Yeni Üyelik
6.
Bölüm

Zemzeme

@hazanyelii

 

Adımlarımız yetişmiyorsa gök kubbelere,

Dikenler razı gelmiyorsa urgansız emellere,

Hacet yoktur limanı beklemeye.

Gemi de kürek de sen ol!

Git gidebildiğin yere!

Dök içini dalgalara, rıhtımlara...

Beşerin yutamadığını, dalgalar yutar nasılsa.

 

Gönül fermandır maziye, kubbesi duman

Kefareti ödenen her an kalemdir yazgıya, mürekkebi yavan

Dem bu dem ki rıza buldu olan, olamayan..

 

Bir an ki,

Mumun dibindeki karanlık kadar kör

Okyanusun ortasındaki yangın kadar sağır.

Az biraz sabık, az biraz sabır!

 

Sabır ki kusurları örten bir perhiz.

Acının tacında bir haciz

Ve sabır, unutmaya mahal olmayan bir veciz.

Sabırdan sonra uyanan her dem adına...

 

...

 

“Taş, kağıt, makas!”

İkindi güneşinin örtü gibi salındığı Koçkar Bayırı, çiftliğin sırtını muhafaza edecek kadar engebeliydi. Köy çocuklarının yamacın yukarısıdan aşağıya doğru saldıkları tekerlekli kızağın şangırtıları taş duvarlarda yankılanıyordu. Genç kızın buğday çehresini ısıtan güneş kendisiyle Derman’ın arasına bir sınır çizmişti. Birbirlerini özümseyen evvel ve ahir gibiydiler. Hamlesini yaparken amcasının kızına silik bir bakış atan Hanne, parmaklarını açıverdi.

İlk hamlede makas kağıdın hakkından gelmiş ikincisinde ise berabere kalınmıştı. Şimdi ikisi de ikinci bir hamle için yumruk yaptığı ellerini avuçlarına vurmaya başlamıştı. Karşılaşma sonucunda dudaklarının kenarı kıvrılan Hanne, çömeldiği yerden ayaklandı.

“Taş, makası kırar. Kazanan aşikar olduğuna göre kaybedene sessiz kalmak düşer.”

Serinliğin çökeceğini fısıldayan esinti otlara sataşıyor, yamaçtaki karahindibağların namını yerden yere savuruyordu. Adımlarını ilerleten genç kız Derman’ın yüksek sesiyle bakışlarını omzuna çevirdi. Öylece kapanıp gidecek bir mesele değildi elbette. Tohum salacaktı zehirli bir sarmaşık gibi.

“Söylentiler doğruymuş demek. Adını köy konaklarında dümbürdüdük* eden adamı haklayacağın yere saklıyorsun.” (dedikodu)

Genç kız sol yanına düşüveren kıymık acısıyla yutkundu. Arkası çöplük kokan sözleri kulak ardı etmesi gerekirken dürtüleri eşelemekten yanaydı. Elaleme karşı gönlü dolu dolu şımaracak bir sebebi yok muydu sahi? Mimar olacağı günlerin önündeki kara perde bir nebze olsun aralanmıştı işte. Gözlerinin önündeki karaltı da neyin nesiydi?

Elin oğlu fışkı yesindi. Elin sözüne ney idi?

Şımarık poyraz gıdım gıdım gönlünün perdelerini aralamışken asıl fışkıyı kendi midesinde hissetti. Bozacının şahidi şıracı değil, boyun eğmem dediği gönül fermanıydı. Saklanacak bir sırrı yoktu, aklanacak sebeplerle doluydu. Derman, sazlı sözlü aşk gazelleri okumaya devam ederken dudaklarının vidaları gevşeyiverdi. Adımlarını geri götürüp ciddileşiveren bakışlarını kaldırdı. Üzerine atılan çamurdan değil miydi, insanoğlunun özü?

“Aklımla zorum yok, çok şükür.”

Hanne'nin dibine kadar yaklaşan Derman, genç kızın örtüsünün ucunu üst dudağını kaldırarak kavradı. Kışkırtıcı bakışları dilinin ucundakileri toparlamaya çalışıyor gibiydi. Kuzeninin kaytarırcasına ahkam kesmesi nefsini galayana getirmişti bir kere.

“Senin örtülü bir u-cube olduğunu söyler derim, inanmaz mısın?”

Hanne'nin göğsünde kıvılcımlanan sancı, bedenini ateş topuna çevirirken çehresi buz kesti. Titreyen bakışları yaşanılanları gri bir toz bulutu eşliğinde anımsıyordu. Tüy kadar yumuşak kül kadar soğuk birkaç temastan öteye geçmeyen tesadüfler dışında ne yaşanmıştı ki? Pençelenen umut kozası zamansız bir doğuma gebeydi. Yerini dolduran bir günlük nefes, koca bir hevesti. Genç kızın simasına işleyen hayal kırıklığını yakından izleyen Derman, kenetlediği parmaklarını açarak boynuna sarılıverdi.

“Ömrün boyunca yükselemeyeceğin bir aşkın altında ezilmek nedir bilirim.”

Et yığınından ibaret bedeni düğüm düğüm boğazına çöreklenirken Derman’ın yüklenmesiyle boğulacak gibi oldu. Omuzlarından silkelediği kolları kendinden uzaklaştırarak bir adım geri çekildi. Avare bakışları dikkatini dağıtacak bir sebep aranıyordu. O esnada “Ebeleme Oyunu” oynayan çocuklardan birinin “Ebeledim seni, ebe ebe!” diyerek yaygara koparmasıyla dudaklarında zoraki bir kahkaha peydah oldu. Zincirleri paslanmış deli bir mahkumun sesi kadar sinsi bir gülüştü bu. Kuzeninin tutarsız tavırlarına karşı afallayan Derman, kolunu dürttü.

“Alay ediyorsun öyle değil mi?”

Saniyeler sonra durgunlaşan genç kız ellerini arkasına götürüp dudaklarını büzdü. Tozlarını silkeleyecek kadar eriyen zamanda kaç ton renge boyandığını kestirememişti. Derman’ın ayak uçlarına kadar yaklaşıp kaşını kaldırdı. Çalımından geçilmeyen bu bakışlar yıllardır tozu alınmayan kimliğinin bilinmeyen yüzüydü.

“Bu da bir şey mi, korkuyorum dillendirmekten,”

Derman’ın kulak hizasına yükseldi.

“Bu hızla dikilecek babamın kapısına. Beni ele düşman edip kendine yar edecek haspam ama var mı ben de o göz?” deyiverdi Hanne, düşüncemeli bakışlarıyla. Ruhundaki çamurla yoğrulacaktı, katmer katmer.

Derman’ın zihni duyduklarıyla allak bullaktı. Hanne'nin kısırlaşmış duygularının mağarasından çıkışını kaygıyla izliyordu.

“Hal böyle olunca harlı ateşin dilinden pişmeyi göze alan anlar. Korkarım böyle bir durum senin gibi cesareti olmayanları küle çeviriverir.”

Arsız tehdidin nazarına gelen Derman, sol kaşını kaldırıverdi.

“Gözdağı vermek için acele ediyorsun derim.”

Derman’ın pörsümüş menekşelere benzeyen çehresi Hanne'nin işaret parmağını sağa sola sallayan elinde asılı kaldı. Bu kızın içine felanca kel büyücünün filanca kör ifriti takılmıştı besbelli.

“Cık! Sırtında hançerle gezen ne kadar insansa o kadar insanım diyelim.”

Birbirlerini hunharca süzen iki bakış uzun uzadıya bir hesaplaşmanın bedelini ilmekleri kurtulan dostluk ile ödüyordu. Bu muhakeme, dibi görünmeyen bir kuyuya fener tutmaktan daha kasvetliydi. Genç kızın rüzgara karışan bedenini geriden izleyen Derman, bunalan zihnini yatıştırmadan telefonuna sarıldı. Zaafiyetine sarılan gönlü, sarhoş fırtınanın kucağında salınıyordu.

...

Açık camdan içeri sızan esinti tül perde ile tatlı bir atışma içindeydi. Perdenin ucu ile yaprakları arasında sınır kalmamış kırmızı sardunya günün ışıklarını son kez tenefüs etmenin peşindeydi. Pencerenin önüne serilmiş dokuma seccade bir çift pınardan kor kor dürülmüş yaşları ipliğinde saklıyordu, öncekiler gibi. Lakin öncekilerden daha da yakıyordu bağrını. Genç kızın titreyen dudaklarından hıçkırıklar ardında acizlik boşalıyordu. Dilinin cesareti yoktu korkularını zikretmeye.

“Kabahatini kabul etmeyen huzurunda eğilemez. Yine sana geldim Rabbim. Bunca zaman kendinden emin olan bu kulun hala kendinden emin. Lakin ketum yüreğim başka bir dil söyler olmuş. Korkularımdan öte bir korku var gönlümde, dilim varmıyor ziyanımı demeye. Çaresizliğimin dermanı ol, imtihanım olacak bir sevdayla sınama beni!”

En derininden sızlıyordu gönlü. Çünkü en derininden silkelenmişti kalbi, onu görünce. Pazarlık edilecek bir alışveriş değildi bu. Zira gönül dilediğini yar dilediğini diyar edenen ta kendisiydi. En büyük hüsranı ise canına değenin can yakmasıydı.

Yatağın köşesine yaslanan başını dışarıdaki gürültüyle kaldırdı. Ev ahalisinin pazar alışverişi için şehre gittiklerini biliyordu. Yine de sol yanını yoklayan bir şüpheyle ıslak yanaklarını kuruladı ve çiftliğin ön bahçesine açılan eşikten ilerledi. Evhamlı kalabalığın ortasında hayra alamet bir akıbetin olmadığı kesindi. Göz bebekleri açılan kalabalığın önündeki vaziyeti görür görmez kocaman açıldı. Sancılı bir sesle hopladı yüreği. Hızlanan adımları uyuşurken bedenini çitlere dayamıştı.

“Emmi, yetiş emmi yetiş!”

Topallayan ayağını sürüye sürüye İzzet’in ayağına kapanan Habip, ellerini kucağına sıkı sıkıya doluyordu. Kadife pantolunu pare pare yanmış, yanan gömleğinden gözüken bedeni kurumuş kan pıhtılarından gözükmeyecek haldeydi. Çaresiz çobanın soluğundan azat olacak bir çift lafı kollayan İzzet, üzerine yığılan bedene hayretle bakakaldı. Sızlayıverdi sol bacağı istemsizce. İnceden bir sızı düştü kabuklanan yaraların üzerine. Çobanın omuzlarından sıkıca tuttu ve çehresini avuçladı.

“Kim?” deyiverdi sitemini bağrına basarak.

Başını sağa sola sallamakla yetindi otuzlarındaki çoban. Dağlanmış parmaklarının arasındaki ayakkabıyı uzatmakla yetindi. Doğan güneş kimsesizliğini yüzüne vururken gözlerini bu çiftlikte açmıştı. İzzet’in beylik gölgesi ona hem analık hem de babalık etmişti. Bu kapının eşiğine toz getirmemek boynunun borcuydu. Kırılmaz sadakatinin bedel ödeme vakti fecrin karanlığında çalmıştı kapısını. Nöbet tuttuğu koca ağıl içindekilerle beraber kül oluvermişti.

Olanları çardağın dibine sinerek izleyen Hanne, pır pır titreyen göğsüne dayamıştı yumruğunu. Koşup gitse ve sorsa herşeyi, şüphe ettiklerine kul olacaktı. Dedesinin ellerine sıkı sıkı yapışan adamın ahvalindeki acıyı yudumladı düğümlenen nefesinde.

“Koruyamadım Bey’im, aff-affet! Hepsi telef oldu.”

Çoban Habip’in soğuk benzi düşüverdi İzzet Bey’in dizlerine. Kış düşmüş sakallarını sıvazlayan İzzet, dizlerinde koca bir hak ve avuçlarına tutuşturulmuş adaletin bozuk terazisiyle kalakaldı. Başına toplanan üç beş çalışana hunharca bağırdı.

“Mas mas bakarsınız angut herifler!* (anlamadan bakmak) Durmayın, çağırın Süha’yı! Habip hastaneye gidecek. Gözü gören kendini kör bilecek, dili olanda lal. Aksi olan kendine diyar bellesin!”

...

Aklına gelenin peşine düşen Hanne, kendini çoktan Hünkar’ın sırtında buluvermişti. Kalbi, nal sesleri ile yarış eden genç kız tepelerin ardını aşınca üzengiyi kendine çekti. Onlarca dönümlük arazi üzerilen kurulan tesiste büyüklü küçüklü iş makinalarının sesleri kulaklarını tırmalıyordu. Demirhan’ların gözbebeği olan taş ocağı şu güne gelinceye dek söz konusu edecek bir yere bile sahip değildi.

Zihnindeki kavgaları eksilte eksilte gelebilmişti buraya. Her ceremeden sağ çıkartacak olan bir abi gölgesi altında da değildi artık. Yıllar sonra ilk kez, taşıdığı bu yükü hafifletebilecek bir dosta dahi sahip olamadığını anladı. Ufacık bir merak belki de koca bir iyiliğin peşine takılırken zihnindeki tüm doğrular yer değiştirmiş önce iyi niyetinden sorgulanmıştı. Gönlündeki çalkantılar ise zikrini eda edemeyecek kadar şüpheliydi. Ailesinin karşısına hangi doğru ile çıksa başka bir yerden patlak verecek olan yanlış ile sınanacaktı.

Tesise yaklaştığında atından indi ve kuşağına yerleştirdiği ayakkabıyı kontrol ederek mermer tozuna bulanmış arazide ilerledi. Genç kızın elbisesini savuran rüzgar yerden kalkan tozu başka bir yere çalıyor, zorlanan makinelerin egzoz dumanları gökyüzüne karışıyordu. Temkinli adımları kum yığınlarının arasından sıyrılırken kendisine yaklaşan işçiye baş selamı verdi.

“Buyur abla, birine baktın herhal?”

“Hikmet Demirhan’ı arıyorum.” deyiverdi Hanne, bakışlarını kaçırmadan.

Henüz bıyıkları yeni bitmiş işçinin ileriyi işaret etmesiyle adımlarını yönlendiren Hanne, dibinde ufacık tefecik kaldığı dev iş makinelerinin arasından dikkatle ilerledi. Oradaydı. Uzun yıllar ismini dahi bilmeyip babasının arkadaşı olarak ortaya çıkan Hikmet Demirhan, arkası dönük bir şekilde yanındaki üniformalı birkaç adam ile sohbet ediyordu. Uzunca aldığı soluk cesaretinin üzerine çöreklenen balçıklardan kurtaracak kadar hayat doluydu.

Bir kez daha bakışlarını kuşağın altındaki ayakkabıya dikerken zihninde canlanan zavallı çobanın dağlanmış vücuduyla yüzünü buruşturuverdi. Bu köyde ifritin çarkına tükürecek bir sülale varsa o da Çakır’lardı. Lakin onlar da tüm gücünü ailesine düşmanlık eden Demirhan’lardan alıyordu. Kulaktan dolma bu bilginin zorbalığı altında ezilmeyecek kadar büyüdüğünü hissediyordu.

“Hikmet Bey!”

Hanne'nin yükselen sesi toz bulutlarına karışıp savrulurken alacağı cevap sol yanında bitiverdi. Bileğini kavrayan parmaklar bedenini asılırken büyükçe bir kum yığınının arka cephesine çekildi. Araya giren kepçe ile beraber arkasına dönen Hikmet, yanındakilere hitaben kulağına gelen sesin sahibini sorguladı. Sıcaklık işçilerin beynini kaynatmış, taş kırma sesleri ve elenen taşların tıkırtıları bir nefeslik sesi yutuvermişti. Çevresinden herhangi bir cevap alamayan Hikmet, yeniden önündeki deftere yönelerek konuşmasına devam etti.

“Demem o ki Türker Bey, himayemiz altında bulunan bu topraklar her iki tarafı da ziyadesiyle memnun edecektir.”

“Çalışma ahlakınızı yakından takip ediyoruz ancak,”

Çenesini sıvazlayan adam yanındaki Fransız asıllı iş adamı ile birkaç lakırtı edip yeniden Hikmet Bey’e yöneldi.

“Bu rapor bölgenin etnik yapısını hesaba katmamış gözüküyor. Bir çuval kemikten sebep böyle bir yatırımın heba olmasını istemeyiz.”

Ağız dolusunca kahkaha atan Hikmet, nemlenen boynunu sıvazladı.

“Münkün gözükmüyor lakin böyle bir durum ancak kar payımızı yükseltir. Fazladan üç beş külçenin kimseye bir zararı dokunmayacaktır.”

İş ortaklarını ikna edebilmenin hevesi içinde olan Hikmet, onları daha fazla kızgın güneşin altında tutmayacaktı. Yıllardır abisi tarafından kontrol edilen taş ocağının tüm yetkisini yakın zamanda üzerine almıştı. Yedi ceddine yetecek bir mülkiyete sahip olmak karşılığında metropoldeki şirketin hisselerinin büyük çoğunluğunu abisine devretmişti.

Mevla’nın dört ölüm sonrası ona bahşettiği bir evladı içindi bunca gayret. Gönlü varmıyordu ötekinden bahsetmeye. Bağrına geceyi basmıştı gökyüzü ve kırılmıştı al boyalı serçeye bir kere. Vaktine kadar ezberlemişti bu küskünlüğün oğul verdiği geceyi. Ciğerlerinden gelen sitemli nefesi kızgın havada buharlaşıverdi. Ah gökyüzü.. Bunca kederi sığdırabilmenin hikmeti miydi kaygısızlık? Yoksa mevsimler miydi bunca acının bedeli?

Genç adam, bileğinden kavradığı kızın bedenini dağın öbür yamacına kadar getirmişti. En azından birilerinin dikkatini çekmeyecek kadar uzaklaştığını düşünüyordu. Çırpınan Hanne'nin bedenini ileri savurduğunda genç kızın hışmına uğradı.

“Derdim seninle değil diyorum, bu ne hadsizlik!”

Genç kızın karşısına dikilen Yusuf, teslim olurcasına ellerini kaldırdı. Sıcak esintinin vurduğu saçlarının düzensizliğine henüz alışabilmiş değildi. Genç kızın kıvrak bir balon balığını andıran bu hareketlerini tanıyordu artık.

“Benim de derdim sana zarar vermek değil. Bastığın topraklar, tehlikeli varlıkların elini kolunu sallayarak gelebileceği bir yer değil.”

Hanne, kıvrılan dudaklarını toplayarak üst dudağını kaldırıverdi. Mezarınaküreceği bir mülkiyetten söz ediyor olmalıydı.

“Biliyor musun,”

Birkaç adım yaklaşarak işaret parmağını doğrulttu. Onu görene dek duygularını bastırabilirdi lakin ondan gidene dek sakin kalacak pek bir nedeni yoktu. Selamsız sabahsız bir düğüm vuruluyordu sevdanın dar ağacına.

“İlk kez belkilerimin tuzağına düşüyorum, sayende. Tam da olması gerektiği gibiymiş herkes ve sen de. Ama sorun değil, tabanlarımız acıya acıya çıktık bu yokuşları. Senin gibilerin attığı taş yolumuzda ecel değil bedel olur ancak.”

“Belkilerin ne diyordu ki sana,” deyiverdi Yusuf, sırıtarak ve ekledi.

“’Bu adam bana defalarca kez iyilik yaptı ama belki akıldan yoksundur ya da ben bunu hak etmiyorumdur.’ Gibi varsayımlar yapıyorsan haklı olabilirsin.”

“Keşke gerçekten öyle olabilseydin de seninle herhangi bir münasebeti olmayan bir kızın örtüsünü orada burada iftiraların ile kirletmeseydin.”

Gözlerini kısan Yusuf, bir süre alnını ovuşturduktan sonra başını salladı. Yükselen sesinin aksine daha sakin ama daha dokunaklı kelimeler sarfedecekti.

“İşte sen böylesin. Henüz büyüyememiş, istisnasız her hareketin ve her sözün peşine takılan ufacık bir çocuksun ve sen,” dedi aradaki mesafeyi kapatarak.

“Patlayacak bir bomba gibisin. Kimin elinde patlayacağın da gerçekten beni ilgilendirmiyor. Şimdi buraya neden geldiğini söyle ve buradan kaybol. Buradaki hiçkimse,” dedi işaret parmağını yere indirerek.

“Senin çocukça hikayelerini dinlemeyecek kadar meşgul.”

Genç kızın işittiği kelimeler bir bir gönlüne çivilenirken gelmesindeki asıl sebebe odaklanmaya çalıştı. Zihnindeki kavgalar sadece başkasına ait değildi. Oku herkesle beraber kendine atmaktan çekinmeyecekti. Islanan gözlerini rüzgara çevirirken belindeki kuşağı yokladı. Boşluğu kavrayan elleri yana düşerken çaresizce bakındı.

“Hey Allah’ım, nerede bu ayakkabı?”

Hanne'nin bir çırpıda çözdüğü kuşak yere düşerken telaş içinde çevresini kolaçan etti. Elini beline götürüp anlamsızca olanları izleyen Yusuf, istifini bozmadan sesini yükseltti.

“Ne ayakkabısı, bak kaçmak için bahane arıyorsan..”

“Tek bahanem seni diğerlerinden farklı sanmamdı.” deyiverdi Hanne süzülen çehresini saklamadan ve ekledi.

“Buraya sandığın kadar boş bir mesele yüzünden de gelmedim.”

Genç kız elleriyle yüzünü sıvazlayıp geldiği yerlerde düşürdüğünden emin olarak adımladı. Dumanlanan zihni yaprak gibi savrulan bedeninden daha sarhoştu.

“Benim onu bulmam gerek. Dedem peşini bırakmaz bu işin, bu sefer mahvoldum ben.”

“Dur bakalım!”

Hanne'nin adımlarının önünde duran Yusuf, onu salıverecek gibi durmuyordu. Genç kızın ağzının içinden gevelediği birkaç kelamı gediğine oturtmadan da rahat etmeyecekti. Halbuki genç kızın eline yüzüne bulaştırdığı her işin sorumluluğu sırtına bir tuğla daha eklemek üzereydi.

Yeşillere bürünmüş toprak bakışları nemlendi önce. Yağmuruna sığınmak yapabildiği en güzel şey gibi geliyordu.

“Sadece korumak istedim,” diyerek mırıldandı dudaklarının arasından. Ucu bucağı görünmeyen bu yumağın her bir ilmeğinde düğüm vardı.

“Çocukluk etmişim meğer. Ve şimdi öğreniyorum ki güzel olan ne varsa orada kalmış.”

Mırıldanmaların arasında sözlerine kulak veren genç adama kaldırdı bakışlarını. Her bir adımında topuklarını zemine vuruyor ve çıkan gürültüden bir haber sözleri çağlıyordu oluğundan.

“O ayakkabı haksız yere koskoca ağılın içindekilerle beraber telef olmasına sebep oldu. Üstelik o masum hayvanları koruyacağım derken canından olan bir çobanın ecel terini taşıyor.”

Genç adam huzursuz bakışlarını kaldırırken kolları iki yana düştü. Haksız yere canı yanan sadece hayvanlar olmamalıydı.

“Ben cani değilim Hanne Hanım! Bu caniliğe beni ortak etmen gerçekten canımı sıkıyor."

“Sizin varlığınız belki birilerine cesaret vermiştir. Beni tehdit etmek için ölümü dahi namlunun ucuna koyan bir arkadaşa sahipsin Yusuf Efendi!”

Yusuf, donuk bakışlarının altında gizlediği gergin çehresini soluna çevirdi. Ne Emir’in ne de bu meselenin sorumluluğunu taşımayacak bir sebebi yoktu. Dudaklarının arasından savurduğu küfürler sıcak esintiye çarparken zemindeki hareketliliğe odaklandı. Yamacın öbür tarafında kalan makinelerin sebep olduğu bir sarsıntıdan çok daha fazlasını hissediyordu.

“Sus!” deyiverdi ellerini iki yana açarak. Hanne'nin ayağını vurduğu her seferde sarsıntılar kademe kademe artıyordu.

“Bu sefer susmayacağım Yusuf. Sözlerinin aksine bu kara düzenin karşısında çocukça bir inat ama koca bir cesaretle dura...”

İkisinin de tabanlarının altındaki kumlu zemin hızla hareketlenirken dengesini kaybeden genç kızın dudaklarından bir çığlık koptu. Üstündekileri koynuna alan kara parçası dibe doğru akıp giderken Hanne, Yusuf’un gömleğinden asılmış, yırtılan gömleğin parçası parmaklarının arasında sıkışıp kalmıştı.

Genç kızın savrulan bedenine uzanan Yusuf bileklerinden asılıp kendine çekti. Zayıf boynunu göğsüne çekerek kafasını onun örtüsüne gömdü. Kendilerini neyin beklediğinden habersizce kasvetli bir çukurdan yuvarlanıyorlardı. Sadece bedenleri değil bağırışları da birbirini kucaklıyordu.

Derinlerde raks eden bir korkuydu sevda,

Kaçtıkça birbirine dolanan..

Sildikçe akı karasına bulanan..

Ve yok saydıkça yok yerinden hayat bulan

Çok geçmeden bedenleri kumdan tepeciğin üzerine kapaklandığında ikisi de nefes borularını tıkayan toz sebebiyle öksürmeye başladılar. Genç kızın yumruk yaptığı elleri kaskatı kesilmiş, bir nefeslik delik kalan yüzü Yusuf’un göğsüne yapışmış gibiydi.

Hanne'nin başını sarmaladığı kollarını açan Yusuf başını genç kızın örtüsünden kaldırdı. Az evvelki gürültüye rağmen yer kürenin asabiliği azalmış görünüyordu. Yine de tehlikeyi atlatmış sayılmazlardı. Zira kendisine yapışan bedendeki sarsıntıları kalbinde hissediyordu. Kayalardan yediği dayakları anımsayan bedeni sızlamaya başlamıştı bile.

“Bitti, Hanne. Geçti, kurtulduk. İyisin değil mi?”

Yere eğdiği çehresini günyüzüne çıkaran genç kız buğulu gözlerini bir ışık görebilme ümidiyle kaldırdı. Sıcaklığından dert yandığı gökyüzünü kaybetmek korkunç bir histi. Öksürmekten yaşaran gözlerini rutubet kokan mekana çevirdi.

“Burada bir hayat belirtisi varsa iyiyiz demektir.”

Yusuf ile göz göze gelene dek gerçekten hayatta olup olmadığını anlayamamıştı. Hızlıca toparlanıp dizleri üzerine ayaklanırken ayağından kopan bir sancıyla dizleri üzerine düştü. Sızlayan kollarını ileri geri hareket ettiren genç adam, ani hareketler için sabırsızlanan kızın arkasından seslendi.

“Kırmak için çabaladığın hiçbir uzvundan sorumlu değilim. Hatta güvenli bir çıkış bulur bulmaz arkama bile bakmadan gideceğim.”

O sırada yerinden kopan yumruk büyüklüğündeki taşlar Hanne'nin yakınlarına patır patır dökülmeye başladı. Kaçtığı adamın yamacına geri dönecekken düşen parçalardan birisi yanağını sıyırıp yere inmişti. Ateş mi daha ızdırap vericiydi yoksa karanlık mı, bilemedi. Lakin insan bilmediğinden çekinirdi ya, genç adamın koluna tutunduğunda hissettiği evvelden beri tanışıklık ettiği bir yangındı sanki. Öyle ki nefsine haram saydığı ne varsa onu gördüğünde unutacak kadar büyük bir kıyametti bu.

Genç adam tavandaki hareketliliğin durmamasından endişe ederek adımlarını geriye götürdü. Ayaklarının nasıl bir zeminde ilerlediğini bilmeyen Hanne, sandaletinden içeri sızan soğuk ve çamurumsu sıvıyla çığlığı kopartıverdi. Yıkılmak için kendine sebep arayan yaşlı kayaçlar bu sesle birlikte tüm yükünü çukura boşaltıverdi.

Ellerini baş hizasına siper eden genç adam bileğine kadar gelen suyun berraklığını görebiliyordu. Mahzenden daha ürkütücü olan bu karanlık ve kimsesiz mekan gökyüzünün ışığını olduğu gibi içine çekiyordu artık. Kolundaki ıslaklıklığa odaklanınca genç kızın yüzünü olduğu gibi koluna dayadığını gördü.

“Yanağın kanamış!” der demez elini onun yanağına götürecekken vazgeçti.

Genç kız yüzünü kaldırdığında ise sözlerini yineledi.

“Yüzün berbat bir halde.”

Hanne de Yusuf’un boynundaki dövmenin üzerinden kanı ve kollarındaki çizikleri işaret etti.

“Sen de tırmalanmış gibisin.”

İstemsizce birbirlerine gülüverdiler. Tepecik haline gelen döküntüye doğru adımlayan Hanne, önündeki kaya parçasından kedi pozisyonunda geçti. Her bir adımda sızlayan ayağı dilinden iniltiler koparıyordu.

“Ben, özür dilerim,”

Mahçup bakışlarını kaçırdı genç kız.

“Kim kime sarıldı bilmiyorum ama öleceğimi hissettim, ilk kez.”

Sessiz kalmakla yetindi genç adam. Tehlikeli bir tecrübe sonrasında hissettikleri olası bir ölüm korkusunun dışındaydı çünkü. Bir oda büyüklüğündeki obruktan yukarı baktığında ölümcül bir yüksekliğin olmadığını anladı. Lakin köşelerde bulunan irili ufaklı deliklerin olmasını dikkatini başka yöne çevirivermişti. Avuçlarının altındaki kum yığınından destek alarak ayağa kalktı ve Hanne'nin bacağını tutarak ilerlediği duvara yaklaştı.

“Nereye düştük böyle? Bakar mısın, bunlar bir tür işleme olmalı.”

Saçlarına istila eden tozu silkeleyen genç adam, Hanne'nin işaret ettiği duvarı inceledi. Çini desenlerine benzer motiflerin bir kısmı silinmiş olsa da basit bir çukurdan ibaret olmayan bu oda merak uyandırıyordu. Yine de yeterince macera atlatmıştı. Üstelik tekin görünmeyen bu rutubetli ortamdan hala haz etmemişti.

“Neden bu kadar meraklı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Yaşıyor olabiliriz ama bu emniyette olduğumuzu göstermez. Her an yeni bir sarsıntı olabilir. Davetsiz misafir kabul etmeyen birçok canlı ile karşılaşma ihtimalin de oldukça fazla.”

Kumlu toprağın arasından süzülen ufak kertenkeleyi işaret etti.

“Ayağına sürtünen bacaklı bir sürüngen gibi...”

Yerinden fırlayıveren genç kız topallayarak Yusuf’un yamacında bitiverdi. Kollarını birbirine bağladıktan sonra gözlerini devirip başını yukarı kaldırdı.

“İmdaat! Yardım edin bize?”

Yankılanan sesler sonrasında temkinli bakışlarıyla çevreyi kolaçan etti. Derinlerden gelen başka bir yankılanma sesleri olduğuna emindi.

“Benim duyduğumu sen de duyuyor musun Yusuf?”

Ellerini saçından geçiren Yusuf, bezgince mırıldandı.

“Her neyse duymak istemiyorum. Sadece bu rezil yerden çıkmak istiyorum.” derken cebindeki telefona sarıldı.

“Şşt!” der demez Yusuf’u kolundan tutarak az ilerideki yarım insan boyundaki deliğin ağzına getirdi. Küçük harflerle kulağını işaret ederek duyulan düzenli sesleri işaret etti. Damla damla yankılanan sesin yanında bedenlerine temas eden havanın serinliğini solurken bakışlarını kendisini izleyen adama yöneltti. Göz hizasından yükselen ışık huzmesi altında dudakları kıvrıldı.

“Sence bir göl mü?”

“Yok, denizler altında 20.000 fersah.”

Kıkırdayan Yusuf, koluna yediği şamar sonrası aniden hariketsiz kalarak sağa sola bakınan gözlerini genç kıza dikti. Sessiz adımları çığlık çığlığa yükselen ateşen üzerine yürür gibiydi. Bu rutubetli mekanda merakını körükleyen o kadar çok şey vardı ki. Lakin hiçbirisi ıssız bir gecenin koynunda süslenen yıldızlara denk bir çift göz kadar ilgisini çekmiyordu. Bir günlük bir kelebeğin ömürlük bir sevdası gibiydi onu izlemek. Ömre bedel bir kaçamak için bir gününü feda edebilirdi.

“Şşt! Dinle?” deyiverdi genç kızın omuz hizasına kadar yaklaşıp.

“Neyi?”

Genç kızın ürkek bedeni Yusuf’un hareketlerine göre daire çiziyordu. Hanne'nin çehresini görebilecek kadar yaklaşan Yusuf kulağına eğildi. Hissediyordu. Sözünü çiğnetmeyecek çok daha büyük bir sebebi vardı nefesini hissettiği bu kızda.

“Yanımdayken nasıl da durulduğunu..”

Yutkunurken yükselen ses genç kızın kalp atışlarına karışıyordu. Hükmedemeyeceği bir sevda altında eziliyordu nefesler. Tavizlerle büyüttüğü bu münasebet sadece kendini değil bu sevdayı da yakacaktı. Bakışlarını kaldırması bile yetecekti bu gurbetin bitmesi için. Dizlerinin bağına kadar çözülmüştü düğümleri.

Peki ya sevdanın masumiyeti.. Sevgi nedir bilmeyen gönlü bir nazarın peşine düşecek kadar gafildi. Bu ana şahit olan taşın toprağın diline düşecekti besbelli. Öyle ki ayak basılan her toprakta sevda uğruna yıpranan nalinler, aklını kaybeden fedailer ve daha nice destanın can teri yatıyordu. Zaman ne kadar değişirse değişsin aşk kendine layık olanı dilden dile götürecekti.

Aşk, kapı arkası kadar yakınken bile o kapıya uzanmamaktı.

Aşk, yapabilecek cesareti sahipken tırnak ucundan haya etmekti.

Ve aşk, karşılık bulacağını bildiği halde bakışlarını dokundurmaktan bile kaçmaktı.

Ve tüm bunları, yine aşk için yapabilmekti aşk.

Bedenini geri çekmeden genç adamın hizasından ileri yürüdü. Dikkatini dağıtacak onlarca gereksiz düşünceyi kovalarken dudaklarını ısırdı.

“Ehline emanet edilmeyen ne varsa ziyandadır. Haklısın belki de.. Bizi bir araya getiren ne varsa acı getiriyor.”

Nefsinin kendisine sunduğu her türlü oyuna kendini hazırlayan Yusuf, kirpiklerini birbirine bastırdı. Ertelenen bir sahne değildi zihninde canlanan. Kuytu köşeye sakladığı her zerresinden hesaba çekiliyordu gönlü. Sırtını ona çevirmeye layık görse de zihnindeki tüm gerçekler genç kızın önünde mim oluveriyordu.

Kapılmıştı öylece, bozkırın türküsünü çağlayan bir serçe kendi kalbinde kanat çırpıyordu.

Bile isteye değil,

Zihnindeki karanlığı yara yara ulaşmıştı fecrin mabedine.

Kabullenmese de taştan hücreleri,

Her günbatımında titreyecekti ciğerleri pare pare.

Dünyaları seyr edecekti yeşile boyanmış kahvelerinde.

Toprak kokacaktı üstü başı evvelinde.

Ama öyle bir toprak kokusu ki sağanak yağmurun her bir gözyaşını ilmek ilmek toplayıp gökkuşağına sermiş kadar dupduru.

Ve asılacaktı nefesi gökkuşağına bağlı salıncağın bir kefesinde.

Her solukta yok olacaktı gökküyüzünün kalbinde

Ve her solukta biraz daha çekecekti, kesilse de nefesi feryadü figan ile..

Bile isteye değil,

Nefes nefese zikredecekti adını bir kabusun bitiminde.

Sayıklayacaktı adını boş bir kafesin eşiğinde.

Sığmayacaktı gönlü göğün kırk kat perdesine

Yine düşecekti bir toprağa cemre gibi

Dem bu dem ki kavuşmaktı bunun adı,

Sevdanın en derinine...

 

Bölüm Sonu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%