Yeni Üyelik
5.
Bölüm

Hayallere Tutsak

@hazanyelii

 

 

《Pusuda bekleyen gönül süvarilerinin rüzgar avında olduğunu bilemeyecek kadar sisliydi deniz.

El sürülmeyen hayallerimi göremeyecek kadar kördü giziniz.

Siz manzaraya vurulan bakışlar,

Bense dalgaların arasında çağrışan yakarışlar...》

 

Sabırsız gerçekler, sindiremediklerini kusma konusunda hevesliyken yatsıyı bekleyemeyen yalanlar zamanın koynunda cebelleşiyordu. Tek bir çıkış yolu olan bu ilerleyişin zemini, adımlarını titretecek kadar can kırıklarıydı doluydu. Bassan gönlü eritecek, basmasan sırrı çözülmeyecek kademelerle arafta kalan sır perdesi kalemin dile getirdiklerine mahkumdu.

Genç kızın toz toprağından arındırıp cebinde sakladığı çocukluğu balçıklara bulanmış bir çöplüğe dönüşmüştü. Ekmeğinden yeyip suyunu paylaştığı simaların aynaya yansıyan gölgesine çekilirken ruhu dalgalarla cebelleşen bir rıhtımın kucağındaydı. Gönlünün duvağını kaldıran esintiden bir haber, kaderini arzulayan adımlarının müptelası oluvermişti.

Sızlayan burnunu çekip gözyaşlarını elinin tersiyle silen genç kız soluğu babaannesinin eşiğinde aldı. Hor görüleceğini bile bile bedenini sürüdüğü bu yol, istikbalinden yuvarlanan koca kayalardı. Aklanacaksa emelleri, beraat edecekse özgürlüğün nefesi paspas olacaktı yad ellerde. Epeydir yağlanmayı bekleyen oymalı ahşap kapı gıcırtıyla aralanırken içerideki sessizlik kalbini katmer katmer titretiyordu. Dokuma kilimin üzerinden ilerleyip kafasını hafifçe içeri uzattı.

Elindeki kirman* ile yün eğiren ihtiyar kadın Hanne'nin gelişini fark etmiş lakin dürülen çehresini bir gıdım kaldırmamıştı.(yün eğiren alet) Dibine kadar sokulan ürkek kız, dizlerini kırıp iki elini önünde birleştirdi. Kirman dönüyor, yün eğrilip ip oluyor lakin ikisinin ağzından da tek bir kelam çıkmıyordu. Bu suskunluğun akıbetini kılıcı ilk kaldıran belirleyecekti.

"Öldünüz sandım, meğerse yaşıyormuşsunuz."

Bakışlarını yukarı kaldıran Zühre, "Eğlenir misin benimle?" diyerek ilgisizce kirmanı çevirmeye devam etti. Sersemce sarf edilen sözlerin bir gerekçesi olmalıydı.

"Kölelerin efendilerini doğurduğu bir zamanda, ben de azıcık eğleniversem çok mu?"

Dönen kirmanı tek hamlesiyle durduran Zühre, koyulaşan bakışlarını kaldırdı. Aniden yükselen sesi genç kızı yerinden sıçratmaya yetmişti. Lakin kimsenin geri adım atmaya da niyeti yoktu.

"Utanmaz, arlanmaz! Kim kimin kölesiymiş de hele?"

"İnsan yaptığından utanır değil mi Zöhre Ana? Sana hakkımda ne söylenmiş ise onun kölesi olmuşsunuz. Halbuki civardaki onca insan önümüzde el pençe divan durur. Babam hep dedelerimizin adaletinden sebep saygınlığımızın olduğunu söylerdi. Ya dinlediklerim bir masaldan ibaret ya da artık adaleti sağlamak benim gibilerin haddine düşmüş."

Zühre'nin biraz evvelki öfkesi rotasını başka yöne çevirivermişti. Yaşının yarısı kadar bile etmeyen kız çocuğunun söyledikleri nedense gönlüne bir endişe olarak dökülmüştü. Bunca yıllık asaleti bir anlık gaflet ile yeni yetmelerin elinde zayi olacaktı. Son zamanlarda iki adımda daralan nefesine ve gidip gelen aklına türlü türlü mazeretler üretirken belki de kendini kandırıyordu.

"Velev ki kusur işlemedin, ne demeye holgan oynarsın?*" (boş boş gezmek)

"Elinde kanıtı olan kanıtını göstersin, elbet o gün ben de bildiklerimi saklamayacağım."

Hanne'nin çehresinde bir süre bakışlarını gezdiren Zühre, sorgularcasına kaşlarını kaldırdı. Kusurunu bildiği kadar dilinin ötesine de erebilecek kudreti yoktu. Lakin yaratılışı da kendisine benzeyen torununu uzaktan uzağa benimsediği içindi bu sessizliği. Peki ya kaderi? İster miydi ki aynı kara yazı torununun da başına bağlansın? Ağıtlarını uçan kuşa, biten toprağa döken mazi, intikamını hangi yeşeren fidandan çıkaracak, bilinmezdi. Elleri dizinden çekmeden titreyen bir serçe gibi iç çeken kızın dizini dürttü.

"Kanında şeytan dolaşır ama kabahatın büyüğü sende değil."

Her kelimesinde dizlerini döven Zühre ağlamaklı ses tonuyla veryansın ediyordu.

"O kerahat anandır rezil olmana sebep. Onca yıllık gelin bir kıza yol yordam gösteremiyor hey gidi!"

Babaannesinin her cümlesinde bir kere daha ezilen Hanne, eteklerini toplayıverdi.

"Bilirim, diyeceklerim kafi gelmez sana. O halde dikileceğim o soysuzların kapısına, korkum yok benim! Kim sahte kim değil elbette çıkacaktır meydana."

Hiddetle ayaklanan genç kızın eteklerinden tutarak asılan Zühre, torununun çehresindeki öfkenin ayan beyan şahidiydi. Meydan dayağı çekse içinin soğuyacağını bilse de içini üşüten bir suskunluğa bürünüverdi. Sinesindeki gürültü büyüdükçe, önündeki yün yumak düğüm düğüm oluyordu. Genişleyen burun kanatları hatırı sayılır bir elemle mücadele ederken dişlerini birbirine bastırdı. Belinden dizlerine kadar uzanan peşkirin* cebinden örgü saplı bir anahtar çıkarıp Hanne'ye uzattı. (yöresel uzun havlu.)

"Yüklüğün altında topraktan bir testi olacak. Oyalanmadan getir, de haydi!"

Afallayan genç kız eline aldığı anahtarı dokuma örgülü sapından tutarak bakışlarını kaldırdı.

"Olanlardan babam ve dedemin haberi olacak mı peki?"

"Düşüneceğim." deyiverdi Zühre, gözlerini pencereye dikerek ve gitmesi için kapıyı gösterdi. Anahtarı avucunda sıkıştıran Hanne, kilitli odaya ilerlerken beyninde büyüyen evhamlara engel olamıyordu. Öyle ki babaannesinin güvenip de kimseye teslim etmediği anahtar avuçlarındaydı. "Tık!" sesiyle açılan ahşap kapıyı araladığında burnuna dolan naftalin kokusuyla burun kanatları hareketlendi.

Sol tarafta oldukça eski olmasına rağmen el işçiliği oldukça fazla bir vitrin ve oymalı bir sandık bulunuyordu. Sandığın üzerinde bulunan ve bir kafa girecek kadar küçük bir pencereden içeri sızan güneş, rengi atmış kirli beyaz perdenin hışmına uğramıştı. Duvarlarda asılı duran eski zaman güğümlerinden halat örgülü eleklere, hatta üzerine bastığı keçeden halıya kadar birçok şey mazinin kokusunu üzerinde taşıyordu.

Bakışları zeminden birkaç karış yükseltilmiş ve üzerine yorgan döşekler yığılmış yüklüğe değdiğinde dikkatini o yöne yoğunlaştırdı. Alel acele hasırdan örtüyü kaldırıp meraklı gözlerini beton zeminde gezdiriverdi. Aradığı testi dimdik karşısındaydı. Testiyi kavrayıp ayaklandığı gibi geri döndü. O sırada vitrinin camında bulunan siyah beyaz fotoğraf aklını çelmeye yetmişti. Alnını çepe çevre sarmış pulların donatıldığı fesin altında gün ışığı gibi duran bir sima çarptı yüzüne.

"Zöhre Ana?" deyiverdi fısıltıyla. Fazlasıyla değişmiş, sadece bedeni değil ruhu da mazide kalmış gibiydi. Testinin serinliğinden çektiği parmaklarını tozlu resmin üzerinde gezdirmeye başladı. İşlemeli saya* giyinmiş genç kadının tek örgü saçı göğsünden dizlerine kadar uzanmıştı. O gülümseyen sima kucağındaki körpecik bebeğe bakıyordu. (yöresel bir kıyafet) Resimdeki sıcaklık, dudaklarının kıvrılmasına sebep olurken içeriden gelen sesle tozlanan parmaklarını üzerine siliverdi.

"Uyuşuk kız, satın mı alırsın testiyi?"

Elindeki testiyi kucağında sıkıştırıp bir koşuda babaannesinin yanına gelen Hanne, içeride halası ve yengesiyle karşılaştı. Üzerinde hissettiği tedirgin bakışlar sebebiyle bu karşılaşmayı tesadüften sayamıyordu. Melike'nin annesi Hatun, Zühre'nin talimatıyla gömme dolaptan çıkardığı beyaz çarşafı gelinleri olan Şöhret'e uzatırken Hanne, baş edilemez hislerin kıskacındaydı.

İçini yoklayan inceden endişe avuç içlerini ıslatırken cevapsız kalan sorularını tazelemekten de geri durmuyordu. Dürüst olmanın bedelini ödemeden çekip gidebileceğini aklından çıkarmıştı. Hanne'nin sorgularını umursamayan Zühre, elindeki bakır kabın içine testiden boşalttığı kristal maddeleri katarak ateşin üzerinde eritmeye koyuldu. Eriyen kristaller odanın içinde mentollü bir koku bırakırken birkaç bitki kökünü de ilave ederek kokunun yayılması için dört bir yanı tütsülemeye başladı. Yutkundukça boğaza değen acımsı tat giderek mide bulandırıcı bir hale gelmişti.

"Hatun hala bari siz cevap verin, nedir bu?" demekten kendini alamadı genç kız. Hatun göğsüne doğru sarkan yazmanın ucuyla ağzını burnunu kapatırken yüzünü ekşiterek fısıldadı.

"Şşt! Konuşacağına dilini tövbeye alıştır!"

Herkesin dudakları kıpırdanırken Hanne, genzini yakan dumanla yüzünü buruşturuyordu. Üzerine üfürülen nefeslerin daha ne kadar devam edeceğini bilemezken başının üzerine gerilen beyaz çarşaf sonrası ayaklanmaya çalıştı. Lakin yengesi ve halasının zoruyla gerisin geri salonun orta yerine oturtulmuştu. Babaannesinin kulaktan dolma öğrendiği duaları kendince düzeltirken yeniden bir hışma uğraması an meselesiydi. Pencereden vurun ikindi güneşi dahi bu karanlığın pasını silmekte aciz kalırdı. Bakır tasın içine dökülen kurşunlar çın çın öterken tavana yükselen buhar ağızları açık bıraktı.

"Ah ben bilmez miyim başımızda dönen kara bulutları! Görür müsünüz, nasıl da hepsi göz göz belerdi?"

Zühre kadının feryatlarına "Maazallah!" nidalarıyla alkış tutan Hatun ve Şöhret gözlerini bakır tastan ayırmıyordu. Ocağın üzerinde kaynayan çaydanlığın kapağı inip kalkarken Zühre, kaynayan otlarla yeni bir karışım yaparak içeri yönlendi. Bağdaş kurmuş öyleyece bekleyen torununun önüne kadar eğilip elindeki bardağı uzattı. Bardaktan gelen ağır koku geçip geldiği yerleri çoktan tesiri altına almıştı bile.

"İç bunu!"

"İçmem," diyerek yanıtlayan Hanne, bir kez daha ayaklandı ve ellerini beline koydu. Kısa sürede soyadının tekin olmayan yüzüyle karşılaşıvermişti.

"Ne olduğu belirsiz o iğrenç şeyi içmeyeceğim. Üstelik büyü olup olmadığı ne belli?"

Hanne'nin çıkışmasıyla hep bir ağızdan yükselen "Tövbe bismillah!" nidaları odanın duvarlarına sürtünüyordu. Zühre, buruşturduğu çehresini torununa doğrulttu.

"İçindeki iblisin ateşini söndürdük fena mı? Kendinle beraber bizi de yakacaksın haberin yok! Yaradanın duasından kim zarar görmüş ki sen göreceksin?"

"Beş vakit Allah'ın huzurundan kaçmasanız, belki de inanırdım."

"Edepsizleşme!" diyen Hatun, annesinden evvel davranacakken Zühre elini kaldırarak kızını durdurdu. Kıvrılan dudakları sinsi bir fısıltı işitmişçesine sükunete ermişti. Ellerini arkasında birleştirerek Hanne'nin çevresinde dönmeye başladı. Odanın içindekiler sanki tek bir yok oluşa yemin etmiş gibi gözlerini genç kıza dikmişti. Onun vicdanını yoklayan insanlık çoktan yaşamak için öldürmeye seçmişti bile.

"İster misin, rezilliğinden sebep okulun yansın? Akıllı kızsın, ağzımdan çıkan sözlerin nasıl da tesir edeceğini bilirsin."

Öfkesini titreyen dudaklarına hapseden genç kız hayal kırıklığına boyanan bakışlarını bir kez daha kimsesizliğe kaldırdı. Göz pınarlarını dolduran yaşlar akmamak adına inat ederken tane tane dökülüverdi yanaklarına. Zühre'nin uzattığı bardağın ağır kokusu midesini alt üst etmişti bile. Burnunu eliyle kapatıp titreyen dudaklarını bardağa yanaştırdı.

Bir dikişte bitirdiği bardağı yere bırakmadan diğer eliyle gerilen boğazına sarıldı. Dilini pare pare eden acı tat, boğazını yırtıp geçerken gözlerinden oluk oluk yaş boşalıyordu. Kendisini izleyen bakışlar zafer edasıyla parlarken yerinden doğruldu.

"Oldu mu," deyiverdi dişlerinin arasından ve elini yanan midesinin üzerine götürerek devam etti.

"Tatmin oldunuz mu şimdi?"

Acınası bir ses tonuyla ettiği sitem sonrası kapıya yönelen genç kız babaannesinin tehditvari sözüne rağmen kapının kulpunu asıldı. Kokusunda huzur bulduğu memleketi kaderi olmuştu bir kere.

"Bunu zaman gösterecek."

Gürültüyle kapanan kapı sonrası kendini temiz havaya atan Hanne, yutkundukça midesinden yükselen bulantıya engel olamıyordu. Öyle ki tezek kokusuna eş değer bir sıvıyı midesine indirivermişti. Büyük avlu kapısını sertçe kendine çekip dışarı çıktığında midesinden yükselen sıvı ağzından fışkırırcasına dökülmeye başladı. Boş bulduğu alana göz altları kızarıp boğazı yanana dek içindeki zehri akıtmıştı.

Bakışlarının ucundaki tarihi mahalle çeşmesinden akan oluk oluk suyu bir kurtuluş vesilesi bilerek yanaştı. Yüzünü olduğu gibi çeşmenin altına tutup defalarca kez boğazını temizledi. Çeşmenin serin taş duvarlarına sırtını dayayıp başını geriye yasladı. Sanki göğsüne koca koca kayalar yüklenmiş de canı boğazına kadar gelivermişti. Hayatının üzerine atılan çamurdan ibaret olmadığını bilse dahi kendisinin bir bataklıkta yaşadığını idrak etmesi sabırsızlığa sürüklüyordu.

İkindi ezanı okunmuş, bağ ve bahçede iş gören ev ahalisinin çiftliğe dönme vakti yanaşmıştı. Tabanları uyuşan genç kız yemin etmişcesine yerinden kımıldamıyor yoldan gelip geçen kadınların selamına dahi gülümsemekle yetiniyordu. Bir süre sonra ayak sesleriyle beraber yükselen tanıdık sesler dalgın bakışlarını harekete geçirdi. Gördükleriyle de bir çırpıda yerinden doğrularak yolun ortasına dikildi. Buğulu gözlerini çenesi bandajlı adama diken Hanne, bugünün hıncını alamamış bir sima ile karşılaştı.

"Ne istiyorsun," diye soruverdi genç kız. Uzunca bir süredir ayağına takılan taşı artık kenara çekme vakti gelmişti.

"İstediğin bir özürse şayet sana zarar verdiğim için," dedikten sonra avuçlarını acıtırcasına sıktı ve dişlerinin arasından fısıldadı.

"Özür dilerim."

Genç kızın karşısında ciddiyetini koruyan Emir, onun sözleri sonrasında gevşeyiverdi. Yamacında dikilen amcaoğlu Cengiz'e kaş göz işareti yaparak gülümsemeyi de ihmal etmedi. Yere düşen haysiyetini kaldırabilmek için tam da bu anı bekliyor gibiydi.

"Kendimle övünmeli miyim? Karşımda durmak isteyenlere karşı ayrı bir cazibem var gibi hissediyorum."

Emir'in sözleriyle ellerini cebine sokan Cengiz, göğsünü kabartarak genç adama karşılık verdi.

"Peki, yeterli mi?"

"Sanmam." deyiverdi karanlık bakışlarıyla ürkek bir ceylanı süzer gibi. Ruhunda kıpırdanan bambaşka bir kıvılcım merhametini kör edecek kadar kudretliydi. Bir anlığına da olsa yumuşayan yüz hatları yeniden katılaşırken genç kızın yanından bir gölge karanlığında geçiverdiler. Dilediği özrün karşılığını sol yanağında hisseden Hanne, dişlerini birbirine bastırıp ayağıyla zemindeki tozu kaldırıverdi.

"Hanne!"

Adının seslenilmesiyle yönünü çiftliğin kapısına çeviren genç kız karşısındaki mahzun çehreyi görmezlikten gelerek içeri adımladı.

"Vaktin varsa konuşmak istiyorum, her zamanki yerimizde."

Geride kalan Derman, süzülen bakışlarını kenetlediği ellerine indirdi. Olanları uzaktan izlemişti lakin asıl derdi gördükleri değil, bildikleriydi.

"Biliyor musun, artık oraya uğramıyorum. Çünkü bana eskisi kadar güven vermiyor."

Genç kız midesinde bir anlık gafletin ödediği bedel, aklında ise çaresizliğin ördüğü ağlar ile cebelleşiyordu. Hal böyleyken ruhunun ücra köşelerine sinen cesareti tutup çıkarabilecek miydi, bilmiyordu.

...

Aradan günler geçmiş bağlardaki meyveler hasat zamanı için yeterli olgunluğa ulaşmıştı. Fecir ile birlikte telaşeli bir güne uyanan Türkay çiftliği bu zamanı en verimli bir şekilde geçirmek için kolları sıvamıştı. İhtiyarlığı bir yana topal bacağını sürüyerek işçilerin başında bulunan İzzet Türkay, sağa sola talimat vereverek hazırlığı hızlandırıyordu.

Sabah namazından sonra sıcak yatağına dönmeyi umut eden Hanne, dışarıdaki koşuşturmacayı pencereden izledi. Hasat mevsimi gelmeye görsün çoluk çocuk demeden herkes bağlara dökülürdü. Dışarıya süpürülmeden bir an evvel hazırlanıp çıkması gerekiyordu.

Üzerine giydiği keten gömleği şalvarın içine sıkıştırıp hırkayı da üzerine geçirdikten sonra peçeli, güneşlik şapkayı eline alarak dışarı adımladı. Tüylerini diken diken eden sabah serinliğine karşı hırkasına sarılan genç kız yenice çalışan motorun kasasına yanaştı. Bir hamlede kasanın demirlerinden yukarı çıkan Hanne eski bir kilimin üzerinde iki büklüm uyuklayan Derman'ı görünce ayağını geri çekiverdi. Doğruca motorun tepesinde yerini alan genç kız, sırtını cama vererek Celil'in gelmesini bekledi. Derman'a olan uzaklığı gözünün önüne gelen anılara ağıt dökse de alışması gereken çok fazla gerçekle bir başınaydı.

Üzerinden kaç takvim yaprağı savrulmuştu rüzgara, sayamamıştı. Annesinden yediği azar dilini kurutmuş, göğsünde derin bir kuyu açmıştı. Onların istediği bir kalıba sığmak nefsine ağır gelse de suçunu kabullenip arınmayı bekleyen mahkumlar gibi el pençe divan oluvermişti. Meryem bir tokatı kerametten bilip şükrederken Zühre asıl kerametin nefesinde gizli olduğunu düşünerek gururlanıyordu. Genç kızın gönlünde biten bir parça teselli ise Mevla'dan gelecek mükafat ile iftar edeceği akşam ferahlığıydı.

Güneş kendini iyiden gösterirken meyve bahçelerine ulaşan motor kontak kapatmış, sepetlerini alanlar gruplara ayrılarak ağaçlara yönelmişti. Koca arazinin başında dizeler halinde sıralanmış ağaçların en ihtiyarına yönelen Hanne omzuna vurup ilerleyen Derman'a çıkışacakken diğer omzundan gelen darbeyle tökezledi. Yamacından geçip giden Celil kıs kıs gülerken arkasını dönmeden genç kıza sesleniverdi.

"Atı alan üsküdarı geçti Hanne hatun, şansına küs!"

Yerden aldığı çürük kirazları arkalarından fırlatan Hanne, söylenerek boş bulduğu bir ağacın tepesine çıktı. Sayım vaktine kadar ortalamanın altına düşmeden kasaları doldurması gerekiyordu. Birilerinin gözüne girmekten ziyade göze takılan bir fazlalık olma duygusundan kurtulmalıydı. Son zamanlarda yaptığı gibi...

Zaman geçtikçe Derman ve Celil'in olduğu ağaçtan yükselen gülüşmeler genç kızın dikkatini dağıtmaya başladı. Bu yıla kadar güle oynaya gelinen kiraz bahçesi "Bitse de gitsek!" dedirtecek kadar sıkıcı geçiyordu. Lakin Derman ve Celil'in ağacından gelen latifeler eskisi kadar şenlikli olduğunun kanıtıydı. Kendisini çirkin ördek yavrusu gibi hissederken sızlayan burnunu çekiverdi. Halbuki ördek yavrusunun çirkinliği kabullenmesi mutsuzluğunun sebebiydi. Çirkin olmak yoktu, onca güzelliğin arasında çirkin olanı görmek vardı.

O esnada alnına çarpan bir nesneyle afalladı. Burnunun üzerinden dudaklarına doğru akan kırmızı sıvıyı diliyle yalarken gözlerini kısarak merdivenin öbür yamacına geçti. Celil'in elindeki dallardan yapılmış sapan fırlatılmayı bekleyen kirazlarla doluydu. Henüz bir şey demesine fırsat kalmadan hepsi de yüzünü gözünü işgal edivermişti. Gülmesi gerekiyordu hem de gözlerinin içine kadar.

"Oradan eğleniyor gibi mi görünüyorum?"

"Hayır," diyerek yanıtlayan Celil yediği kirazın çekirdeğini dudaklarından dışarı fırlattıktan sonra devam etti.

"Eline su dökemeyiz. Koyun gübresi ya da solucan fırlatmak kulağa daha komik geliyor."

"Babaannemin kucağına fırlatılan çekirgeyi unutmayalım." diyen Derman yaprakların arasından Celil'i onaylıyordu. Derman ve Celil, maziyi kucaklayan maceraları yad ederken tüm bunlar Hanne için gölgelerin arkasında kalmıştı. Karış karış bulandığı topraklar şimdilerde ayak bağı olmaktan başka bir maharet gösteremiyordu. İçi geçene kadar gülebilmeye mecali yoktu. İçi çıkana kadar haykırmak istiyordu kırgın gönlünü.

"Kesin şunu, cidden."

Celil'in sorgulayıcı bakışları altında kendisine seslenen annesine kulak vererek bir bidon suyu kavradı. Güneş iyiden iyiye kendini göstermiş bidon bidon taşınan sular dibi tutan ahaliyi anca kendine getirebilmişti. Sıra en son kendine gelebildiğinde bir testi suyu yarısına kadar bitirip ıslak dudaklarını koluna silen genç kız kiraz ağacına geri döndü. Merdivenin ilk basamağına sağ ayağını koyduğunda kolunda hissettiği baskıyla başını çevirdi.

"Gelsene biraz."

"Kaytaracak vaktim yok ama söylemek istediğin her neyse dinliyorum."

Bıkkınca soluyan Celil, bu soğukluğun sebebini öğrenmeden rahat durmayacaktı. Üstelik uzun bir süredir Hanne'nin kendi rızasıyla dilinin bağını çözmesini bekliyordu. Genç kızı kolundan tuttuğu gibi aşağı indirip bahçenin hizasından akan dereye doğru götürdü.

"Ben de tam onu diyordum yörük kızı. Kaytarmak için bundan daha mükemmel bir zaman olamaz."

Bahçe ile dere arasında kalan beton duvara geldiklerinde Celil, önden atlaması için işaret etti. Bahçeye geldikçe oyalandıkları bir uğrak haline gelen dere kenarına inen genç kız arkasından atlayan Celil'in iki dudağı arasından çıkacak sözlerine odaklandı.

"Görmeni istediğim bir şey var."

"Bu kaçamağa değecek bir şey değilse,"

"Hiç şüphen olmasın." diyerek lafını tamamlayıveren Celil, akıntının zıttında ilerlemeye başladı. Derenin kenarında biriken irili ufaklı taşlar genç kızın topuklarını acıtırken Celil'in arkasından yetişmeye çalışıyordu. İlerledikçe suyun yatağa genişliyor ve derinliği de artıyordu. Çevredeki nem kokusununu ciğerlerine dolduran genç kızın kulakları cıvıl cıvıl kuş seslerine karışan su şırıltısıyla uyuşmuş gibiydi. Bir anda arkasını dönüveren Celil, şelaleye varan dar yamaçtan önceki son kıvrımda durdu ve kenara çekildi.

Genç kızın derinliğinden korktuğu için giremediği suyun yatağı genişletilmiş üstelik karşıdan karşıya geçmek için de asma bir köprü yapılmıştı. Akarsuyun bu kısmı bahçenin diğer bölümünün girişinde bulunuyordu. Köprünün dibinde bulunan su motoru bangır bangır çalışırken heyecanla tahtaların üzerine çıkan Hanne, titreyen ayaklarını alıştırdıktan sonra bir o yana bir bu yana koşarak eğlenmeye başladı.

"Sübhanellah! Bunca şeyi tek bilekle yaptığını söylersen ağlarım."

"Evet, yorgunluğuma değecek kadar güzel bir iş oldu."

"Ne yani," diyerek sızlanan bakışlarını kaldırdı genç kız.

"Tüm o geç gelmelerin, uykusuzluğun ve geçmek bilmeyen baş ağrılarının sebebi bu muydu? Aylardır bununla mı meşguldün?"

Hanne'nin çehresinde görmeyi özlediği gülücükler ile yeniden karşılaşan Celil, ruhundaki huzura da vesile olabilmeyi ölesiye istiyordu. Karşısındaki kızı mutlu edebilmeyi isteyecek yaşa geldiğini görmek kalbini kıpırdatıyordu. O esnada çalışan su motoru tekleyerek duruverdi. Motorun başına gelen Celil, aksanlarını kontrol ettikten sonra derenin öbür tarafındaki yonca tarlasına doğru devam eden boruları kontrol etti.

Bağ ve bahçe ile alakalı sorumluluğu öylesine büyüktü ki her koşulda önceliğini sırtlandığı görevlerine veriyordu. Bundan sebep çiftliğin bel kemiği sayılabilirdi lakin yaşı ilerledikçe gönlündekilere yetememenin acizliğini yaşıyordu. Son anda benzin bidonun boş olduğunu fark ederek şapkasını çıkarıp parmaklarını koyu renk saçlarından geçirdi. Onun bunaldığını fark eden Hanne yükünü hafifletebilmek adına atıldı.

"Bırak da ben halledeyim."

Hanne'den önce davranan Celil, kalmasını söylereyek bahçe girişine yanaştı. Arkasını dönmeden alayvari bir ses tonuyla seslendi.

"Hayvan haşereden korkmazsın değil mi?"

"İki ayaklı olmadığı sürece sorun yok."

Celil'in kahkası ile sonlanan gürültü yerini sadece küçük şelalenin coşkulu sesine bırakmıştı. Cebinde titreyen telefonundan gelen bildirim sesi sonrası elini şalvarın iç cebine uzattı. Gelen mesaj, okuldan bir arkadaşına aitti. Gözleri kocaman olan genç kız dudaklarını ısırıverdi. Nefesi boğazına kaçmış, göğsü aniden sıcaklığın elli tonuna ulaşıvermişti.

"Oy gadasını aldığım! Nasıl unuturum bugünü?"

Eli ayağına dolaşan genç kız nereye koşacağını şaşırmıştı. Bulunduğu yerde telefon çekse dahi internetin sinyal gücü zayıf gösteriyordu. Köprünün üzerine çıkarak sinyal gücünün işini görecek kadar yükselmesini umut eden genç kız elleri havada volta atıyordu. Çabaları sonrasında internet sitesine girmeyi başarabilmiş ve kimlik bilgilerini sesini arşa duyuracak yükseklikte tekrar ederek tuşlamıştı.

"3-8-1-6-4..."

Gören sanardı ki kulak duymaz, göz görmez.. Bilen bilirdi ki derdi uzun olanın feryadı da uzun olur. Dakikalarca çabalamasına rağmen sinyalin yetersiz oluşu siteyi zaman aşamasına uğratıp girilen bilgileri sıfırlıyordu. Havada asılı kalan kolu tutulurken her deneme ayrı bir işkenceyle sonuçlanmıştı.

Ayaklarının altındaki tahtalar sünger gibi yaylanıyor, bedeni dengede kalmaya çalışarak gökyüzüne kast ediyordu. Ayak uçlarının üzerinde yükselip son kez rakamları tuşlarken o hengamede telefon ellerinin arasından kayıverdi. Uzaydaki uydu çanakları ile avuçlarından kayıp giden el kadar cismin arasında sıkışıp kalan umudu kaybetmeyi göze alamayacak kadar kararlıydı. Dengesini kaybeden genç kız bağır çağır birkaç metre yükseklikten akarsunun kucaklarına düşüverdi. O esnada yamaçlardaki otların arasından yaklaşan bir çift ayakkabı suyun dibine kadar yaklaşmıştı.

Beline kadar gelen suda doğruluveren genç kız genzine kaçan sular sebebiyle boğazı eskiyecek kadar öksürüğe boğulmuştu. Kendini toparlayabildiği ilk anda telefonunun düştüğü yeri tespit etmeye çalışıyor bir yandan da sitem edercesine ağıt döküyordu.

"Şeytan aldı götürdü satamadan getirdi. Armut dersem çık elma dersem defol. Armut!"

Elma değil mi o?

Ayağının altındaki taşlar sebebiyle birkaç kez tökezlemiş ve çırpınarak da olsa yeniden ayaklanmıştı. Çok geçmeden de tükürüğünü yutarcasına bağırıverdi.

"Elma tamam mı elma! Sen de beni inandığım yolda yanlız bırakacaksan bir daha sakın ortaya çıkma!"

Armut olacaktı ama sen bilirsin..

Sonrasında sesini biraz daha kısarak devam etti.

"Elimi sallasam elli tane telefon alırım değil mi ama?"

Eliyle suyun yüzeyini tokatlayan genç kız sağından gelen sesle dengesini koruyarak ellerini göğsüne getiriverdi. Cezalandırıldığını düşünmemek elde değildi lakin gördükleriyle yutkunması bir oldu.

"Erciyes Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, örgün öğretim."

Elinde telefon ile dibindeki meşe ağacına dayanan genç adam bir süredir istemeden de olsa Hanne'yi izliyordu. Tiz sesiyle defalarca kez aynı rakamları tekrar etmese belki de bu kadar dikkatini çekmeyecekti. Günler sonra yeniden onu görmek alışkın olduğu şeye kavuşmuş kadar tad veriyordu. Kaderin cilvesi onları yeniden buluştururken her defasında yeni bir Hanne ile tanışmak Yusuf'un merakını körüklüyordu. İhtiyacı olmayan tüm özelliklerin bir bedende buluştuğunu itiraf ederken Hanne adı altında olan herşeye de ihtiyaç değil zorunluluk gözüyle bakıyordu.

"Ne-Neden bahsediyorsun?"

Geri geri adımlamayı ihmal etmeyen genç kız bir yandan da vücuduna yapışan kıyafeti havalandırma peşindeydi.

"Sonuçlar diyorum, dedi Yusuf," elindeki uzay mekiğine benzer telefonu işaret ederek.

"Kazanmışsın."

"Kazanmış mıyım?" diyerek sorguladı genç kız pırıl pırıl bakışlarını karşıya dikerek. Sesi kafesinden uçmayı bekleyen bir güvercin kadar hevesliydi. Genç adamın başını sallar sallamaz genç kızın dudaklarından yükselen şakırtılar suyu titretiyordu.

"Kazanmışım!"

Dilinde sakız ettiği bir kelimelik cümle dünyalar dolusu mutluluğu gönlüne boşaltıyordu. Ellerini iki yana açıp kendi çevresinde dönüyor, gökyüzüne diktiği bakışlarında bin bir şükürle raks ediyordu. Bir ara tüm bedenini suyun yüzeyine bırakıp öylece kalmıştı. Arkasını dönüp gitmesi gereken Yusuf, büyülenen bakışlarını karşısındaki kızdan alamıyordu. Tüm olumsuzluklar onu izlediği bir ana bedel değildi. Sebebini sorgulamaktan da acizdi. Onunla karşılaşana dek hayatının ne kadar da kuru kuruya tükendiğini anımsayamamıştı. Nemli kirpiklerinin arasındaki üşüyen bakışlarına baktığında korkunun dahi büyük bir değeri olduğunu görebiliyordu.

Genç adamın bakışlarındaki derinliği fark eden genç kız kendisini toparlayıverdi. Her ne olursa olsun karşısındaki adam kendisi için gözle görünür bir tehlikeydi ve temkinli olmak için ne kadar da geç kaldığını yenice fark edebildi. Lakin ilmeği kaçmış güven yumağının bir ucu kendisinde öbür ucu ise Yusuf'un gönlünde düğümlenmişti. Hislerini sahiplenen bu zemheriden kaçamıyordu.

"Benimle alay etmiyorsun, değil mi?"

Ciddileşen çehresini karşısındaki gence doğrultan genç kız Yusuf'un elindeki telefonu uzatmasıyla duraksadı. Sağa sola bakınmayı ihmal etmeyerek akarsunun karşı kıyısına kadar ilerledi. Kenara çıkabilmek için çamurlara bata çıka kendisini otların arasına attı. Bakışlarının ucundaki telefonun Ürün Yerleştirme Reklamı'ndan kopup gelmiş cazibesine karşı mahzunca kaşlarını indirdi. Çamurlanan kınalı parmakları ile böyle bir mucizeye dokunamazdı. Ellerini bir çırpıda ıslak kıyafetlerine silip karanlık ekrana dokunuverdi. Genç kız mimiklerinde oyalanan bir çift gözden çok daha uzak bir heyecanın içindeydi. Dilinden dökülen şükür nidaları uzun bir süredir üzerine çöken karanlığın perdesini aralayıvermişti.

"Peki neden," demekten kendini alamadı genç kız. Kendisi için hatırı sayılır bu iyiliğin altında yatan niyeti sorgulamak istiyordu. Bu sorgulamayı es geçen genç adam öylece Hanne'nin yanından geçip giderken kulaklarına değen sözler sonrası adımlarını yavaşlattı.

"Takip edildiğimi düşünmekten başka cevap bulamıyorum."

Genç kızın ıslanan kirpiklerinin sakladığı bir çift küre karanlığından soyulmuş güneş gibiydi. Bozkırın çorak arazilerinde biten gelincik gibi kınalıydı yüreği. Lakin bir rüzgara dayanamayacak kadar da kırılgan olduğunun farkındaydı. Onun canına değecek bir kıymık kendi yüreğinden taşıp gidecekti.

"Tehlikenin farkında olmak da güzel. Olanlardan Celil'in de haberi varsa şimdiye kadar çözüm bulması gerekirdi, öyle değil mi?"

"Bunu yapamam. Hiçbir şeyden haberi yok."

Arkası dönük bir halde kasılan çenesini sıvazlayan Yusuf, içindeki kasveti dışarı soluyarak bedenini çevirdi. Az önceki sakinliğinden eser kalmamış, sebepsiz bir öfkenin hadimi oluvermişti.

"Sevdiğini korumaya çalışan cesur yürekli bir kız olmak için fazlaca safsın."

Duyduklarına bir kulp arayan Hanne ise gözlerini kısarak Yusuf'a yaklaştı. Sorgusuz sualsiz duygularına müdahale etmeye çalışan bu adam diğerlerinden daha tehlikeli kıvılcımlar saçıyordu.

"Düşmanımın dostu düşmanımdır."

"Öyle mi?" diyerek kaşlarını kaldırdı Yusuf.

"Öyle!" diyerek yineledi genç kız.

Tükürürcesine sırıttı genç adam. Mani olmaya çalıştıklarına rağmen her defasında önüne duvar çeken bu köylü kızına gereğinden fazla kapıldığını fark etmişti. Üstelik Celil ile olan münasebetini de kabullenmiş gözüküyordu. Belki de fedakarlığı gereksiz bir gürültüye sebep olmuştu. Hızlanan kalp atışları yitirilmiş hislerin gafletiyle yüzleşirken adımlarını bahçeye doğru çevirdi.

"Hanne!"

Bahçenin girişinden yükselen ses, Hanne'nin yüreğini hoplatıvermişti. Gönlünden dökülen yumak yumak endişe adımlarını örten molozlara dönüşüyordu. Vücudundaki ıslak kıyafetlere rağmen ruhu güneşin eskittiği yaprak gibi yalpalanıvermişti.

Ve... Hayallerine tutsak gelinciğin masalı arafta asılı duran terazinin merhametine kulaç atıyordu.

Bölüm Sonu.

 

 

Loading...
0%