@helinsudeyy
|
"Gerçekler düşünülen kadar korkutucu değildir. Asıl korkutucu olan zihnimizde var ettiklerimizdir."
⚔️
Hidden Citizens, ESSA/ Heroes Fall ⚔️
Aisha Grey. Kendi adımın daha ne kadar zihnimde yankılanıp duracak olmasından pek emin değildim. Dizlerim tir tir titriyordu ve bu duruma engel olamıyordum. Tırnaklarımla avuç içlerime yapmış olduğum baskıdan geriye kalan acı hissedilebilir derecede fazlaydı. Kendimi o kadar çok kasıyordum ki sarayın bahçesinden ve o bunaltıcı kalabalıktan ne ara çıkmış ve ne ara kendimi çarşı meydanının sonundaki iskeleye doğru yol alırken bulmuştum bilmiyordum. Zihin karmaşası yaşıyor ve az önce yaşananlarla birlikte algılarımın kısa süreliğine kapanmış olduğunu hissediyordum. Anlaşılan bir talihlimiz daha var. Derin bir nefes alma ihtiyacı ile başımı yukarı doğru kaldırdım ve içimden sakinleşmek adına gökyüzünün açık mavisine diktim bakışlarımı. Ufak bir panik atağın kıyısındaydım ve bir an önce hızlanmaya başlayan kalbimi sakinleştirmem gerekiyordu. Küçüklüğümde yapmaktan en çok keyif aldığım ve böyle anlarda beni sakinleştireceğini bildiğim o şeyi yapmak üzere gözlerimi farklı şekillerdeki bulutların üzerinde gezdirdim. Bu oyunu El ile birlikte oynardık. Bulutların oluşturduğu şekillerin neye benzediklerini tahmin ettiğimiz küçük ama zihinin karmaşamızdan uzaklaşmamıza yardımcı olan işe yarar bir alışkanlıktı. Bu sene beş değil altı şanslı kişinin seçilmesi kararlaştırılmış. Kahretsin. O heykel gibi duran yüz ve dudaklarından çıkan yakıcı sözler zihnimden bir türlü gitmiyordu. Kendimi asla sakinleştiremiyordum ve bakmaya devam ettiğim her bulutta prensin mermer gibi olan yüzü beliriyordu. Sesi ise... zaten kulaklarımdan silinmeyecek bir zehir gibiydi. Nefes almakta güçlük çekiyordum ve kendimi sakinleştirmek, saniyeler dakikaları kovaladığı her anda daha da zorlaşıyordu. Boğuluyormuşum gibi hissettiğimde elim çaresizlikle boğazıma doğru gitti ve karnımda yakıcı bir kasılma hissettim. Tanrım. Daha saraya gidemeden ölmeyi başaracak ilk Asoslu olarak bende tarihe böyle geçecektim anlaşılan. "Aisha?" Tanıdık sesle birlikte bedenim irkildi. Bakışlarımı gökyüzünden yavaşça kopararak sesin sahibine doğru döndüm. "Aden?" "Bardan ayrıldığımdan beri seni arıyorum. Tanrı aşkına nerelerdesin Aisha? Hiçbir şey söylemeden ayrılmışsın El'in yanından. Kızı öylece merak içinde bırakırken kafandan ne geçiyordu senin?" Aden duraksadı. Gözlerim odağını kaybeder gibi olduğunda bir adım sendeledim. Tanıdık kollar yere yapışmadan önce omuzlarımdan yakaladığında, "Aisha sen iyi misin?" Diye soludu panikle. Bedenimde kalan son güç kırıntılarıyla kafamı olumsuz anlamda iki yana doğru sallamayı başarabildim. "Panik..." nefesim sonsuz bir ormanın içinde hiç durmadan günlerce koşmuşum gibi kesik kesik çıkıyordu. "Atak..." Aden omuzlarımı daha sıkı tutarak kaymış olan bakışlarımın odağını sabitlemek adına çenemi tutarak kendisine doğru çevirdi. "Derin nefes al Aisha." Nefesimi yönlendirmek adına benimle birlikte kontrollü bir nefes çekti içine. Ve bunu benimle birlikte nefeslerim düzene girene kadar tekrar etti. "İşte böyle. Bana bak. Gözlerini gözlerimden ayırma ve derin nefes alıp sakince vermeye devam et." Verdiğimiz nefesler birbirimizin yüzüne çarparken kaybolmuş olan odağımın yeniden gözlerime yerleştiğini bal sarısı olan gözlerini daha net görebildiğimde anladım. Sakince nefes alıp vermeye devam ederken, "En sevdiğin rengi söyle bana." dedi, kontrolünü kaybetmiş ve paniğin eşiğinde olan zihnimi meşgul etmeye çalışarak. Tek nefeste cevap verdim. "Gece mavisi." Olumlu anlamda kafasını salladı. "Peki yalnız kalmak istediğinde gittin yer neresi?" "Burası," dedim sakince. "İskelede oturup yıldızları izlemek." "Seni en mutlu eden şey nedir?" Küçük bir tebessüm belirdi dudaklarımda. "Ellie ile yaptığımız kış kurabiyeleri." Nefeslerim yavaşça düzene girmeye ve zihnim yeniden kontrolünü ele almaya başlamıştı. Aden'da bunun farkında olmuş olacaktı ki omuzlarımı tutan elleri biraz da olsa gevşedi ama beni bırakmadan tutmaya devam etti. Panikle inip kalkan göğsü daha sakin bir ritim tutturdu. İlk panik atağımın ortaya çıktığı o an hepimiz için korkunç birer anıya dönüştüğü için kimse o kabus gibi zamanlardan bahsetmezdi. Çünkü beni tetikleyen şeyi konuşmak çok da akıl karı değildi. O zamanlar da yanımda Aden olduğu için şanslıydım çünkü bu şekilde zihnimi oyalamak nasıl aklına gelmişti bilmiyordum ama benim uçurumun kıyısından düşmeme engel olduğu için ona her zaman minnettar kalacağımı biliyordum. Tıpkı şimdi de aynı şeyi yaptığı için içimde oluşan minnet duygusuna engel olamazken. Uzun zamandır işim, evim, annem, El ve Aden ile geçirdiğim sakin bir hayatım vardı. Belirli rutinlerim ve kendimi paniğe sürüklemeyeceğim düzenli bir yaşamım... geceleri çoğu zaman yalnız ya da bazen Aden'ın eşlik ettiği zamanlarda akşam vakti iskelede oturur okyanusun hırçın suları ayaklarımıza çarparken gökyüzünü izlerdik. Barın sakin olduğu zamanlarda El tek başına idare ederdi ve bende Aden ile günü dövüş için antrenman yaparak geçirirdim. Bu konuda oldukça iyiydim ve kendimi geliştirmiştim. Şimdiki halimle eski Aisha'ya baktığım zaman ne kadar yol kat ettiğimi görüyordum. Bu sadece kendimle gurur duymama sebep oluyordu. İlk zamanlarda tecrübesiz oluşumdan kaynaklı olarak oldukça vasat olsam da güzel şeylerin sabır ve istikrar gerektirdiğinin farkındaydım. Kondisyona sahip olan bir vücudum vardı ama çevik olmak konusundaki yetersizliğimden kaynaklı olarak Aden'ı uzun bir süre tanrılardan kendisine yardımcı olması konusunda büyük bir sınavının eşiğine getirmiştim. Neyseki her şeye rağmen Aden oldukça sabırlı bir adamdı ve pes etmeden beni en iyisi olmam için eğitmeye devam etmişti. Kendimi geliştirene kadar aldığım darbelerle birlikte akşamları eve bir yerlerim morarmış ya da kesilmiş olarak döndüğümde annemin yüreği ağzına gelse de Aden her seferinde annemin daralan yüreğini ferahlatıyor ve bunların geçici olduğuna dair güvence veriyordu. Sanki her seferinde beni bir savaşa hazırlar gibi eğitmişti. Bu durumu başta garipsemiş olsam da zamanla neden yaptığını daha iyi anlamıştım. Ancak böyle güçlü olabilirdim. Çünkü karşıma çıkan her kim olursa olsun doğrulttuğu o hançeri merhamet edip indirmek yerine bana doğru bileyip öldürmek için saplayacaktı. "Daha iyi misin?" Ne kadar zamandır kendi düşüncelerime dalmış bir vaziyette Aden'ın gözlerine boş bir ifadeyle bakıyordum bilmiyordum. En sonunda kafamı olumlu anlamda sallayarak hala omuzlarımı tutmakta olan ellerinin baskısından kurtularak bir adım geriye doğru çekildim. "Evet daha iyiyim. Teşekkür ederim." İçten bir gülümseme bahşettim. "Bugünde hayatımı kurtardın Aden Evans. Bunun için benden her seferinde birkaç bozukluk alsaydın Asos'un en zenginlerinden biri olabilirdin." Kaşlarını çatarak bana baktı. "Biraz abartmıyor musun sence de?" Sinirli olmadığını ve yalnızca bu konuda şaka yapmamdan hoşlanmadığını biliyordum. Panik atak geçiriyor olmam konusunda oldukça hassas davranıyordu. Özel bir sebebi olmadığını biliyordum ama... bazen geçmişten gelen bir travması olup olmadığını da düşünmeden yapamıyordum. Söylediklerinin üzerine yalnızca omuz silkmekle yetindim. Bu hareketimle birlikte gerilen dudaklarının hafifçe kıvrılmasına engel olamadı. Ona laf yetiştirdiğim için yeterince iyi olduğumdan emin olmanın rahatlığı sindi gözlerine. Ne yapmak istediğimi anlamış gibi bana ayak uydurmaya karar verdi. "Asos'un en zenginlerinden olamasam da kendime yetecek ve güzel kızları peşimden koşturacak kadar bir şeyler kazanabilirdim tabii. Fena fikir değilmiş, Grey." İçten bir kahkaha atarak omzuna hafifçe çarptım ve o sabit bir şekilde durmuş hınzır bir ifadeyle bana bakarken ben önden ilerlemeye başladım. "Bunun için biraz geç kaldın Evans. Geçmiş borçlarım geri ödeyemeyeceğim kadar fazla." İskelenin ucuna doğru yürüdüm. Onunda hemen arkamdan geldiğini, çizmelerinin tahtada çıkardığı sesten dolayı anlamıştım. "Sana bir iyilik yapacağım ve geçmiş borçlarını sileceğim," İskelenin ucuna geldiğimizde aynı anda yere oturduk ve ayaklarımızı suya doğru uzattık. "Ama gelecekti kazancım için aynısını söyleyemeyeceğim. Bundan sonra kendini ölümün kıyısına sürüklemeden önce iki kere düşün Aisha Grey. Yoksa artık bana gerçekten borçlanmak zorunda kalacaksın." Ilık rüzgar örgümden kaçan saç tutamlarını önce yüzüme daha sonra da sertçe geriye doğru savuruyordu. Kontrol edemediğim tutamları elimle savuşturmaya çalıştım ve bakışlarımı yanımda oturmuş, yüzüne sinen sakin bir ifadeyle okyanusu izleyen Aden'a doğru çevirdim. "Sanırım ben doğduğum andan itibaren hayatın kendisine borçlanarak şansımı oldukça zorladım." Yüzünü bana doğru çevirdi. "Bu da ne demek şimdi?" Omuz silktim. "Boş versene," Elimi umursamazca salladım. "Konuşuyorum öyle işte." Herhangi bir cevap vermeden yavaşça batmakta olan güneşi izlemeye devam etti. Bende bakışlarımı gün batımına doğru çevirdiğim sırada güneşin ölürken saçtığı o son nadir ışıklarının yüzümü pençelemesine izin verdim. En huzurlu hissettiğim anlar tam da bu anlardı. Gün geceye devrilirken son kez yeryüzüne sesleniyordu sanki. Bir daha geleceğim ve gelmeden önce sizi yeniden geceye emanet ediyorum. Gecenin başlayacağı bu anın bizler için gizli bir haberci oluşuna tanıklık etmeyi seviyordum belki de kim bilir. Gözlerimi diktiğim yerde gördüklerimi zihin süzgecimden geçirmekte zorlanıyordum. Alışık olmadığım bir tabloya bakmak ama anlayamamak kadar sinir bozucu bir durumdu. Aden şimdi sessizliğe bürünmüş, gergin çenesiyle gözlerime bakmayı reddederken bende ona eşlik ediyor ve sessizliği çoktan sırtıma bir pelerin gibi giyiniyordum. Tanrı benim için yeryüzüne bir zar atmamı istemişti sanki. Attığım zar parçaları gürültüyle masaya çarpmış ve mağlup olacağım şekilde durmuştu. Mağluptum. Ama neye? Mağluptum. Ama kime? Bilmediğim soruların cevabı bir dağ olup diziliyordu içime ve ben önce hangisinden başlayacağımı bile bilmiyordum. Ama burada daha fazla sessizlik yemini etmişiz gibi oturamayacağımızı biliyordum. Ne kadar kaçarsak kaçalım dönüp dolaşıp geleceğimiz koca bir gerçek vardı. "Daha ne kadar hiçbir şey olmamış gibi davranacağız Aden?" "Aisha..." "Yapma," diyerek susturdum onu. "Şu anda en son isteyeceğim şey gerçeklikten uzak bir konuşma gerçekleştirmek. İçimi rahatlatmana değil, bu saatten sonra olabilecekler hakkında konuşmana ihtiyacım var. Listedeki isimlerden biri olduğumu bildiğini biliyorum." Elini sertçe rüzgar yüzünden dağılmış olan saçından geçirdi. "Bilmiyorum. Tanrılar üzerine yemin ederim ki şu anda sana ne söylemem gerektiğini bilmiyorum Aisha. Bu olanlara hâlâ inanamıyorum. Komik bir şaka gibi geliyor." Samimiyetten uzak bir gülümseme kondurdum dudaklarıma. "Sanırım saraya gidecek olma ihtimaline o kadar çok üzülmüş olmalıyım ki bütün evren bir araya gelerek senden uzakta kalmama müsaade etmedi." Bu trajik durum onun da sinirlerini bozuyormuş gibi kafasını iki yana sallayarak gülümsedi. Onun gülümsemesi benimkine nazaran daha çaresiz geliyordu gözüme. "Evrenin bu işe müdahale ettiğinden pek emin değilim. Bana daha çok Ellie Grey işini şansa bırakmak istememiş gibi geliyor. Ki gerçekte bu." Düşündüğü şeyle birlikte kaşları çatıldı. "Tanrım! El'in kafasından bir yıl boyunca her gün hiçbirimize belli etmeden ismini listeye yazarken ne geçiyordu?" Göğsümde kabaran duygunun ağırlığıyla derin bir nefes çektim içime. Bir düşüncenin varlığından daha ağır bir şey varsa o da vücuduna parça parça nüfuz eden ve kontrol edilemez olan o güçlü duygulardı. Aniden gelen hiçbir hissin kalıcılığı olmazdı ama yavaş yavaş kendini hissettiren duygunun yarattığı o his bir zehir kadar etki ederdi insana. Sen ne olduğunu anlamadan karışırdı kanına ve fark ettiğinde önlem almak için çoktan geç kalmış olurdun. "Daha iyi bir hayatı hak ettiğimi düşünüyor." Hayret dolu bir ifadenin sindiği bal sarısı gözlerini yüzüme doğru çevirdi. "Bunu sarayda tam olarak ne yapacağını düşünerek hayal ediyor pardon?" "Bilmiyorum Aden." Sıkıntılı bir nefes vererek ellerimle yüzümü ovuşturdum. "Ben onun da ne yaptığının farkında olduğunu zannetmiyorum. Sadece saray hayatının Asos sokaklarından çok daha iyi bir gelecek vaat eden illüzyonuna inandırmış kendisini. Onun ne kadar hayalperest biri olduğunu sende en az benim kadar iyi biliyorsun." Kıkırdadım. "Bunu yaparken beni saray kıyafetleri içinde baloda yakışıklı Asos prensiyle dans ederken hayal etmiş bile olabilir." Aden'ın son cümlemle birlikte çenesi gerginlikle içeri doğru çöktü ve gözlerine sinen ifadeyi benden saklamak için bakışlarını kaçırdı. Bu fikir onu oldukça rahatsız etmiş gibi görünüyordu. "Yoksa sende prensin yakışıklı cazibesine daha saraya gitmeden önce kapıldın mı?" Kahkaha attım. "Ne demezsin. O kadar yakışıklı ki neredeyse onu gördüğüm ilk anda heyecandan yere düşüp bayılacaktım." Sesimin tonundan sorusunu ciddiye almadığım için sertleşen yüz ifadesi aniden yumuşadı. "İnan bana, bu durumda düşüneceğim en son şey prensin nasıl bir görünüme sahip olduğu Aden." "Haklısın. Üzgünüm," diyerek derin bir iç çekti. "Ne yapmayı düşünüyorsun peki?" Omuz silktim. "Bilmiyorum." Bakışlarımı okyanus ile gökyüzünün kesiştiği o uçsuz sonsuzluğa doğru diktim. "Tek bildiğim kralın kararlarına karşı gelirsem sonuçlarına katlanmak zorunda olacağım. Bu işin anneme ve Ellie'ye kadar gitmesinden korkuyorum. Onları zor durumda bırakacak hiçbir harekette bulunamam. Bunu yapamam." Dediklerimin gerçekliği sinirini bozuyor olsa da itiraz etmedi. "Babamın saraydaki eski nüfuzundan dolayı sağlam bağlantıları vardı. Eh, bende onun oğlu olduğum için sanırım o bağlantılara erişebilirim. Saraya gittiğimizde güvende olman için elimden gelenin de fazlasını yapacağıma emin olabilirsin." Aden'ın babası büyük savaş öncesinde kral için çalışan komutanlardan biriydi. Hatta kralın savaş komutanlarından biri olmanın ağırlığıyla sıradan komutanlardan ayrılıyordu. Herkesin dilinde olan saygın ve krallığına da halkına da bağlı bir savaşçıydı. Savaş, herkesten bir şeyler almıştı. Aden da savaşın getirmiş olduğu yıkımdan nasibini almış diğer insanlardan yalnızca biriydi. Babasını büyük savaş zamanı kaybetmişti. Onun da geçmişinin yaralı ve hala daha kapanmamış izlerle dolu olduğunu biliyordum. Bunları her ne kadar konuşmayı tercih ediyor olmasak da gözlerine baktığım zaman o acıyı görebiliyordum. Hiç gitmiyordu. Zaten böylesi bir kaybın acısı nasıl yok olabilirdi ki? Hayat kimse için kolay değildi. İnsanların yol ayrımlarının, acılarının, kayıplarının adı değişse de hissi aynı kalıyordu. Bu yüzdendir ki kaçmak istemenin de büyük bir cesaret gerektirdiğine emindim. İnsan kaçıp gitmek istediği zaman, arkasında bıraktığı enkazın uğuldayan seslerinden ancak belli bir süre uzaklaşabildiğinde bunu geride bıraktığını düşünüyordu. Ya da geride bıraktığını zannediyordu. Çünkü geride bıraktığı şeylerin ağırlığı daima o insan nereye giderse gitsin içinde kalmaya devam ediyordu. Bakışlarımı daldığım yerden uzaklaştırarak Aden'a doğru çevirdim. Onun da gözlerinin daldığını ve mevcut olan sessizliğin bile farkında olmadığını gördüm. Babasından bahsetmek ve kaybını yeniden hissetmek onun her zaman içine kapanmasına sebep oluyordu. Ailesinden bahsetmeyi pek sevmezdi. Bu konuda ona saygı duyuyordum ve o anlatmadığı sürece bilgi edinmek uğruna birtakım can yakıcı sorulara maruz kalmasını istemiyordum. Her zaman olduğu gibi şu anda da içinde bir yerlerde toprağa gömemediği enkazların arasında dolaşıyordu. Hafifçe öksürerek dikkatini üzerime doğru çektim. Dalmış bakışlarınının farkında olmayarak sersem bir ifadeyle bana doğru döndü. "Kendini benim için zor duruma düşürmeni istemiyorum Aden." İlk başta ne demek istediğimi anlamamış olsa da daha sonra en son söylediği şeyi anımsayarak kafasını salladı. "Kendimi zor duruma düşürmeyeceğim," umursamazca omuz silkti. "Ama diyelim ki kendimi zor duruma düşürdüm. Bunun yine de umurumda olmayacağını bil, Aisha. Konu sen olduğun zaman düşüncelerimin listesindeki önem sıralaması değişiyor."
⚔️
Hava gittikçe kararıyordu. Çarşının kalabalığından kopup gelen seslerden insanların çoktan tezgahlarını toplamaya başladıklarını anlamıştım. Eve doğru hızlı adımlarla ilerlediğim sırada bara uğramayı düşünmüştüm ama içimden bir ses El'in çoktan barı kapattığını ve eve geçtiğini söylüyordu. Kardeşimi tanıyordum. Kafası dalgın olduğu zamanlarda kendini pek işe verebilen biri değildi. Ayrıca onu en son bıraktığım durumu göz önünde bulunduracak olursam, çıkışımın ardından hemen insanları bardan kovalayarak çıkardığına ve sonra da kendisinin çıktığına emindim. Bunun düşünmek farkında olmadan gülümsememe sebep oldu. Birisini, ne yapacağını bilecek kadar tanımak bazen insanın kendisinden korkmasına sebep oluyordu. Sevginin oluşturduğu o bağ, insanların zaafı olabilecek yegane şeydi. Ve sanırım bir zaafın varsa bu da senin güçsüz ve her zaman düşmanlarına karşı açık birer hedef haline gelmene sebep olurdu. Onların olmadığı, tek başıma oradan oraya savrulduğum bir hayatım olsaydı belki de veliaht prensin deyimiyle o şanslı kişi olmanın düşündüğüm kadar kötü bir şey olmadığını söyleyebilirdim. Ancak benim attığım en küçük adımın bile yaratacağı etkinin yalnızca benim için değil ailem içinde çok büyük tehlike arz edeceğinin bilincindeydim. Bu yüzden ayaklarım geri geri gidiyor, kendi sonumdan çok ailemi ne derece etkileyebileceğini düşünüyordum. Bunun yanı sıra aklımı kurcalayan ve elmanın kurtçuğu gibi içimi kemiren bir diğer konu da sarayda ne yapacağım gerçeğiydi. Sarayın bize ne gibi bir ihtiyacı vardı da halkın arasından kurayla seçim yapacak kadar yüzyıl sonra yeni bir gelenek çıkarıyordu ortaya? Asos savaşın eşiğinde olabilir miydi? Belki de topraklarımız kıyı ülkeler tarafından ciddi bir tehdit altındaydı ve kral kanlı tarihimizin yeniden tekerrür etmemesi ve halkın galyana gelip panik içinde olmaması adına böyle bir yola başvurmuştu? Saraya gittiğimizde işe yarar olduğumuzu kanıtlamak adına yeteneklerimizi sergilememiz beklenecekti. Bu sayede sarayda kalabilir yahut işe yaramazın teki olarak kabuk edilirdik. Kısacası ya boğazımız kesilirdi ya da saraydan geri gönderilirdik. İkinci ihtimal için neler vermezdim... Son zamanlarda düşünmek zihinsel bir işkenceden daha fazlası değildi benim için. Ama sanırım ayaklarım evin kapısına doğru yaklaştıkça içimi kurcalayan şeyler toz bulutu halinde yok oldu. Onları merakta bıraktığıma emindim. Benim başımı alıp çekip gitmelerime her ne kadar alışık olsalar da El ile yaptığımız son konuşmadan sonra içten içe daha da meraklandıklarını hisseder gibiydim. Beni asıl tedirgin eden şey anneme bu konudan nasıl bahsedecek oluşumdu. Böyle bir şeyi asla kabul etmeyeceğini biliyordum. El'in de bunu en az benim kadar bildiğini varsayarsak yeniden konu dönüp dolaşıp arkamızdan gizli gizli nasıl böyle bir işe kalkıştığı noktasına geliyorduk. Tanrım, Asos tanrıları benim aklıma mukayyet olsun yoksa ben gerçekten kendime mukayyet olamayacağım. Evin aydınlatmaları yanıyordu. Annemin yetiştirmesi gereken bir işi çıkmadıysa onun da şu anda evde olduğuna emindim. Bazı zamanlar birden fazla sipariş alıyordu ve terzi dükkanında sabahlaması gerekebiliyordu. Böyle zamanlarda bizde onu yalnız bırakmak istemediğimiz için yardımcı olmak için Ellie ile yanında kalıyorduk. Üçümüze ait bir dünya kurup o dünyanın içerisinde birbirimize kenetlenmek paha biçilemez bir histi. Onlarsız bir hayat düşünemiyordum. Onları geride bırakıp başka bir yere gitme ve orada yaşamaya çalışma düşüncesi nefesimi kesiyordu. Gözümü açtığım andan itibaren gördüğüm ilk yüzler, onlara aitti. İnsanın, evladını karnında taşıması önemli değildi çünkü annelik asla bu değildi. Kundaktaki çaresiz bir bebeği hangi annenin vicdanı kanlı bir savaşın ortasında hiç tanımadığı bir evin kapısına bırakmaya yeterdi anlamıyordum ve hiçbir zaman da anlamayacaktım. Fakir bir ailede mi doğmuştum? Annem beni doğururken ölmüştü ve babam olacak o insan her kimse bana bakamayacağını düşündüğü için mi bırakmıştı bir kapının önüne? Ya da babamı krallığı için savaşırken mi kaybetmiştim? Annem hem dul hem de yetim bir bebekle kalmanın ağırlığı altında ezilmiş miydi? Bu soruların hiçbirine yıllarca bir cevabım olmamıştı. Çünkü bazen cevaplar o kadar da önemli olmazdı. Sonuca baktığımızda sorular ne olursa olsun gerçek değişmiyordu ve ben her türlü senaryoda bile yine istenmeyen ve bir kapıya bırakılarak kendi makus kaderine terk edilen o bebek oluyordum. Geçmişi düşünmekten nefret ediyordum. Kapıyı yavaşça aralayarak eve doğru girdim. Tahta parkede ilerleyerek alt kata doğru inmeye başladım. Burnuma yemek kokuları geliyordu ve annem ile El'in mutfakta olduğunu tahmin etmek çok da zor değildi. Sessiz olmaya özen göstererek merdivenden indiğimde karşımdaki görüntü ayaklarımın son basamakta duraksamasına sebep oldu. El ve annem mutfak tezgahının arka kısmında yan yana durmuş hamur açıyorlardı. İkisinin de sırtı bana doğru dönük olacak şekilde durmuşlardı bu yüzden geldiğimi görmüyorlardı. Annem elinde tuttuğu küçük merdaneyi elindeki hamurun üzerinde ileri geri hareket ettirerek inceltmeye devam ediyordu. "Ellie!" Annem, yüksek çıkan tiz sesiyle yanında duran kız kardeşime doğru döndü. "Ben sana o hamuru elinde oyna diye mi verdim? Geçmedi mi artık senin oyun yaşın?" El umursamazca omuz silkti. "Sanatımı icra etmeme engel oluyorsun şu an anne, bilmem farkında mısın? Buradan bakılınca değilmişsin gibi gözüküyor da..." ve elindeki hamuru havaya doğru kaldırdı. Anlamadığım bir şekilde hamura şekil vermeye çalışmıştı ve açıkçası pek de başarabildiği söylemezdi. "Bari bir şeye benzeseydi kızım," annem elindeki merdaneyi kenara bırakarak olay mahaline el atması gerektiğine karar vermiş olacak ki El'in önündeki hamurları alarak simit şeklinde dolamaya başladı. Annemin lafı üzerine El çatık kaşlarla ona doğru dönerek ofladı ve hamurları bozarak yeniden yapmaya başladı. "Oyalanma artık. Bunların bir de ateşte pişme süresi var. Aisha gelmeden hepsini halletmiş olalım." "Aisha demişken," elindeki hamuru avucunda top haline getirdi. "Sence bana hala çok kızgın mıdır?" Annem derin bir nefes verdi. "Bilmem. Kendine aynı soruyu sor Ellie. Aisha'nın yerinde sen olsan, sana hala kızgın olur muydun?" Olduğum yerde kaskatı kesildim. Annemin olanlardan haberi var mıydı? Ama nasıl olur? El ile daha bu sabah konuyu konuşmuştuk ve annemin benden sonra öğrendiğini düşünürsek böylesine sakin bir tepki verebilmesi hiç ama hiç normal değildi. Eğer Ellie bu işe kalkıştığı ilk andan itibaren anneme söylemişse ve bu işte beraberlerse... hayır bu düşüncenin devamını getiremezdim. Böyle bir şey mümkün değildi. Annem bunu asla sakin karşılamazdı. Saraydan ve kraldan öylesine nefret ederdi ki çocuklarından birinin onların himayesinde olacağı gerçeğini kabul etmek istemezdi. Çocuklarından birinin... eğer böyle bir seçim şansı olsaydı beni değil Ellie'yi tercih ederdi. Bu düşüncenin gerçekliği beynimden vurulmuşa dönmeme sebep oldu. Belki de Ellie'nin benim gidişimi garantilemek istemesi artık onlara yük olduğumu düşünmelerinden kaynaklanıyordur? Bu durumda annemin konuyu ele alış şeklinin bu kadar hoşgörülü olmasının en net kanıtıydı. Düşüncelere daldığım sırada ne konuştuklarını duyamamıştım. Olduğum yere çakılı kalmış gibi hissediyordum. "Sanırım kızgın olurdum. Ama kendimce haklı sebeplerim vardı anne. Bunu sende çok iyi biliyorsun. Geçmiş hayatını bilinmezliklerle değil ancak kendisi yaşayarak öğrenebilir diyen sen değil miydin?" Sıkıntılı bir nefes verdi. "Bende ayağımıza kadar gelen bu şansı kullanmak istedim." Kaşlarım çatıldı ve bakışlarım anneme doğru kaydı. El'in dediklerinden etkilenmemiş gibi hala aynı ifade ile ona bakmaya devam ediyordu. Dedikleri hiçbir şeyi anlayamıyordum. Neler oluyordu burada? "Böyle olmasını da istememiştim ama," annem sıkıntılı bir nefes verdi. "Ona gerçekleri tamamen verememiş olmak ne kadar zorsa bu evden, bizden gitmesine sebep olmak da o denli zor. Keşke zamanında ona her şeyi anlatabilseydim." Ellie anneme doğru yaklaştı. "Onu seviyoruz anne. O da bizi seviyor. Bir gün bunu konuştuğumuzda her şeyi onun iyiliği için yaptığını anlayacaktır." Elini omzuna koyarak destek olurcasına sıktı. Duyduklarımı sindirebilmek ve konuşulanların ardındaki gerçeği anlayabilmek şu an o kadar zordu ki... ama içimden geçen tek şey bu olanlara kahkaha atarak gülmekti. Sadece bir gün içerisinde başıma gelenlerin üzerimde yaratmış olduğu savunmasızlığı her bir hücremde hissediyordum. İleri doğru atılıp onların konuştukları her şeyi duyduğumu ve benden ne gizlediklerini öğrenmek istediğimi haykırmak istiyordum. Ama bir yandan da ayaklarım geri geri gitmek üzere merdivenlere doğru adımlamaya başlamıştı bile. Sarsak adımlarım tok bir ses çıkardı ve ikisi de aynı anda irkilerek arkalarını döndüler. Annem şaşkınlıkla bana bakmayı sürdürürken "Aisha," dedi tedirginlikle. Üçümüzde yerimizde hareket edemeyecek kadar kaskatı kesilmiştik. El endişeyle anneme doğru baktığında onları duyduğumu anladığını inkar etmek istiyormuş gibi kafasını her iki yana doğru salladı. Annemin bakışlarındaki çaresizlik dişlerimi sıkmama sebep oldu. Çünkü benim ayak parmak uçlarımdan başlayan ve bütün bedenime doğru hücum eden katıksız bir hayal kırıklığı duygusu hakimdi. Bakışlarımdan da bunun anlaşıldığını biliyordum. Kaçmayacaktım ve bu şey her ne ise onunla yüzleşecektim. "Anne," bakışlarım her ikisinin üzerinde gelip giderken annemin ne diyeceğini bilmediğim için sabırla sözü devraldım. "Sanırım bana anlatmak istediğin şeyler var." Annemin ışıl ışıl olan sarı saçları ve cam gibi parlayan masmavi gözleri vardı. Ellie'de annesine benziyordu. Benim ise kime benzediğimi bilmiyordum. Koyu saçlarım ve griye çalan açık renk gözlerimle uyumsuzdum. Onlardan farklıydım. Onlara ait değildim. Bunun tam tersi olmasını büyüdüğüm her an o kadar çok istemiştim ki gerçek hiç bu kadar berrak görünmemişti gözüme. "Kızım," dedi panikle. "Ne zamandır buradasın? Neden geldiğini haber vermedin? Seni çok merak ettik." "Neler oluyor burada?" Öfkeyle inip kalkan göğsümü sakinleştirmek için derin bir nefes çektim içime. "Her şeyi duyduğuma göre artık bana da ne olduğunu anlatabilirsiniz, öyle değil mi?" "Aisha, lütfen önce sakin ol," Ellie anneme doğru yaklaştı. Annem ona baktı fakat cevap dahi vermeden mutfaktan dışarı çıkmak için adımladı. Peşinden ilerleyip bende evimizin dar koridoruna doğru adım attım. "Beni evden göndermek için bu zahmete neden bir yıl boyunca katlandınız?" Kendime hakim olamadan bağırmıştım. "Karşıma geçip kapının yerini gösterseydiniz yeterdi." "Ne?" Ellie aşkınlılıkla soludu. "Aisha, kendine gel lütfen. Saçmaladığının farkında mısın?" Elimle Ellie'yi savuşturarak anneme doğru ilerledim ve kendi odasına girmek üzereyken karşısına dikildim. Birbirimize kitlenen bakışlarımızda ben ona çaresizce çırpınan yaralı bir hayvan gibi bakarken onun bana hala sevgiyle bakıyor olduğunu görmek daha da öfkelenmeme sebep oluyordu. "Benden gizlediğiniz ve yıllarca bilmemi istemediğiniz ne olabilir? Düşünüyorum ama hiçbir sonuca varamıyorum! Bunu yaparak sizin de beni o gece kapıya bırakan insafsızlardan ne farkınız kaldı?" "Aisha!" El arkamdan hiddetle bağırdı. Anlaşılan üzerine bu kadar gitmemden hoşlanmamıştı. "Neler olup bittiğini bile bilmeden nasıl böyle şeyler söyleyebilirsin? Kimsin sen? Tanıyamıyorum şu an seni." Bir hışımla arkamı döndüğümde burun buruna geldik. Gözlerine yerleşmiş olan çaresizlikle bana bakıyordu. "Kim miyim ben?" Bakışlarımı gözlerine kitledim ve ona doğru bir adım daha attım. "Beni tanıyamıyorsun öyle mi El?" Ağzımdan sinir bozucu bir kahkaha kaçmasına engel olamadım. Sanırım deliriyor olmalıydım. Sahi bütün bu yaşananlardan sonra akıllı kalmanın ne gibi bir yararını görebilirdim ki? "Sana daha bu sabah kim olduğumu söylemiştim. Ben kocaman bir hiçim. Hiç kimseyim ve bu akşam anladım ki aynı zamanda kimsesizim de...Ayrıca bu soruyu benim size sormam lazım çünkü asıl siz kimsiniz? Güvendiğim o iki insan kim? Asıl ben sizi tanıyamıyorum şu an!" Konuşurken her ne kadar kendimi sakinleştirmek için büyük bir çaba sarf etmem gerekse de hızlanan kalbime söz geçiremiyordum. Ellie sözlerimin ağırlığı altında ezilirken ilk defa kendimi bu kadar çaresiz hissediyordum. Tutunmaya çalıştığım gücüm bu evin duvarlarında yok olmuş gibiydi. "Yeter!" diye bağırdı annem aniden. Hızla arkamı döndüğümde bakışlarımız kesişti. Hemen arkamda duran kardeşimin de benimle aynı şekilde anneme baktığını göremesem de hissediyordum. "İkiniz de buna bir son verin artık ve beni dinleyin." Sessizce olduğumuz yere sinerek beklediğimizde, annem arkasını döndü ve ahşap sandığının kilidini açarak içinden beyaz bir bez parçası çıkardı. İki eliyle tutarak yatağın üzerine bıraktı ve derin bir nefes vererek bezin her iki ucunu kaldırarak açılmasını sağladı. İçinden Asos'un güneş sembolü olan bir bebek örtüsü çıkardığında kaşlarımı çatarak bir anneme bir de yatakta duran örtüye bakıyordum. "Ne bu?" "Kapıma bırakıldığın gece, kundağın içinde seni bu bebeklik örtüsüne sarılmış vaziyette bulmuştum." "Ah," diyebildim sadece. Daha sonra ise dudaklarımda oluşan kıvrıma engel olamadım. "Gece vakti kapına bırakılmış bebeğin üzerinde krallığın sembolüne ait bir bez parçası olması size tam olarak ne düşündürdü?" Sesime olabildiğince çok küçümseme yansımıştı. "Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?" Ellie'nin bakışları üzerimde gezinmeye başladığında araya girme ihtiyacı duyarak arkamdan çıktı ve odanın ortasına doğru ilerledi. "Fazla tepkiler veriyorsun Aisha." "Şu an bir tepki bile vermediğimi, beraber büyüdüğümüz seneler boyunca az da olsa beni tanıdıysan bilmen gerekirdi." Konuşmadı ama gözlerinden cevabı görebiliyordum. Anneme doğru yaklaşarak elindeki örtüyü çekip aldım. "Bütün mesele bu mu? Bu bez parçası mı?" Sinirle ellerimi saçlarımdan geçirerek odanın ortasında volta atmaya başladım. "Siz gerçekten aklınızı kaçırmışsınız. Büyük savaşın ortasında öylece kapına bir bebek bırakılıyor ve o bebeğin bu bez parçasına sarılı olduğunu gördüğün için hanedan üyesi olduğunu mu düşünüyorsunuz?" Annem ve El birbirlerine bakarak sessiz kaldıklarında bakışlarımı ikisi arasında mekik dokuyarak çaresizlikle gezdirdim. "Anne," dedim sakin kalmaya çalışarak. "Sen bize anlatmaz mıydın büyük savaş zamanını? Anlattığın her an gözlerinde acıya şahit olmaz mıydık? Öyle bir kaosun ortasında can havliyle kapına bırakılan bir bebeğe sarılmış olan bu örtünün böyle bir anlamı olabileceğini nasıl düşündün?" Ellie konuşmadan önce gerginlikle dudağını dişledi. "Örtü o zamanda en az şimdi gördüğün kadar tertemizmiş Aisha. Alelade bir bez parçası değil bu." "Yani?" dedim, umursamaz bir tavırla. "Kulağa hâlâ geçerli sebeplermiş gibi gelmiyor." Annem bakışlarını benden ayırmadan ufak adımlarla yanıma yaklaştı. Omuzlarımı tutarak kendisine doğru çevirdi. "Yaptığımız açıklamanın sana mantıklı gelmediğinin farkındayım Aisha. Ama seni o gece gören bendim. Tertemiz ve sanki terkedilmiş olmana rağmen her şeyin farkında olan bir bebek gibiydin. Asla ağlamıyordun. Üzerinde krallığa ait bir bebek örtüsüne sarılarak kundağa konulmuştun." "Anne, ben hiçbir şey anlayamıyorum şu an," diye mırıldandım, ondan daha çok kendi kendime. "Ne demeye çalışıyorsun?" Elimi güven verircesine sıktı. "Büyük savaş kapımıza dayanmadan öncesinde doğan her yeni bebeği ve aileyi biliyordum ben. Sen o ailelerin hiçbirine ait olamazsın. Senin ait olduğun yer burası değil." Bakışlarım gözlerinde değil ellerimizi birleştirdiği avuçlarımızdaydı. Ama başımı kaldırıp bakmadım, bakamadım. "Nereden biliyorsun?" "Çünkü büyük savaştan önce krallık için çalışan bir şifacıydım. Görevim, doğan her yeni bebeği sağlıklı olduğuna dair kontrol ederek saraya rapor etmekti. Senin raporladığım bebeklerden olmadığını kapıma bırakıldığın o geceden beri biliyordum. Saraya ait olma ihtimalinin gerçekliği o kadar ağırdı ki gelir seni bulurlar ve beni de hanedan üyesini kaçırmaktan tutuklatırlar diye korktum. El o zamanlar çok küçüktü. Babasını yeni kaybetmiştim. Kendimden çok onu düşünüyordum. Seni öylece bırakıp kaçmayı o kadar çok istedim ki..." dudakları titrerken bakışlarını kaçırdı. Ama bakışlarını kaçırmadan önce ben gözünden düşen ve çenesine doğru süzülen tek bir damla göz yaşını görmüştüm. Yıllardır kimseden habersiz kocaman bir savaş veriyordu. Aldığı kararlarla ve sonuçlarıyla yaşamaya çalıştığı seneler geçirmişti. "Ama yapamadım Aisha. Seni öylece orada bırakıp arkamı dönüp çekip gidemedim. Sonuçta bende bir anneydim ve kendi seçiminin bile olmadığı bir kadere mahkum bırakılmanı istemedim. Bir geleceğinin olamayacağı düşüncesine katlanamadım." Sertçe yutkundum. Dakikalardır kaçırdığım bakışlarımda belirsizlikler vardı. "Neden bana bunu anlatmadın? Anlattıkların sadece senin ihtimal verdiğin şeyler. Bunlar gerçek ya da değil neyi değiştirirdi anne? "Birçok şeyi." Dedi, mırıldanarak. "Ve aynı zamanda hiçbir şeyi. Sen benim kızımsın, Aisha. Bunu hiçbir güç değiştiremez. Seni her ne kadar ben doğurmamış olsam da büyüten benim. Bunu saklamamın sebebi seni bilinmezliklerle dolu bir kuyuya atmak istemememdi. Haklısın, anlattığım hikayede boşluklar çok fazla ve elimde bu bez parçasından başka sana aksini kanıtlayacak hiçbir şeyim yok. Yine de... ben istedim ki bir ihtimal bile varsa onun peşinden gitmen. Hakkın olanı alman. Hak ettiğini yaşaman." Görüntüler zihnime doluşmaya başladığında, bakışlarımı sessizce duvar dibine yaslanmış ve kollarını göğsünde birleştirerek çaresiz gözlerle bizi izleyen Ellie'ye çevirdim. Göğsümde sıkışıp kalan acı, bir kan gibi damarlarımda ilerlemeye başladı. Gözlerimde kendini hissettiren yaşlar, çok küçücük bir an için kırpma cesareti göstersem süzülmeye başlayacak ve beni mahvedecekti. Evet. Kendi gözyaşlarım beni mahvedecekti. Bir damla yaş düştü sol yanağıma doğru. Ardından başka damlalar da onu takip etti. Şimdi tutmayı başaramadığım gözyaşları sicimle inmeye başlamışken, ardı arkası kesilmeksizin süzülüyorlardı yanaklarımdan. O kadar hızlı akıyorlardı ki aniden görüşüm bulanıklaştı. Ellerimi annemin sıcacık avuçlarından çektiğimde kendimi zor da olsa geriye doğru adım atmaya zorlayabilmiştim. Bu sırada yüzümdeki yaşları elimin tersi ile siliyordum. Ancak yaşlar daha ben elimi çekemeden yeniden hayat buluyordu elmacık kemiklerimde. "Neden ikinizde aynı şeyleri söyleyip duruyorsunuz? Sizin düşündüğünüz o hak edilmiş hayatı ben neden getiremiyorum gözlerimin önüne? Sizden başka bir hayatım yok. Olmayacak da. Bu zamana kadar da böyleydi şimdi ne değişti?" "Sarayın yüzyıl sonra kapılarını açması." Sessizce fısıldadı Ellie. Hatta o kadar sessizdi ki tek bir an bunu onun söylemediğini aslında benim hayal ürünüm olabileceğini düşündüm. Ama sırtını dikleştirip adımlarını bana doğru atmaya başladığında bunun öyle olmadığını anladım. "Sanki gökyüzü bile işbirliği yapmıştı bizimle bu şansı kaçırmamamız için. Bu yüzden gerçekleri öğrenebilmenin tek sebebinin saraya gitmen gerektiği olduğunu düşündüm ve bunu garantilemek için elimden geleni yaptım. Senin için yaptım." İçimde kabaran damarlarımın baskısını hissediyordum. Şimdi orada kan değil öfke geçiyordu oluk oluk. "Bana bunu anlatmalıydınız! Böyle bir şeyi benden saklayamazsınız. Benim hayatım üzerinden kumar oynuyorsunuz ve sonraki hamleyi yapmam için o zarı benim elime tutuşturuyorsunuz." Hırsla arkamı döndüm ve yumruk yaptığım ellerimi sinirle her iki yanımda sıkmaya başladım. "Tanrım, en çok güvendiğim o iki insandınız. Ve ikinizde bana yalan söylediniz." diye fısıldadım, soluk soluğa. "Bana ihanet ettiniz." Göğsüm hırsla inip kalkıyordu. Bedenimi sakinleştirmeye çalışıyordum ama yapamıyordum. Ruhum hala alevlerin arasındaymış gibi koca bir yangın yeriydi. Gözyaşları yeniden gözlerimden akıp çeneme doğru süzülmeye başlandığında ruhum yeniden sızlamaya başlamıştı. Gözyaşları sızlatabilir miydi sahibin ruhunu? Benim sızlatıyordu. Ellie, "Annem senden bunu saklayarak aslında senin hayatını kurtardı!" diye bağırdığında irkildim. Annem bacaklarında güç kalmamış gibi yatağına doğru oturmuştu ve gözlerini elindeki bez parçasından ayırmıyordu. Kaderimi şekillendiren, beni koca bir yol ayrımına sürükleyen o bez parçasına. O an her şeyden öylesine nefret etmeye başladım ki... bu nefretin ilki; doğduğum an, ikincisi ise kapıya bırakıldığım o andı. "Kurtardı öyle mi?" O kadar çok bağırmıştım ki, sesim bütün odada yankılanmıştı ama geri dönüp çarptığı yer kalplerimizdi. "Siz şu an belki de benim yalnızca yara alarak kurtarıldığımı sanıyorsunuz ama insan bazen düştüğünde yaralanmakla kalmıyor, ölüyor." El bunu beklemediği için bir an sarsılır gibi oldu. "Gerçekleri bilerek büyüseydin içinde hep koca bir belirsizlikle yaşayacaktın. Belki hiçbir zaman bize ait hissedemeyecektin. Belki sana zarar verecek insanlar olduğumuzu düşünerek tedirginlik içinde yaşayacaktın. Bilmiyorum belki de bizden kaçmayı bile düşünebilirdin!" Gözleri, var olan bir gerçek varmış ve bunu bana göstermeye çalışıyormuş gibi bakıyordu. "Annem bunu senden saklayarak aslında senin ruhunu kurtardı." Gözlerimi sıkıca yumup dişlerimi sıktım. "Öyleyse neden hâlâ çaresizlikle kurtarılmayı bekliyormuş gibi hissediyorum?" Bir cevap vermedi. Ama gözlerini de gözlerimden ayırmadı. Öylece bekledi. Sanki içinden geçen şeyler vardı ama dudaklarına dokundurmuyordu. Kelimeleri benim için hayat bulmuyordu. Cayır cayır yanıyordum, biliyordu. Ama suyu döküp söndürmesi gerekirken o yalnızca ateşi harlıyordu. Bunu bilmek daha da öfkelenmeme sebep oldu ve arkamı dönüp odadan dışarıya doğru ilerlemeye başladım. Bu sefer arkamı dönüp giderken bir şey söyleyip durdurma girişimde bulunmamışlardı. Kendimi evden dışarı attığımda havanın serinlemiş olduğunu fark ettim. Ay, tepeye konumlanmıştı ve etrafında neredeyse hiç yıldız yoktu. Bu durum canımı sıktığı için iskeleye gitmek istemediğimi anladım. Aden'ın orada olma ihtimali çok yüksekti ve şu an istediğim tek şey yalnız kalmaktı. Meydana doğru adımladığım sırada evlerin önündeki dar sokaklardan aşağı doğru inmeye başladım. Ara sokaklarda genelde lamba direkleri bulunmazdı. Bu da karanlıkta olmak isteyenler için bulunmaz bir fırsattı. Karanlıkta olmanın bir iyi yanı daha vardı ki belirli bir süre sonra gözleriniz alışıyordu ve yolları daha net görmeye başlıyordunuz. Ama aydınlığa çıkmak... İşte bu gözlerinizi kör edebilirdi. Ruhumu izbe bir yerde, kendine yaşamak için yeniden kurduğu bir eve benzetirdim. O evin çatısı yoktu, içindeki eşyalar kırık döküktü ama hepsi bana aitti. Hepsi, zamanın sırtlarına bindirdiği yüklerden parçalanmış, dağılmış, kırılmış hatta kaybolmuştu. Ama ne olursa olsun kapıyı her açıp içeri girdiğimde bana ait izler taşıdığını görmek, paha biçilemezdi. Şimdi o evin duvarlarında yalanın gölgeleri vardı. Ben yine o kapıdan girmiştim. İçeride yine bana ait izler vardı ama yok olmuşlardı. Kurtaramamıştım ve şimdi elimde bir avuç külle, eşiğinde durduğum kapıda yanan bir harabeyi izliyordum. Adımlarım sarsak ve cansızdı. Ruhum ilk defa bedenimden çekilmiş gibiydi ve bu kesinlikle mecazi anlamda değildi. Ellerim ve dizlerim titrerken ilk defa durmak istemedim. İlk defa durmak yerine daha hızlı yürümek istedim. Belki de koşmak. Ne kadar uzaklaşırsam o yıkımdan belki de o kadar yitirirdi gerçekliğini. Belki ne kadar arkamda bırakırsam o kadar kalırdı ardımda. Ben en çok kendime yalan söylüyordum ve en çok kendi yalanlarımı doğrum kabul ediyordum. Bu her şeyden kötüydü. Yanından geçtiğim taş duvarlı evin pencerelerinden çatısına doğru uzanan kalın sarmaşıkları gördüm. Adımlarımı oraya doğru çevirdim. Evde hiç ışık yoktu. Kimsesiz görünüyordu ve sarmaşıklar çatıya çıkmak için merdiven görevi görecek kadar sağlam gözüküyordu. Yalnız kalmak ve gökyüzünü izlemek için aradığım o ortamdan daha fazlasıydı. Uzun elbisemin altına giydiğim çizmelerimin boş kaldırımlarda yankılanmasını umursamadan eve doğru ilerledim. Bir elimi sarmaşığa tutunmak için sağlam bir dalını bulmak ümidiyle arasında gezdirdim. En nihayetinde aşağı doğru birkaç kere çekiştirdiğimde kırılmayacağına emin oldum. Elbisemin eteklerini dizime doğru toplayarak sağ ayağımı kaldırıp sağlam olan dal parçasının üzerine koydum. Sol elimi biraz daha yukarıda olan ve bana göz kırpan sarmaşığa doğru çıkardığımda yere basmakta olan ayağımla kendimi ittirerek bedenimi havalandırdım. Aynı işlemi tekrarlayacağım sırada köşeyi dönmekte olan bir beden sertçe bana çarparak dengemin sarsılmasına sebep oldu ve yıldızlar başımın etrafında dolanarak yere düşmeye başladılar. Ya da düşen yıldızlar değil, kelimenin tam anlamıyla bendim. "Ah!" Ben daha ne olduğunu bile anlayamadan kalçamın üzerine doğru sert zemine çarptığımda bana çarpan kişi her kimse kısa bir an duraksadıktan sonra tepeden bana doğru bakmaya başladı. Canım o kadar çok yanıyordu ki bana bakan kişinin kim olduğunu bile göremiyordum. Kararsızlıkla duraksayan adımları her ne düşündüyse bundan vazgeçerek ilerlemeye devam etti. Arkasını dönüp gitmeden önce ise elinde tuttuğu şeyi sertçe yanıma doğru fırlattı. Tanrım. Bu bir kabus olmalıydı. "Hey!" Diye bağırdım arkasından. "Seni yakaladığım zaman bu hale gelmeme sebep olduğun için pişman olacaksın!" Silüet karanlık sokakta bir gölge gibi kaybolduğu zaman bile arkasından bağırmaya devam ediyordum. "Duydun mu beni? Senin yerinde olsam Asos topraklarını arkama bile bakmadan terk ederdim!" Kahretsin. Beni umursadığı falan yoktu. Belki de ayyaşın tekiydi ve tam olarak ne yaptığının bilincinde bile olmadığı için öylece bağırmam onu korkutup kaçmasına sebeb olmuştu. Zorlukla biraz daha yerde durmaya devam edersem taşlarla bir bütün hale gelecek sırtımı dikleştirdim ve oturur pozisyona geldim. Sırtımda inanılmaz bir ağrı vardı. Yüzümü buruşturmama sebep oldu. Bir bacağımı boylu boyunca yerde uzatmaya devam ederken diğerini kendime doğru kırdım ve bir kolumu dizime doğru yaslayarak soluklanmaya çalıştım. Kaburgalarım kırılmış olmalıydı çünkü her nefes alışımda kemiklerim sırtıma batıyordu. Dağılmış olan saçlarımı elimle savurdum ve gecenin zifiri karanlığına doğru diktim bakışlarımı. Etraf bir önceki zaman gibi aynı sessizliğe hapsolmuş gibiydi. Tam o esnada oturduğum yerin biraz ilerisinde gözüme çarpan bir yansıma fark ettim. Bir hançer. Ağrıyan sırtıma rağmen kendimi ayağa kaldırmayı başarabildiğimde acıdan dolayı kısılan bakışlarımı üzerine diktiğim hançere doğru yönelttim. Dizlerimi kırarak yere doğru çömeldim ve parlamakta olan hançeri aldım. Elimde döndürerek nasıl bir şey olduğunu inceliyordum ama karanlıktan dolayı ayrıntılarını pek de görebildiğim söylenemezdi. Ancak hissettiğim kadarıyla bilenmişti. Çünkü işaret parmağıma doğru hafifçe bastırdığımda kanatacak kadar ince ve keskin bir uca sahipti. Birkaç damla kan ayaklarımın ucuna damladığında parmağımı ağzıma götürerek kanın durması için emmeye başladım. Az önce arkasını dönüp giden ve kim olduğu belirsiz olan kişiye ait olabileceğini düşündüm. Düşürmüş olmalıydı. Kabzasında gördüğüm kadarıyla işlemeleri vardı ve kırmızı yakutlarla süslenmişti. Sıradan bir insana ait olamayacak kadar değerli ve özel olarak yapılmış bir hançere benziyordu. "İşte burada!" Kaba bir erkek sesi yankılandı boş sokakta. "Kaçmasına izin vermeden yakalayın onu!" Ve sesi duymamla birlikte sokağa doğru adımlayan birden fazla ayak sesi işittim. Olduğumuz yerin ilerisinde kısmen görebildiğim kadarıyla ağaçların arkasından yükselen atlı askerlerin ve ellerinde kralı temsil eden büyük bayrakları gördüm. Hızla olduğumuz yere doğru ilerlediğini fark ettim. Atların arkasından havaya karışan tozlar bir an önce buradan kaçmam gerektiğini haykırıyordu. Burada tam olarak neler oluyordu? Seçilen talihli olduğum için beni almaya eve gitmişlerdi ve orada bulamadıkları için buraya kadar takip mi etmişlerdi? Saray muhafızı olduğunu düşündüğüm birkaç asker bana doğru adımlayacağı sırada hızlıca kafamdan kaçabilmek için plan yapmaya başladım. Geriye doğru dönersem ve çarşı meydanına doğru koşarsam kalabalık hızımı yavaşlatabilirdi. Ayrıca bu saatlerde meydanın her köşesinde devriye gezen askerler olurdu. Bu da yağmurdan kaçarken daha hızlı doluya tutulmama sebep olabilirdi. Bu yüzden atlı süvarilerin seslerinin geldiği açıklığın tersine doğru koşarsam orman yoluna çıkabilir ve gecenin karanlığını fırsat bilerek çok kolay gözden kaybolabilirdim. Elimde duran hançeri daha sıkı tutarak derin bir nefes verdim ve sakince adımlarımı geriye doğru atmaya başladım. Geriye doğru kaçacağımı düşünen muhafızlardan bir tanesi belindeki kınında duran kılıcın topuzuna doğru hafifçe hamle yaparak göz dağı vermeye çalıştı. İçimden sessizce saymaya başladım. Bir. İki. Üç. Koş! Ayaklarıma hızlı bir komut gönderdiğimde elbisemin koşarken takılmaması için ellerimle uçlarından kaldırarak can havli ile askerlerin tersi yönünde arkama bile bakmadan koşmaya başladım. "Hey!" Askerlerden birisi arkamdan bağırdı. "Kaçma dur!" Ormanın derinliklerinde boş bir değirmen vardı. Kimsenin orayı bilmediğinden emindim. Bu yüzden yapmam gereken tek şey peşimdeki muhafızlardan kurtulmak ve izimi kaybettirerek orada saklanmaktı. Geceyi orada geçirebilir ve artık peşimde olmadıklarından emin olduktan sonra geri eve dönebilirdim. Tanrım, bu gece bir an önce bitmeliydi. Evren benimle dalga geçiyor olmalıydı çünkü sakin bir hayatım varken bunun tek bir günle tepetaklak olmasının başka bir açıklaması yoktu. Arkama bakmadan hızımı arttırdım. Ormanın içinden gitmek hem muhafızların beni görmemesini sağlayacaktı hem de kestirme yoldan değirmene ulaşabilecektim. Hızla kaldırımları döven çizmelerimin ardından yumuşak bir zemine geçiş yaptığımda gecenin karanlığında görebildiğim ölçüde boşta kalan elimle bir yandan da önüme çıkan ağaçların dallarını ve yapraklarını iteliyor, görüşümü açmaya çalışıyordum. Atların yere hızla çarpan nalları ve süvarilerin demirden yapılmış giysilerinin ağırlığının çıkardığı sesleri işitebiliyordum. Elbisemi tutuyor olmak hızımı yavaşlatıyordu. Usulca parmaklarımı elbisenin eteklerinden çektim ve kurumaya yüz tutmuş yaprakların arasına süzülerek serilmesine izin verdim. Örgümü tutan lastik hızdan dolayı düşmüş olmalıydı çünkü dalgalı saçlarım şimdi belime doğru çarpıyordu. Gözlerim ise odak noktasını kaybetmek istemiyormuş gibi gecenin karanlığında önünü görmeye çalışıyordu. Derinlerde bir yerde yükselen at seslerinin bana doğru yaklaştığını hissederken panikle çarpan göğsüme dur diyemiyordum. Hız kesmeden koştuğum sırada arkamda hissettiğim keskin bir rüzgâr usulca havayı deldi. Tökezleyerek yere düştüğümde panikle kafamı kaldırdım ve hemen başımın üstünde duran ağaca saplanmış olan oka baktım. Bir süre sessizce olduğum yere sindim. Nefes seslerimin geceye karışıp koca bir yankıya dönüşmemesi için avucumla ağzımı kapatmış, hareketsizce beklemeye başlamıştım. Beni görmemiş olmalarını diliyordum. Kör bir atış olmasını diliyordum. Aksi felaketim olurdu. Göğsüm hiddetle inip kalkıyordu. Kalbim, göğüslerimi saran elbisenin dar kumaşını yırtarak çıkmak istiyormuş gibi çarpıyordu. Neden kaçtığımı bilmiyordum. Bu herhangi bir kabahatim olmadığı halde onların gözünde suçlu gözükmeme sebep olmuştu. Sıkıntılı bir nefes verdim. Artık bu işin geri dönüşü yoktu. Öylece karşılarına çıkıp açıklama yapsam dahi bu durumu anlayışla karşılayıp, "Elbette hanımefendi bir yanlış anlaşılma olmuş kusurumuza bakmayın lütfen, buyurun yolunuza devam edebilirsiniz," demeyecekleri için kaçmak ve gölgelerin beni saklamasını ümit etmek tek kurtuluşumdu. Varış noktama oldukça yaklaşmış olmalıydım çünkü buradaki ağaçların sıklığı azalmıştı. Ay tepeden daha net belli oluyordu. Bu da yolumu daha iyi görebileceğim anlamına gelirdi. Düzensizleşen soluklarımın arasından göz ucuyla gördüğüm kadarıyla atlı süvariler yandaki patika yoldan hızla geçmişlerdi. Geriye arkalarında bıraktıkları toz kaldığında düştüğüm yerden kalktım ve son hız koşarak az sonra görünecek olan değirmene ulaşmayı umut ettim. Tam şu anda nereye gittiğime yön veremediğim gibi bana gülümseyen dolunaya güvenerek olduğum yerden dümdüz bir şekilde ilerlemek eskisi kadar güven verici gelmiyordu. Sık ağaçların içinden geçtim. Etraf oldukça sessiz ve karanlıktı. Hareketlerimle birlikte ayaklarımın altında ezilen otlar gecenin sessizliğini yararak ormanın içinde adeta ben buradayım diyen bir yankıya dönüşüyordu. Tam o anda bana ait olmayan başka bir ayak sesini işittim. Ayaklarım, ben henüz onlara komut bile veremeden keskin bir hareketle adımlarını durdurdu. Gözlerim, yavaşça geriye doğru döndüğünde karşımda benim boyuma nazaran oldukça uzun boylu, sanki gecenin bir parçasıymış gibi görünen o silüetle karşılaştım. Yüzünü tam olarak seçemiyordum. Gövdesini ağaca yaslamış bana bakan o kişi her kimse ben onu görmeyi ne kadar beklemiyorsam o da bir o kadar benim onu görmemi bekliyormuş gibiydi. Bana doğru saatin zamanın içine devrilişi gibi uzun gelen bir yavaşlıkta yürümeye başladı. Ağacın gölgesinden uzaklaştıkça görüş alanıma giren önce oldukça uzun olan o bacakları ve dizlerine kadar gelen kalın tabanlı çizmeleri oldu. Beline taktığı kalın kemerin sağ kenarındaki kının içinde elmas işlemeli topuza sahip kılıcı ve diğer solunda kalan kının içinde ise küçük bir hançer vardı. Pantolonunun kalça hizasında duran elini gördüğümde duraksadım. Karanlığa rağmen fark edilebilecek bir beyazlıkta elleri vardı. Tıpkı bir ölünün eli gibi bembeyazdı. Bu tanıdık eller karşısında panikle çarpan göğsüme engel olamadım ve elimdeki hançeri daha sıkı kavrayarak bir adım geriye çekildim. Attığım adımı görmesiyle birlikte eş zamanlı olarak o da uzun bacaklarını harekete geçirdi ve bana doğru sağlam bir adım attı. Her ne kadar tanıdık bedenin sahibinin kim olduğunu bilsem de aynı gün içerisinde ikinci kere yeniden o gözlere bakmak istediğimden çok da emin değildim. Üzerinde, kollarını ve gövdesini tamamen kapatan çelikten bir zırh vardı. Gümüş renkli zırhın boyun kısmı oval bir şekilde çenesinin bittiği yere kadar uzuyordu. Sert göğsünü kaplayan zırh, bedeninin olduğundan daha da heybetli görünmesine sebebiyet veriyordu. Asos'un tanıdık güneş amblemi zırhın hemen ortasında duruyordu. Gümüş çeliğin omuz kısımlarında el işlemeli gold armalar bulunuyordu. Aynı gold işlemeler göğsünde de vardı. Omuzlarına geçirilmiş olan ve sırtına doğru uzanan uzun bir pelerin vardı ve her iki yandan tokalarla sabitlenmişti. Çenesi oldukça belirgindi. Keskin bir yüz hattı vardı ve tanrım teni öylesine duruydu ki buradan bakıldığında bile şeffaf bir camdan gibi parlıyordu. Belirgin elmacık kemikleri ve dudağının sol üst kenarında gözle görülebilir deredece belirgin bir ben vardı. Dağınık gece karası saçları ensesine doğru uzuyor ve ön tutamları hafifçe alnına doğru düşerek, sanki saatlerce ellerini içinden geçirmiş gibi dağınık gözüküyordu. Dudaklarım kararsızlıkla birkaç defa aralanıp geri kapandı. Sözcükleri dilimin altına yatırmış olsam da onları bellerinden tutup yatırdığım yerden kaldıramamıştım. Beklenti dolu bakışlarını gördüğümde o tanıdık cam mavisi rengi gözlerinin bir çiçeğin yeni açmaya başlayan yaprakları gibi görünmesine sebep olduğunu hissetmiştim. Buna rağmen yarattığı bu hissin dilime bulaştırdığı tadında zehirli bir şeyler vardı. Asos'un veliaht prensi karşımda duruyordu. Bana bakan gözlerin ağırlığıyla ellerimi koyacak yer bulamadım ve terleyen avuçlarımı yavaşça elbisemin kumaşına doğru sürdüm. Sessizce birbirimize bakarken ikimizin de ağzını bıçak açmıyordu. Sanki aramızda sözsüz bir oyun başlamış gibiydi. İlk önce hangimiz göz temasını keserse ya da sessizliği bozarsa o diskalifiye olacaktı. Bu yüzdendir ki ilk hamleyi yaparak onun bana bir şeyler söylemesini bekliyordum. "Kimsenin bilmediği ıssız bir ormanda olmak için," diye cümlesine başladığında buğulu sesi duraksamama neden oldu. "Saat epeyce geç, sizce de öyle değil mi? Şu anda sıcacık yatağınızda uyuyor olmanız gerekirdi." Duraksayıp kafamı kaldırdım ve mavi gözlerin sahibine doğru baktım. Yüzüne örülmüş bir duvar vardı sanki. "Şu andaki muhattabım kim acaba?" Tek kaşımı kaldırdım. "Ona göre hesap vermemi gerektirecek biri olup olmadığınıza karar vereceğim." Gözlerini ağır ağır kırptıktan sonra, "Benim kim olduğumu bilmiyor musunuz?" Oldukça düz tuttuğu bir ses tonuyla sordu. Bakışları öylesine ıssız görünüyordu ki, sanki ormanın bütün karanlığı onun gözlerinde toplanmıştı. Sanki gecenin bütün hisleri gözlerinde parçalanmıştı. Dümdüz durmaya devam ederken yüzümden herhangi bir duygu kırıntısının geçmesine izin vermedim. Şu an en doğru seçenek onu tanımıyormuş gibi davranmaktan geçiyordu. Çünkü hâlâ peşimde olan muhafızlar vardı. Veliaht prensin gecenin bu saatinde, bir grup askerin peşimden daldığı bu ıssız ormanda neden olduğumu yapacağım herhangi bir açıklamayı mantıklı bulmayacağına emindim. Peşimdeki süvarileri komuta ettiğini bilirken hemde. "Hayır, sizi tanımıyorum." Ona düz düz baktım. "Ayrıca benim yerimde bir erkeği görseydiniz gecenin bu saati burada dolaşıyor olmasını umursamayacak ve arkanızı dönüp gidecektiniz. Lütfen aynısını benim içinde yapın." Tanrım şu an bir veliaht prense karşı geliyordum. Hemde peşimde bir dolu muhafızı varken. Gerçekten çıldırmış olmalıydım. Tek kaşı havaya doğru kalktı, bakışları birkaç saniye daha gözlerimde oyalandıktan sonra bana doğru biraz daha yaklaşarak aramızdaki mesafeyi azaltmaya çalıştı. "Bu benim için önemli sayılabilecek kadar büyük bir ayrıntı." Sesinin tınısında anlam veremediğim bir soğukluk vardı. "Cinsiyet ayrımı yapmıyorum. Ama yine de bu saatte ormanın içinde dolaşıyor olmanız oldukça tehlikeli." Prense bön bön bakmaya devam ederken kollarımı, kendimi sanki ona karşı korumaya çalışıyormuşum gibi göğsümde birleştirdim. Bir süre söylediklerine rağmen cevap vermemeye devam ettiğimde konuşmayacağımı anladığında sıkıntılı bir nefes kaçtı dudaklarından. Birkaç saniye daha aynı ifadesiz gözlerle beni izledikten sonra, "Bu saatte burada ne aradığınızı bilmem gerekiyor. Aksi takdirde bana başka şans bırakmayacaksınız." dedi. "Anlamadım?" Ses tonumun öfkeli çıkmasına engel olamadım. "Aksi takdirde ne olacak? Ormanda kendi halinde yürüyen birini sanki kanunlara aykırı bir suç işlemiş gibi zorla alıkoymaya mı çalışacaksınız? Hangi hakla peki?" Bakışlarını benden ayırarak kafasını hafifçe yere doğru eğdi. Ağzını açıp herhangi bir şey söylemeden önce çok kısa bir an için dudaklarının yukarı doğru kıvrıldığına şahit oldum. "Aslında biliyor musunuz? Sanırım gerçekten de kanunlara aykırı bir suç işlediniz." Yavaşça bir adım atarak azalan mesafeyi iyice kapattı ve yüzlerimiz arasında bir karışlık mesafe kalana kadar yaklaşmaya devam etti. "Ama bu suç elbetteki ormanda kendi halinizde yürüdüğünüz için değildi." Samimiyetsiz bir gülümseme peyda oldu dudaklarımda. "Öyle mi?" Çenemi yukarı doğru kaldırdım. Boyu o kadar uzundu ki benim gibi boyu uzun olan bir kadına göre bile dev gibi kalıyordu. Yüzüne bu kadar yakın olmak garip hissettirse de şu anda karşımdaki adamı tanımadığımı kendime bile inandırmam gerekiyordu. Suçumun ne olduğunu çok iyi biliyordum. Tek merak ettiğim konu prensin ne kadarını bildiğiydi. "Lütfen söyler misiniz, işlediğim suç tam olarak nedir?" Dudaklarında tehlikeli sayılabilecek bir gülümseme peyda oldu. Yeterince yanımda olmasına aldırmadan belli bir ölçüde mesafesini koruyarak yanağı çenemi teğet geçerek kulağıma doğru yanaştı. "Hançerimi çalmış olan." "Ne?" Kabzasını daha da sıkmaya başladığım hançer, avuçlarımda birazdan un ufak olarak yok olacak gibiydi. Ya da az sonra un ufak olacak o kişi bende olabilirdim. Tam olarak emin olamıyordum. O az önce hançerin kendisine ait olduğunu mu söylemişti? Asos'un yüce tanrıları beni korusun çünkü biraz sonra beni prensten koruyabilecek hiç kimse olmayacaktı. Bedeni hafifçe geriye doğru çekildi. Bir süre gri gözlerimde gezinen mavilikleri ifadesizliğini bir kenara bırakarak daha canlı bir tonla bakmaya başladı. Aslında gerginlikten titriyordum ama bunu belli etmemek konusunda o kadar ustaydım ki karşımdaki herhangi birinin bunu anlamasına imkan yoktu. Ortamın ısısı bir anda düşmüş gibiydi. Etrafın sessizliği sağır edici bir hale bürünmüştü. Hâlâ ağzımı açıp tek kelime etmeden aynı ifadesiz gözlerle prense bakmaya devam ediyordum. Aisha! Şu lanet olası ağzını derhal aç ve çok geç olmadan kıçını kurtaracak bir şeyler söyle! "Hangi hançer?" Sessizde fısıldadım. Aniden bacaklarım titremeye başlamıştı. Bakışlarını üzerimden çekmemiş olduğunu fark ettiğimde aynı hızla başımı başka yöne doğru çevirdim ve gerginlikle dudaklarımı birbirine bastırdım. Bana doğru adım atarak sendelememe sebep oldu. Kaçmaya çalıştığım sırada sırtım sert ağacın gövdesine doğru çarptı. Dudaklarımdan bir inilti çıktı. Saatler önce yere düştüğüm için sırtım hala ağrıyordu ve en ufak hareket acının nüksetmesine sebep oluyordu. Son kalan sabır kırıntısını da elinin tersiyle iterek gözlerine öfkenin yerleşmesine sebep oldu."Gerçekten, elinde sıkı sıkıya tuttuğun kraliyet hançerine rağmen aptalı oynamaya devam mı edeceksin?" Pekala. Artık senli benli hitap edilen kısma geçildiğine göre gerçekten köşeye sıkışmıştım çünkü saygı sınırlarını koruması, sinirlerinin eriştiği son patlama noktasına kadar devam edebilmişti yalnızca. Olayları aniden zihnimden yeniden geçirdiğimde yere düştüğüm zaman kim olduğunu göremediğim o kişinin arkasını dönüp gitmeden önce yere bir şey fırlattığını şimdi fark ediyordum. Tanrım. Bunu daha önce fark etmemiş olmak, kafama sert bir balyoz etkisi yarattı. Hançeri düşürmemişti çünkü onu çalan kişiydi! Muhtemelen hemen arkasından kendisini takip eden muhafızları atlatabilmek içim karşısına çıkmış olan beni ortaya atmaktan çekinmemişti. Ve bende kaçarak bana ait olmayan bu suçu üstlenmiştim. Şimdi karşımda durmuş olan veliaht prens, gözlerimin içine bakarak bana bir hırsız damgası yapıştırmıştı. Ne yapacaktım ben şimdi? Tabii ki yapacağım en mantıksız şeyi yaparak yeniden kaçmaya çalışacaktım. Beni, kendisi ve ağacın arasına sıkıştırmış olan bedeninden uzaklaştırmak adına ufak bir girişimde bulundum. Eğer hızımı koruyabilirsem beni yakalayamadan hemen öncesinde buradan kaçabilirdim. Ya da karşısında, prensin değimiyle aptalı oynamaya devam ederek dikilmeye devam eder ve işlemediğim bir kraliyet suçundan yargılanmaya göz yumardım. Sanırım ilk seçeneği deneyecektim. "Bu hançerden mi bahsediyorsunuz?" Hançeri tuttuğum elimi havaya kaldırdım. Bir anlık duraksamasını fırsat bilerek aniden yanından sıyrıldım ve yeniden geceye doğru karışarak koşmaya başladım. Prensin daha ne olduğunu anlamasına zaman kalmadan hızımı arttırmış, çoktan aramıza gözle görülebilir derecede büyük bir mesafe koymuştum. Öfkeli sesi ormanın içinde eko yaparak yankılanacak kadar sertti. "Kaçma!" Arkamı dönemezdim. Eğer tek bir an için bile arkamı dönme gafletinde bulunursam, bakışlarım odağını kaybederdi ve adımlarım sarsılacağı için kolayca dengemi kaybederdim. Bu da yere kapaklanmama ve prensin beni kolayca yakalamasına sebep olurdu. Sanırım bu yüzden hızlı koşmak konusunda oldukça iyiydim. Herkesin aksine ben ne olursa olsun arkama dönüp bakmamak konusunda ustaydım. Odaklandığım tek şey ileriye bakan gözlerim ve asla hızını azaltmadan koşmaya devam etmesi için komut verdiğim ayaklarımdı. Prensin yeniden derinlerde yankılanan sesini duydum. "Her yer muhafızlarla çevrili! Ve seni gören herhangi bir askere vur emri verildi!" Tek bir an için adımlarım duraksar gibi oldu. Kahretsin. Bu nasıl bir geceydi böyle? Önce annemin ve kız kardeşimin yıllarca beni bir yalanla ayakta uyuttuğunu, yüzyıllar sonra sebebini bile bilmediğim bir kurada kardeşimin arkamdan iş çevirerek sürpriz bir şanslı talihli olmama sebep olduğunu, en nihayetinde göz açıp kapayıncaya kadar bir hırsızın suçunu üstlenerek kendimi attığım ıssız bir ormanda koskoca Asos'un veliaht prensi ile karşılaşmış olduğumu sindiremiyordum. Bir de ondan kaçıyor olmam da vardı tabii. Sanırım başıma gelecek olan talihsizlikleri bir günde yaşayarak diğer insanların hakkını yemiştim. Gülmek ya da ağlamak arasında kararsız kaldığım dakikalarda zihnimde yarattığım karmaşa adımlarımı yavaşlatmış olmalıydı ki ensemde ılık bir nefes hissettim. Tepki vermeme fırsat kalmadan sert bir elin kolumdan tutarak hızla kendine doğru çevirmesi aynı anda gerçekleşti. Ne olduğuna anlam veremezken kendimi yokuş aşağı yuvarlanırken ve tanıdık güçlü kolları da peşimden sürüklerken buldum. Sırtım aynı gece içerisinde ikinci kere sert bir şekilde yere çarptığında acı artık dayanılmaz bir noktaya gelmişti. Dudaklarımı birbirine bastırarak iniltimi bastırmaya çalıştım. Doğrulmaya çalıştığımda üzerimdeki sert beden olduğum yerde hareketsizce durmama sebep oldu. "Yakaladım seni." Prens, kafasını hafifçe yüzüme doğru eğdi ve belindeki kınında duran hançeri tek eliyle çıkararak keskin ve soğuk olan ucunu boynuma doğru yasladı. Bu hareketi hafifçe irkilmeme sebep oldu. Artık az önceki halime göre göründüğümün aksine o kadar da umursamaz hissetmiyordum. "Bırak beni!" Boğazıma batmaya başlayan hançerin keskin ucunu hissetmeme rağmen beni mengene gibi saran güçlü kollarından kurtulmaya çalıştım. Kaşları çatıldı. "Oldukça ilginç bir istek." Daha sonra rahat bir konum aldı ancak hançerin baskını azaltmadı. Şimdi gözleri alayla bakmaya başlamıştı. "Özellikle de yalancı bir hırsıza göre." Aniden gelen öfke dalgasıyla başımı yasladığım yerden biraz doğrultarak yüzümü, sağ tarafı gölgede kalmış olan çehresine doğru yaklaştırdım. Neredeyse burunlarımız birbirine değmek üzereydi. "Ben yalancı değilim. Bir hırsız hiç değilim." Bakışlarımı gözlerine doğru çevirdim. "Tahminimce komutansınız ve daha kendi komuta ettiğiniz muhafızlarınız gerçek hırsızın kim olduğunu bile ayırt edemeyecek kadar dikkatsizler." Alaycı bir gülüş kondurdum dudaklarıma. "Koca bir krallığa nasıl hizmet edebiliyorlar anlamış değilim doğrusu." Beni alayla dinlerken kaşları son cümlemle birlikte aniden çatıldı. "Cümlelerine dikkat et," diye fısıldadı prens usulca. Ilık nefesini dudaklarımın üzerinde hissediyordum. "Yoksa suçların katlanarak artmaya devam eder ve önce hırsızlıktan, sonra da krallığa olan itaatsizliğinden yargılanırsın." Gerginlikle dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirdikten sonra sert bakışları kısa bir an için dudaklarıma kaydı ama çok geçmeden yeniden gözlerimle buluşmuştu. "Ben hırsız değilim." "Öyle mi?" Alayla karışık bir ses tonuyla sordu. "Öyleyse elinde tutmaya devam ettiğin hançeri nasıl açıklayacaksın?" "Ben açıklarım da," derin bir nefes çektim içime. "Siz bana gerçekten inanancak mısınız?" Herhangi bir tepki vermeden olduğum yerde bekledim. Gözlerini, bir boğazıma dayamış olduğu hançere bir de bana doğru çevirdi. Şaşırmışa benziyordu. Ancak bakışlarında yatan o duygu daha çok ilginç bir şeye bakıyormuş gibiydi. Beni öldürmezdi. Öldürmezdi, değil mi? Önce boğazıma dayadığı hançerin baskısının azaldığını hissettim. Daha sonra üzerime yaslanmış olan bedeninin ağırlığından kurtuldum. Beni bileğimden yakaladığı gibi ayağa kaldırdığında kendimi hızla ondan uzaklaştırdım ve aramıza mesafe koymak için sarsak adımlarla gerileyerek sırtımı sert ağacın gövdesiyle buluşturdum. Tam karşımda durduğunda elini kaldırdı. Tuttuğu küçük hançeri başımın hemen yanına doğru fırlattı ve arkamda duran ağaca saplanmasına sebep oldu. Kafamı yan tarafa doğru çevirerek ağzım açık halde saplanmış ve düşmemiş olan hançere baktım. "Nasıl? Bunu neden-" Topuklarının üzerinde dönerek bana doğru ilerledi ve başımın yanında duran hançeri sökerek belinde duran kınına geri yerleştirdi. "Yeniden kaçmaman için durman gereken yeri işaretledim." Bileklerimi ellerinden kurtarmak için tüm gücümü kullandım ve onu ittirmeye başladım. "Bırak dedim!" Olduğu yerde kıpırdamadan durmaya devam ediyordu. "Dokunmadan duramıyor musunuz siz?" Alaycı bir sırıtış belirdi dudaklarında. "Bunu kaçmadan durduğun zaman yeniden sor." Ve o an, beni daha fazla kendine doğru çektiğinde, başını biraz eğerek yüzlerimizi hizaladı. "Şimdi sakin ol, sana zarar vermeyeceğim." "Bir yabancının sözüne neden güveneyim? Hem de o yabancı az önce boynuma bir hançer yaslamışken?" Tek kaşımı kaldırarak güzel yüzünü incelmeye başladım. "Belki de şimdi iki tane muhafız gelir ve beni zorla saraya götürerek Kral'a teslim eder. Ve bütün bunlar lanet bir hançer yüzünden olur. Eminim bu duruma karşı çıkacak kimse de olmaz." "O sadece bir hançer değil," dedi dişlerini sıkarak. "Kraliyet hançeri. Ve sen şu an onu çalarak bir kraliyet suçu işledin. Tam olarak neresini anlamıyorsun bu durumun?" Öfke ve suçlamalarla dolu cümlelerinden sonra kendimden beklenmeyecek bir şekilde sakinlikle cevap verdim. "Bende size benim çalmadığımı söylüyorum. Siz tam olarak neresini anlamıyorsunuz bu durumun?" Gözlerini bir saniye kadar etrafında gezdirdi. "O zaman o hançerin eline nasıl geçtiğini anlat bana." Cümlesini tamamladığında kafasını hafifçe yana yatırmış, göz temasını kesmemişti. "Muhafızlar beni bulmadan önce, kaçarken bana çarpan biriyle karşılaştım. Ben daha ne olduğunu anlayamadan o çoktan hançeri yere fırlatmış ve gözden kaybolmuştu." Kaşları usulca havaya kalktı. Gözlerimi kırpıştırarak tepkisini izledim. Direkt yanıt verdiğim için şaşırmıştı. Sanırım kendisini biraz daha uğraştıracağımı düşünmüş olmalıydı. Anlatmaya devam etmemi bekliyormuş gibi kararlılıkla gözlerime bakmaya devam etti. Pes ederekkonuşmaya devam ettim. "Hırsızın gitmesiyle muhafızların başıma dikilmesi bir oldu. Elimde hançerle öylece kalakaldım. Sonrasını biliyorsunuz zaten." Bakışlarımı kaçırdım. "Ama kaçmamın sebebi benim hırsız olduğumu düşünmeleri değildi." Baş ve işaret parmağının arasına çenemi alıp kaçırdığım bakışlarımı tekrar yüzünün hizasına getirerek elini geri çekti. "Kaçmanın asıl sebebi neydi peki?" Yutkundum. "Krallığa teslim edileceğimi düşünüyordum." Kaşları çatıldığında ne demek istediğimi anlamadığını fark ettim. "Bugün açıklanan şanslı talihlilerden biriyim." Bakışlarında bir şeyler değişti. Artık karşısında duran bana daha dikkatli bakıyordu. Bir şeyi yeni yeni fark ediyormuş gibi bakmaya başlayan cam gibi parlayan gözlerine diktim bakışlarımı. Yüzünde anlam veremediğim bir ifade vardı. Bana, benden bir şeyler almak ister gibi bakıyordu. Bu ifadeye sebep olan duygunun ne olduğunu kestiremiyordum. Nefesimi tutmuş, dudaklarından dökülecek olan cümleleri işitmeyi bekliyordum. "Kimsin sen?" Prens, kafasını eğerek yüzlerimizi eşitlemeye çalıştı. Bir sorudan daha çok bildiği gerçekleri kendine kanıtlamak ister gibiydi. O, benim onun kim olduğunu bildiğimi bilmiyor olabilirdi ama kesinlikle ismimi söyledikten sonra benim kim olduğumu en yalın haliyle öğrenecekti. Ne de olsa o isimleri kendi ağzıyla, bütün bir halkın gözü önünde açıklamıştı. Belki de sözsüz oyunumuza ayak uydurur ve o da benim gibi talihlileri açıklayan kişinin kendisi olduğunu belli etmezdi. Sonuçta karşımda durduğu ilk andan itibaren statüsünü kullanmak yerine yalnızca kralın bir komutanı edasıyla karşıma dikilmişti. Aslında bir noktada gerçeğin bu olduğunu da biliyordum. Prensliğini kullanmak onun için en son seçenek bile değilmiş gibi hissettiğim garip bir duygu var olmuştu içimde. Beklenti dolu bakışlarının hala üzerimde olduğunu fark ettiğimde yolun sonuna geldiğimi anlamıştım. Kim olduğumu açıklamadan buradan kurtulma şansım yoktu. Yalan seçeneğine sığınmak bariz bir hata olurdu çünkü Aden bana yardım edemezse saraya gittiğim anda seçilmiş talihlilerden biri olduğum anlaşılacaktı ve prensle karşı karşıya geldiğimiz anda hatırlayacağı ilk şey bu gece olacaktı. "Aisha," diye fısıldadım sonunda dilimi bulup konuşabildiğimde. "Aisha Grey." Tek kelime etmeden yüzüme bakmaya devam ederken, gözlerimden taşan tedirginlik duygusunun an be an ona nasıl geçtiğini gördüm. Gözlerimde yakaladığı bu duygu onun gözlerini kısmasına sebep oldu. "Aisha Grey." Pürüzlü bir sesle duyduğu adın gerçekliğinden emin olmak ister gibi benden sonra tekrar etti. "Seni tam anlamıyla gökte ararken yerde buldum."
⚔️ |
0% |