Yeni Üyelik
14.
Bölüm

13. Bölüm

@heliiosrex

13 yıl önce

VİPER

 

Bir can almak, insandan da bir şeyleri alıp götürüyordu. Bu karanlık yolda ilerledikçe, içimdeki aydınlık yavaş yavaş soluyordu. Pişmanlık duymuyordum, ama ruhumda derin bir karanlık hissediyordum. Victor’dan uzak durmam gerektiğini biliyordum; bu çocuğa olan merhametim beni de bir canavara dönüştürüyordu. Victor ise, sürekli bana yakın olma ihtiyacı hissediyordu. Ormanda bulduğu meyveleri, yaptığı yemekleri getirmek için her fırsatta yanımda bitiyordu. İstemediğimi söylesem de, gece yatağımın altına gizlice bırakıp gidiyordu. Bu kamp, birini koruma çabasıyla bir başkasına zarar vermenin kaçınılmaz olduğu bir yerdi. Merhamet burada tehlikeliydi, bu yüzden diğer çocuklarla vakit geçirmeye başladım. Bu durum, Victor’un hiç hoşuna gitmiyordu, ama belki de onu benden uzaklaştırmak için gerekliydi.

 

Bir gün yine diğer çocuklarla birlikte vakit geçiriyorduk. Belki bir oyun oynuyor, belki bir görev yapıyorduk. Ne yaptığımızın önemi yoktu aslında, çünkü o anın huzurunu şefin adamlarından biri bozdu. Sert bir ifadeyle yanımıza gelip bize kızdı, dağılıp işimize bakmamızı söyledi. Sözleri yetmezmiş gibi, kafama sert bir darbe indirdi. Canım acıdı ama ses çıkarmadım. Dağılmak zorunda kaldık, hepimiz kendi köşelerimize çekildik.

 

Gece yatağıma uzandım, ama içimde bir huzursuzluk vardı. Uykuya dalmak zordu, sürekli tetikteydim. Derken, gecenin sessizliğini bozan bir çığlıkla irkildim. Sesin geldiği yönü anlamaya çalıştım ama birkaç dakika sonra her şey yeniden sessizliğe büründü. Kimse yerinden kıpırdamadı, herkes derin bir korkuyla bekliyordu.

 

Sabahın ilk ışıklarıyla gözlerimi açtım. Ayakkabılarımı giymek için eğildiğimde, yatak altındaki karanlıkta bir şeyin parladığını fark ettim. Elimi uzatıp çektiğimde, parmaklarım soğuk, sert bir şeye dokundu. Bu… bir parmaktı! Kesik, kanlı bir parmak. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Ne anlama geliyordu bu?

 

Şaşkınlıkla parmağı elime aldığım sırada, şef çadıra girdi. Hemen saklandı, kimse bunu görmemeliydi. Gözleri her zaman tehlike saçardı. Bizi topladı ve sert bir sesle bir uyarı yaptı. Gece marcusun "kaza" geçirdiğini, bir daha böyle şeylerin ortada bırakılmaması gerektiğini söyledi. Konuşmasında tehditkar bir hava vardı.

 

Kampın içinde herkes fısıltılarla konuşuyordu, kimse yüksek sesle bir şey söylemeye cesaret edemiyordu. Bir grubun yanına yaklaştım, sessizce dinledim. Anlattıklarına göre, gece Marcus çadırına girerken ışığı açmak için ipi çekmiş ve üzerine bir balta düşmüş. Hikaye böyleydi, ama kelimelerin arasındaki sessizlik bu olayın çok daha kasvetli bir gerçeği barındırdığını söylüyordu. Bu bir kaza değildi; tam anlamıyla planlanmış, soğukkanlı bir suikasttı.

 

Tam o sırada, gözüm Victor’a takıldı. Bir köşede duruyordu ve… gülümsüyordu. O gülümseme, içimde bir ürperti yarattı. Bu çocuk, kamptaki karanlığın tam kalbine yol alıyordu. Victor’un masumiyetinin arkasında, yavaşça büyüyen bir canavarın doğduğunu gördüm. Ve belki de, bu canavarı besleyen kişi bendim.

 

Geri dönülemez bir yola girdiğimi biliyordum. Victor’dan uzaklaşmam gerektiğini anlıyordum ama her adımda daha derine çekiliyordum. İçindeki canavar, her geçen gün daha da büyüyordu. Bana karşı duyduğu ilgi, zamanla saplantıya dönüşmüştü. Onunla konuşan herkesi tehditkar bakışlarla süzer, ardından onlara benden uzak durmalarını söylediğinden emindim; çünkü kimse bana yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Victor’dan korkmuyordum, fakat yarattığım bu canavarın sonuçları beni dehşete düşürüyordu.

 

Kamptaki şefin adamlarına yaptıkları için içimde bir pişmanlık yoktu. Onlar bunu hak ediyordu. Ancak Victor asla başkalarını korumak için harekete geçmezdi; sadece benim için yapardı.

 

17 yaşıma yeni bastığım zamanlarda, kamptan ayrılmak istediğimi söylemek için şefin yanına gitmiştim. O an gözlerinde beliren soğuk gülümseme, bu isteğin sıradan olmadığını hissettirmişti bana. Şef, kamptan ayrılmanın tek bir yolunun olduğunu söyledi. Yeterince güçlü olduğunu düşünen herkes bu talebi ilettiğinde bir araya toplanırdı. Ve o gün, hayatta kalma içgüdüsüyle beslenen vahşi bir dövüş başlardı.

 

Bu dövüşlerde sadece en iyiler, en acımasız olanlar ayakta kalırdı. Sona kalan 12 kişi, bir yıl boyunca zorlu bir eğitime tabi tutulur ve ardından kamptan ayrılmaya hak kazanırdı. Ama bu, bir özgürlük vaadi değil, aksine yeni bir esaretin başlangıcıydı. Kamptan çıkmak, bir savaşın sona erdiği anlamına gelmiyordu; aksine, daha büyük bir savaşın kapısını aralıyordu.

 

Dövüşecek kişilerin belirlenmesi kurayla yapılırdı. Adını çektiler mi, kaderin çizildiği o anda başka bir seçeneğin kalmazdı. Bir üst tura geçmek için rakibini alt etmek zorundaydın ve bu şekilde sona kalan 12 kişi, kamptan ayrılmayı hak ederdi.

 

Şefe kaç kişinin katılacağını sordum. 192 kişi olduğunu söylediğinde, içimde garip bir boşluk hissettim. Bu sayı her ne kadar çok kayıp ve az kişi gibi görünsede bu kampın amacı en iyileri elemek üzerine kurulu bir sisteme dayanıyordu. Bu, dört kişiyi yenmem gerektiği anlamına geliyordu. Dört çocuk. Dört kardeş. Onların hayatta kalabilmek için her şeylerini ortaya koyacağını biliyordum. Ama ben de öyleydim. Ya onları öldürecektim, ya da onlar beni. Bu, hem özgürlüğüm hem de vicdanım için vermem gereken bir savaştı.

 

Vicdanım bunu kabullenemedi. Victor’un durumu her ne kadar kötüye gitse de, benim gibi olan çocukları öldüremezdim. En azından şimdilik bir seçme şansım vardı ve bunu yapmayacaktım. Kampta 20 yaşıma kadar kalabilirdim. Bu, savaşmaktan kaçmak değil, içimde kalan insanlığı korumak adına aldığım bir karardı. Şimdilik, o dövüşe girmemeye karar verdim. Ancak biliyordum ki, bu kararın bedelini ödemek zorunda kalacaktım.

 

Victor’a kamptan ayrılmak istediğimi hiç söylemedim; bunu duyup delirmesini istemiyordum. Zaten durumu kötüleşiyordu. Her geçen gün daha fazla çalışıyor ve güçleniyordu. Küçüktü ama her deliğe sığabiliyor, herkesle iyi geçiniyordu. Şefin bir çocuğa bu kadar ilgi gösterdiğini ilk defa görmüştüm. Victor’la özel olarak ilgilenir, ona destek olur ve sohbet ederdi. Şef artık Victor’la olan yakınlığıma karışmıyordu, ki bu durum beni rahatsız etse de Victor’un işine geliyordu.

 

Victor her gün yalnız kalabilmek için ormana yürüyüşe çıkmak istiyordu. Bahaneler uydurmaya çalışsam da bazen yetersiz kalıyordum. Bugün de o günlerden biriydi. Şefin yanındaydım, Victor yanıma gelip sordu:

 

“Yürüyüşe çıkabilir miyiz?”

 

“Şu an meşgulüm,” dedim.

 

Ancak şef, umursamaz bir tavırla, “Gidebilirsin,” deyince mecbur kaldım. Sessizce ormana doğru yürümeye başladık.

 

Ormanın derinliklerine ulaştığımızda, Victor bir taşın üzerinde oturup etrafı izlemeye başladı. Çalılıklara dokunuyor, onları oyunlaştırıyordu. Yüzündeki ifadeyi anlamak zordu; yaşına göre oldukça sert ve donuk bir yüz ifadesi vardı.

 

Bana yaklaşıp konuşmaya başladı:

 

“Gitmek istediğini duydum. Bensiz ayrılmak istiyormuşsun.”

 

Victor’un, bunu benden duymadan öğrendiğini anlamıştım. Bu, onu bayağı sinirlendirmişti. Ne yapacağını kestiremiyordum; öfkesinin ne kadar tehlikeli olabileceğini biliyordum.

 

Victor’un sesindeki soğukluk ve kızgınlık, ormanın sessizliğinde daha da belirginleşti. Gözleri, sanki içine hapsedilmiş bir öfke taşıyormuş gibi parlıyordu.

 

“Beni bırakıp gitmek mi istiyorsun?” diye sordu, sesi karanlık bir tehdit tonunda.

 

Cevap vermekte zorlandım. Sadece başımı eğip, sessiz kaldım. Victor’un öfkesi, her geçen saniye daha da yoğunlaşıyordu.

 

“O zaman neden söylemedin? Neden bana bunu yapıyorsun?” dedi, sesinde acı ve hüsran karışımı bir şey vardı.

 

Bir an için sadece onun gözlerindeki derin karanlıkla baş başa kaldım. Bu sessizlik, her iki taraf için de zorlayıcıydı. Victor’un tavırları, ne yapacağı konusunda belirsizlik yaratsa da, onun öfkesinin sarsıcı olabileceğini biliyordum. İçimde bir korku ve suçluluk duygusu vardı.

 

Victor, yüzündeki karanlık ifadeyle bana baktı. Sözleri, sessiz ormanda yankılanarak içimde bir korku dalgası oluşturuyordu.

 

“Aldığın kararların sonucuna razı olacak mısın?” dedi. Sesindeki soğukluk, her kelimenin arkasındaki tehdidi derinden hissettiriyordu.

 

“Ne demek istiyorsun?” diye sordum, içimde bir belirsizlik ve endişe vardı.

 

Victor, gözlerini kısarak yanıtladı: “Bazen bazı kararların beklenmedik sonuçları olabilir. İnsanlar sevdikleri uğruna istemedikleri şeyler yapmak zorunda kalabilir.”

 

Victor’un gözleri öfkeyle parlıyordu, sesindeki tehdit dolu tınıyı hissedebiliyordum.

 

“Eninde sonunda buradan ayrılmamız gerekecek. İkimiz bir gün ayrılacağız,” dedim, kararlı bir şekilde. “Artık yaptıklarınla bazı sınırları aştığının farkına varmalısın. Beni sevdiğiNİ biliyorum ama bu işler böyle yürümüyor. Senden korkmuyorum. Sen daha çocuksun.”

 

Bu sözlerim, Victor’un içindeki öfkeyi daha da alevlendirmişti. Yüzüme doğru yaklaştı, gözleri adeta ateş saçıyordu. Ben de cesaretimi toplayıp, ayağa kalkıp ellerinden tuttum, yüzüne baktım.

 

“Seni bu hale ben mi getirdim?” diye sordum, sesimdeki titremeyi gizlemeye çalışarak. “Böyle olmanın sorumlusu ben miyim?”

 

Victor, ellerimi hızla çekti ve bağırmaya başladı. Çığlığı, ormanın derinliklerinde yankılanarak hem beni hem de etrafı sarsıyordu.

 

“Sana mı kalmış benim kim olduğumu belirlemek?” diye bağırıyordu. “Benim kim olduğumu sorgulama hakkını nerden buluyorsun? Bu kadar kolay mı her şeyi bırakıp gitmek?”

 

Victor’un öfkesine rağmen, sesimi sakin ve anlayışlı bir şekilde yükselttim:

 

“Victor, sadece hislerimi ve endişelerimi paylaşıyorum. Seni suçlamak ya da seninle savaşmak istemiyorum. Burada kalmak ya da ayrılmak hakkında karar verirken, her birimizin duygularını ve sınırlarını göz önünde bulundurmalıyız. Sen buraya geldiğin günden beri seni korumak istedim, ama senin benim gibi olmanı istemedim.”

 

Victor’un öfkesinin, sözlerimle biraz olsun yatıştığını gözlemlemeye çalıştım. Sözlerim, onunla empati kurmaya ve durumu anlamaya yönelik bir çaba olarak duyulmasını umuyordum.

 

Victor’un öfkesine rağmen, konuşmama devam ettim:

 

“Henüz gitmeye karar vermedim. Bedelini ödemeye hazır değilim.” Dedikten sonra, kamp yönüne doğru hareket etmeye başladım. Victor, hiçbir şey demeden beni takip etti. Onun durumu anladığını ummaktan başka çarem yoktu. Kampa döndüğümüzde, sessizce yatağıma geçip oturdum.

 

Victora daha başka açıklama yapmaya niyetimde yoktu zaten.

 

Günler geçtikçe, kamptaki sessizlik ve Victor’un tavrı beni daha da endişelendirdi. Benden uzak duruyor, gerekmedikçe konuşmuyordu.

 

Birkaç gün sonra, daha önce hiç konuşmadığım bir çocuk yanıma geldi. Sarışın, benim yaşlarımda ve tatlı bir görünümü vardı. Adı Aden di. Aden, yaklaşarak konuşmaya başladı. Onun bu samimi ve tatlı tavrı, benim için bir teselli kaynağı olabilirdi.

 

---

Aden’le aramızda zamanla yavaş yavaş bir yakınlık oluşmaya başladı. Başlarda bu durum, Victor’un sinirlerini oldukça bozuyordu; bakışlarından ve davranışlarından bunu anlamak zor değildi. Ancak günler geçtikçe Victor, Aden’i görmezden gelmeye başladı, sanki onun varlığı artık umurunda değilmiş gibi davranıyordu.

 

Aden’le aramızdaki bağ, her geçen gün daha da güçlendi. Onun yanında, kamptaki baskı ve korkularım bir an olsun hafifliyordu. Victor’un bu duruma karşı kayıtsızlığı da beni şaşırtıyordu, ama aynı zamanda rahatlatıyordu. Bu dostluk, kampın karanlık atmosferinde nadir bulunan bir umut ışığı gibiydi.

——-

 

Aden’e karşı hissettiğim duygular belirsizdi; aşk mıydı, yoksa derin bir bağlılık mı? Bilmiyordum. Ama onunla vakit geçirmeyi seviyordum. Gitmek zorunda olduğumu hissediyordum, ve Aden de beni bunu yapmam gerektiğine ikna etmişti. Aylar boyunca, Şef ve diğerlerinin gözüne batmadan, gizli bir arkadaşlık geliştirdik. Ancak bu dostluk sıradan değildi; Aden’le aramızda oluşan bağ, benim için farklı bir anlam taşıyordu.

 

Ara sıra ormana giderdik. Bazen Aden bana topladığı vahşi çiçeklerden taç yapardı. Her çiçek, ormanın kokusunu, rüzgarın hafif dokunuşunu taşıyor gibiydi. O anlarda, kendimi kadın olarak hatırlıyordum, oysa bizden beklenen, kırılganlığı bir kenara bırakıp sert olmamızdı. Sevgi ve bağlılık yasaktı; bunlar zayıflık olarak görülürdü. Ama bu yasakların ötesinde, bu anlar, gerçekten yaşıyormuşuz gibi hissettirirdi.

 

17 yaşımızın sonlarına doğru, Aden’le birlikte Şef’e gittik. Adımızı dövüş listesine yazdırdık. İçimde bir umut vardı; dövüşte birbirimize karşı gelmeyecektik. Ancak bu umut, dövüşün yaklaştığı her günle biraz daha azalıyordu. Dövüşten bir hafta önce Aden, beni ormanda bir gezintiye çıkardı. Ormanın derinliklerine doğru ilerledik, yaprakların hışırtıları ve kuşların cıvıltıları eşliğinde. Her adımda, Aden elini uzatıp bir çiçek koparıyor, sonra bana veriyordu. Her çiçeği avuçlarımda tutarken, Aden’in gözlerindeki endişeyi fark ettim. Bir şey onu rahatsız ediyordu.

 

Bir an durdu ve derin bir nefes aldı. Gözlerini bana dikti, yüzündeki ifadeden biraz sonra gelecek kelimelerin ağırlığını hissedebiliyordum.

 

“Bir hafta sonra,” dedi, sesi hafif titriyordu, “ikimiz de buradan ayrılacağız. Özgür olacağız, en azından buradan çıkacağız... ya da ikimizden biri.”

 

Ne demek istediğini anlamak için ona baktım. “Ne demek istiyorsun?” diye sordum.

 

“Viper, karşı karşıya gelme ihtimalimiz olduğunu biliyorsun,” diye devam etti. “Ya ben başaramazsam? Senden eminim. Sen kazanırsın, buna güveniyorum ama ben... bilmiyorum. Yine de en büyük endişem bu değil.”

 

Sözlerini dikkatle dinledim, kafamı eğip onun endişelerini anlamaya çalıştım.

 

“Eğer seninle karşı karşıya gelirsek, ben seninle dövüşmem,” dedi, sesi daha da yumuşak bir tona bürünerek. “Buna mecbursun, biliyorum, ama ben sana zarar veremem. Belki de aramızda bu kadar yakınlık kurmamak daha iyi olurdu.”

 

Ona karşı çıkmak istedim. “Hayır, böyle düşünme,” dedim.

 

“Ama beni dinlemeni istiyorum. Eğer karşı karşıya gelirsek, ben sana asla zarar vermem, çünkü seni seviyorum.”

 

Bu itiraf, havayı bir anda ağırlaştırdı. Aden’in yüzünde beliren şaşkınlık ve ardından gelen yumuşak gülümseme, benim de içimde bir sıcaklık hissetmeme neden oldu. Ne diyeceğimi bilemedim, sadece hafifçe gülümsedim. Aden, tereddütle bana yaklaştı ve dudaklarıma küçük bir öpücük kondurdu. Bu, benim ilk öpücüğümdü. Beklediğim gibi içimde kelebekler uçuşmadı, ama o anın huzuru hoşuma gitmişti. Aden geri çekildiğinde, gözlerindeki mutluluğu gördüm. O da gülümsedi. Ayağa kalktık, kampa doğru yürümeye başladık. Elimi tuttu, avucunun sıcaklığı avucuma geçti. Bir elime, bir de yüzüne baktım. Gözlerimiz buluştu ve kısa bir an için her şeyin yolunda olduğunu hissettim. Ama kampa yaklaşınca, ellerimiz ayrıldı ve hiç tanışmamış gibi yataklarımıza döndük.

 

Ertesi sabah, alışılmışın dışında, gereğinden fazla uyudum. Neredeyse saat yedi olmuştu. Yataktan kalktığımda, yatakhane bomboştu. Dışarı çıktığımda, etrafta kimseyi göremedim. Sanki dünya durmuş gibiydi. Sessizlik, içimi bir anlık korkuyla doldurdu. Etrafta dolaşıp birilerini bulmaya çalıştım ama kimse yoktu. Sonunda, yemek çadırına doğru yürüdüm. Çadırın içinde sadece bir görevli vardı, sessizce işine devam ediyordu.

 

“Herkes nerede? Beni uyandırmamışlar,” dedim.

 

Görevli, bana dönüp hafifçe gülümsedi. “Şanslısın. Herkes ormanda. Şef görse, uyumana izin vermezdi.”

 

“Ormanda ne yapıyorlar?” diye sordum, içimde büyüyen endişeyle.

 

“Bilmiyorum. Sabah bir çocuk gelip çığlık atmaya başladı. Sonra herkes ormana doğru gitti. Çok olmadı, istersen sen de git. Yokluğunu fark etmeden.”

 

Sessizce ormana yürümeye başladım. Aden en azından beni uyandırabilirdi diye kendi kendime söyleniyordum. Yine aynı patika yolundan ilerliyordum, dün Aden’le yürüdüğümüz yoldu bu. Aklıma birden dün yaşananlar geldi. Yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Dün hissettiğim o huzur, şimdi sadece anılarda kalmış gibiydi. Birkaç dakika sonra, ilerde birkaç grubun toplandığını fark ettim. Beni gördklerinde, yüzlerindeki şaşkınlıkla yüzüme bakıp fısıldamaya başladılar. Adımlarımı hızlandırıp kalabalığın yoğunlaştığı yöne doğru ilerledim. Ormanda sadece doğanın sesleri vardı; kimse konuşmuyordu.

 

Birden yol bitti ve kalabalığın toplandığı noktaya ulaştım. Gördüğüm manzara kanımı dondurdu.

 

Loading...
0%