Yeni Üyelik
17.
Bölüm

16. Bölüm

@heliiosrex

Bu bölümün biraz kısa olduğunun farkındayım ama bazen az kelimeyle çok şey anlatılır. Hikayede gelinen noktada, tansiyonun artması önemliydi. Hikayenin tamamen anlaşılabilmesi ve sizi içine alabilmesi için her detayı anlamanız gerekiyor.

Ancak, hayalet okuyucuların artması beni pek heveslendirmiyor malesef. Senaryo baştan sona hazır, kitabın sonu belli. Ama eğer durgun ilerlediğini düşünüyorsanız veya daha iyi olabileceğini hissediyorsanız, bunu mutlaka benimle paylaşın. .

 

 

10 yıl sonra

Viper

 

Gözlerim eski, harabe evin karanlık köşelerinde dolanıyordu. Her köşede, her çatlakta, geçmişin izleri vardı; ama bu izler sadece hatıra değildi. Zihnimde yeniden canlanan o anılar, birer birer beni ele geçiriyordu. Her biri, adeta bir bıçak gibi zihnime saplanıyordu. Kafamda yankılanan sesler, görüntüler... Bu çılgınlık anı durduramıyordum.

 

Yerimde durmak imkansız hale gelmişti. Aniden fırladım ve odanın köşesindeki eski, solmuş masaya saldırdım. Masayı iki elimle kavradım ve tüm gücümle yere çaldım. Büyük bir gürültüyle dağılan masa, yerdeki diğer yıkıntıların arasına katıldı. Öfkemi dindirmek için bu bile yetmiyordu. Gözlerim delice etrafı taradı, odanın köşesinde duran ağır bir tuğlayı gördüm. Hiç düşünmeden aldım ve hızla pencereye doğru fırlattım. Cam büyük bir gürültüyle patladı, tuğla dışarı uçtu. Dışarıdaki soğuk hava içeriye dolarken, ben duvarlara yumruk atmaya başladım. Her darbe, her çarpış, öfkemi biraz daha alevlendiriyordu.

 

Bir hışımla merdivenlere yöneldim, hızla üst kata çıktım. Bu eski evin üst katı da en az alt kat kadar harabe halindeydi. Ama umurumda değildi. Karşıma çıkan her eşyayı devirdim, kırıp parçaladım. Elime geçen her şeyi yere savurdum, her birini yok ettim. Öfkemi kontrol etmek imkansızdı; içimde büyüyen bu öfke beni tamamen ele geçirmişti.

 

Bağırmaya başladım, sesim odanın duvarlarında yankılanıyordu: "Orospu çocuğu! Orospu çocuğu!" Kelimeler ağzımdan çıkarken, öfkemin ateşi daha da körükleniyordu. Bu haykırışlar, içimdeki karanlığın dışavurumuydu.

 

O sırada gözlerim odanın köşesindeki bir çerçeveye takıldı. Yavaşça yaklaştım, elimi uzattım ve çerçeveyi aldım. İçindeki fotoğrafa baktığımda, kalbim bir an duracakmış gibi oldu. O, Ekin’in fotoğrafıydı; masum bir kız çocuğunun yüzü bana bakıyordu. Ama o an, masumiyet beni daha da hiddetlendirdi. Fotoğrafı elime alıp tekrar tekrar masaya vurmaya başladım. Camlar kırılıp etrafa saçılırken, parçalar ellerime saplanıyordu. Ancak acıyı hissetmiyordum; acı, içimdeki öfkenin yanında önemsizdi. Sonunda elimde kalan çerçeveyi duvara savurdum. Parçalanan çerçeve yere düşerken, ben de onunla birlikte yere çöktüm.

 

Ve o an, içimde bir baraj yıkıldı. Boğazımda düğümlenen tüm duygular bir anda serbest kaldı ve ben uzun zamandır ilk kez ağlamaya başladım. Sessiz, derin bir ağlayış değildi bu; hıçkırıklarla, bağıra çağıra ağlıyordum. Tüm acım, tüm kederim gözyaşlarımla birlikte akıyordu.

 

Gözlerim ellerimdeki kana kaydı; bu kan bana ait değildi. Ellerim kirliydi; Ben kirliydim, içimdeki karanlık beni ele geçirmişti. Sessizce yerde otururken, nefesimi kontrol altına almaya çalıştım. Gözyaşlarımla kirlenmiş yüzümde bir huzur arıyordum, ama bulamıyordum. Bu harabe evde, geçmişin hayaletleriyle birlikte oturuyordum, ve her şeyin yıkıntısı altında kalmıştım..

.....

 

Bir süre o yıkık dökük odanın ortasında oturdum, başımda dönüp duran karanlık düşüncelerin ağırlığını hissediyordum. Zihnimde beliren o aptalca fikir tekrar ortaya çıktı: Victor’a dönmeliydim. Her şeyi hatırlıyordum artık, ama onun ağzından da duymam gerekiyordu. Olan biteni, yaşananları, bir de ondan dinlemeliydim. Bazı şeyler, yalnızca kendimize itiraf edebildiğimizde gerçek olur. Ceplerimi yokladım; yanımda telefon yoktu.

 

Evin dolaplarını karıştırıp bulduğum eski bir bez parçasıyla ellerimi sardım. Ellerim hala kanıyordu, ama acı hissetmiyordum. "Acı, bedenden değil, ruhtan geldiğinde en gerçek haline bürünür," derler ya, öyleydi işte. Son bir kez odaya baktım; kırık camlar, dağılmış mobilyalar, her şey darmadağındı. İçimde bir yerlerde bu yıkımın sona erdiğini bilmenin verdiği garip bir rahatlama vardı, ama bu rahatlama kısa sürdü. Kararımı verdim ve evden çıktım.

 

Yola çıkıp otostop çekmeye başladım. Yanımdan hızla geçen arabalar kornaya basarak uzaklaşıyordu, kimse durmak istemiyordu. Buraya koşarak gelmiştim ama şimdi geri dönmek için bacaklarımda derman yoktu. Aynı eve geri dönemezdim zaten, bu mümkün değildi. Bir telefon bulup Victor’u aramalıydım.

 

Nihayet, eski bir kamyonet önümde durdu. İçinde kırklı yaşlarında bir adam vardı. Camı indirip sargılı koluma ve kanlı ellerime baktı, gözleri endişeyle doluydu.

 

"İyi misin?" diye sordu. Sesinde tedirginlik vardı.

 

"İyiyim," dedim sakin bir sesle. "Şehir merkezine gidiyorsanız beni de bırakabilir misiniz?"

 

Adam tereddüt etmeden "Atla," dedi. Kapıyı açıp beni içeri aldı. Arabaya bindiğimde içerisi ağır bir sigara ve alkol kokusuyla doluydu. Yol boyunca tek kelime etmedim, ama arada bir bana dönüp baktığını hissediyordum. Bakışlarından çekinmiyordum, gerekirse onu da öldürebilirdim, ama bunu yapmak istemiyordum. Sessizliği bozmak için bekledim, sonra doğrudan bir soru sordum.

 

"Evli misiniz?"

 

Adam bir an durakladı, sorum onu şaşırtmıştı. "E...evet," dedi sonunda. "İki de çocuğum var."

 

"Evde sizi bekliyor olmalılar," dedim, gözlerim yolda. "Yorucu bir günün ardından dönmenizi dört gözle bekliyorlardır."

 

Adam, söylediklerimde bir anlam arıyor gibiydi, ama ben yalnızca bir genç kızdım, değil mi? Ne yapabilirdim ki? Ama yine de gözlerinde tedirginliğin izlerini görebiliyordum. "Bazen en masum görünen tehlike, en büyük korkudur."

 

Telefonunu istedim, hiç tereddüt etmeden çıkarıp bana uzattı. Numarayı çevirip Victor’u aradım.

 

"Victor, ben," dedim.

 

"Nerdesin sen?" Sesinde endişe vardı.

 

"İyiyim," dedim, gözlerimi yoldan ayırmadan. "Şimdi dışardayım, ama oraya dönemeyiz artık."

 

"Ben sana konum gönderiyorum," dedi Victor.

 

"Tamam," diyerek telefonu kapattım ve bekledim. İki dakika sonra konum geldi. Adamla biraz daha ilerledik, ardından yürüme mesafesinde yakın bir yerde inmek istediğimi söyledim.

 

Arabadan inmek için kapıyı açtım, sonra adama döndüm. Gözlerinin içine baktım, sesim sakin ama kesin bir tondaydı. "Çocuklarına git," dedim. "Bu gece ölümle burun buruna geldin."

 

Adamın yüzünde bir şok ifadesi belirdi, ne diyeceğini bilemedi. Teşekkür edip arabadan indim ve yürümeye başladım. On dakika boyunca adımlarımı hızlandırarak yürüdüm, sonunda Victor’un gönderdiği konuma ulaştım.

 

Köşede beklerken bir sigara yaktım. Dumanın boğazımı yakmasına izin verip sakinleşmeye çalıştım. "Bazen sessizlik, en yüksek çığlıkları barındırır."

 

Çok geçmeden Victor’un arabası yaklaştı. Hızla inip yanıma koştu, gözleri endişeyle ellerime ve koluma bakıyordu. Her şeyin kontrol altında olmadığını anladı, ama bir şey söylemedi. Bizim aramızda kelimelere gerek yoktu.

...

Birbirimizin içini dışını bilirdik. Her hareketimizi, her düşüncemizi, neredeyse içgüdüsel olarak anlardık. Yakındık, evet, ama bu yakınlık güvenle değil, düşmanlığın keskin sınırlarıyla çevriliydi. "Dostunu yakın tut, düşmanını daha da yakın" derler ya, işte bizim durumumuz da tam olarak buydu. Düşmanını çok iyi tanıman gerekirdi; zayıf noktalarını, korkularını, en derin sırlarını bilmeliydin. Çünkü bir gün, bu bilgiler ölümcül bir koz haline gelebilirdi. Ve biz, bu oyunda her zaman kozlarımızı hazır tutardık.

 

Şimdi tekrardan kozlar benim elimdeydi. Oyun dönmüş, kartlar yeniden dağıtılmıştı. Her hareketi, her sözü, her bakışı yeniden anlam kazandı. Bu sefer, sahnede ben vardım ve senaryoyu ben yazıyordum. Düşmanımı tanıyordum, belki de onu en iyi ben tanıyordum.

 

 

 

Loading...
0%