Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@helinsudeyy

 

KAYIP KRALLIĞIN VARİSİ

 

⚔️

 

 

"Her zaman bir yerden başlamamız gerektiğini söylerler.

Ama o yerin neresi olduğunu kimse bilmez."

 

 

Tommee Profitt& Fleurie, Undone

 

⚔️

 

 

1772/Cloue Savaşı

 

Savaş meydanını kimse görmek istemezdi. Çünkü bakmayı bilen her göz, böylesine var olmuş bir katliamın izlerini taşıyan anıların içine doğru sürüklenmek istemezdi.

 

O sürüklenmişti.

 

Elbisesinin kumaşı, çamurlu yollarda sürünerek patika yolda ilerliyordu. Sızlayan ayak tabanları, korkudan titreyen elleri, göğsüne binen ağırlık, ritmi yavaşlayan kalbi, kuruyan dudakları, koşarken rüzgara emanet ettiği dağılmış saçları ve odaksız bakan gözleriyle sürüklenmişti bu kanlı savaşın ortasına.

 

Savunmasızdı.

 

Ama yine de sürüklenmişti.

 

Belki de o kendisini sürüklemişti.

 

Savaş meydanına doğru koştuğunu, ardından burnuna nüfuz eden yoğun et ve kan kokusunu aldığını anımsıyordu, gidip gelmekte olan zihnini boşluğa bırakmamak için çaba harcadığı o zaman diliminde. O an canını, Tanrı'nın hiç düşünmeden alacağını biliyor olsaydı bile yine de ayaklarına dur emri vermeyeceğini, burnunu sızlatan o kokuya rağmen ölü bedenlerin arasından geçmeyi bırakmayacağını biliyordu. Çamura yığılan bedenlerin üzerinde kan ve kalplerine saplanmış olan mızraklar vardı. Sahipleri için korkusuzca meydanda ilerlemiş ancak onlarsız yola devam etmek istemediği için bu savaş meydanında can vermiş ölü atlar da vardı.

 

Burada nefes alan kimse yok, diye düşündü.

 

Kendisi dışında.

 

Peki o neden hâlâ nefes alabiliyordu? Kalbinin atış seslerini bile hızla inip kalkan göğsüne rağmen hissedemiyordu. Ama yine de yaşıyor muydu?

 

"Loras!" Diye bağırdı can havliyle. Baktığı her ölü bedenin ardından gördüğü o şey koca bir mezarlıktı. Keskin kılıçların birbirine çarpma sesi hâlâ kulaklarındaydı. Kopan çığlıkların yankısı bu ıssız meydanda bir hayalet gibi kol geziyordu. Atların arkasında bıraktığı tozlar ve rüzgarın savurduğu küllerden geriye kalan duman yığını meydana doğru yayılmış ancak bir süre gökyüzünde salınarak geride silüetini bırakarak yok olmuş gibi belli belirsizdi. Sevdiği adamın varlığını artık hissedemiyordu. Yine de gerçeği reddetmek ister gibi adımlarını attığını ve göğsünde hissettiği çaresizliğe rağmen onu aramaya devam edeceğini biliyordu. Topuklarının altında ezilen çamur yığınının üzerine serilmiş olan ölü bedenlerin arasından güç bela ilerlemeye devam ederken yeniden bağırdı. "Loras!"

 

Sanki bu savaş meydanında gerçekten de hayatta kalan bir tek kendisi vardı. Ama yanlarından geçtiği her ölü bedenden farksız olmadığının da farkındaydı. Onlardan tek farkı, hızla inip kalkan göğsü ve iki dudağının arasından sızan soğuk nefesleriydi. Bir kılıç darbesi kalbini infilak etmiş gibi hissediyordu. Elini usulca sol göğsüne doğru koydu ve kalbinin yeniden atıp atmadığını kontrol etti.

 

Atıyordu.

 

Ama yaşamadığına gerçekten emindi.

 

"Sesimi duyan var mı?" Bağırdığını hissediyordu ama sesi çıkıyor muydu, işte bundan gerçekten emin değildi. Kalbi dört nala koşarcasına şiddetle çarptı bir anda. Meydanın orta yerine kadar gelmişti. Kendi etrafında dönmeye başlayarak alabildiğine geniş olan puslu savaş meydanına baktı. Duyulan tek ses, kalp atışlarının yükselen düzensiz sesiydi. Kızıl saçları dağılmıştı. Yüzünde, ellerinde ve bedeninde hem kendine hem de başkasına ait olan kurumuş kan lekeleri vardı.

 

Tek bir an için bakışları dondu. Pearl, canından çok sevdiği adamın kendisi için aldığı ama savaş sırasında onun üzerinde değil de sevdiği adamın yanında, savaşta el ele meydan okuduğu için geride bıraktığı atına doğru baktı. Bembeyaz teni kan ve is içindeydi. Onu korkutmamak için sakin adımlarla ilerledi çünkü kendisine bakan gözleri yeterince ürkmüş gözüküyordu. "Pearl," diye fısıldadı. "Buraya gel, güzel kızım."

 

Pearl homurdanmaya benzer bir ses çıkardı ve bir adım geriledi. "Korkma kızım," titreyen ellerini atının göğsüne doğru yaklaştırdı. "Korkma, benim. Aveline."

 

Sakince yanına yaklaştığında eyere bağlanmış olan kundağı görmesiyle adımları keskin bir bıçak gibi kesildi. Henüz yeni doğmuş olan kızı içinde duruyor ve üzerine örtülmüş olan battaniyenin altından garip homurtular çıkarıyordu. Eyere bağlanmış olan kemerin tokasını sertçe açarak tahta kundağı kucağına aldı. Tam o anda Pearl şaha kalkarak kişnedi ve yanlarından hızlıca koşarak ilerledi. Dizginlerini tutmaya fırsatı bile kalmamıştı. "Pearl!" Diye bağırdı ardından ancak dizlerinde daha fazla derman kalmamıştı. Aniden yere doğru düşen bedenini sabit tutmak şöyle dursun, artık seslenmek için kurumuş dudaklarını aralayacak gücü bile kalmamıştı. Sevdiği adam gibi, ondan geriye kalan hatırası da mı bırakmıştı kendisini?

 

İçinden bir şeyler atının koşuşu gibi uzaklaşarak kaybolduğunda, son kalan yaşam kırıntıları da bedeninden söküp alınmış gibiydi. Ayaklarının dibindeki cansız bedenlerden tenine sızan ve içine işleyen bir soğuk vardı sanki.

 

Ellerinde tuttuğu kundağa doğru baktı. Bedenini artık taşıyamaz hale gelmişti ve sanki ellerinden kayıp gitmemesi için son kalan gücü veren, tanrının ta kendisiydi ve kollarına astığı görünmez iplerle yapması gereken o son görevi için bedenini ayakta tutuyordu.

 

Gözleri, ileride hızla meydana doğru gelen atlı süvariler üzerinde gezindi. Fazla vakti kalmamıştı. Tuttukları kalın demirlerin ucundaki salınan düşman bayrakları çoktan dağın eteklerinde görünmeye başlamıştı.

 

Bir savaş meydanının ortasında duruyordu.

 

Ayaklarının dibinde yere serilmiş olan ve yenilgiyi ölü bedenleriyle tatmış o insanlara baktı. Ancak kafasını kaldırıp dağın eteklerine doğru döndüğünde ise gördüğü şey hayatta kalan ve zaferin tadını çıkarmak için hızla meydana doğru at koşturan bir grup insandan daha fazlasıydı.

 

O ise, her ikisinin ortasında kalmıştı. Biraz sonra kader için son kez bir zar atacak ve şansın kendisinden yana olması için dua edecekti.

 

Çünkü o artık ne yenen kişiydi, ne de yenilen.

 

Kanlı parmaklarıyla belinde duran kından küçük hançeri çıkararak sol avucunun içinden, ortasına doğru yasladığı keskin ucu aşağı doğru kaydırarak derin bir yarık açtı. Avucunu sıkarak kanının toprak zemine doğru damlamasına izin verdi. Bu sırada dudaklarını aralamış ve kelimeleri fısıldamaya başlamıştı. "Tristis est dolor meus, precor salutem; domine in misericordia tua exaudi orationem meam."

 

Sessizce mırıldandığı cümleleri gözlerini kapatarak hızla söylemeye devam etti. Kapalı göz kapaklarının ardından kopup gelen göz yaşları, kirli yüzünde kendisine bir yol çizerek çenesine doğru yol alıyor ve daha sonra boşlukta yok oluyordu. Sert bir rüzgarın kendisine doğru estiğini ve kızıl saçlarını geriye doğru savunduğunu hissettiğinde titrek bir nefes verdi ve gözlerini kapalı tutmaya, bedeninde kalan son güç kırıntılarıyla sözcükleri söylemeye zor da olsa devam etti.

 

Kan büyüsü yapmanın ne kadar tehlikeli olacağını biliyordu ancak başka çaresi kalmamıştı. Gitmeden önce yapması gereken tek şey, kollarında sıkı sıkıya tuttuğu kızının yaşamasını sağlamaktı.

 

Başka çaresi yoktu.

 

Geride canından birini bırakacaktı ve bu dünyanın ne kadar kötü bir yer olduğuna, nefes aldığı her an acı acı şahit olmuştu. Onu bu kötülüklerden koruyacak ne bir annesi kalacaktı geride ne de babası. Ah, Loras... sevdiği adamı düşünmek işte şimdi kalbinin avuçlarında kül olup savrulduğunu hissettiği tek andı.

 

Sözcükleri söylemeyi bitirdiğinde, kapalı olan gözlerini yavaşça araladı. Karşısında gördüğü karanlık gölgenin ardındaki görünmez varlığın silüeti, bir an için duraksamasına ve yaptığına pişman olmasına sebep olmuştu. Ancak artık geri dönüşü yoktu, biliyordu.

 

Karanlıktan gelen o derin ses, "Ey insan," diye anlaşılmaz bir tonla gürlediğinde, gözlerini kırpmamıştı bile. Başka biri olsa korkudan arkasına bile bakmadan kaçacağına adının Aveline olduğu kadar emindi. Oysa kendisi kafasını öne doğru eğerek sessizce beklemeye devam etmişti. "Umarım kadim ruhları rahatsız etmenin geçerli bir sebebi vardır."

 

Karanlık gittikçe artıyor ve çevresini kuşatıyordu. Bir çember şeklini alarak olduğu yeri kaplayan bu sisin ardından herhangi bir şey görmek tamamen imkansızdı. Varlığın nefesini yüzünde hissedebiliyordu ama başını kaldırıp da bakma cüretini elbette ki göstermeyecekti. Kan büyüsü yapmak isteyecek kadar çaresiz kalmış olabilirdi ama bu işin istediği gibi sonuçlanması için yanlış tek bir hareketi olmamalıydı.

 

Cesurdu. Ama asla aptal değildi.

 

"Ruhumu almanızı istiyorum," sesinin fısıltı şeklinde çıkması ile yüzünü buruşturdu ve dilini kurumuş dudaklarında gezdirdi. Ağzını açıp yeniden konuştuğunda sesini bulmayı ümit etti.

O sırada karanlıktan gelen memnun olmuş homurtu etrafında yankılandı. "Ancak karşılığında benim de sizden istediğim bir şey var."

 

 

Hafif esinti kulağının dibinden başlayarak ensesine doğru yol aldı. Görünmez varlığın etrafında gezindiğini hissediyordu. Titremeden durduğu için içten içe kendisini tebrik etti. "Kadim ruhlar pazarlık yapmaz, insan."

 

"Ama karşılığında alacağınız basit bir ruh değil," dedi omuzlarını dikleştirerek. "Bir Onyx ruhu. O yüzden bunu pazarlık değil, son bir dilek hakkı olarak düşünebilirsiniz."

 

Başka zaman olsa, böyle konuşabildiği için cezalandırılacağını biliyor olurdu. Ancak şu an olduğu mevcut konum, başlı başına bir ceza sayılırdı. O zaten bu meydanda ölmüş olan başka bedenlerden yalnızca birisi daha olacaktı. Son kalan güç kırıntılarıyla yapacağı tek şey, karanlık ruhu ikna etmekti.

 

Bir süre boşluğa diktiği gözleriyle verilecek olan kararı bekledi ancak karşılığında kendisini koca bir sessizlik karşıladı. Hatta varlığını bedeninde hissedemiyor olsaydı, kadim ruhun çoktan uzaklaşmış olduğunu bile düşünebilirdi. Ancak karanlık hala orada, gözlerinin önündeydi. Cevap vermeden önce diğer ruhlara bağ yoluyla ulaşıp danıştığına emindi.

 

İçten içe bunun ne kadar zaman kaybına sebep olduğunu biliyordu ama güçler alemi sanıldığının aksine kurallara dayanıyordu. Bu kurallar insanlık henüz var olmadan bile öncesinde kabul bulmuşken, bu düzeni yok saymaya hiçbir varlığın gücü yetmezdi.

 

Kendisinde bulunan nadir bir ruhtu bu. Hiçbir kadim ruhun geri tepmek istemeyeceği kadar nadirdi hemde. Zaten saçlarının kızıllığı da buradan geliyordu. İnsanlar onun her zaman tanrı tarafından lanetlendiğini ve bu yüzden yaşadıkları topraklara da bu laneti kendisiyle beraber getirdiğini düşünüyorlardı. Çünkü bu topraklarda doğuştan kızıl saçlı olan kimse olamazdı.

 

Ancak onun bu topraklardaki varlığı yetmezmiş gibi bir de yaşadığı dünyaya kendisine benzer bir kız evlat getirmişti. Yok olduğunda geriye bırakacağı bir lanet daha, diye düşündü. Hayır hayır. Bu kendi düşüncesi değildi elbette. Ama insanların onun hakkında neler söyleyeceğini, ona nasıl davranacaklarını bilmesi için hayatta olmasına gerek yoktu.

 

Kendisi neler yaşadıysa, kızını da aynı kadere mecbur bırakacaktı. Bunun olmasına asla izin veremezdi.

 

Diyarın ikiye bölünmesi de tam olarak bu sebepten dolayı meydana gelmişti. Konsey, kendisinin Kral Loras ile evlenmesini asla kabul etmemişti. Kutsal topraklarda bir lanetliyle evlenmek, krallığın da lanetlenmesine sebep olurdu. Ancak birbirlerine duydukları aşk öylesine kuvvetliydi ki... kaçınılmaz son gerçekleşmiş ve ona adıyla seslenmenin bile tanrıya büyük bir hakaret olacağını düşünen insanların karşısına bir kraliçe olarak çıkmıştı. Solaris krallığı, lanetten ancak bu şekilde kaçacağını düşünmüş ve kıtayı ayırarak Asos diyarının varolmasına sebep olmuştu. Büyük bir trajedi meydana gelmiş ve o günden sonra halkın istediği tek şey onun öldüğünü görme arzusu olmuştu.

 

Aynı kaderi arkasında sahipsiz bırakacağı bu kız çocuğuna yaşatmak istemiyordu. Zaten bu savaştan sonra geriye kalan herhangi birinin onu bulduğu an yaşatmayacağına da emindi.

 

Dünyadaki tek onyx ruhu ve yarattığı gücü de kendisiyle birlikte yok olup gidecekti. Tıpkı yıllarca halkının istediği o mutlak son gibi... Ancak birazdan gerçekleşecek olan bu ölüme şahit olacak hiç kimse de kalmamıştı.

 

İçinden kahkahalarla gülmek geliyordu.

 

Sanırım o gerçekten lanetliydi. Krallığı, düşmanlar tarafından istila edilmişti, canından çok sevdiği adam yanında bile yoktu ve onu bulamamış olmanın yarattığı ağırlıkla bile başa çıkamazken kendisi hâlâ nefes almaya devam ediyordu. Kucağındaki kundağın içinde sessizce uyuyan güzeller güzeli kızı vardı ve çaresizce kendisi için seçilecek olan kaderini bekliyordu.

 

Bütün bunlar bir kabus olmalıydı ancak olduğu yerden etrafına baktığında, bir gerçeğin içindeki sessiz yıkımı en net haliyle görebiliyordu.

 

Karanlık, kendisine saatler gibi gelen bir zaman diliminin ardından yüksek bir tonda seslendi. "Ruhunun karşılığında bizden ne istiyorsun insan?"

 

Göğsüne dolan umut hissiyle kısa bir an gözlerini yumdu. Yeniden araladığında artık hiçbir şey eskisi kadar acı verici gelmiyordu. Ruhunu huzurla teslim edecekti. Bunlar, kadim ruhlara verilmiş olsa bile.

 

"Kızımın yaşamasını," Bakışlarını o an korkusuzca karanlığa doğru çevirdi. "Onu kendi lanetli kaderinden kurtarmanızı istiyorum. Normal bir ruhu olsun istiyorum. Benim gibi olmasın istiyorum."

 

Karanlıktan düşünceli bir ses yükseldi. "Bir sıradan olmasını mı istiyorsun?" Kadın hiç düşünmeden olumlu anlamda kafasını salladı. Kollarının arasında sesini bile çıkarmadan gözlerini kapatarak uyumaya devam eden o yüze dönüp bakmak istemiyordu. Kendisine yapacağı en büyük kötülük, o güzel yüzüne bir daha bakamayacak olduğunu bilerek keder içinde ölmek olurdu.

 

"Bu dünyadaki ikinci bir nadir ruhun da sönüp gidecek olması çok üzücü. Siz insanlara bahşedilmiş en yüce güç bu. Ama ona sahip olmak bile istemiyorsunuz." Karanlığın sesinde keder mi vardı yoksa artık bedeninden çekilmekte olan hissin azalmasıyla bilinci kendini boşluğa yuvarlamadan önce kendisine oyun mu oynuyordu? Emin değildi. "İstediğini yerine getireceğiz insan," karanlık etrafında savruldu ve kulağının dibine doğru yaklaştı. Soğuk... görünmeyenden gelen o his oldukça soğuktu.

 

"Bilmediğin bir şey var insan. Onyx ruhu, biz kadim ruhların varlığı kadar eskiye dayanır. Sonunda ölüm olmadan alınan her ruhun büyük bir bedeli vardır. Kan büyüsü yaparak diyarda bir lanete sebep oldun ancak henüz bunun farkında değilsin."

 

Tek istediği kızının yaşaması ve kimsenin onun aslında kim olduğunu bilmesini istememesiydi. Belki bencilce bir düşünceydi ama o nefes alırken diğerlerine ne olduğunu önemsemeyecek bir noktada duruyordu.

 

Görünmeyenden gelen ses sözlerine devem etti. "Yarattığın bu lanet, kan laneti. Bundan sonraki yeni doğan her soya bahşedilecek. Diyarda dünyaya gelen her krallık soyuna sahip hanedan mensubu, artık nefret ettiği o kadim varlığa dönüşecek. Hepsine bir güç bahşedilecek ama bu gücü asla kullanamayacaklar. Bu da diyarda büyük bir yıkıma sebep olacak. Senden olan, yaşamına sıradan bir ruhla devam edecek ama asla sıradan olamayacak. Çünkü bu kızın kanında var ve kaderini kimsenin değiştirmeye de gücü yetmeyecek." Homurdandı. "Onun bir kalkan olduğunu bilmiyordun değil mi insan?"

 

Kadın donakaldı. "Bir kalkan mı?"

 

"Evet bir kalkan. Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun değil mi? Hiçbir güç ve hiçbir lanet ona işleyemez. Dışarıdan gelen her güce karşı kendisini korumaya alan görünmez bir kalkana sahip. Şu an bile etrafındaki gücün dalgalarını görür gibiyim. Ona bu nadir özelliği bahşeden ise onyx ruhu." Karanlık, kadının konuşamayacak kadar sersemlemiş olduğunu hissediyordu. Bu yüzden cümlesine kaldığı yerden devam etti. "Son kez soruyorum, insan. Kızın ruhunu hâlâ almamızı istiyor musun?"

 

İçinden lanet ederek sağlam olan iradesinin kalın duvarlarından çatırtılar geldiğini hissediyordu. Kendisiyle verdiği bu savaşı kaybetti ve bakışlarını kucağına doğru düşürdü. Kendisine bakan gözler o kadar canlı ve sevgi doluydu ki ruhunun paramparça olduğunu hissetti. Tek istediği şey onun bir yerlerde nefes alacağını ve güvende olacağını bilmekti. Onda olan özellik o kadar paha biçilemezdi ki bunu elinden alacak olmanın ağırlığı kalbine saplanan bir hançer kadar keskin ve sarsıcıydı. Eğer yanında kalacak ve onu güvende tutacak kadar uzun bir ömrü olsaydı bu gücü elinden almak şöyle dursun, onun diyarın en güçlülerinden biri olması için elinden geleni yapardı.

 

Ancak bir nefeslik ömrü kalmıştı. Bu yüzden yapılması gerekeni çok geç olmadan yapmalıydı. "Evet hâlâ ruhunu almanızı ve onun bir sıradan olarak büyümesini istiyorum." Derin bir nefes verdi ve gözlerini karanlığa doğru dikti. "Ruhumu ben ölmeden almak istiyorsanız, tek şartım bu."

 

Ve sonra karanlık bütün bir gökyüzünü kaplayacak şekilde diyarın üzerine doğru yayıldı. Bunun sebebini biliyordu. Kabul etmişlerdi. Keskin bir rüzgar kadının saçlarını geriye doğru savurduğunda kendilerini bekleyen sona gitmek üzereyken gözlerini sıkı sıkı yumdu ve kucağındaki kızı göğsüne çekerek uğultunun izin verdiği ölçüde kulağına doğru fısıldadı. "Seni seviyorum Valerie, gökyüzü şahidim olsun ki baban da bende durmuş kalplerimize rağmen seni sevmeye sonsuza dek devam edeceğiz. Her zaman güçlü ol... ve ne olursa olsun hayatta kal."

 

Bedeni yavaşça gökyüzüne doğru havalandığında, karanlığın artık bütün bir diyara doğru yayıldığını hissediyordu. Acı dalga dalga vücuduna doğru nüfuz ettiğinde göğsünde başlayan sancıyla dudaklarından tiz bir çığlık koptu. Ancak hissettiği acıya rağmen bile kucağındaki kızını tutmaya devam ediyordu. Tanrım, onu bırakmak istemiyordu.

 

Acı daha da şiddetlendiğinde, sol gözünden bir damla yaş düştü ve kızının yüzüne doğru süzüldü. Saçları boşlukta savrulurken, iki göğsünün arasına doğru sızan karanlığın hissiyle vücudu sarsılmaya başladı. Görünmeyen, ruhundaki gücünün son kırıntılarına kadar soğurarak almaya devam ediyordu. Karanlığın içine girmeye devam ettiği saniyelerde bir ışık huzmesi belirdi gökyüzünde. Kadının kucağındaki küçük kızından geliyordu bu ışık. Hayır hayır. Ondan değil, onu korumak için büyüyen ve etraflarını saran şeffaf bir çemberden geliyordu ve karanlık kucağındaki kızı hakimiyeti altına alamıyordu. Karanlık kıza ulaşamıyordu. Çembere doğru çarpıyor ama geçilmez bir duvarmış gibi şeffaf halkaların arasından geri sekerek gökyüzüne dönüyordu.

 

Kadın gördükleri karşısında şaşkınlıkla soludu ve gözlerine sinen yaşlara rağmen dudaklarında meydana gelen gülümsemeye engel olamadı.

 

Tanrım, o gerçekten bir kalkandı. O gerçekten dünyada var olan en özel ruha sahipti. Ve şimdi bunu ellerinden alıyordu. Bu hissin ağırlığı ölse bile geçmeyecek bir yara olarak kalacaktı kalbinde, biliyordu.

 

Ölümü hissediyordu. Damarlarında ilerleyen kanın akışı yavaşlamaya ve kalbi atışını sonlandırmaya başlamıştı. Yolun sonundaydı. Ama geride bıraktığı kızının nefes alacak olması, ölümü biraz daha katlanılabilir hale getiriyordu. Onun ne kadar güçlü olacağını göremeyecek olsa bile kalpten bir şekilde bunun gerçekliğini şimdiden biliyordu.

 

Bedeninde kalan son yaşam hissinin de gökyüzüne doğru savrulmasıyla birlikte gözleri usulca kapanmaya başladı ve havada olmasına rağmen bedenini tutan güç dalgasının karanlığa ait olduğunu anladı. Vücudu taşınamaz hale geldiğinde süzülerek sertçe yere, kanla kaplı olan toprağa doğru devrildi. Yığılmadan önce gördüğü en son şey, kızının kendisine bakan hayat dolu gözleri ve ona doğru yaklaşan yabancı bir bedenin gölgesiydi.

 

⚔️

Loading...
0%