@hazanyelii
|
Gönlüm; Parsel parsel öğütülen buğday başağı değildir. Beni bilmek istersen şayet; İnciye sor, Mercana sor, Ha bir de güveniyorsan eğer; Sadakat kokulu lavantalara sor beni.》
Her birimiz duvarları umutlarla süslenmiş bir hanın gönlü kırık, belki buruk, biraz da kaçık yolcularıyız. Aynı gurbet gemisinde konaklamamıza rağmen kimse kimsenin içini kemiren dertlerini, boğazına yumru gibi yapışan endişesini, kalbine taş olup oturan sırlarına bilemez. Kırgınlık, kızgınlık ya da her neyse.. Bir anda geçivereceğini beklemek zamana bırakmaktan daha da öksüz bırakıyor. Sonra yapmacık tebessümler dolduruyor o boşluğu. Bir parça umut, milyonlarca maskenin altında yatan gemiler dolusu harabelere kulaç atıyor. Ruhu kişiliksiz kalan bedenden bir haber olan nefesler hakikatin pençesinde lâl oluyor. Ve... Zümrüt kaplı hokkadan sızan dilsiz mürekkep, harabelere sığınmış gönülden kopan namelere diz çöküyor. Aynada yansıyan ahşap bir sarkaç, biniyor tertemiz kağıdın tepesine. Mazisi aynı ağacın dallarından kopan kader, mürekkebin şerbetinden medet umuyor. Her bir dokunuşta eriyen mazi satırların arasında deli divane... Kaybı olan kaybettiğini kendinde arıyor. Bu, bizim masalımız. "Hanne! Uğrun uğrun* nereye kaçarsın de hele bakayım!” (habersizce) Şalvarının önündeki fazlalığı göbeğinde toplayan Asiye, kızını elindeki ayakkabılarla merdivenin ucunda yakaladı. Kırışmaya yüz tutmuş göz kenarları, eskisi kadar tahammülü olmayan gözlerini çizgilerinde boğuyordu. Günden güne artan bu başına buyrukluğa dur demenin vakti çoktan geçmişti bile. Elindeki süpürgenin sapı kınından çıkan kılıcın sabırsızlığı ile inip kalkarken hışımla merdiven basamaklarına adımlayıverdi. Kızının palas pandıras bahçeye doğru atılmasıyla da daralan göğsünü sıvazladı. “Oy ciğerine yıldırım düşesicenin kızı kısrağı! Seni elime geçireyim, o etlerini nasıl çintiyorum göreceksin!” Bahçe sınırlarına çepeçevre saran ceviz ağaçlarının yanına koşan Hanne, tahta kurularının mesken tuttuğu masanın arkasında bir süre eğlendi. Arkasından peşi sıra gelen annesinin simasına işleyen öfke öncekileri göre daha ürkütücüydü. “Eh be Asiye sultan! Koca kümesi bir gecede talan eden gelincik mi kovalarsın? Ben kendimi kaybederim de sen yine beni kaybetmezsin. De hele, neyin bedelini öderim?" Masanın etrafında dört dönen Asiye, sesini kısarak sitemkâr sözlerini kızına doğrulttu. “Ananın senin için nelere katlandığını görebilsen bu lafları edebilir miydin? ‘Okulum da okulum!’ diyen sen değil misin e benim akılsız yavrum? Şu evdekileri görür müsün,” diyerek eliyle çiftliği işaret etti. “Tepemizde baykuş gibi dikilirler. Ellerine fırsat verirsen harcamak için bir an bile düşünmeyecekler. Sen kendini korumazsan ben seni nasıl koruyayım Hanne'm?” “Sen beni hep Allah’a emanet ederdin. Görüyorum ki artık kızını üç beş gudubetin terazisiyle tartar olmuşsun. Aksi olsa büzülecek mi sanırsın dilleri?” Hanne'nin savruk sözlerine yaka silken Meryem ellerini beline koydu. Derdi, kızının toz pembe kumlara sarılmış yüreğini sert topraklardan haberdar etmekti. “Ama,” deyiverdi genç kız, kendinden emin bir şekilde ve göğsünü dolduran nefes sonrası inatçı bakışlarını kaldırdı. “Ben bugün yolumdan kalmayacağım anne, hele de böyle bir sebepten asla! Hem... Celil, ne zamandır beni bekler.” derken bir anlığına tereddüt etti ve dilini ısırdı. Dürüstlüğüne tekme atan bu serzeniş de neyin nesiydi böyle? Annesinin bir anlık dalgınlığını fırsat bilen genç kız bahçe kapısına fırlayıverdi. Asiye'nin öfkeden dört dönen gözleri sokaktan geçmekte olan komşusu Fidan’ı bulur bulmaz kızını durdurması için işaret etti. Elindeki süpürgeyi bırakmadan bahçe kapısına doğru hızlanırken bir yandan da komşusuna sesleniyordu. “Fidan bacı gop gop,* gözünü seveyim şu kızı koyuverme!” (koş) Asiye'nin hararetli telkiniyle afallayan Fidan, bir koşum ötedeki kıza yönelirken Hanne, kendini kepirli yoldan geçen kaz sürüsünün arasında buldu. Ayaklarına batan irili ufaklı taşlar bir kenara kazların hırçın hareketlerine hazırlıksız yakalanmıştı. Güneşi üzerinde bir gün için talihsiz bir başlangıç olabilirdi. Lakin arka sokağın elektrik direğine bağladığı atı görüş açısına girer girmez zihnindeki tüm olumsuzlukların bertaraf olduğunu hissetti. Tünelin sonundaki ışığa ulaşmak kadar güçlü bir histi bu. Ellerine doladığı eyeri asılacağı sırada göz göze geldiği kadın, burnundan soluyordu. Bu sefer fena çuvallamıştı. Bulunduğu konum güven vadediyor olsa dahi kürkçü dükkanına dönebilecek yüzünün olması gerekti. “Ben ne zaman bana güvenilebilecek bir yaşa geleceğim anne? Birilerinin hakkımda ne düşündüğü umurumda değil lakin mutluluğumu düşünen annemi tanıyamıyorum artık. Gün biter kavga gürültü bitmez o evde. Belki de aradığım şey sadece bir gün batımlığı kadar huzur.” Asiye'nin sinesi kızının her bir cümlesiyle daralıyor, ondan ne kadar da uzaklaştığını görebiliyordu. Köye yerleşinceye dek aralarından su sızmayan kızı kendisinden kaçmak için fırsat kollar olmuştu. Sitemi kızına olmasa gerekti. Aylardır gönül kazanında kaynayan evhamlar önüne azık olarak konmuştu. Dilinin ucuna kadar gelip geri dönen onca sitemi kalbine gömecek yine de evladının yüküne yük katmayacaktı. "Beni mani mani oynatmak* hoşuna gidiyor değil mi? Kerahet olmadan gelme de bak ben ne ediyorum!” demekle yetindi. (eğlenmek) Annesinin ufacık imtiyazının ardından dudaklarını birbirine bastıran Hanne, sevincini delicesine haykırmaya başladı. Atı Hünkar’ı annesinin çevresinde birkaç tur döndürürken dilinden övgüler dökülüyordu. Kızını kavga dövüş kovalayan Asiye, toprağın külü yerine oturana dek bozkırın kollarında salınan gelinciğini gözledi. “Hey gidi, uçtum akıllı kızım! Anan peşine deli olur, bilmezsin.” Onun için endişeleniyordu hem de de fazlasıyla. Eşi Mehmet’in emekliliği sonrası köye yerleşmeleri kızı hakkında endişelerini çoğaltmıştı. Evlat demek zamanında emek, çokça methanet ve sabır isterdi. Yetersiz gelişi değildi gönlünü daraltan. Bozkır kanı soluyan bu topraklarda, karşılaşılan her erkek namusa laf getirir ve bir kadının kem gözü de tüm köyü ayağa kaldırmaya yeterdi. Aynasız gezip vicdanı hücrelere tıkılmış bir mahkemenin, cahil hakimlerinden çekiniyordu. Asiye, dağlanan yüreğini bastırarak evine doğru dönerken kendisini bahçe kapısında bekleyen komşusuna yaklaştı. Rengi atmış şalvarı, ahırdan yeni çıktım havası veren lastikleri ve düştü düşecek yazmasıyla bahçe duvarına dayanan Fidan, komşusunun eli boş dönmesini yadırgamamıştı. "Hep kundakta kalsalar, keşke hiç büyümeseler! Sanki avucunda bir kor, tutsan dağlıyor, bıraksan sönüverecek.” Asiye, bozulan örtüsünü önünde düzeltip yumruk yaptığı eliyle göğsüne birkaç kez vurdu. “O kor tam da şuramda yanıyor Fidan. Köye dönmekle iyi mi ettik, Allah biliyor.” Belini duvara veren Fidan, onun süzülen bakışlarına odaklanıp çiftliği işaret etti. Bu civarda olan da olmayan da köylünün ağzındaydı. “Dirlik vermiyor değil mi,*” deyiverdi ağız ucuyla.(huzur) Aldığı cevap sükunete sığınan çaresizlikti. Asiye'nin omzunu sıvazlayarak kendisini teskin etmekte buldu çareyi. "Kızından şüphe eder gibisin. O da gençtir, ölünceye dek dizinin dibinde oturacak mı sandın? Sen dua et, dermanı yaban ellerde aramasın.” Olanları göz ucuyla izleyen elli yaşlarını devirmiş Hacer teyze yolun karşısındaki duvardan Fidan’ın sözlerini onayladı. Bir yandan da kuruması için dizdiği tezekleri* çevirmeyi ihmal etmiyordu.(hayvan dışkısıyla yapılan yakacak) "Şimdikiler eli dost atayı düşman beller olmuş. Hepimizin yavrusu Allah’a emanet. Aha bizimkileri görmüyorsun musun? Sokak panisi gibiler ama kiminle ne halt ettiklerini gözü kapalı bilirim evelallah.* (köpek yavrusu) "Kim demiş? Kız dediğin kıçını çakar, oturur yerine. Kızgın itler gibi dolanmaz. Deminden beri kızına ünler* dururum. Ocağa süt kondu. Kızını çağır da başını bekleyiversin!” (seslenmek, çağırmak) Kaynanasının savurgan sözleri gebe olduğu korkularına tuz biber oldu. “Şengül oralarda değil mi ana?” diyerek yanıtlayan Asiye, kızının yokluğunu belli etmemek için fırsat kolluyordu. “Herkes siz gibi maymana çalıp* durmaz. Hanne yok mu?” diyerek hiddetlenen Zühre, gözlerini sokağa dikerek Asiye’nin yamacına kadar yanaştı.(oyalanmak) Elleriyle kavradığı asanın beton zeminde çıkardığı ses zavallı kadının huzursuzluğunu katlıyordu. Konu komşunun önünde azar yemesi yetmez gibi söylediği lafların yerini bulacak olması canını sıkmıştı. Zühre Türkay’ın huyunu bilen Fidan, Asiye'den evvel davrandı. “Koyun otlatmaya giderim Zühre hala. Azığımı da evde unutmuşum. Ben varana kadar koyunları Hanne kıza emanet ettiydim." "Bir çobanlığı eksikti zaten." Zühre’nin hışmıyla vedalaşan Fidan, adımlarını ters istikamete çevirerek uzaklaştı. Kadının gözden kaybolduğunu fark eden Zühre, gelinini ters bakışlarıyla süzdü. Aklı sıra işiteceği laflara hazırlıyordu. "Eliniz ayağınız güzel dursun! Evlenecek yaştaki kız onun bunun ardına salınır mı hiç! Yarın bir gün kapımıza bir çulsuz diker, baş edebilene aşk olsun!” "Hanne'm yerini de yurdunu da bilir ana! Bugüne kadar şuncacık bir kabahatini görmedim şu günden sonra da görmem inşallah!" Zühre, gelininin hazır cevaplığına söylene söylene oradan ayrıldı. Kaynanasının arkasından tasalanan Asiye, kızının yol aldığı tepelere nemli gözlerini dikti. Bilirdi ki Türkay sülalesinin nâmı dün neyse bugün de oydu. Teyzesi olmasına rağmen Zühre'nin ne kadar baskın bir yapıya sahip olduğunu bilmesi onu bu kapıya gelin olmaktan kurtaramamıştı. Eşi Mehmet askerdeyken üç evladını da bu çiftlikte kaybetmişti. Körpe çocukları kundakta bırakıp ardını soramadan kah hayvana kah tarlaya koşturmuştu. Anne kucağına hasret yavruları henüz kundaktayken vefat ederek, arkalarında ömrü yaşlı bir kadın bırakmışlardı. Hanne ise Mevla'nın en geç lakin en safderun hediyesiydi. Açık kahve, kıvırcık saçları, parlak bir buğday başağını andıran teni, fındık burnu ve saçıyla aynı tonda olan kavisli kaşlarıyla sona kalan tomurcuk gibiydi. Şekerpareden ilham alan gülücükleri çölde su kuyusu bulan bir bedevinin gülüşünden farksızdı. Tezcanlı yüreği herkesin her dediğine inanacak kadar dokunulmamıştı. Dikenleri üzerinde bir gül değildi o. Zira dikenlerini gösterecek kadar tanıyabilmiş değildi dünyayı. Bir gelincikti onun ruhu. Rüzgarına yanık, özgürlüğüne sadık, dediğim dedik bir gelincikti. Dar geliyordu gelinciğe, bozkırın çıplak rüzgarları. Gönlünde çırpınan bir perçem tutku, kuzeyin fırtınasını arzulayacak kadar hırçındı. Devr-i alem etse de bir kulun yüreği Varacağı yer alın yazısıdır söyleyemez dileği.. Dua kaderin yoldaşıdır çözemez ilmeği. Yelkovan titrer Vakit yanaşır. Güneş kimine yeni bir gün müjdelerken Kimine kıyamet oluverir.
Türkay ailesinin ata yadigarı tarla ve bahçeler Hanne.'nin estirdiği rüzgarın kokusuna alışıktı. Çalışanlara emir vermektense onların yükünü hafifletecek ufacık bir desteği amaç bilmişti. Köyün yarı nüfusu gurbetçi diğer yarısı da geçimini çiftçilik ve hayvancılıkla sağlıyordu. Çalışanın namını yürütecek bu meşgale çok azına nasip olacak bir talih kuşuydu. Türkay ailesi de nasibine düşeni fazlasıyla alıyordu. Hanne, gözünün alabildiği kadar geniş tarlanın anında bulunan kalın gövdeli, sert yapraklı palamut ağacının gölgesine sığındı. Azıkların üzerindeki kalın örtüyü kaldırıp gözüne çarpan yoğurt kavanozunu kavradı. Bulunduğu yere birkaç koşum ötede bulunan çeşmenin serin suyuyla öğle molası için ayran çalkalayacaktı. Katı yoğurdun akışkan bir kıvam alması için hızlıca çalkalarken bu ritme ayak uyduran bedeni de bir o yana bir bu baya salınıyordu. Kol genişliğinde akıntının şırıltısına çoktan kapılmıştı bile. Kendisine açılan ufacık pencereden mutluluğu görebilmek, zahmetli dünyası için büyük bir ikramdı. "Emirdağ'ı birbirine ulalı Altın yüzük parmağında dolalı Başın mı büyüdü gelin olalı Ben seni kız iken seven oğlanım." Kendisine seslenenden bir haber şakıyan genç kız ayranın yeterince kıvam alıp almadığını görmek için sürahinin kapağını araladı. Karışımın üzerinde yüzen topaklanmış yoğurt parçalarını görünce dudak büzdü. Bir kez daha çalkalamaya yeltenirken ensesinde hissettiği kaba öksürük zihnini allak bullak etti. “Müsade var mıdır, yenge hanım!" Dalgınlığından sebep gevşeyen parmakları, sürahinin varlığını akledememişti. Firari sürahi olanca ayranı etrafa saçıvermişti. Karşısındaki adamın bedeninden aşağı şapır şapır dökülen ayran her ikisinin de dilini ısırtacak bir göz bağıydı artık. Çığlık çığlığa tutulan nefesler emekleyen saniyelerden medet umuyordu. "Oy ebemin abdestsiz inekleri! Gitti mi anamın emekleri?” Etekleri tutuşan genç kız sitemle eteklerini savuruyordu. “İn misin cin misin kardeşim! Destursuz ne yanaşırsın insanın dibine dibine?" Genç adamın tok sesiyle pır pır titreyen bakışlarını kaldırdı. "Özür dilemiş olmalısınız! Diğer türlü ben de size sağır mısınız, kör müsünüz demek zorunda kalacağım." Genç adamın sakinliği fırtınanın habercisiydi. Bedenine yapışan tişörtü iğrenerek havalandırırken yüzünü ekşitti. "Kahretsin, bu koku ne lan!” Çuvaldızı başkasına batırmakla acele ettiğini düşünen genç kız, yarı pişman yarı ürkek bakışlarını doğrulttu. "Mis gibi köy yoğurdu! Siz çıkarın üstünüzü, şuracıkta yıkayıveririm. Çeşme olması da büyük şans, değil mi," Aklına düşenler ile sözünden cayması bir oldu. “Ya da durun çıkaramazsınız!” Genç adamın buz kesen suratıyla karşılaştığında sözlerini düzeltti. Üzerine ayran dökülmüş acem yiğidine rağmen üzerine sinen telaşın sebebini biliyordu. “Yani çıkarmasanız iyi olur diye şey etmiştim.” Arkasını dönen genç kız gözleri yol kenarındaki yabancı plakalı araca çarptı. Buralardan olmadığı her halinden belliydi. Eli ayağına dolaşmış, ürkek bakışları civarı yoklamadan edemiyordu. Yere düşen bakışları gördükleriyle parlayıverdi. Zeminde boylu boyunca yataduran sürahiyi kucaklayan Hanne doğruca akıntının ağzına tuttu. Kendi kendine söylenirken göz ucuyla yabancı adamı süzmeyi ihmal etmiyordu. "Gündüz gözü ettiğimiz işi görüyor musun? Beceriksiz Hanne!" Taşıracak noktaya geldiğinde sımsıkı kavradığı sürahiyle birlikte bedenini geriye çevirdi. Zihnindeki onlarca karmaşanın içinde aklına gelen ilk çözümün peşinden gidecek kadar kararlıydı. Genç adam tiksintiyle çıkardığı tişörtü kenara fırlatırken kendisine yaklaşan kızın simasına ilk kez alıcı gözle bakabildi. Ruhuna dokunan çağrışımları tanımlamak yersizdi. Dudağının kenarından fırlayan küçük dili, mimiklerini harekete geçiren heyecanı ve ani dönüşüyle savrulan bedeni basit bir köylü kızına yakışmayacak kadar cezbediciydi. “Kendine gel Yusuf, bu köy oyun değil ancak bir film olur, korku filmi.” diye geçirdi içinden. Oldukça çelimsiz yaşlardaki bu kız çocuğundan uzaklaşması farz olmuştu. Hislerine dokunan bu cazibeden vazgeçtiğinde üzerine boşalan serin suyla kaskatı kesildi. İliklerine işleyen demir gibi su sadece kendine gelmesine değil öfkesinin de tazelenmesine sebep olmuştu. "Ulan, sen manyak mısın?!" Hanne'nin üzerine yürüyen genç adamın hırsını körükleyecek bir sebep kalmamıştı. "Gözünüzü kapatın diyecektim aslında." deyiveren Hanne, adımlarını geri geri atarken bakışlarını genç adamın çıplak göğsüne değdirmekten de ölesiye korkuyordu. "Sence tek sorun gözümü kapatmamış olmam mı?" Öfkesine hakim olmaya çalışan genç adam her dakika nefretini besleyecek yeni bir şokla karşılaşıyordu. Hanne, çaresiz bedenini uzaklaştırmak için yeltenirken uzaklardan gelen karartıyı görmesiyle dilinden bir nida koptu. “Evet! Kesinlikle tek sorun bu değil.” “Öyleyse şimdi sakince kay-bol!” Son cümlesinin üzerine bastıran genç adam kızı başından def edercesine kükredi. Hanne'nin özür dilemesine bile izin vermeyecek kadar tahammülü kalmamıştı. Zira bu kızın bir sonraki hamlesine sabredecek olgunluğu kalmamıştı. Genç adamın sözleri tamamlanmadan çeşmeden uzaklaşan genç kız, atın yularını çözer çözmez üzerine binmek için yeltendi. Tek temennisi bir an evvel buradan uzaklaşmaktı. Gel gör ki üzengiye takılan kemer tokası sebebiyle sendeleyiverdi. Bugünkü olanlar anlam veremeyeceği kadar garipti. “Kışt demediğim tavuklar aşkına!" İki demir arasında orta noktayı bulmaya çalışan parmaklarının acısını duymuyordu bile. Kafasını toprağa gömmek hatta kuş olup uçmak istedi. Dibine kadar yanaşan gölgeye rağmen elini üzengiden ayırmadı. Ta ki belindeki parmakları görene dek… Tesbih tanesinden daha da sabırsız talihsizlikler ardı ardına dizilmiş gibiydi. Bulunduğu yere oldukça hızlı bir şekilde yaklaşan atın nal sesleri kulaklarını tırmalarken gözleri, kimsenin yaklaşamadığı kadar yakın mesafede dolanan yabancı ellerin mahkumu oluvermişti. Kafasını kaldırıp yüzüne bakabilecek cesaret yokken ellerinin resmini çizebilecek kadar ezberlemişti. Ne iri ne de sıska, olması gereken sakinlikteydi. Çaresizliği yabancı ellerin yardımına umut bağlamıştı. Cesaretini topladığı ilk anda bakışlarını kaldırdı. Dövmelerle kaplı çıplak pazuları ondan korkmak için yeterli değildi. Asıl korkusu arsız hislerini dizginleyememekti. İşlem görmemiş kısacık saçları, keskin sınırların içinde kalmış kirli sakalıyla uyum içindeydi. Barut kokusunu bastıran okyanus kokusu da neyin nesiydi? Üzengiden kurtulan kemer tokasıyla genç kız titreyen bedenini geriye atıverdi. Zira böylesi bir yakınlık ilk ve son tecrübesi olabilirdi. Eteklerini toplayarak atın üzerine atlayıveren Hanne, geride kalan adama başıyla teşekkür etti. Oradan hızla uzaklaşan Hanne'nin ardında kalan genç adam meraklı bakışlarla kalakaldı. Bakışları sertleşmiş toprak parçasının üzerindeki parlayan cisme yoğunlaştı. İpek böceği kelebeği görünümlü tokayı elinde ovuştururken gümüş olduğuna emin olarak avuçlarının arasında sıkıştırdı. "Ayran güzeline de bak sen!" Arkasından gelen sesin sahibi onun bu sözlerini harfiyen işitmişti. "Şaşkın, numaracı…" diyen arkadaşı yağmurda ıslanmış köpek yavrusuna dönen genç adama katılarak gülüyordu. "Emin ol, göründüğünden daha tehlikeli." diyerek yanıtlayan Yusuf, alaşağı olan duygularını ifşa ettiğinin farkında değildi. Burnuna gelen mayhoş kokuyla yüzünü buruşturdu. "Şu hale bak, leş gibi kokuyorum.” “Bu doğal ve samimi karşılamayı hafife almak sana yakışmadı Yusuf’um.” Arkadaşının sırtını sıvazlayan Emir, oldukça keyiflenmişti. Zifiri karanlık gözleri dostane bir bakıştan çok daha ötesini özümser gibi uzaklara kilitlendi. ... Çalılarla kaplanmış tepeye ulaşan Hanne, yuları bir ağacın gövdesine bağlayarak atın yelesini sarılıverdi. Görüp görebileceği en sancılı dakikaları geride bıraktığını düşünüyordu. Lakin kumlarını eskiten saat yavaş yavaş sona yaklaşıyordu. Düzeltilemeyen geçmiş, düşlenemeyecek kadar kızıl bir gökyüzüne gebeydi. Hünkar'ın boynunu okşadıkça nefesinin düzene girdiğini fark edebilmişti. Oldukça küçük denilen yaşlarda tanıştığı bu at kendisi için vicdanı mahkum bir çok insandan daha yeğdi. Hassas yüreği yeri geldiğinde kuş kadar zarif olurken yeri geldiğinde tüfek tutabilecek kadar da cesaretliydi. Yabandan gelen gürültüleri kulak ardı eden gönlü Hakk'ın hakikatine müptelaydı. "Sen bir ormansın, bir ağacın içinde. Ben çorak tarla, bir başağın içinde.
Sen bir bulutsun, bir yağmurun içinde. Ben kuru bir çölüm, bir kumun içinde
Sen bir rüyasın, bir gerçeğin içinde. Ben bir yarayım, bir bıçağın içinde.
Sen bir hayatsın, bir ölümün içinde. Ben bir ölüyüm, bir bedenin içinde.
Sen bir güneşsin, pervanenin içinde. Ben bir pervaneyim, İbrahim'in içinde.
Sen bir Züleyha'sın, bir Yusuf'un içinde. Ben kapkara bir saray bir zindanın içinde."
Beyazıt Bestâmi Keçeli
İffetsizliğin kapısında dahi bulunmak Hanne için zulümdü. Tesettüre gireli çok olmamıştı lakin daha evvelinde de annesinden gördüğü edep onun hayatının mihenk taşıydı. Gözümüzden sakındıklarımızı gözümüze sokan insanlar da hayatımızın olmazsa olmazıydı. Esma'nın en yakınlarından aldığı tepkiler ise imtihan dünyasındaki sancılı adımlardı. "Niye kapandın, saçların çok güzeldi?" "Tabi tabi, biz senin geçmişini de biliriz." "Sen de az değildin hani! Hemen de hoca kesildin başımıza!" "İnsanoğlu, çiğ süt emmiş." sözünün tahtına dayanan asasıydı lafügüzaf cümleler. Nefislerini ilah yerine koyan beşerin bitmek bilmeyen iç savaşıydı ahlâk bekçiliği. Haset tohumları çoktan saçılmıştı, merhameti tükenen katı kalplere. Ailesinin haddinden fazla üzerine titremeleri çocukluktan çıktığının alametiydi. On sekizinden gün almış aklının tek emeli; dur durak bilmeden çalıştığı, sınavdan önce okunmuş pirinçler yediği, tesbihler ve dualarla zırhlandığı Mimarlık Fakültesi’ni kazanabilmekti. "Şu sınavı da hayırlısıyla atlatırsak ver elini güneş, ver elini gökyüzü! Kaçalım buralardan. Başka memleketlere doğalım. Gökyüzüne hasret karanlığı, topyekûn aydınlatalım." Sayıkladığı mutluluğunu semayla, kuşlarla, rüzgarla, doğayla ve sadakat yürekli atıyla paylaşıyordu. Zira duygular dahi ehli olan ile huzur bulurdu. Onun yanına kadar ilerleyip yeniden başını okşadı ve kollarını boynuna doladı. "Hanne'nin yareni Hünkar Efendi! O vakit geldiğinde dert edineceğim bir sen bir de annem var. Kozasına mahkum bir kurt gibi sıkışıyor göğsüm. Ömrümüzden kalan bir güne hazırmışım gibi özlüyorum gökyüzünü.” "He yani bir tek o hayvanla, anan öyle mi? O sırada biz de bostan korkuluğu oluyoruz.” Öteden duyduğu ses ahı üzerinde bir günün son hamlesi gibiydi. Seyrek adımlarla yaklaşan Celil, habersiz yakaladığı kızın hışmına uğramak üzereydi. "Aklının çanağı çatlamasın emi?! Hayallerim gerçek olmadan aha da burada 'hık hık' deyip gidiyordum." Hanne'den birkaç yaş büyük olmasına rağmen kendisi için bir kardeşten farksız olmayan Celil ile beraber yağmur kokulu, dağlar dolusu anısı vardı Hanne'nin. Yine de tüm bunlar çeşmede olanları görmesi için yeterli değildi. Sorgularcasına süzdü hareketlerini. "Bu aralar deli divane geziniyorsun, seslendiğimi duymamış olmalısın.” "Haklısın,” Genç kız, omuzlarını düşürerek soludu. Dalgınlığı, bir an evvel önlemini alması gereken bir alışkan haline gelmişti. “Bu aralar içim içim sığmıyor. İşimiz bir sayfalık kağıt parçasına kaldı, daha ne olsun?” “Şu mesele,” diyerek kafasını sallayan Celil, zihnine düşenlerle devam etti. “Yeri gelmişken,” Celil, ciddileşen çehresini Hanne'ye çevirdi. “Hakkında duyduklarım, doğru mu?”
Bölüm Sonu.
İlk bölüm 1. kısım sizlere emanet ^^ Birlikte büyüyeceğiz inşallah, umarım beğenirsiniz.
|
0% |