy sesine yandığım kadın! Koca kümesi bir gecede talan eden gelincik mi kovalarsın? Ben kendimi kaybederim de sen yine beni kaybetmezsin. De hele, neyin bedelini öderim?"

Masanın etrafında dört dönen Kevser, sesini kısarak sitemkâr sözlerini kızına doğrulttu.

“Ananın senin için nelere katlandığını görebilsen bu lafları edebilir miydin? Sen oyun derdinde eller ateşine atacağı odun! Şu evdekileri görür müsün,” diyerek eliyle çiftliği işaret etti.

“Tepemizde baykuş gibi dikilirler. Ellerine fırsat verirsen harcamak için bir an bile düşünmeyecekler. Sen kendini korumazsan ben seni nasıl koruyayım Esma’m?”

“Sen beni hep Allah’a emanet ederdin. Görüyorum ki artık kızını üç beş gudubetin terazisiyle tartar olmuşsun. Aksi olsa büzülecek mi sanırsın dilleri?”

Esma’nın savruk sözlerine yaka silken Kevser, ellerini beline koydu. Derdi, kızının toz pembe kumlara sarılmış yüreğini sert topraklardan haberdar etmekti. Zira anne olmanın bedelini yıllar önce ansızın çalan bir kapı ile ödemişti.

“Ama,” deyiverdi genç kız, kendinden emin bir şekilde ve göğsünü dolduran nefes sonrası inatçı bakışlarını kaldırdı.

“Senin kızın ne yaptığını biliyor hem de peşimde gezen gölgene rağmen. Özdemir ile Kiren Devri’ndeki tarlaları yoklayacaktık. Güneş kızışmadan orada olmalıydım, etme eyleme annem!” derken bir anlığına tereddüt etti ve dilini ısırdı. Dürüstlüğüne tekme atan bu serzeniş de neyin nesiydi böyle?

Kevser, kendince kızının söylediklerini sorguluyordu. Kaynının oğlundan aldığı havadislere rağmen yüreğindeki kuruntuların ağzını büzemiyordu. Kızındaki başına buyrukluğun giderek artması kendini temize çıkarmak için yeterli değildi. Annesinin bir anlık dalgınlığını fırsat bilen genç kız bahçe kapısına koşturdu. Kevser’in öfkeden dört dönen gözleri sokaktan geçmekte olan komşusu Fidan’ı bulur bulmaz kızını durdurması için işaret etti. Elindeki süpürgeyi bırakmadan bahçe kapısına doğru hızlanırken bir yandan da komşusuna sesleniyordu.

“Fidan bacı gop gop,* gözünü seveyim şu kızı koyuverme!” (koş)

Kevser’in hararetli telkiniyle afallayan Fidan, bir koşum ötedeki kıza yönelirken Esma, kendini kepirli yoldan geçen kaz sürüsünün arasında buldu. Ayaklarına batan irili ufaklı taşlar bir kenara kazların hırçın hareketlerine hazırlıksız yakalanmıştı.

Güneşi üzerinde bir gün için talihsiz bir başlangıç olabilirdi. Lakin arka sokağın elektrik direğine bağladığı atı görüş açısına girer girmez zihnindeki tüm olumsuzlukların bertaraf olduğunu hissetti. Tünelin sonundaki ışığa ulaşmak kadar güçlü bir histi bu. Ellerine doladığı eyeri asılacağı sırada göz göze geldiği kadın, burnundan soluyordu. Bu sefer fena çuvallamıştı. Bulunduğu konum güven vadediyor olsa dahi kürkçü dükkanına dönebilecek yüzünün olması gerekti.

“Günbatımına kadar evde olacağım anne lütfen! Senin yüzünü düşürecek her işe kör, sağır ve dilsiz olmaya canım ve canım kadar değerli şu hayvancağızın üzerine yemin,”

“Sus, getirme o lafın devamını!” deyiverdi Kevser, kızının düşkünlüğüne taaccüp ederek.

Büyüdükçe sözleri de büyüyen kızının her bir cümlesiyle daralıyor, ondan ne kadar da uzaklaştığını görebiliyordu. Köye yerleşinceye dek aralarından su sızmayan kızı kendisinden kaçmak için fırsat kollar olmuştu. Sitemi kızına olmasa gerekti. Yıllardır gönül kazanında kaynayan evhamlar önüne azık olarak konmuştu bir kere. Dilinin ucuna kadar gelip geri dönen onca sitemi kalbine gömecek yine de evladının yüküne yük katmayacaktı.

"Beni mani mani oynatmak* hoşuna gidiyor değil mi? Kerahet olmadan gelme de bak ben ne ediyorum!” demekle yetindi. (eğlenmek)

Annesinin ufacık imtiyazının ardından dudaklarını birbirine bastıran Esma, sevincini delicesine haykırmaya başladı. Atı Hünkar’ı annesinin çevresinde birkaç tur döndürürken dilinden övgüler dökülüyordu. Kızını kavga dövüş kovalayan Kevser, toprağın külü yerine oturana dek bozkırın kollarında salınan gelinciğini gözledi.

“Hey gidi, uçtum akıllı kızım! Anan peşine deli olur, bilmezsin.”

Onun için endişeleniyordu hem de de fazlasıyla. Kasabadaki imtiyazlı hayattan sonra köye yerleşmeleri kızı hakkında endişelerini çoğaltmıştı. Evlat demek zamanında emek, çokça methanet ve sabır isterdi. Yetersiz gelişi değildi gönlünü daraltan. Bozkır kanı soluyan bu topraklarda, karşılaşılan her erkek namusa laf getirir ve bir kadının kem gözü de tüm köyü ayağa kaldırmaya yeterdi. Aynasız gezip vicdanı hücrelere tıkılmış bir mahkemenin, cahil hakimlerinden çekiniyordu.

Kevser, dağlanan yüreğini bastırarak evine doğru dönerken kendisini bahçe kapısında bekleyen komşusuna yaklaştı. Rengi atmış şalvarı, ahırdan yeni çıktım havası veren lastikleri ve düştü düşecek yazmasıyla bahçe duvarına dayanan Fidan, komşusunun eli boş dönmesini yadırgamamıştı.

"Hep kundakta kalsalar, keşke hiç büyümeseler! Sanki avucunda bir kor, tutsan dağlıyor, bıraksan sönüverecek.”

Bağrına tuz basan anne bozulan örtüsünü önünde düzeltip yumruk yaptığı eliyle göğsüne birkaç kez vurdu.

“O kor tam da şuramda yanıyor Fidan. Köye dönmekle iyi mi ettik, Allah biliyor.”

Belini duvara veren Fidan, onun süzülen bakışlarına odaklanıp çiftliği işaret etti. Bu civarda olan da olmayan da köylünün ağzındaydı. Yarım asırlık yaşına rağmen annesi ile ailesinin arasında adalet terazisini dikemeyen Cavit’in köye dönmesi içindeki marazı kurutmamıştı.

“Dirlik vermiyor değil mi,*” deyiverdi ağız ucuyla.(huzur) Aldığı cevap sükunete sığınan çaresizlikti. Kevser’in omzunu sıvazlayarak kendisini teskin etmekte buldu çareyi.

"Kızından şüphe eder gibisin. O da gençtir, ölünceye dek dizinin dibinde oturacak mı sandın? Sen dua et, dermanı yaban ellerde aramasın.”

Olanları göz ucuyla izleyen elli yaşlarını devirmiş Hacer teyze yolun karşısındaki duvardan Fidan’ın sözlerini onayladı. Bir yandan da kuruması için dizdiği tezekleri* çevirmeyi ihmal etmiyordu.(hayvan dışkısıyla yapılan yakacak)

"Şimdikiler eli dost atayı düşman beller olmuş. Hepimizin yavrusu Allah’a emanet. Aha bizimkileri görmüyorsun musun? Sokak panisi gibiler ama kiminle ne halt ettiklerini gözü kapalı bilirim evelallah.* (köpek yavrusu)

"Kim demiş? Kız dediğin kıçını çakar, oturur yerine. Kızgın itler gibi dolanmaz. Deminden beri kızına ünler* dururum. Ocaktaki süt dibine tutacak, çağır da iki kepçe vursun.” (seslenmek, çağırmak)

Kaynanasının savurgan sözleri Kevser’in gebe olduğu korkularına tuz biber oldu. Konuştuklarının ne kadarına vakıf olduğunu bile bilmiyordu.

“Şengül oralarda değil mi ana?” diyerek yanıtlayan zavallı kadın, kızının yokluğunu belli etmemek için ne diyeceğini şaşırmıştı.

“Herkes siz gibi maymana çalıp* durmaz. Esma nerede?” diyerek hiddetlenen Zühre, gözlerini sokağa dikerek Kevser’in yamacına kadar yanaştı.(oyalanmak) Elleriyle kavradığı asanın beton zeminde çıkardığı ses zavallı kadının huzursuzluğunu katlıyordu. Konu komşunun önünde azar yemesi yetmez gibi söylediği lafların yerini bulacak olması canını sıkmıştı. Zühre Türkay’ın huyunu bilen Fidan, Kevser’den evvel davrandı.

“Koyun otlatmaya giderim Zühre hala. Azığımı da evde unutmuşum. Ben varana kadar koyunları Esma kıza emanet ettiydim."

"Bir çobanlığı eksikti zaten."

Zühre’nin hışmıyla vedalaşan Fidan, adımlarını ters istikamete çevirerek uzaklaştı. Kadının gözden kaybolduğunu fark eden Zühre, gelinini ters bakışlarıyla süzdü. Aklı sıra işiteceği laflara hazırlıyordu.

"Eliniz ayağınız güzel dursun! Evlenecek yaştaki kız onun bunun ardına salınır mı hiç! Yarın bir gün kapımıza bir çulsuz diker, baş edebilene aşk olsun!”

"Esma’m yerini de yurdunu da bilir ana! Bugüne kadar şuncacık bir kabahatini görmedim şu günden sonra da görmem inşallah!"

Zühre, gelininin hazır cevaplığına söylene söylene oradan ayrıldı. Kaynanasının arkasından tasalanan Kevser, kızının yol aldığı tepelere nemli gözlerini dikti. Bilirdi ki Türkay sülalesinin nâmı dün neyse bugün de oydu. Teyzesi olmasına rağmen Zühre'nin ne kadar baskın bir yapıya sahip olduğunu bilmesi onu bu kapıya gelin olmaktan kurtaramamıştı. Kocası Mehmet askerdeyken üç evladını da bu çiftlikte kaybetmişti. Körpe çocukları kundakta bırakıp ardını soramadan kah hayvana kah tarlaya koşturmuştu. Anne kucağına hasret yavruları henüz kundaktayken vefat ederek, arkalarında ömrü yaşlı bir kadın bırakmışlardı.

Esma ise Mevla'nın en geç lakin en safderun hediyesiydi. Açık kahve, kıvırcık saçları, parlak bir buğday başağını andıran teni, fındık burnu ve saçıyla aynı tonda olan kavisli kaşlarıyla sona kalan tomurcuk gibiydi. Şekerpareden ilham alan gülücükleri çölde su kuyusu bulan bir bedevinin gülüşünden farksızdı. Tezcanlı yüreği herkesin her dediğine inanacak kadar dokunulmamıştı. Dikenleri üzerinde bir gül değildi o. Zira dikenlerini gösterecek kadar tanıyabilmiş değildi dünyayı. Bir gelincikti onun ruhu. Rüzgarına yanık, özgürlüğüne sadık, dediğim dedik bir gelincikti.

Dar geliyordu gelinciğe, bozkırın çıplak rüzgarları.

Gönlünde çırpınan bir perçem tutku, kuzeyin fırtınasını arzulayacak kadar hırçındı.

Devr-i alem etse de bir kulun yüreği

Varacağı yer alın yazısıdır söyleyemez dileği..

Dua kaderin yoldaşıdır çözemez ilmeği.

Yelkovan titrer

Vakit yanaşır.

Güneş kimine yeni bir gün müjdelerken

Kimine kıyamet oluverir.

 

Türkay ailesinin ata yadigarı tarla ve bahçeler Esma'nın estirdiği rüzgarın kokusuna alışıktı. Çalışanlara emir vermektense onların yükünü hafifletecek ufacık bir desteği amaç bilmişti. Köyün yarı nüfusu gurbetçi diğer yarısı da geçimini çiftçilik ve hayvancılıkla sağlıyordu. Çalışanın namını yürütecek bu meşgale çok azına nasip olacak bir talih kuşuydu. Türkay ailesi de nasibine düşeni fazlasıyla alıyordu.

Esma, gözünün alabildiği kadar geniş tarlanın anında bulunan kalın gövdeli, sert yapraklı palamut ağacının gölgesine sığındı. Azıkların üzerindeki kalın örtüyü kaldırıp gözüne çarpan yoğurt kavanozunu kavradı. Bulunduğu yere birkaç koşum ötede bulunan çeşmenin serin suyuyla öğle molası için ayran çalkalayacaktı.

Katı yoğurdun akışkan bir kıvam alması için hızlıca çalkalarken bu ritme ayak uyduran bedeni de bir o yana bir bu baya salınıyordu. Kol genişliğinde akıntının şırıltısına çoktan kapılmıştı bile. Kendisine açılan ufacık pencereden mutluluğu görebilmek, zahmetli dünyası için büyük bir ikramdı.

"Harmana sererler sarı samanı

Harmana sererler sarı samanı

Hiç bitmiyor Emirdağ’ın dumanı da kara dumanı

Hiç bitmiyor Emirdağ’ın dumanı da kara dumanı

 

Gel otur yanıma canım sevdiğim

Gel otur yanıma canım sevdiğim

Ayrılık mı olur harman zamanı da yayla zamanı?

Ayrılık mı olur harman zamanı da yayla zamanı?

Kendisine seslenenden bir haber şakıyan genç kız ayranın yeterince kıvam alıp almadığını görmek için bakır tasın kapağını araladı. Karışımın üzerinde yüzen topaklanmış yoğurt parçalarını görünce dudak büzdü. Bir kez daha çalkalamaya yeltenirken ensesinde hissettiği kaba öksürük zihnini allak bullak etti.

“Sen harmanı sererken bizi de ağaç ettin köylü kızı!”

Nefesi bıçak gibi kesilen genç kız elindekine mukayyet olamadan arkasını dönünce olanlar oldu. Ellerinden kayan koca tas bile isteye fırlatılmış gibi hedefine ulaşmıştı. Karşısındaki adamın bedeninden aşağı şapır şapır dökülen ayran her ikisinin de dilini ısırtacak bir göz bağıydı artık. Çığlık çığlığa tutulan nefesler emekleyen saniyelerden medet umuyordu.

"Oy ebemin abdestsiz inekleri! Gitti mi anamın emekleri?”

Etekleri tutuşan genç kız dilinden dökülenlere de mani olamadı.

“İn misin cin misin kardeşim! Destursuz ne yanaşırsın insanın dibine dibine?"

Genç adamın tok sesiyle pır pır titreyen bakışlarını kaldırdı.

"Özür dilemiş olmalısın! Aksi halde sağır ya da kör olman için minnet duyacağım.”

Genç adamın sakinliği fırtınanın habercisiydi. Bedenine yapışan tişörtü iğrenerek havalandırırken yüzünü ekşitti ve dudakları arasından fısıldadı.

"Kahretsin, lan bu koku ne!”

Çuvaldızı başkasına batırmakla acele ettiğini düşünen genç kız, yarı pişman yarı ürkek bakışlarını sabitledi. Adamın öfkeden boğaya dönen suratına rağmen katılarak gülmemek için kendini zor tutuyordu.

"Mis gibi köy yoğurdu! Siz çıkarın üstünüzü, şuracıkta yıkayıveririm. Çeşme olması da büyük şans, değil mi,"

Aklına düşenler ile sözünden cayması bir oldu.

“Ya da durun çıkaramazsınız!”

Genç adamın buz kesen suratıyla karşılaştığında sözlerini düzeltti. Üzerine ayran dökülmüş acem yiğidine rağmen üzerine sinen telaşın sebebini biliyordu.

“Yani çıkarmasanız daha usturuplu olur diye şey etmiştim.”

Arkasını dönen genç kız gözleri yol kenarındaki yabancı plakalı araca çarptı. Buralardan olmadığı her halinden belliydi. Eli ayağına dolaşmış, ürkek bakışları civarı yoklamadan edemiyordu. Yere düşen bakışları gördükleriyle parlayıverdi. Zeminde boylu boyunca yataduran tası kucaklayan Esma doğruca akıntının ağzına tuttu. Kendi kendine söylenirken göz ucuyla yabancı adamı süzmeyi ihmal etmiyordu.

"Gündüz gözü ettiğimiz işi görüyor musun? Beceriksiz Esma!”

Taşıracak noktaya geldiğinde sımsıkı kavradığı sürahiyle birlikte bedenini geriye çevirdi. Zihnindeki onlarca karmaşanın içinde aklına gelen ilk çözümün peşinden gidecek kadar kararlıydı.

Genç adam tiksintiyle çıkardığı tişörtü kenara fırlatırken kendisine yaklaşan kızın simasına ilk kez alıcı gözle bakabildi. Ruhuna dokunan çağrışımları tanımlamak yersizdi. Dudağının kenarından fırlayan küçük dili, mimiklerini harekete geçiren heyecanı ve ani dönüşüyle savrulan bedeni basit bir köylü kızına yakışmayacak kadar cezbediciydi.

Hislerine dokunan bu cazibeden vazgeçtiğinde üzerine boşalan serin suyla kaskatı kesildi. İliklerine işleyen demir gibi su sadece kendine gelmesine değil öfkesinin de tazelenmesine sebep olmuştu.

"Ulan, sen manyak mısın?!"

Esma’nın üzerine yürüyen genç adamın sükunetini koruyacak bir sebep kalmamıştı.

"Gözünüzü kapatın diyecektim aslında." deyiveren Esma, adımlarını geri geri atarken bakışlarını genç adamın çıplak göğsüne değdirmekten de ölesiye korkuyordu.

"Sence tek sorun gözümü kapatmamış olmam mı?"

Öfkesine hakim olmaya çalışan genç adam her seferinde nefretini besleyecek bir musibete yakalanıyordu. Geceden kalma bir günün ahına tutulan genç kız, çaresiz bedenini uzaklaştırmak için yeltenirken uzaklardan gelen karartıyı odaklandı. İki tepenin ortasındaki asfalttan ovaya doğru salınan atın nal seslerini kalbinde hissediyordu sanki.

“Evet! Vallahi de tek sorun bu değil.”

“Öyleyse şimdi usturupluca kay-bol!”

Son cümlesinin üzerine bastıran genç adam kızı başından def edercesine kükredi. Ondan gelecek tek bir kelama dahi tahammülü kalmamıştı.

Genç adamın sözleri tamamlanmadan tabanları yağlayan genç kız, atın yularını çözer çözmez üzerine binmek için yeltendi. Tek temennisi bir an evvel buradan uzaklaşmaktı. Lakin o da ne? Aniden sendelemesiyle kendi ile beraber atının da dengesinin şaşmasına sebep oldu. Üzenginin kancasına sıkışan kemer tokasını hışımla yerinden oynatmaya çalışıyor, bir yandan da giderek yaklaşmakta olan atın istikametini takip ediyordu.

“Kışt demediğim tavuklar aşkına! Affı olmayan bir günah işeyip mürtet oldum da benim mi haberim yok, hey Allah’ım!”

İki demir arasında orta noktayı bulmaya çalışan parmaklarının acısını duymuyordu bile. Kafasını toprağa gömmek hatta kuş olup uçmak istedi. Dibine kadar yanaşan gölgeye rağmen elini üzengiden ayırmadı. Ta ki belindeki parmakları görene dek… Tesbih tanesine dizilen talihsizlikler, imamede selasını okuyacak gibiydi.

Bulunduğu yere oldukça hızlı bir şekilde yaklaşan atın nal sesleri kulaklarını tırmalarken gözleri, kimsenin yaklaşamadığı kadar yakın mesafede dolanan yabancı ellerin mahkumu oluvermişti. Kafasını kaldırıp yüzüne bakabilecek cesaret yokken ellerinin resmini çizebilecek kadar hayran kalmıştı. Ne iri ne de sıska, olması gereken sakinlikteydi. Çaresizliği yabancı ellerin yardımına umut bağlamıştı.

Cesaretini topladığı ilk anda bakışlarını kaldırdı. Dövmelerle kaplı çıplak pazuları ondan korkmak için yeterli değildi. Asıl korkusu arsız hislerini dizginleyememekti. İşlem görmemiş dağınık saçları, keskin sınırların içinde kalmış kirli sakalıyla uyum içindeydi. Barut kokusunu bastıran okyanus kokusu da neyin nesiydi? Ne zaman gözleri acem bir oğlana değse “Allah sahibine bağışlasın.” derken aynı kelamı edememek ne yoksun bir gafletti. Üzengiden kurtulan kemer tokasıyla genç kız titreyen bedenini geriye atıverdi. Zira böylesi bir yakınlık ilk ve son tecrübesi olabilirdi.

Eteklerini toplayarak atın üzerine atlayıveren Esma, geride kalan adama başıyla teşekkür etti. Oradan hızla uzaklaşan kızın ardında kalan genç adam meraklı bakışlarla kalakaldı. Sarhoş hisleri sertleşmiş toprak parçasının üzerindeki parlayan cisimle toparlandı. İpek böceği görünümlü tokayı elinde ovuştururken gümüş olduğuna emin olarak avuçlarının arasında sıkıştırdı ve mırıldanmaya başladı.

"Kelebek olmak ne haddine, olsa olsa böcektir!"

Arkasından yaklaşan Emir, onun bu sözlerini harfiyen işitmişti. Şans eseri karşılaştıkları kızın ardından tahminlerini sıralayıp sırıtmaya başladı.

"Dilinin yeteneklerini kullanmakta aciz kaldın sanki, ha?"

Yağmurda ıslanmış köpek yavrusuna dönen genç adamın bedenine iğrenerek bakan Emir, başını sallamakla yetindi.

"Emin ol, göründüğünden daha tehlikeli." diyerek yanıtlayan Yusuf, alaşağı olan duygularını ifşa ettiğinin farkında değildi.

Burnuna gelen mayhoş kokuyla yüzünü buruşturdu.

"Ben böyle aksiliğin çarkına tüküreyim!”

“Bu doğal ve samimi karşılamayı hafife almak sana yakışmadı Ahıskalı.”

Arkadaşının sırtını sıvazlayan Emir, oldukça keyiflenmişti. Zifiri karanlık gözleri dostane bir bakıştan çok daha ötesini özümser gibi uzaklara kilitlendi.

...

Çalılarla kaplanmış tepeye ulaşan Esma, yuları bir ağacın gövdesine bağlayarak atın yelesine kocaman sarıldı. Görüp görebileceği en sancılı dakikaları geride bıraktığını düşünüyordu. Lakin kumlarını eskiten saat yavaş yavaş sona yaklaşıyordu. Düzeltilemeyen geçmiş, düşlenemeyecek kadar kızıl bir gökyüzüne gebeydi.

Hünkar'ın boynunu okşadıkça nefesinin düzene girdiğini fark edebilmişti. Oldukça küçük denilen yaşlarda tanıştığı bu at kendisi için vicdanı mahkum bir çok insandan daha yeğdi. Hassas yüreği yeri geldiğinde kuş kadar zarif olurken yeri geldiğinde tüfek tutabilecek kadar da cesaretliydi. Yabandan gelen gürültüleri kulak ardı eden gönlü Hakk'ın hakikatine müptelaydı.

Ailesinin haddinden fazla üzerine titremeleri serpilen yaşının bedeliydi. On yedisini yarılamış aklının rotası; dur durak bilmeden çalıştığı, sınavdan önce okunmuş pirinçler yediği, Mimarlık Fakültesi’ni kazanabilmekti.

"Şu sınavı da hayırlısıyla atlatırsak ver elini güneş, ver elini gökyüzü! Kaçalım buralardan. Başka memleketlere doğalım. Gökyüzüne hasret karanlığı, topyekûn aydınlatalım."

Sayıkladığı mutluluğunu semayla, kuşlarla, rüzgarla, doğayla ve sadakat yürekli atıyla paylaşıyordu. Zira duygular dahi ehli olan ile huzur bulurdu. Onun yanına kadar ilerleyip yeniden başını okşadı ve kollarını boynuna doladı.

"Esma’nın yareni Hünkar Efendi! O vakit geldiğinde dert edineceğim bir sen bir de annem var. Kozasına mahkum bir kurt gibi sıkışıyor göğsüm. Ömrümüzden kalan bir güne hazırmışım gibi özlüyorum gökyüzünü.”

"He yani o sırada biz de ahırınızda bir eşek oluruz herhalde, nankör evlat!”

Esma’nın öteden duyduğu ses ahı üzerinde bir günün son hamlesi gibiydi. Seyrek adımlarla yaklaşan Özdemir, habersiz yakaladığı kızın hışmına uğramak üzereydi.

"Aklının çanağı çatlamasın emi?! Hayallerim gerçek olmadan aha da burada 'hık hık' deyip gidiyordum."

Kendisinden birkaç yaş büyük olan Özdemir ile beraber yağmur kokulu, dağlar dolusu anısı vardı Esma’nın. Yine de tüm bunlar çeşmede olanları görmesi için yeterli değildi. Sorgularcasına süzdü hareketlerini.

"Seslendiğimi duymadığına göre umduğumdan da kötü durumdasın.”

"Haklısın,”

Genç kız, omuzlarını düşürerek soludu. Dalgınlığı, bir an evvel önlemini alması gereken bir alışkan haline gelmişti.

“İşimiz bir sayfalık kağıt parçasına kaldı, daha ne olsun?”

“Şu mesele,” diyerek kafasını sallayan Özdemir, zihnine düşenlerle devam etti.

“Yeri gelmişken,”

Genç adam, ciddileşen çehresini Esma’ya çevirdi.

“Hakkında duyduklarım, doğru mu?”

Kendi kendine söylenen genç kız, yutkundu.

“İstediğin bölümü kazanma karşılığında Dullama Kezban’a koca sözü, Kelaynak Tufan amcaya saç sözü, Gırgır Hüseyin’e üç gün yaptığı esprileri dinleme sözü vermişsin. Hatta,” diyerek çenesini sıvazlayan Özdemir, kısa bir muhakemenin ardından meraklı çehresini kaldırdı.

“Bacaksız Kenan amcaya da kendi gibi birini bulacağını vaat etmişsin.”

“E-evet,”

Dudaklarını büzen genç kızın göğsünden koca bir öküz kalkmış gibiydi.

“Sözümün arkasındayım.”

Ettiği vaatler ekmek, su kadar değerliydi.

“Sözünün arkasındasın, öyle mi?”

Genç kızın sözlerini yineleyen Özdemir’in bakışlarında başka bir gürültü kopuyordu.

“Annene yanıma geleceğine dair verdiğin söz de arkasında durabilecek kadar doğru mu? Bazen neyin peşinde olduğunu anlamıyorum.”

Özdemir’in tek dileği ondaki tutarsızlığın sadece masum bir çaresizlikten ötürü olmasıydı. Ötesini kaldırabilecek metaneti yoktu. Karşısındaki kızın alıngan çehresi bir an kayaların üzerinde oyalandı.

“Üzerine ayıp mührünün vurulduğu mağara düzeninden çok sıkıldım. Erkek doğmak ne büyük maharet, kız doğmak doğuştan esaretmiş gibi… Siz bu düzene alışmış olabilirsiniz ama ben,” dedi boğazına kadar yükselen hıçkırıkla ve devam etti.

“Kimsenin benim iyiliğimi düşündüğü falan yok! Tek dertleri sorgusuz sualsiz onların yazdığı geleceği kabullenmek. Ve o gelecekte mevsimler hep karanlık.. Doğruya şükredebilmeyi yanlışa tövbe edebilmeyi öğrenmek istiyorum.”

Esma’nın nemli bakışlarından gözlerini ayırmayan Özdemir, yanıldığını umut ederek bu anın unutulması için hareketlendi.

“Yine de hiçbir şeyi yalan söyletecek kadar büyütmemelisin. Şimdi annene ‘yalan-cı’ çıkmamak adına birlikte o mağaraya dönmemiz gerekiyor.”

Genç adamın üzerinde durduğu kelime genç kızın canını sıkmıştı.

"Ah garip anam! Köyün tüm eşkıyaları da beni bekliyorlardı hemi? Unutmuşum valla!"

Özdemir, onun pranga vurulamayan hislerinin şahidiydi.

"Doğru diyorsun. Senin gibi huysuzu kim ne yapsın? İşin sonunda Deli Bekir'e kalacaksın diye korkmuyor değilim."

Esma ise kızmanın aksine, önce elini ağzına götürüp kıkırdamış sonra da atını ilerletip Özdemir’in yanına yaklaşmıştı.

"Ne demezsin! Kına yakarsınız cümbür cemaat. Sen de kırk yalan Necmi'nin kırk beş yaşındaki kızını alma da!"

Genç kız dudaklarını birbirine bastırırken Hünkar'ı harekete geçirdi. Özdemir’i arkasında bırakarak yarış sinyalini veren el işaretiyle atını sürmeye başladı. Özdemir, onun yersiz hilelerine alışmıştı. Hünkar'ın bastığı otlar geri kalkmadan Yavuz'u hareketlendirdi ve çok geçmeden de Esma’ya yaklaştı. Önde Hünkar arkada Yavuz, tozu dumana kata kata köyün dağlarını nal sesleriyle süslüyorlardı. Geçit vermeyen yollarda bazen Hünkar öne geçiyor bazen de Yavuz, kestirme yollarla Hünkar'ı geride bırakıyordu.

Kısa süreli bir mücadeleden sonra kavak ağaçlarının ötesinde kalan çiftlik görme mesafesine ulaşmıştı. Çiftliğin büyük demir kapısına vardıklarında Özdemir attan inerek Hünkar'ın ipini eline aldı.

"Haydi, kimse görmeden arka bahçeden dolan!”

Genç kız, Özdemir’in babacanlığına karşı başını yere eğip gülümsemekle yetindi. Hünkar'ı ona teslim ederek adımlarını arka tarafa yönlendirdi. Bahçe kapısına ulaşmıştı ki koluna çarpan sert bir cisim sonrası savrulan bedenini kenara attı.

“Yavaş be kardeşim! Ebenin arazisi mi burası?”

Kolunu sıvazlarken öylece geçip giden aracın arkasından homurdandı. Gözleri aracın plakasına değince duraksayıverdi. O araçtı. On sekizlik hislerini alabora eden adamın indiği araçtı. O renk, o koku, o tat… Maşuku hatırlatan bir saman çöpü dahi aşık için bir sebep değil miydi? Yine de tüm bunlar sızlayan kolunu tamir etmiyordu. Sözleri boğazına kaçmış bir vaziyette bahçe kapısını açtı ve içeriye girdi. Ocak başında yemek hazırlığı yapan annesine selam vererek lavaboya yöneldi. Taze bir abdestten sonra annesinin yamacına sürtündü.

"Tik tak, tik tak! Süvariniz balkabağına dönüştü. Ben de pabuçlarımı kimsenin eşiğinde bırakmadan huzurunuzda hazır ve nazırım efendim. Gerçi,”

Saman topunun içinden çıkardığı elmayı elbisesine sürterek parlattı. Bir ısırıkla suyunu midesine gönderip devam etti.

“Külkedisinin büyüsü bile gece yarısı bozuluyor.”

Kevser, kızının yeni yetme hallerinden yaka silkti. Kızmıştı besbelli.

“Eben de tam böyle diyor işte!”

Sıcak tatlıyı fırından alan Kevser, parmak ısıracak sıcaklıktaki şerbeti üzerine boca ediverdi.

“Ne diyormuş?”

“Külkedisi ne halt ettiyse onu edecek diyor.”

Dudaklarına aldırmayan genç kız, “Garibe vurmak daha kolay tabi!” demekten kendini alamadı. Ağzının içinden bir şeyler gevelerken annesinin sözüyle başını salladı.

"Başkalarının yanlışı seni hakikatten alıkoymasın."

Genç kız, kulağına küpe olan sözü tamamlamaktan da geri durmadı.

"En büyük hakikat, vicdanımızdır anacım evet."

Kevser, kızının hakikatle olan mücadelesine hayrandı. Kömür de elmastandı. Çöplüğe kül olmak ile gerdana gül olmak arasında derin bir çizgi vardı. Bunu ancak iffetiyle imtihan olan Meryem’ler bilirdi.

Sonunda gün batmaya yeltenmiş ve yemek için toplanan ev halkı sofradan sonra çay faslına geçmişlerdi. Gelinler mutfağı toplayıp kendi aralarında sohbete dalarken Zühre Hanım, kocası ve oğullarıyla toprak işlerinden ve çiftliğin işlerinden hasbihal etmeye koyuldu.

Esma ise yaşları on-on bir olan kuzenlerini etrafına toplayıp taş oyunu oynatıyordu. Tozuna toprağına bakmadan topladıkları irili ufaklı taşları ortaya döken çocukların gayesi bir taş dahi kalmayana dek oynamaktı. Bu evde bu baskıya katlanacak tek kişi ise kuşkusuz O idi.

"Esma’m yıkanan kap kacakları bize götürüver, haydi kızım!"

Fırsatını bulan genç kız tek hamlede yerinden doğrularak arkasına bastığı ayakkabılar ile evlerine doğru ilerledi. Ayakkabıların başka çiftlerden oluşunu umursamıyordu bile. Zira başka türlü ufacık veletlerin maskarası olmaktan kurtulamayacaktı.

İşlerini çabucak halledip mutfaktan çıkarken ahırdan gelen tavukların husursuz seslerine dikkat kesildi. Son günlerde hayvanlara zarar veren bir sansarın olduğunu anımsar gibi olmuştu. Eline aldığı küreği sıkıca kavrayarak ahıra girdi. Sol tarafında bulunan lambanın düğmesine açar açmaz küreği kaldırdı. Saman dolu çuvalların arasına kaçışan fareler dışında pek bir şey görememişti. Huysuzlanan atının yanına gelerek yelesini okşadı.

“Asayiş berkemal, Hünkar’ım!”

Hayvan dışkılarının küründüğü delikten bir takım seslerin geldiğini işitince kaşını kaldırıverdi. Kör sokaktan gelen seslerin arasına tanıdık seslerde karışıyordu.

“Derman?” diyerek sorguladığında deliğe biraz daha yaklaştı.

Derman, Esma’nın amcasının kızıydı ve tanıdık seslerden bir diğeri de akrabası olan Melike’ye aitti. Ne konuştuklarını anlayamasa da kulağına gelen yabancı erkek sesleri canını sıkmıştı. Olanları yakından görüp görmemek konusunda bocalıyordu. Ahırdan çıkar çıkmaz elindeki kürek ile birlikte damın arkasına dolandı. Gecenin bu vaktinde böyle bir işe kalkışacak kadar meraklanmıştı.

“Cin Geçidi” adı verilen bu dar ve köhne sokak ortalık ayıkken dahi yolunun düşmeyeceği bir geçitti. Dedesinin masallarına konu olmuş bu sokağa adımlarken kendisine sol yanında huzursuz eden bir kıpırtı yoldaşlık ediyordu. Çoğalan seslerden sonra duvar kenarına sindi. Sımsıkı tuttuğu küreğini göğsüne dayayıp karşıdaki görüntüye odaklandı.

Telefon ışığı altında gölgelenen simalar hiç de tanıdık değildi. Bir ara telefon ışığının yoğunlaştığı bir noktada gözlerini kocaman açıverdi. İsminin Cengiz olduğunu duyduğu gençten bir çocuk, Melike’yi ahtapot gibi sarıvermişti. Işığın kaybolmasıyla şaibeli görüntünün daha ziyadesinden korunmuştu. İnsan yanlış olanı sevdikleri için de yanlış kabul ederdi. Cam şişelerin tokuşturma sesleri ve ortalığa yayılan ağır koku Esma’yı bir ana-baba çaresizliğine sokuvermişti.

“İğrençsiniz!” deyiverdi genç kız ellerini göğsünden ayırmadan. Sanki kendi gırtlağı bu zehirle ıslanmış kadar tiksinmişti.

Hayal kırıklığı ile yönünü yola çevirecekken garip bir hareketlenmeyle yeniden bakışlarını yoğunlaştırdı. Derman’ı sindiği duvar dibine yakın bir köşeye çeken Emir adındaki genç, aylak bakışlarıyla kuzeninin yüzünü örtecek kadar yaklaşıyordu.

“Hayır Derman!”

Ellerini gözüne götüren genç kız Derman’ı kendince defalarca kez uyarıyordu. Emir’in sesiyle ellerini yeniden indirdi.

“Bunun sana umut vermemesi gerektiğini biliyorsun değil mi?”

Emir’i göğsünden iten Derman, tükürürcesine celallendi.

“Yine aynı safsata, benimle oynuyorsun pislik herif!”

Olanları pür dikkat izleyen Esma, Derman’ın bu hareketiyle dudaklarını birbirine bastırdı. Beklediği hareket buydu.

“Ne yani,” deyiverdi Emir yarı sarhoş bir avanaklıkla ve devam etti.

“Bunu isteyen sen değil miydin? Sana vaat edebileceğim yarınlar olmadığını söylememe rağmen beni isteyen sendin.”

“Fikrin değişir sanmıştım.”

Derman’ın ses tonu yalvarır gibiydi. Belli ki bu adamı gerçekten seviyordu.

Ufak bir kahkahayla karşılık veren Emir, şişeyi kafasına dikip dibini görene dek içti ve boş şişeyi kenara fırlattı.

“Seninle daha sakin bir yere gitmeye ne dersin? İkimizin de bunu istediğini biliyorum.”

Emir’in yüzüne yansıyan iğrenç görüntü azıcık da olsa aydınlatan ışıktan bile seziliyordu. Giderek bulunduğu yere doğru yaklaştıklarını fark eden Esma, adımlarını geriye götürdü. Dayandığı harabe duvardan dökülen birkaç parça taşın gürültüyle yere düşmesi sonucu ise küçük dilini yutacak gibi oldu. Elini ağzına götürüp olduğu yere mıhlanırken Emir ve diğerlerinin sese odaklandığını görebiliyordu.

“Kim var orada?”

Emir’in yanına adımlayan Cengiz kızları geride bırakarak Esma’nın olduğu yere adımladı. Göğsüne dayadığı küreğe sımsıkı sarılan genç kız, yüzüne tutulan ışık sonrası birkaç adım atarak gençlerin karşısına dikildi. Birbirlerini sorgulayan kızlar Cengiz ve Emir’in hizasına yanaştılar.

“Esma, se-sen neden buradasın?”

Derman, olacakların korkusunu iliklerine kadar hissetmişti. Halbuki başına gelebilecek daha büyük felaketin eşiğinden döndüğünü kestiremiyordu. Belki de gönlünün bir yanı kabullenmişti. Genç kızın kim olduğunu öğrenen ikili az da olsa sakinlemişti. Emir’in parıldayan gözlerinde çakan şimşek ise kışkırtıcı bir gülümsemeye eşlik ediyordu.

“Esma demek?”

Genç kızın adını birkaç kez ağzında geveledi. Elinin tersiyle salyalı ağzını sildikten sonra kollarını iki yana açtı. Bu gece fazlaca kaçırdığı sağa sola yalpalanan vücudundan belliydi.

“Ahıskalı için büyük bir talihsizlik desene!”

Savruk gülüşler eşliğinde genç kıza yaklaşan Emir, bedenini meraklı bakışlara çevirdi. Oyun oynamaktan daha tehlikeli bir bahse imza atıyor gibiydi.

“Yoksa bilmiyor musunuz?”

Emir’in ne söyleyeceğini merak eden sadece Melike ve Derman değildi. Bu adamları daha önce görmediğine yemin edecek olan Esma da sarhoş bir ağızdan döküleceklere dikkat kesilmişti.

“Bence bize kendisi anlatmalı,” derken yönünü korkusu nefesine yansıyan genç kıza çevirdi.

“Çeşme başında…Onu nasıl sırılsıklam ettiğini... Belki de tüm bunlar onu etkilemek içindi, öyle değil mi Esma?”

Yutkunduğu nefesi boğazına takılan Esma, kocaman gözlerini karşısındaki adama dikti ve dişlerini sıktı.

“Sus! O bir kazaydı. Sakın o muşmula suratınla bana çamur atmaya kalkışma!”

“Ooo!”

Esma, namusu üzerinden yapılan şaklabanlığa boyun eğecek değildi. Lakin ne laf ne de söyleyen gecenin şerrini ırgalamaya değmezdi. Yönünü çevirip dizginlediği nefsiyle mücadele ederek adımlarını hızlandırdı. Eli ayağı buz kesmiş, göğsünde koca bir tencere taş kaynıyordu. Neden sonra ensesinde hissettiği sesle irkilerek arkasını dönüverdi. Çizginin bu tarafına geçen kötülük kendini savunmak zorunda hissettiriyordu. Göğsüne dayadığı kürek emrine amadeydi.

“Agresif, yabani ve dahası… Biliyor musun, tehlikeli olduğunu düşünmüyorum. Sadece göstermek istediğin duruş bu, öyle değil mi? Sakinleş güzelim, konuşarak halledebiliriz.”

Yüzünü buruşturan genç kız, beklenmedik bir anda Emir’in yüzüne tükürüverdi. Kişiliğini sorgulayan bu terbiyesizliğe verebileceği en güzel cevap kuşkusuz avuçlarının arasındaydı. Sapından kaldırdığı küreğin hedefinde lağım akan koca bir ağız vardı. Çığlık çığlığa yükselen seslerle hedefine inivermişti. Toprak zeminde iki büklüm inleyen Emir, elini sızlayan çenesine götüremiyordu bile. Elindeki suç aletiyle öylece kalan Esma, şoku atlatamadan üzerine gelen Cengiz’in hırıltı sesini işitmişti. Cengiz’i durdurmaya yeltenen Melike, sevdiğinin öfkesiyle ilk kez karşılaşıyordu.

“Önümde durduğun sürece ödemek istemeyeceğin bedeller ödersin ki ilki biz oluruz.”

Bakışlarını toprağa gömen Melike yüklendiklerinin bedelini ödemeye başlamıştı bile. Esma’ya sırt çevirmek ise makul bir sebep gibi geliyordu. Karanlığın maskesini düşüren gece, zalimliği zifiri karanlığa mahkum etmişti. Hatır değil, dostluk da bir hayli denenmişti.

Melike’yi geride bırakan Cengiz, doğruca genç kızın önüne dikildi. Esma’nın elindeki küreği tek hamlede yere fırlatarak kasılan çenesini genç kızın simasına dikti. Damarlarındaki öfke arkadan gelen hırıltılı sesle duraksamıştı. Cengiz’i yan tarafa iten Emir, genç kızı kolundan kavradığı gibi yere fırlattı.

Sürünerek geri geri gitmeye çalışan Esma’nın kalp atışları tüm vücudunda atıyordu. Aklına daha bugün annesiyle yaptığı tartışma gelirken gözlerinin nemlendiğini hissetti. Sesi, soluduğu nefesi ile birlikte boğazına kilitlenmişti. Ayak bileklerini kavrayan Emir’in bedenini kendine doğru çekmesiyle genç kızın boğazından karanlığı yaracak bir çığlık koptu.

Sakınan göze batan çöp Esma için büyük bir bedelin gün dönümüydü. Akrep yelkovanın kapısında köle olmuşken seher yıldızından yükselen parıltı geceye yol gösteriyordu. Bu bir başlangıç mıydı?

 

Bölüm Sonu.

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 23.07.2024 15:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...