@hazanyelii
|
Aşk, düne ait olan mıdır Yahut bugün müdür, anın koynunda Belki de yarınların dar acağında... Öyle ya, aşka dair ne varsa aşeka
Sakarca hislerin müridiydi yarım kalmışlıkların sevdası Kimi zaman yorgunluk, kimi zaman öfke, çokca hasret cabası Gecesine kadar buyur edip rüyalarını kiralayan duası Kalbi lal, zikri ayan edendir aşk..
Ömrü ahirin 12’sinde, azatlı bir kuşun bir gönülde çırpınışı Koştukça eriyen bir zamanın durdukça elmasa dönen alın karası Evvelinde aşk edip ahirinde aşeka eden bir kördüğüm vakası Fezada bir gül, gönülde bülbüldür aşk..
İnceden bir esintinin eşlik ettiği sazın teli İzzet’in nasır tutmuş parmaklarında yoğruluyordu. Harman yerine dönmüş gönlünün ninnisi, dilinin söyleyeceklerinden daha tesirliydi. Dili sükut ederken ezginin ahengine kapılmış sinesi kıyım kıyım dökülüyordu halkalara bulanmış gözünden. Güneş tepeye gelmişti gelmesine lakin o hala kızgın soğukta çorapsız kalmış bir çocuğun gecenin on ikisinde kalan gözyaşıydı. Büyümekle övünenlerin en büyük kazığını yemiş gibi sızlanıyordu onbeşlik hisleri. Kimse ona fikrini sormamıştı üstelik. Her yaşta yeni bir yük kazanmak ne büyük maharetti. Altın rengi başakların ortasında gözlerini açmıştı dünyaya. Çelimsiz parmaklarıyla avuçladığı toprak o gün bugündür ruhunu terbiye etmeye devam ediyordu. “Ölüye yas tutulur İzzet Ağa, diriye değil!” Buğulanan gözlerini baş parmağıyla oğuşturup avludan gelen sese dikkat kesildi. Toprağın kahrıyla kalaylanan pabuçlarını sürüyerek gelen ihtiyar kadının bir eli asasında öbür eli ise kamburlaşan belindeydi. Yeşilin en açık tonundaki bakışları, zayıf yüz hatları ve belirgin elmacık kemiklerinin ortasında bir elmas gibi parlıyordu. Koyukahve tülbentinin altından sarkan incecik kınalı örgüler beline kadar uzanıyordu. Yamalı entarisinin altında dünyanın tantanasından soyulmuş ak pak bir kalp çarpıntısı taşıyordu. Sazın burgusu ile beraber sinesindeki yorgunluğunu da telin altına yerleştiren İzzet, sapından tutarak sedire yasladı. Merdivenin başına kadar ağır aksak ama bir o kadar da suçlu adımlarla ilerledi. Zira yolunda yürümekten dahi aciz kalan bu ihtiyarı ayağına kadar getirmek kendi ihmalkarlığıydı. “Seni ayağımıza getirecek kadar büyüdük mü Akkız kadın?” “Önemli olan yürümek olaydı herkes vardığı yere ulaşırdı öyle değil mi? Gelmeye takatin olaydı gelirdin elbette.” “Aleyküm selam Akkız kadın, aleyküm selam!” Son hecenin üzerinde bir elif miktarı duraksayan İzzet, kollarını açtı. “Selamsız sabahsız geldiğine göre yanlız gelmemiş ifritini de koymuşsun heybene.” İhtiyar kadın tövbeler okuyarak tırmanmıştı merdiven basamaklarını. İki soluğunu bir araya getiremeyen ciğerleri tıkanmış, balkon eşiğine varır varmaz tabanını kilimin üzerine bırakıvermişti. Kuruyan boğazına yapışan soluğu düzene girdikten sonra İzzet’in uzattığı suyu üç yudumda içti. Ev işlerini gözeten Şengül’e soğuk şerbet getirmesini söyleyen İzzet, ihtiyar kadının asasını uzatmasıyla duraksadı. “Kapına ekmek aş dilenmeye gelmedim, otur hele iki çift lafım var!” “Geleni sofrasız koymak ne zamandır adetimiz olmuş. Çocuklar ocak başında, senin bizim soframızda bizim de senin duanda nasibimiz varmış.” “Öyle ya,” deyiverdi ihtiyar kadın başını sallayarak.Lafı gediğine oturatacaktı besbelli. “Toprağa kan, yüreğe eman düştüğünden beri herkes adetlerini sorgular. Sana bir yetim emanet ettim İzzet ağa, ahvalinden dahi haberimiz yok.” “Hele bir sakinleş Akkız kadın,” Bağıra çağıra kendisini paylayan ihtiyar kadına bahçeyi işaret etti ve sesini alçaltarak sitem etti. “Habip senin yetiminse benim de oğlum sayılırdı. Koca bir ağıl, içinde yüzlerce hayvanla bir gecede yandı, susacak mıyız? Elbette vakti zamanı gelince hak yerine bulacak. Lakin önce içimizdeki hainlere had bildirmemiz gereklidir. Karşımda mı duracaksın yanımda mı, sen onu de hele?” “Hain mi?” demekle yetindi ihtiyar kadın. Bahçede iş koşturan işçilerin göz ucuyla kendilerini izlediğinin farkındaydı. “Ulu orta yerde edilecek laflar değildir Akkız kadın.” İzzet, evin arka tarafında bulunan kapalı balkona geldiklerinde ihtiyar kadının yerine yerleşmesine bekledi. Akkız, köyün en bilgin ve sözü dinlenir çınarlarındandı. Seksen yılını verdiği bir karış tarlasından çıkan buğdayı bir yıl boyunca yetirir, kimsenin malına gözünü dikmezdi. Aynı zamanda koskoca köyde sadece İzzet’in değil tüm köylünün kapısında doyduğu ve duasıyla şifalandığı bir şifacıydı. Günlerdir köylünün ocağında kaynayan yarı doğru çoğu yanlış haberleri dinleyip orta yolu bulmak için kolları sıvayacaktı. 2 Hafta Önce... Yanmış et kokusuna bulanmış ağılın duvarlarındaki kara lekeler İzzet’in avuçlarındaydı sanki. Avuçlarını sakladı yumruk yaptığı parmaklarıyla. Hayvan leşlerinin sessizliği ile uzun bir muhakemeye girdi. Koydu avuçlarını isli duvalarların üzerine, yaşananları hissetmek adına. Emanet aldığı Ömer adaletine erişebilmek için nice kurdun hatrını gözetmiş bir o kadar kuzuya babalık etmişti. Tek bir canlının dahi yaşamasına müsade edilmeyen bu çığlığın sebebini düşündü derinden. Ağılın içine yaklaşan Süha’ya doğrulttu bakışlarını. “Hiçbir iz yok mu Süha, bir gören duyan da mı olmamış?” Ellerini önünde bağlayan kırkının ortalarındaki Süha, başını salladı. “Yok vallahi Bey’im. Buğdayını arpasını söken Harman Yeri’nde patos eder. Civarda in cin top oynar bu vakitlerde. Namussuzlar zaman kollarmış besbelli.” “Siz ne güne durursunuz Süha?!” diyerek kükreyiverdi İzzet. Zamanla soğumuyor daha da ısınıyordu ağzının kırbacı. “Yıllardır kimse ambarına kilit dahi vurmazdı Bey’im, bilirsin. Lakin bir şey var, görmen icap eder.” Çoban Odası denilen bölümün arka duvarına yanaşırken hırıltı bir ses karşıladı onları. Davul gibi şişen karnını yerden kaldıramayan hayvan eman dilenircesini dikti gözlerini. Zavallı merkebin boynunda asılı duran kartona uzanıp ipinden ayırdı İzzet. “Abdal ata binince Bey oldum sanır, Şalgam aşa girince yağ oldum sanır.. Öyle bir kadere bağlısın ki tıpkı bir merkep gibi döndükçe bir mezar kadar daralacak boynundaki yular. Merkepten ibret al Çoban İzzet! Günde beşbin kere Rabbini hatırlar da düşen namını kaldıramaz. Ya sen?” .... Günümüz “Güzel yuvarla şu bezeyi* kız, yufkalar kıyım kıyım kıyılıyor!” (Hamurdan yapılan yuvarlak toplar) Babaannesinin dibinde tepsi büyüklüğünde açtığı yufkaları annesine uzatan Hanne, yüzüne vuran ateşin sıcaklığına sırtını verdi. Dibindeki huysuz ihtiyarın gözü kendisinden başka kimseyi görmezken aklı sıra günler öncesinin intikamını alıyordu. Kendisini topal bir bacak ve üstü başı toz toprak içinde gören ailesi attan düştüğünü sanmış, korkusundan ne diyeceğini bilemeyen zavallı kız da bunu kabul etmişti. Annesine göre arabanın önüne atlamış, babaannesine göre oğlanlar kovalamış, diğer ev ahalisine göreyse malum bir kazayla yaralanmıştı. Oklavanın altında şekil alan hamur, Hanne’nin sınırları belli olmayan çalkantılı hayatı gibiydi. Gözlerini karşısında yufka açan Derman’a uzattığında gıpta edilesi bir tabloyla karşılaştı. Tecrübeli parmaklarını oklavayla dans ettiren genç kız gözleriyle çalım satmaktan geri durmuyordu. Lakin Zühre’nin adaletinde kabahati olana had bildirilir, iyi olana da haddinden fazlası verilmezdi. “El kapısına gideceksiniz, avrat dediğin yediğinden yuduğundan haberi olmalı.” Edilesi tüm nasihatlarin zoraki kocası olmayı kabullenmişti Hanne. En iyisini de yapabilse değer göreceği bir makam kalmamış gibiydi. Süzgeçten geçirilen özgüveninin can suyu omurgasından aşağı ter olarak sızıyordu. Oklavalar ekmek tahtalarının üzerinde düzenli bir ritimle inip kalkarken eline aldığı bir avuç unu bezenin üzerine serpmeye başladı. Hamur bezesinin üzerinde biriken unlar, mağaraya boşalan toprak kadar hızlıydı. Dokunulmamış duyguları avuçlarının arasındaki öğütülmüş buğday gibiydi. Saf, tertemiz ve tutkulu tüm anıları değirmen taşında yoğruluyordu sanki. Nemlenen bakışların yerini güllük gülistanlık eden tensel bir hasret değildi. Çünkü o herhangi bir güzel değil, sevgisini kalbinde güzelleştiren Mevla’nın lütfuydu. Sahile vurmuş bedenini kumlara vura vura denizine ulaştıran bir balık, yuvasını istila eden yılana rağmen nefesinin kesileceğini bile bile yuvasını koruyan bir serçe gibi seviyordu onu. Karıncanın ağzındaki bir suydu nefesi, gönlündeki koca bir yangını söndüremese de bu yolda çiğnenecekti şerefi belki de. Yanağından firar eden bir damla yaş tahtanın üzerine düştüğünde babaannesinin tok sesiyle kendine geldi. Ellerinin altında şimdiye kadar açamadığı kadar büyük ve yuvarlığı tam bir yufka seriliydi. “Aferin! İsteyince yapabiliyormuşsun gördün mü?” Anılarının suçluluğu içinde uyanan genç kızın dudakları kıvrıldı. Genç kız hevesli parmaklarını oynatırken onun az evvelki karamsarlığını sinesinde yaşıyordu Zühre. Torununun kötülüğünü yüzüne vuracak kadar zalimleşirken yaptığı her iyilikte de kanayan dizlerine rağmen yerden kalkabilen çocukluğunu görebiliyordu. Üstelik Hanne, o korkak ve çelimsiz kız çocuğundan çok daha akıllı ve kararlıydı. Ortamdaki kasvetli hava ekmek evinin bahçeye bakan kapısının açılmasıyla sonlanmıştı. İçeriye doğru yaklaşan adım sesleri ve hafiften gülüşmelerle herkesin bakışları yavaş yavaş kapıya yöneldi. Girişte görünen silüet, ellerini iki yana açıp muzipçe gülümsüyordu. “Kolay gelsin millet, hele bakın kimler gelmiş!” Cüsseli bedenini duvar kenarına çeken Celil, arkasından gelen kızları içeri buyur ettikten sonra üst üste dizilmiş plastik sandalyelere davrandı. “Duygu abla!” Sofra bezini önünden kaldırdığı gibi ayaklanan Hanne, sarışın, kahverengi gözlü ve yuvarlak çehreli kızın boynuna atıldı. Uzun uzudıya bir kavuşmaydı bu çünkü kavuşmak için kaç yaz eskittiği, nice kışları erittiği bir kız vardı karşısında. “Oralar sana nasıl da yaramış teyzemin kızı! Boy, pos, endam..” Hanne’nin mübalağa ettiği kelimelerin muhatabı kendisi değilmiş gibi saçlarını savuran Duygu, beraberindeki kız arkadaşının omzuna dokundu. Sara, Duygu’nun haylazca duruşunun yanında oldukça evcimen ve dudağının kenarıyla gülümseyecek kadar çekingendi. “Görüyor musun Sara, balık gibi şişmişsin demek yerine övüyor. Anlattığım gibi bizim Hanne, paparazidir ama mütevazidir de..” Tek tek herkesin yanına varıp onları kucaklamaktan geri durmayan Duygu, büyük teyzesi olan Zühre’ye çekinerek yaklaştı. İhtiyar kadının buruşturduğu çehresi bu ziyaretten ne kadar memnun kaldığını resmediyordu. Öpmesi için uzattığı eli dışında karşısındaki kızı ayıpsamaktan geri durmayacaktı. Öyle ki başıboş iki kızın sahile gelir gibi giyinerek köyde dolanmaları olsa olsa ahir zaman geleneği olurdu. Bir koşuda içeriden getirdiği soğuklukları misafirlere ikram eden Hanne, kaş göz işaretiyle teyzesinin kızının yanında getirdiği kzı sorguladı. Dalgalı, kahverengi saçlarının sakladığı beyaz çehresi kusursuz hatlarıyla ortadaydı. Dolgun dudaklarının üzerindeki keskin burnu ve büyük gözleri siyah ve beyazın farkı kadar ortadaydı. “İsmi Sara,” diyerek tanıttı arkadaşını Duygu ve ellerini arkadaşının omzuna doladı. “Kendisiyle dört sene boyunca birlikte okuduk Amerika’da. Kendisi bir İspanyol lakin benden iyi Türkçe konuşur hanımefendi. İkimiz de babasının referans olduğu güzel bir şirketten teklif aldık. Üç haftalık bir iznimiz var. Burayı, sizleri görmeden gidemezdim.” Kendisini öven arkadaşına gülümsemekle yetinen Sara, Celil’in sorusuyla bakışlarını çevirdi. “Bizim buralardan gibisin, ailen de İspanyol mu?” “İkisi de İspanyol lakin çocukluğum İstanbul’da geçti.” “Peki abin ya da ablan var mı?” “Hayır sadece küçük bir kardeşim var.” “Baban çalışma hayatında iyi bir konumda olmalı.” “Sayılır. Kendisi şuan bir dernekten sorumlu aynı zamanda mimardır.” Celil ve Sara’nın soru ve cevaplarıyla geçen muhabbet dikkatleri celb etse de huysuzlannan Duygu dudaklarını büzüştürüverdi. Tabanını koyduğu sandalyeyi biraz daha yaklaştırıp bacak bacak üstüne attığı ayağıyla Celil’in dizine vurdu. “Yürüdüğün yollara dikkat et kardeşim, bazı yollar çıkmaz sokaktır. Uçurum felandır, arkadan itiverirler seni akreplere çiyanlara yem oluverirsin mazallah! Sara yakın zamanda evleniyor, başı bağlı yani.” Kıkırdayan sesler arasında dizini ovuşturarak ayaklanan Celil, Sara’dan özür dilerken yakasını silkerek Duygu’ya yöneldi. “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar seni! İki dakikada nasıl da iftirayı yapıştırdı gördünüz değil mi? Demek ki neymiş uzaya da çıksan Allah’ın verdiği akıl kadarsın.” “Yontulmamış odun ne olacak? Sen sanki 4 sene boyunca topraktan medeniyet koklamışsın.” Muziplikle birbirine sataşan Duygu ve Celil’in arkadaşlığı yıllar öncesine dayanıyordu. Sahiplenici hislerle onun için her taşı yüklenen Duygu, verdiği sevginin yetersiz oluşunu on sekizinde bir başına kaldığı salıncakta anlamıştı. Sebepler vardı bir kalbin ortasındaki umudu başka bir kalpteki umuda bağlayan. Lakin yetersiz kaldığı yerden filizlenen başka bir umutsuzluk onların arasına ulaşılmaz duvarlar örmüştü. Bir yaz mevsimiyle iki kalbin ortasına düşen ateş yine bir yaz mevsimiyle iki kalbi birbirinden ayırmıştı. Zühre’nin bu tantanaya son verip herkesi işinin başına yönlendirmesiyle Celil, cebinden çıkardığı tek dal sigarayı avuçlarına kıstırıp bahçeye çıktı. Duygu’nun geri dönüşü üstü kırk kat yorganla bastırılmış çocukluğunu anımsatmıştı. Geç kalmıştı belki de çoktan onun da kalbi başkasının umuduyla yanıyordu. Belirsizliğe sürüklenen nefesini nikotin ile uyuşturup dışarı üflediğinde büyük kapının gürültüyle açıldığını fark etti. “İzzet emmi, kimse yok mudur?” Henüz dumanı havada kaybolmamış sigarasını ayağında ezip kapıya yaklaşırken sesi duyan Zühre, uyuşan dizlerinin acısıyla alt dudağını ısırarak ayaklandı ve duvarın arkasında gelen adamın ahvaline odaklandı. Konuşulanları anlamasa da olacakları geriden takip edecek kadar takati vardı. “Buyur Hurşit ağabey, hayrolsun?” “Hayır inşallah, dedenle görüşmem icap eder Celil, İzzet Ağa’mın aradığı tek ayakkabı taş ocağında bulundu.” Saçlarına henüz kır düşmemiş lakin nasır tutan parmakları bir hayli yaş edinmişti. Ceketinin aralayıp sakladığı tek ayakkabıyı işaret etti. Celil adamın söylediği birkaç kelimelik cümlenin öfkesi altında ezilirken umutsuzca sorguladı. “Bu taş ocağı,” Köyde sadece bir tane olan işletmenin sahibi de belliydi lakin olasıklara sığınmak istedi. Israrcı adam başını sallayarak yüklemi olmayan cümleyi Celil’in başına dar getirecekti. “Evet kardeşim, Demirhan’ların taş ocağında bulundu. Bir şey daha var,” dedi sesini alçaltarak. “Birkaç hafta öncesinde sizin atı da orada görenler var. Biliyorsun bu yangın işi herkesi korkuttu lakin bu malumat ilk ağızdandır. Kimseye diyememiş garip, geldi bana söyledi.” “Ne... Ne atıymış, ne diyorsun sen Hurşit ağabey? Bizden kim onların kapısına gidecek, ne sebeple?” Sertelen bakışlarını karşısındaki adama diken Celil, şüphelendiklerinin doğruluğundan ilk kez şikayet ediyor olacaktı. “Hatta büyük bir kaza olmuş orada, Hikmet’in oğlu da yaralanmış o gün.” Dişlerini sıkarak sararan çehresini geriye çevirdi Celil. Babaannesine götüreceği havadisin ağırlığı çoktan göğsüne oturmuştu bile. Hanne’nin günler öncesinde eve ne halde geldiğini anımsadı. Ayakkabısı yırtılmış, ellerinde ve yüzünde çizikler olan kızın beti benzi de atmıştı. Yutkunduğu boğazından aşağı inmeyen bir ihanetin eşiğine atılmıştı sanki. Üstelik günler öncesinde de hayal meyal Yusuf’un evdekileri sorgulamasını anımsamıştı. Karşısındaki adamın omzunu sıvazlayıp elindeki ayakkabıyı kemerinin altına sıkıştırdıktan sonra hızlıca üzerine tişörtünü çekti. “Ben gerekeni dedeme haber edeceğim. Onun başı kalabalıktır şimdi, sağ olasın Hurşit ağabey!” Adamı kapıya kadar geçirip geri adımladığımda asıl meselenin kapının bu yanındaki gölgesiyle karşılaştı. Tüm soruların tek bir yanıtı vardı lakin en büyük korkusu alacağı cevaplardaydı. Doğrulardan kaçıp yine aynı doğruları merak edecek kadar araftaydı. “Hannee!” diyerek inledi dişlerinin arasından. Sol yanından yediği bu taş sadece kalbine değil, güven ve sadakat dolu tüm anılarını da isabet etmiş ve onarılıncaya kadar da bir buz kütlesi olarak kalacaktı. Tabanları, her adımda alev alan bir yangının içine yürüyordu sanki. “Derdi neymiş o adamın?” “Tarla işidir Zühre ana, az sonra ilgileneceğim.” Babaannesini geride bırakıp ekmek evinin kapısında duraksadığında Duygu ve Sara’nın da bir yandan beze yuvarlayıp bir yandan da haşhaşlı katmer yapmaya çalıştığını fark etti. Lakin onun bakışları baktığı yerde değil görmek istediği yerdeydi. Hanne ile göz göze geldiğinde bile zihnindekilerin doğruluğundan dert yanıyordu. O artık her hareketinden sorumlu bir çocuk değil, göz göze gelmekten bile sakınan bir kızdı. Tüm fedakarlıkları bir musalla taşında bekliyordu şimdi. Annesinin sözleriyle palas pandıras ayaklanan kızdan bir parça ayırmamıştı gözlerini. “Hanne’m ciğerimiz yandı gene annem, dolaptan soğuk bir su getiriver.” Üst üste yığılan yufkaları aynı hizaya getiren Hanne, bakışlarını üzerine diken Celil’in yanından şüpheyle uzaklaştı. Soğuk bir didişmeden ötesinde kalan duyguları son zamanlarda evhamını arttırıp huzursuz olmasına sebep oluyordu. Buz kütlelerini boşlattığı sürahiye sıkıca sarıldığında bile aklı haftalar öncesine gidiveriyordu. Parlayan bakışları ve kıvrılan dudaklarını sarhoşça geriye çevirdiğinde sersemleşen mimiklerini kontrol etti. “Elindekileri götür ve hemen buraya gel Hanne, konuşacaklarımız var!” “Misafirimiz var biliyorsun, acelen yoksa...” Göz kapaklarını sıkıca bastırıp yumruk yaptığı elini belindeki ayakkabıya götürdü. Eline aldığı ayakkabıyı Hanne’nin göz hizasında sallayarak dışarıyı işaret etti. “Acelesi var Hanne, bırak ve gel!” Genç kız haftalar öncesinde kalan çaresizliğin dirhem dirhem kanına karışıp kendini uyuttuğundan bir haberdi. Üstünü örte örte koca bir kabre dönüşen geçmiş tüm ızdırabıyla karşısındaydı işte. Örtbas edebileceği her mimiği gerçekleri saklamamaya yemin etmiş gibiydi. Seğiren bakışlarını abisi bildiği adamdan kaçırırken ağzından çıkacak tek kelime Celil’in ikazıyla boğazına tıkılmıştı. “Hakikatten bahsetmediğin sürece sana karşı gösterebileceğim hiçbir merhamet yok artık.” Göz kapağını aşağı indiren Hanne, göğsüne batan kıymığın acısıyla titreyen bacaklarını dışarı sürüdü. Toplasan yirmi otuz adımlık mesafe adımladıkça uzayan ve yaklaştıkça yüreğini darlayan bir yola dönüşmüştü. Zihninden dökülenler sayfalar dolusu roman olmuş, gözlerinin önünden geçen kurmacalar saatlerce izleyebileceği bir film haline gelmişti. Girdiği kapıları sonuna kadar kapatıp salona geçtiğinde Celil’i tam karşısındaki koltukta otururken buldu. “Suçlu olarak yaklaşacaksan sana hiçbir zaman düşmanlık etmeyeceğimi bilmeni isterim. Üstelik sıradan bir ayakkabı yüzünden...” “Sıradan olup olmadığını bilecek kadar da konuya vakıf olmalısın.” Genç kızın yutkunduğunu fark eder etmez, oturduğu tekli koltuğun ahşap kenarlığına gürültülü bir sesle avuç içini dayadı. “Hanne, sen farklıydın,” Karıncalanan ayası olacakların sancısıyla yanıyordu yine de genç kızın üzerine gidecek kadar öfkeliydi. “Herşeye ve herkese rağmen farklıydın. Geçerli bir mazeret sun bana Allah aşkına! Sun ki seni koruyabileceğim bir sebebim olsun.” “Beni herkesten farklı kılan şey kusursuz bir yaratılışsa ben de herkes gibiyim. Hata yapabilirim ve bunun sorumluluğunu alabilirim.” “Öyleyse bu sorumluluğu neden aldın diye sormam gerekecek? Bana neler olduğunu anlat, lütfen! Günlerdir ailemizin ne büyük bir baskı altında kaldığını görüyorsun. Habip ağabey desen durumu ortada, ölecek mi kalacak mı belirsiz. Bu ayakkabı kaybolmasaydı belki de suçlu çoktan bulunmuş olacaktı. Böyle bir durumda susacak bir insan değilsin sen? Bu ayakkabı neden taş ocağındaydı, sen neden oradaydın?” “Bunu onlar yapmadı Celil,” deyiverdi genç kız dudaklarının arasından. Konuştukça başka bir çukurda debellenecekti belki de.. Lakin bugün olmasa da yaklaşan her bir saatte dilinin düğümü çözüldükçe yüreğindeki prangalar yeni bir düğümle karanlığa boğulacaktı. “Yaptığım kötü bir işti biliyorum ama onların ne ayakkabıyla ne de bu işle bir ilgisi var. Sana açıklayamasam da yemin ederim yeterli bir sebebim var.” Gözü dönmüş kuzeninin ayaklanmasıyla nefesini tutan genç kız yaklaşan gölgenin aydınlık yüzüne sığınmayı arzu ediyordu. Lakin kolunda hissettiği baskı bu umudunu da tüketmişti. Dudaklarından firar eden inlemeyle nemlenen gözlerini Celil’e dikti. Yoktu, vefaya dair tek bir kırıntı görememişti dökülen zamanın her bir kum tanesinde. “Arkasına sakladığın aydınlık yüzünü kara bir alın yazısıyla kirleteceksin. Bunun da sorumluluğunu al olur mu? Çünkü seni daha fazla gözetecek bir sebebim kalmadı.” Vurguladığı her kelimenin altında Hanne’yi ezmek için bir koz arayan Celil, kapının eşiğine kadar gelen sesleri duyamayacak kadar da yokluktaydı. Örgülü saçlarına saman çöpü karışsa rüzgarı kovacak kadar korumacı abiliğini kaybedeli uzun bir zaman olmuştu. Kalbinin en hasta olduğu vakitlerde onun büyüdüğünü kabullenmiş ve genç kızın yitik yaşantısını destursuz sahiplenmişti. Kırgınlığının bile kırk tonu vardı ve Celil, tüm bunları hece hece kazımıştı kalbine. Peki ya ıslanan gözlerindeki tiksinti de neyin nesiydi? Caniymiş gibi uzaklaşan o ela gözlerindeki aykırılık, görüp görebileceği en acı tondaydı. Açılan kapının ardından içeri giren kişilerin kim olduklarını dahi merak etmiyordu. “O ib**neye de soracağım!” Salladığı parmağını indirir indirmez genç kızın ellerinin arasında yoğurduğu kolunu savurarak hızlıca sıvıştı. Koltuğa yığılarak sızlayan kolunu ovuşturan Hanne, yanaklarından aşağı süzülen yaşları kaynağından özgür bıraktı. Delicesine ağlamak şimdilerde arzuladığı en güçlü silahı olabilirdi. Celil’i ilk kez o haliyle gören Duygu ise onun arkasından çıkıp kapıyı üzerlerine kapatırken Sara, huzursuzca Hanne’nin önünde diz çöktü. “İyi misin, koluna bakmamı ister misin?” Kafasını sallayan genç kızın ağlaması yalnızlığın ortasına atılan çığlık gibiydi. Sevgisizliğini sahiplendirdiği kollar hiçkimsesiydi belki ama herşeyini dökecek kadar yakın hissediyordu. .... Yeryüzünün elini eteğini çekip geceye sığındığı vakitlerde iki kızın da gözleri kapıdaydı. Eften püften muhabbetlerle yelkovanın ardına sürülen akrep, şimdilerde duvarlara sinen sessizliği dinliyordu. Gecenin çöken ayazında peydah olan savruk bir rüzgar, korkulukları salıncak gibi sallıyor lakin gelen gidenden bir haber getirmiyordu. “Gelmeyecekler sanırım.” Elindeki telefonun ekranını dizinin üzerine kapatan Sara, plansız gelişen bu durumun mağduriyetiyle boğuşuyordu. Huzursuzluğuna rağmen kendisine son derece misafirperver davranan Hanne’yi de bir o kadar benimsemişti. Kapanan göz kapaklarını açık tutmaktan vazgeçtiği her anda başı yere düşüyordu. Elinin altındaki yastığa mağrur bakışlarını dikerken çalan telefon sessizliğin ortasına çığ gibi düştü. Kulağına götürdüğü telefona sitemle karşılık verdi. “Haber vermek bu kadar zor olmamalıydı, ne durumdasınız?” Duygu’nun saniyeler süren konuşmasıyla gözlerini deviren Sara, Hanne’ye herşeyin yolunda olduğunu işaret etti. Zira dert edineceği bir kimse varsa o da iki dirhem bir çekirdek kalakalan kızcağızdı. Kapanan telefonu yastığın üzerine gelişigüzel bırakan Sara, huzursuzca gülümsedi. “Bu kadar zulüm iki kelimelik bir cümle içindi işte. Aranızda geçen muhabbetin ne olduğunu merak etmiyorum lakin,” dedi uykulu bakışlarını genç kıza çevirerek. “Kimse gözlerindeki ışığı söndürecek kadar değerli olmamalı, buna izin verme lütfen!” Soluduğu nefesiyle dolu dolu hak veriyordu bu sözlere. Ellerini göğsüne koyup bu geceyi rahat atlatabilme huzuruna erişen Hanne, teşekkürlerini sundu. Dolabından çıkardığı temiz geceliği Sara’ya uzatıp kendi yatağını işaret etti. “Zaten size karşı ayrıca mahçubum, lütfen bunları giy! Çarşafımı yeni değiştirmiştim zaten. Belki rahat edemezsin ama yer yatağından daha iyidir. Lavabonun yerini de biliyorsun.” “Sen nerede uyuyacaksın?” diyerek sızlandı Sara. “Bu gece uyuyabileceğimi sanmıyorum ama olurda yanılırsam yatacak yer çok, meraklanma lütfen! Allah rahatlık versin.” Genç kızın kaldığı odanın kapısını yavaşça çekip üzerine giydiği hırkasının ipini beline sardı. Ayaklarının ucunda ilerleyerek dış kapıya kadar ulaştı. Soluduğu serin havayla birlikte bedenine sarılan genç kız sessizliğin hakim olduğu geniş avluyu yokladı. Meydanda rüzgarın sinsice sataşıp bağırttığı ambar kapıları dışında herhangi bir ses bile yoktu. Temkinli adımlarla çatıya çıkan merdivene dikti gözlerini. Kendisi çalıp kendisi söyleyeceği ay mevsimine tutulan gökyüzüne yar olacaktı bu gece. Peçeli gönlünün çırılçıplak hislerini sunabileciği bir secdesi vardı ve de bir fezası. Kirlenen tüm hücrelerine doğru çekti kasvetli havayı. Gözlerinin önünde parlayan hilalin salıncağına bağışladı ruhunu. Hatalarından attı kendini yeryüzüne ve hakikatle uyandı ruhu çığlık çığlığa. Hakikat ki vicdanıyla beslenen en temiz seda, Hakikat ki kan kusup kızılcık şerbetine bulanan bir sur ya da feza. Dolanıverdi zülaline yekpare parmaklar, Hissedemedi öldüğünü belki de görülmüştü. Dönüverdi arkasını karanlığın en derinine Aydınlıktı orası gönlünün namahremine Öylesine dalıp gitmişti ki semaya dudaklarının üzerini örten eller olmasa çığlığı basıverecekti. Korkuyla kaldırdığı sol dirseğini geriye doğru savururken hedeflediği tek şey kendini koruyabilmeti. Hızlanan kalp atışları göğsünü delip geçecekmiş gibiydi. Yükselen inleme sesiyle kirişlerden birine tutunan yabancı gölgeyi geriye götürdüğü adımlarla takip ediyordu. “Kimsin sen?” Sokak lambasından sızan ışık huzmesi, yönünü Hanne’ye dönen genç adamın yüzünü ifşa ediyordu. Genç adam, dudaklarından aşağı sızan kanı eliyle sildi. Küçükken haylaz bir çocuk olduğunu biliyordu ve yediği onlarca dayağın izleri çoktan silinmiş, ezilirken ezmeyi öğrenmişti. Lakin yirmidördünde tanıştığı bir gelincik kendi rüzgarını mağlup edecek kadar cevvaldi. “Yusuf?” diyerek sorguladı genç kız. Günler sonra yüzünü görebilmişken kendisini böylesi bir karşılamaya reva gördüğü için utanmıştı. Işığın altında parlayan bakışları kendisini bulduğunda cebinden çıkardığı birazı kendi gözyaşıyla nemlenmiş peçeteyi sorgulamadan uzattı. “Kendini öldürteceksin be adam, ne işin var burada?” “Ahh! Biliyorum,” dedi Yusuf, kanlanan peçeteyi sızlayan burnuna tıkarken. “Öyle ya da böyle canıma kastın olduğundan eminim artık, bunun için yaratılmış olmalısın.” “Üzgünüm ama nefsi müdafa diyoruz biz buna. Her neyse iyi görünüyorsun, lütfen buradan git!” Genç kızın saniyeler içinde değişen yüz hattı Yusuf’un dikkatinden kaçmadı. Gecenin bu vaktinde tek başına burada olması bile şüphelenmesi için kafiydi. Yanında getirdiği siyah poşetin içinden çıkardığı ayakkabıyı Hanne’ye doğrulttu. “Bahsettiğin ayakkabı bu muydu?” Genç adamın elindeki ayakkabıyı görür görmez tanıyan genç kız hızlıca başını salladı. Nereden bulduğunu sorguladığında ise boğazına çöreklenen bir yumruyla kalakaldı. “Taş ocağında buldum, düşürmüş olmalısın.” Genç kız istemsizce elini boğazına götürüp dudağını ısıran dişlerini serbest bıraktı. Oraya tek ayakkabıyla gitmişti lakin çiftlerden ikisi de aynı yerde mi bulunmuştu? Zihnine üşüşen şüpheleri bertaraf etmeye çalışırken kulağına gelen sözlerle bir kez daha dumura uğradı. “O gün bana söylemeye çalıştığın şey her neydi bilmiyorum lakin bu ayakkabı bana ait ve başkalarının eline nasıl geçti bilmiyorum.” Elleri yana düşen genç kız hayal kırıklığına boyanmış bakışlarını aşağı indirdi. “Ben cani değilim Hanne.” “Biliyorum, muhtemelen...” demekle yetindi genç kız. Biliyordu lakin kendini bile koruyamazken inandığı bu gönül davasını nasıl sahiplenecekti? Bileklerine yapışan genç adama karşı koymazken birlikte tahtadan yapılmış bir sedire oturdular. Çözüme kavuşturması gereken onca meselenin yanında kaç gün bitirmişti aşkın yamaçlarında. Günler sonra onu bir hilalin altında yakalamıştı. İçini çekerek mırıldandığı müziğin ahengiyle izlemişti parıldayan çehresini. Örtüsünün kenarından fırlamış tel tel bukleleri, gözyaşlarıyla ıslanırken o gelinciğin rüzgarı olmaya adamıştı kendini. O geceydi.. Genç kız sevdasına sığındığı genç adamın sözlerine teslim oluyordu. Neden nasıllığını sorgulamadan dökmüştü ruhuna dolanan ilmekleri. Konu bugünkü yaşanan hadiseye gelince duraksadı genç kız. Koluna dokunduğunda sadece bedeni değil ruhu da sızlıyordu sanki. Kardeşliğin üzerine acı düşmüştü bir kere. Genç adamın düşünceli sözlerine kulak verdi. “Belli ki ucu bana da dokunan sinsi bir kötülük kol geziyor ama niye? Bu kadar karmaşıklık Emir’in tek başına üstlendiği bir plan da olamaz, tanıyorum onu.” “Düzelteceğim,” dedi genç kız başını sallayarak. “Hem de en başa dönerek.” Göz kapaklarını indiren genç adam sakince mırıldandı. Genç kızın uslanmaz tavrı artık canını sıkıyordu. “Sürekli kendini feda etmekten ne zaman vazgeçeceksin? Bu nasıl bir hırs! Üstelik her yaptığın hatanın bedelini ben de ödüyorum. Sayende nasıl bir çıkmazdayım görebiliyor musun?” “Öyle ki seni huzursuz eden birini bu kadar dert etmemelisin!” diyerek noktaladı Hanne. Ses tonu Yusuf’un aksine daha yüksek çıkmıştı. Ayaklanarak ellerini göğsünde birleştirdi. Kapıyı gösterircesine yaptığı bu hareket Yusuf’un dudaklarının kıvrılmasına sebep oldu. “Bilmiyorum,” deyiverdi yüzünü sıvazlayarak. Burnundaki peçeteden sebep boğuk çıkan sesi daha gürdü. “Kayalıkların ortasından çıkagelen bir gelinciğe uyandı gözlerim. Kırılgandı, ağlak bir bebek kadar huysuzdu belki ama kararlıydı. Önce gecelerimi aldı benden sonra da rüyalarımı. Kınalı duvağında gördüm ben toprak rengine bulanan yeşillerini.” Ayaklandı genç adam ve Hanne’nin ayak uçlarının hizasına kadar yanaştı. Sahiplenici bakışlarıyla genç kızın ördüğü duvarları bir bir kırıyordu. Sonuna kadar çekilmiş perdelerinden gönlüne sızan güneş kıyameti oluverecekti. “Buralara ait değilim ben Hanne görebiliyorsun, etimle kemiğimle uzaklara aitim. Ama o gözlerine bakarken bile buradan başka gidecek yerim yokmuş gibi hissediyorum. Nasıl lanet olası bir his ki bu günahın da sevabın da beni bulsun diye ah ediyorum. Söylesene, göğsümdeki bu yangın, yastık görmeyen gözlerimdeki kızgın çukur beni günden güne sana mahkum ederken sen uyuyabiliyor musun?” Yusuf, genç kızı kollarından tutup kendine yaklaştırıverdi. Genç kızın bakışları titrerken kendisinden çok daha hummalı bir gönülde çırpınan kanat seslerini duyabiliyordu. “Sevme bu kadar beni,” deyiverdi genç adamın ellerinden kurtularak. “Çünkü ben bilmem uzak masalları. Bozkırın güneşi toprağı kurutur, yağmuru rüzgarı avutur. Burada bir aşığın gönlü bir kere yandı mı hiçbir yağmur derdine derman olmaz. Taşıyamaz, zayi edersin topladığın tüm sevgileri.” Hilalin aşikar ettiği, fısıldayan yıldızların kenetlenip seyre daldığı gece birbirinde eriyen bakışların nikahını kıyıyordu. Olasıklıksızlara inat bir kaçıştı birbirinin ağzından dökülen kelimeler. Ne kadar uzağa gitse de ayrılamayacak bir bağla kenetlenmişti gönülleri. Hanne parmaklarına kadar gelen hırkanın kol uçlarındaki ilmeği tırmalarken usul usul bileklerini kavrayan adama dikkat kesildi. Gönlüne yel değmemiş hisleri uslanmaz bir fırtınanın yareni oluvermişti. Dualarının karşılık bulması çiçekleri kurumuş gönlüne can suyu olurken bu sevdayı kirletecek tek bir adımı haram kılacaktı kendine. “Ehline emanet edilmeyen şey zayi olur evet ve korkarım zayi olacaksın. Lakin ben seni orada da bulup kurtaracağım. Hem de her acıya rağmen.” Bölüm sonu...
|
0% |