Yeni Üyelik
13.
Bölüm

12. Bölüm

@heliiosrex

Eğer buraya kadar geldiysen, lütfen bir yorum bırak. Kitabın nasıl ilerlediği hakkında ne düşündüğünü merak ediyorum.

 

VİPER

18 yıl önce

 

10 yaşında, bir kampta yetiştirilmek üzere getirilmiştim. Burası, Afrika'nın derinliklerinde, korkutucu derecede tenha ve insanlardan uzak bir yerdi. Etrafımda gördüğüm insanların çoğu siyahiydi, ve artık Afrika'da olduğumu varsayıyordum. Ailem sandığım insanlardan koparılıp buraya getirilmeden önce, onların aslında ailem olmadığını öğrenmiştim. Bu gerçeği kabullenmek, buradaki acımasız yeni hayatıma ilk adımı atmak anlamına geliyordu.

 

Kampa geldiğim ilk gün, hayatımın en acı dolu deneyimlerinden birini yaşadım. Burası, bağırışların ve korkunun birbirine karıştığı soğuk, duygusuz bir yerdi. Anne diye ağlarken, birinin bana attığı dayaklarla sarsıldım; burada kimsenin annesi yoktu, aile kavramı yerle bir olmuştu. Bana ait olduğum tek yerin burası olduğunu söylediler. Bu sert gerçekler, yüreğimi sıkıştırdı, ama bir yandan da hayatta kalmak istiyorsam bir an önce kabullenmem gerektiğini biliyordum

 

Kampın başında bizi eğitmek ve kontrol altında tutmak için görevlendirilen kadın, acımasız ve soğukkanlıydı. Onun sinirli bakışları altında her an tetikte olmak zorundaydık. Bu yerde hayatta kalmak, güçsüzler için mümkün değildi. Bu yüzden, çocuk aklım ve küçük bedenimle, bir an önce alışmak ve güçlenmek zorundaydım. Her günümüz işkence dolu eğitimlerle geçiyordu. Yemeğimizi kendimiz yapmak, çamaşırlarımızı kendimiz yıkamak, yaralarımızı kendimiz sarmak zorundaydık. Kendi başımızın çaresine bakmayı öğrenmek zorundaydık

 

Burada zayıflık affedilmiyordu; zayıflık, ölüm demekti. Bunu çok çabuk anlamıştım. Her gün biraz daha sertleşiyordum, biraz daha içime kapanıyordum. Başka seçeneğim yoktu. Çocukluğum elimden alınmıştı, yerine korku, acı ve yalnızlık bırakılmıştı. Ama hayatta kalmak için bu acımasız dünyaya ayak uydurmak zorundaydım.

 

Kamptaki günlerim birbirine benziyordu; gri, soğuk ve korkutucu. Her sabah, sert bir düdük sesiyle uyanıyorduk. Bu ses, kabuslarımın sonu, ama gerçeklerin başlangıcıydı. Gün doğmadan kalkmak zorundaydık, yoksa bizi bekleyen ceza kaçınılmazdı. Hepimizin yüzü yorgun, gözlerimizse korkuyla doluydu. Ama kimse konuşmuyordu; konuşmak, soru sormak, hatta düşünmek bile yasak gibiydi.

 

Gün boyunca zorlu eğitimler yapıyorduk. Yalnızca bedenimizi değil, zihnimizi de sertleştiriyorlardı. Hayatta kalmanın yolu, duygularını kapatmak ve verilen emirleri sorgusuzca yerine getirmekten geçiyordu. Ağırlık taşıyor, silah eğitimi alıyor, dövüş tekniklerini öğreniyorduk. Başaramayanlar, zayıf olanlar, kamptan sessizce kayboluyordu. Onların ne olduğunu sormaya cesaret edemezdik; sorsak bile cevap alamazdık.

 

Aramızda güçlüler vardı, zayıflar vardı, ama en kötüsü, korkuyu gizleyemeyenlerdi. O korku, gözlerinde hemen fark ediliyordu. Eğitmenler bunu gördüğünde, onlara daha da sert davranıyordu. Bunu ilk anladığımda, içimdeki korkuyu derinlere gömmeye yemin ettim. Bu kampta hayatta kalmak istiyorsam, korkunun yüzeye çıkmasına asla izin veremezdim.

 

Her akşam, karanlık çöktüğünde, yatakhaneye dönüyorduk. Küçük, sert yataklarda yatarken, vücudumuzun her yeri ağrıyordu. Ama ağlamamak, zayıflık göstermemek için dişlerimizi sıkıyorduk. Gece sessizdi, ama sessizliğin içinde duyduğum tek şey, herkesin bastırdığı hıçkırıklarıydı. Kendi içime döndüğümde, hatırladığım şey, bana ailem gibi davranan o insanların sıcak yüzleriydi. Ama onlar bile gerçek değildi; hepsi bir yalandı.

 

Bir süre sonra, kamptaki çocukların isimleri önemini yitirdi. Biz sadece numaralardık. 27 numara, 32 numara, 45 numara… Benim numaram 19’du. Bu sayılar, varlığımızı, kimliğimizi silmişti. Ben, bir zamanlar kim olduğumu unutmaya başlamıştım. Adım neydi? Gerçek ailem kimdi? Bu soruların cevabını hatırlayamıyordum artık. Ama unutmam gerekiyordu; unuttuğumda daha az acı çekiyordum.

 

Bir gün, eğitim sırasında bir olay yaşandı. İçimizden biri kaçmaya çalıştı. Zayıftı, korkmuştu, dayanamamıştı. Onun ne yaptığını görünce içim ürperdi. Kaçmak… Bu, benim de hep hayalini kurduğum bir şeydi. Ama onun ne hale geldiğini gördüğümde, kaçmanın imkansız olduğunu anladım. Onu yakaladılar ve herkesin önünde öyle bir ceza verdiler ki, kimse bir daha kaçmayı düşünmedi. O an, kaçmanın ölüm olduğunu anladım. Tek yol, ayakta kalmaktı.

 

Zamanla, hayatta kalmak için gereken tüm duygularımı kapattım. Ne korku, ne acı, ne umut… Sadece bir görev vardı önümde: hayatta kalmak. Zihnim sertleşti, kalbim taşlaştı. Kendi yemeğimi yapıyor, yaralarımı sarıyor, başımın çaresine bakıyordum. Bu kamp, beni şekillendirdi, beni değiştirdi. Çocukluğum burada öldü; onun yerine acımasız, güçlü ve sessiz bir savaşçı doğdu.

 

Ama içimde hala küçük bir parça vardı. Bir gün, bu kâbusun sona ereceğine dair inançtan vazgeçmemiş olan küçük bir parça. Bu kampın duvarlarını aşıp gerçek dünyaya dönebileceğimi uman, o küçük parça. İşte o umut, beni ayakta tutuyordu.

 

Günler ayları, aylar yılları kovaladı ve iki yılın sonunda içimdeki umut da tamamen tükendi. Ormanda çektiğim cezanın ardından, çıplak ayaklarımla karanlıkta kampa dönerken, arkamda bir ses duydum. Önce ne olduğunu anlayamadım, ama o sesin beni izleyen birine ait olduğunu hissedebiliyordum. Hızla ilerlemeye çalışırken, arkamdan gelen soğuk bir sesle "19!" diye seslendi. Bu isim, bana ait olandan ziyade, bana dayatılmış bir kimlikti.

 

O geliyordu; kamptan biri olduğunu anladığım için durup bekledim. Adı Ethan'dı, tehlikeli ve acımasız biri olarak tanınırdı. Bana doğru yaklaşıp örgülü saçlarımdan sarkan bir tutamı alıp kulağımın arkasına yerleştirdi. Küçük bedenim korkudan titremeye başladı. Neler olduğunu bile anlayamadan, bana daha da yaklaştı. Geri geri çekilmeye çalıştım, ama peşimdeydi. Arkamı dönüp kaçmak istediğim anda kolumdan yakaladı ve suratımda patlayan bir tokatla beni yere serdi. Darbenin etkisiyle küçük bedenim toprağa yapıştı. Ethan, üzerime doğru eğildiğinde nefesimi kesen bir korku hissettim.

 

Başını boynuma gömdüğünde, kulağı ağzıma yakınlaşmıştı. İçimdeki tüm korku ve çaresizliği öfkeye dönüştürerek, var gücümle kulağını ısırdım. Dişlerimin arasından büyük bir parça kopardım. Ethan acı dolu bir çığlık atarak geri çekildi. Bu fırsatı değerlendirip hızla yerden kalktım. Yan tarafta duran bir odunu aldım ve tüm gücümle kafasına indirdim. Bayılmıştı, belki de ölmüştü; umurumda bile değildi. Kaçabildiğim kadar hızlı bir şekilde kampa geri döndüm.

 

Kampa vardığımda, beni karşılayan o kadın oldu. Ona herkes "Şef" derdi. Sert bakışlarıyla üzerimdeki kanı süzdü. Yüzündeki soğuk ama meraklı ifadeyi görebiliyordum. Hiçbir duygu belirtisi göstermeden kollarımdan tutup beni çadırına sürükledi. Çadırın içine fırlattıktan sonra, merakla ne olduğunu anlatmamı bekledi.

 

"Ethan," dedim titreyen bir sesle. "O beni buldu... Bana bir şey yapmak istiyordu. Cezasını verdim. Cesedi ormanda."

 

Şef, yerinden fırladı ve yanıma yaklaştı. Yiyeceğim dayağı düşünüyordum, ama korkmuyordum. Belki de bu sefer öldürür ve beni bu cehennemden kurtarırdı. Ama düşündüğüm gibi olmadı. Şef, ilk defa kafamı okşadı. Soğuk, sert elleriyle saçlarımı hafifçe sıvazlayarak, "Aferin," dedi. "Kendini korumayı öğreniyorsun."

 

Sonra dışarıya seslendi ve birkaç kişiyi çadırına çağırarak, cesedi almaları için ormana gönderdi. O an, içimde karanlık bir şeyin filizlendiğini hissettim. Burada hayatta kalmanın tek yolunun bu olduğunu anlamıştım.

 

Yatakhane çadırının önünde içim içimi yiyordu. Ethan’ın öldüğünden neredeyse emindim, ama yine de içimdeki korku ve belirsizlik beni yiyip bitiriyordu. Aradan bir saat geçmişti ki iki kişi Ethan’ı kollarından tutarak kampa geri getirdi. Ethan hâlâ yürüyordu, ama neredeyse ayakta duramayacak kadar güçsüzdü. Yaşıyordu… Bu gerçeği gördüğümde içimdeki öfke yeniden alevlendi. Onu revir çadırına götürdüler.

 

O gece yatağıma geçtim, ama bir türlü uyuyamadım. Öfke ve korku, beynimde sürekli dönüp duruyordu. Herkesin uyumasını bekledim, ve sonunda kamptaki sessizlik derinleşti. Gece ilerledikçe, sessizce yataktan kalktım. Kimseye fark ettirmeden çadırdan dışarı çıktım ve soğuk gece havasında revir çadırına doğru ilerledim.

 

Revir çadırına ulaştığımda, içeri süzüldüm. Ethan’ın yattığı yere yaklaştım; başına sarılmış sargılar ve yüzündeki kan izleri hâlâ duruyordu. Nefes alışları düzensizdi, ama gözleri kapalıydı. Yavaşça başına eğildim ve kulağına fısıldadım: "Eğer bir daha bana yaklaşmaya kalkarsan… bu sefer seni öldürürüm."

 

Ethan’ın kaslarının gerildiğini hissettim. Gözlerini açtı, ama karşısında yalnızca kararlı bir düşman buldu. Onun içindeki öfke ve kin, benim kararlılığıma çarpıp kırıldı. O an anladım ki, bu kampta hayatta kalmak istiyorsam korkusuz olmak zorundaydım. Gerektiğinde ilk hamleyi yapan ben olmalıydım.

 

Ondan uzaklaştım, çadırdan çıkarken derin bir nefes aldım.

 

Ethan, Şef ve diğerlerinden bir daha çocuklara yaklaşmamak üzere kesin emir almıştı. Ama hâlâ bazı çocukların benzer tehlikelerle karşılaştığını biliyordum. Burada, bu durumdan kurtulmanın bir yolu yoktu; sadece kendimi korumam gerekiyordu.

 

Bir yılın sonunda, kampa yeni çocuklar geleceğini öğrendik. On yaşına yeni girmiş çocuklar, tıpkı benim geldiğim yaşa yakınlardı. Araba kampın yakınına geldiğinde, içinde bir düzine çocuk olduğunu gördüm. Çadır önünde oturuyorduk ve çocukların hepsi küçük ve savunmasız görünüyordu.

 

Birden, içlerinden biri arabadan atlayıp kaçmaya başladı. Adının Billy olduğunu bildiğim bir adam, gözünü bile kırpmadan çocuğu vurdu. Çocuk, sadece on metre kadar uzaklaşabilmişti; cansız bedeni yere serildi. Bu, diğerlerine verilen bir gözdağıydı ve kaçmaları durumunda ne olacağını göstermek için yapılmış bir eylemdi.

 

Çocukların içlerinden en cılız olanı seçildi. Çocuğun cesedini taşıyıp gömmesi istendi. Herkes kamptaki yerlerine gitmek için hareket ederken, zavallı çocuk küçük bedeniyle cesedi çekiştirmeye çalışıyor ve bir yandan ağlıyordu. İçimdeki merhamet, buna kayıtsız kalmamı zorlaştırıyordu. Kimsenin görmediğinden emin olduktan sonra, ona yardım etmeye karar verdim.

 

Çocuğa yaklaşıp, birer bacak tutarak ormana doğru çektik. Yanımıza aldığımız kazma ve kürekle derin sayılabilecek bir çukur açtık. Çocuğun cesedini gömdük. Küçük çocuk ağlamaya devam ediyordu. Yanına yaklaşıp kollarından tutup onu sarstım. "Kendine gel, ağlamayı kes. Yoksa sonun onun gibi olur," dedim. Böyle olmak zorundaydım; buradaki kimse ona acımayacaktı.

 

Bir süre sonra ağlamayı bıraktı. Çamura bulanmış haliyle mezarın yanına doğru oturdu. Yüzüme baktı ve "Adın ne?" diye sordu. Bir süre düşündüm; gerçek ailemin bana verdiği isim Ela ydı ama yanından ayrıldığım ailem bana Viper derdi. “Viper,” dedim, “Senin adın ne?”

 

“Adım Kerem,” dedi çocuk, “Yani Kerem’di ama buraya gelmeden önce bana adımın Victor olacağını, bir daha Kerem’i kullanmamamı söylediler.” Bunun sebebini çok iyi biliyordum.

 

Kamptaki kimlik dönüşümünün bir parçasıydı. Kampta çocuklara gerçek isimlerini unutturmak, onlara yeni bir kimlik vermek, geçmişlerini silmek ve onları tamamen kontrol etmek için kullanılan bir yöntemdi. Bu, çocukların eski hayatlarına dair bağlantılarını koparmayı, onları geçmişlerinden ayırmayı ve kamptaki yeni rollerine tamamen adapte olmalarını sağlamak içindi. Yeni isim, onların artık kampa ve verilen görevlere ait olduklarını simgeliyordu.

 

“Bir daha Kerem deme o zaman,” diyerek ayağa kalktım ve kampa dönmek için harekete geçtim. Victor da peşimden geldi. O günden sonra, Victor hiç yanımdan ayrılmadı. Kampta buna dair defalarca uyarılmamıza rağmen, o hep benimleydi. Onun yaşındakilerin eğitimleri farklıydı, ama Victor sürekli yanımda duruyordu, sanki benim gölgem olmuştu.

 

Bir gün, Şef bu durumdan rahatsız oldu. Victor’un bana bu kadar bağlı kalmasından hoşlanmıyordu. Onun bağımsız ve soğukkanlı olması gerekiyordu. Bu yüzden Victor’a sert bir ceza verdi. Onu diğerlerinden ayırdı, karanlık bir kulübeye kilitledi ve günlerce tek başına kalmaya mahkûm etti. Bu ceza, onun bağımsızlığını kazanması ve duygusal bağlarından kopması için planlanmıştı. Şef, Victor’un bu zayıflığını ortadan kaldırmak istiyordu.

 

Victor, kulübede geçirdiği süre boyunca aç, susuz ve yalnız bırakıldı. Günler sonra, kulübeden çıktığında gözlerinde o eski ışıltı yoktu. Yüzü, sanki aylar geçmiş gibi solgun ve yorgundu. Ama bir şey değişmişti; o artık eskisi gibi değildi. Şef’in istediği gibi olmuştu: duygularından arınmış, sadece hayatta kalmaya odaklı birine dönüşmüştü.

 

Kampa yeni gelen çocuklara karşı eskisinden daha sertti. Şef’in vermek istediği mesaj açıkça yerine ulaşmıştı. Victor’un gözlerinde artık hiçbir duygu yoktu; sadece hayatta kalmak için gereken soğukluk ve kararlılık vardı.

 

İki yıl boyunca Victor’un bir daha aynı cezayı almaması için ona karşı mesafeli davranmaya çalıştım. Aramızdaki bağı koparmaya çalışsam da Victor hep gölgem gibi yanımdaydı. Sonunda, bir gün Victor ve grubu, aldıkları bir eğitim gereği üç gün boyunca aç bırakıldı ve ormana gönderildi. Görev basitti: Ormanın sonuna sağ olarak ulaşan ilk kişiye yemek verilecekti. Victor çok yorgun görünüyordu, zayıf düşmüştü. Onun başına bir şey gelmesinden korktum ve onu gizlice takip etmeye karar verdim.

 

Ormanın derinliklerine doğru ilerlerken, Victor’un arkasında bir gölge gibi süzülen Billy’yi fark ettim. Billy, kulaksızın arkadaşıydı; geçmişte yaşadıklarımı hatırlayınca içimde bir korku dalgası yükseldi. Victor’un aynı dehşeti yaşamasını istemedim. Sessizce bir ağaca tırmandım, yayımı ve oklarımı hazırlayarak onları izlemeye başladım.

 

Victor, bitkin bir halde dinlenmek için durduğunda, Billy’nin ona doğru sinsice yaklaştığını gördüm. Nefesimi tuttum ve Billy’nin niyetinin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Billy, Victor’u ağacın dibine sıkıştırdı; Victor ise elleriyle gözlerini kapatmış, ne yapacağını bilemez haldeydi. Zaman daralıyordu. Derin bir nefes alarak yayımı gerdim, nişan aldım ve oku fırlattım. Ok, Billy’nin sırtına saplandı ve adam bir anda yere yığıldı.

 

Victor korkuyla etrafına baktı, beni fark ettiğinde gözlerinde şaşkınlık ve rahatlama belirdi. Ona ormanın sonundaki alanı gösterdim; Victor hiçbir şey söylemeden hızla koşmaya başladı. Billy’nin yanına gitmek için ağaçtan indim. Billy’nin yerde hareketsiz yattığını gördüm; gözlerinde dehşet ve acı karışımı bir ifade vardı. Bir an bile duraksamadan yayımı geri yerleştirip Billy’nin üzerinde eğildim.

 

Billy’nin yerde hareketsiz yattığını gördüğümde, onun hala nefes aldığını fark ettim. Göğsü hafifçe inip kalkıyordu, ama bakışları boştu. O an Ethan’ı hatırladım. Yıllar önce bana yaşattığı dehşet dolu anlar ve ondan alamadığım intikam zihnimde canlandı. Bu fırsat elimdeyken, geçmişin yaralarını sarabileceğimi hissettim. İçimde büyüyen öfke, mantığımı bastırdı.

 

Yanımda duran ağır taşı fark ettim. Tereddüt etmeden taşı aldım ve hiç düşünmeden Billy’nin başına indirdim. Kemiklerin parçalanışını ve kanın yüzüme sıçradığını hissettim. Kanın demir kokusu burnuma doldu, içimde garip bir rahatlama yayıldı. Bu benim ilk cinayetimdi, ama ruhumda ne korku ne de pişmanlık vardı. Yaptığım şeyin doğruluğunu sorgulamadım bile. Sadece bir tehditten kurtulmuştum, ve bu dünyada ayakta kalabilmek için her şey mubahtı.

 

O an, artık geri dönüş olmadığını anladım. Hayatta kalmak, bazen vicdanını susturmak anlamına geliyordu ve ben de tam olarak bunu yapmıştım.

 

Billy’i öldürdükten sonra içimde hem bir rahatlama hem de derin bir soğukluk hissettim. İki yıl önce o küçük çocuğun intikamını da almıştım, şimdi ise bir tehdit daha ortadan kalkmıştı. Ama ne vicdanım ne de geçmişin hayaletleri peşimi bırakacak gibi değildi. Ormanda sessizce kampa geri dönerken, içimdeki karanlığın derinleştiğini hissettim.

 

Kampa vardığımda kimseye görünmeden gizlice kazma ve kürek aldım. Hemen cesedin yanına döndüm ve ağır ağır bir çukur kazmaya başladım. Saatler geçmiş, hava kararmıştı. Gecenin soğuk nefesi tenimde hissediliyordu. Her kürek darbesiyle geçmişin yükünü toprağa gömdüğümü düşündüm. Cesedi çukura yerleştirdikten sonra toprağı üzerine örttüm. Ardından ellerimdeki kanı temizlemek için kampa doğru yola çıktım.

 

Kamp yolunda bir su birikintisi gördüm. Tişörtümü çıkarıp suya daldırdım ve yüzümdeki kanı yavaşça temizledim. Kan lekeleriyle dolu tişörtü de oracıkta gömdüm, tüm izleri yok etmek istercesine. Yeniden kampa döndüğümde, Victor beni bekliyordu. Gözlerinde korku ve endişe vardı, ama yanına yaklaştığımda burnuna gelen kan kokusuyla rahatlamış gibi göründü. Sanki artık yalnız olmadığını, koruma altında olduğunu biliyordu.

 

Elimi saçlarında gezdirirken Victor’un endişesi yavaş yavaş kayboldu. Karanlıkta, sessizce yatakhaneye yürüdüm ve yatağa uzandım. Gözlerimi kapatırken, içimdeki öfkenin, korkunun ve karanlığın bir parçası haline geldiğini biliyordum. Hayatta kalmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım ve bu, her geçen gün daha da sertleşen bir gerçekti.

 

Loading...
0%