@helinsudeyy
|
"Kalp atışlarını dinle küçük yalancı.
Dinle, çünkü bu zamanın tükendiğinin habercisi."
⚔️
Bir yıldız üç kez kaybolur gökyüzünde, insanların çoğu bilmez bu gerçeği.
Birincisi, esas kayboluş; yani ölümdür. Yıldız kayar, söner ve kaybolur.
İkincisi, izdir. Yıldız kayar, söner ve geride bıraktığı iz yok olduğunda tamamen ölür.
Ve üçüncüsü de; yıldız kayar, birisi o yok oluşa şahit olur ve bir umut tohumlanır göğüs kafesinde. Ama yine de o yıldız söner, izi yok olur ve tamamen ölür.
Gecenin şafağında prens önümden ilerlerken bende onun arkasından sessizce adımlarını takip ediyordum. Günün doğmasına ne kadar zaman kalmıştı bilmiyordum ama bulunduğumuz yerden patikaya doğru çıktığımız sırada ikimizde tek kelime etmemiştik. Beni neden aradığını, daha doğrusu aradığı kişinin neden ben olduğumu bir türlü anlayamamıştım. Ama sanırım bu gecelik başıma daha fazla bela almak istemediğim için herhangi bir yorumda bulunmamış ve gitmemiz üzerine buyurduğu komutu seve seve kabul etmiştim.
Çünkü benimde tek istediğim buradan uzaklaşmaktı. Issız ve alabildiğine geniş olan ormanın içerisinde bile onun etrafımda olduğu her saniye bulunduğum yerde ne kadar küçülebilirsem o kadar küçülmüş ve sık ağaçların beni mengene altına aldığını hissetmiştim. Soluduğum oksijen bile ciğerlerime yeterli gelmiyordu sanki. Köşeye sıkışmış gibi hissediyordum ve bu histen kurtulmak için bir an önce ondan uzaklaşmam gerekiyordu.
Sessizliği bir zırh gibi kuşanmış olmam onun da garibine gitmiş olmalıydı. Sık sık arkasını dönüp orada olduğumu ve yola devam ettiğimi görmek amacıyla omzunun gerisinden başını bana doğru çevirip kontrol ediyordu.
Artık ayaklarım tüm günü koşarak geçirmekten isyan bayraklarını çekmişti. Sırtım ne haldeydi bilmiyordum ve sanırım bilmek dahi istemiyordum. Düşündüğüm her an acısı daha da katlanılamaz geliyordu sanki. Bu yüzden yaptığım tek şey benden beklenmeyecek bir şekilde sessizce önümde yürüyen prensin izinden gitmekti.
Biraz uslu bir kız olmaktan zarar gelmezdi.
Aksine bütün zararlar uslu olmadığım için başıma geliyordu zaten.
Elindeki kılıcı belindeki kabzasından çıkarmıştı ve önümüzdeki yolu kapatan uzun dalları kesmek için sağa sola doğru savuruyordu. Ormanda yalnızca yapraklara bastığımız için yankılanan ayak seslerimiz vardı. Muhafızlar neredeydi? Çoktan saatlerdir ortadan kaybolmuş olan prenslerini aramak için etrafımızı sarmış olmaları gerekmez miydi?
Bunu düşündüğüm için kendime kızdım. Beni ne ilgilendirirdi ki? Prens onların prensiydi.
Tam o anda beni yerimden sıçratacak kadar güçlü bir şimşek çaktı. Olduğum yerde zıplayarak bir elimi kalbime doğru götürdüm.
Tanrım gerçekten mi?
Bu düşünceye kahkahalarla gülmek istedim. Az önce tanrılara isyan mı etmiştim? Gerçekten acınacak haldeydim.
Hafiften yağmur çiselemeye başlamıştı. Henüz sağanak şeklinde değildi ama kendini hissettirecek kadar süzülmeye başlamıştı. Birkaç saniye kendime izin vermek istedim. Sadece birkaç saniye hissetmek istedim. Derin bir nefes çektim içime. Ciğerlerime çektiğim nefes, yağmurun düştüğü toprağın iç yakan kokusunu bahşettiğinde, gözlerim çoktan ben farkında olmadan kapanmıştı. Başımı hafifçe gökyüzüne doğru kaldırdım. Damlalar usulca yüzümü ıslatmaya başladığında, kendilerine bir yol çizip şakaklarımdan başlayarak boynuma doğru süzülmeye başladılar. Hissettikçe ruhumu buldum.
Küçükken hep gökyüzü olmak isterdim.
Büyüdüm.
Ama hâlâ gökyüzü olmak istiyordum.
Ne yapmalıydım ya da ne düşünmeliydim bilmiyordum. Hafifçe esen rüzgâr bedenime çarparken, sonsuzluğa uzanan bir ormanın içerisinde durmuş, zaten sonsuzlukta kaybolmuş olan benliğimi arıyordum sanki. Artık her şey üst üste gelmeye başlamıştı. Altında kaldığım bilinmezlikler koca bir yığın dağ oluyor ve beni de gölgesinde bırakmak istiyordu. Sakince alınan nefes seslerini yüzümde hissettiğimde bile gözlerimi kapalı tutmaya devam ettim. Kendimle savaş içerisinde olduğum zamanlar öfkeli hissediyordum. Ve bu öfke tutarsız davranmama sebep oluyordu.
Ama şimdi tam tersini yapacaktım. Karşımdaki nefesin sahibi birazdan konuşmaya başlayacaktı ve ben oyunumu en iyi şekilde oynayacaktım.
Botlarının kalın tabanı, yaprakları çiğneyerek yavaşça bana doğru süzülmeye başladığının habercisiydi. Gözlerimi açıp da ona doğru dönmedim. Olduğum yerde durmaya devam ettim.
"Neden durdun?" Kapalı olan gözlerimin titremeye başlaması, açılmak üzere bana edecekleri o ihanetin minik bir göstergesiydi. İstemeyerekte olsa araladığım gözlerimle ona doğru döndüm. "Yoksa bu geceki bütün başarısızlıklarına rağmen hala kaçma planları mı yapıyorsun?"
Duraksayıp kafamı kaldırdım ve okyanus mavisi gözlerin sahibine baktım. "Patikaya çıktığımız anda yollarımız ayrılacak. Artık kaçmamı gerektirecek bir şey kalmadı zannedersem komutan?"
"Sana hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edebileceğini düşündüren nedir? Benimle kraliyet sarayına geliyorsun."
"Anlamadım?" Sesime bulaşan öfkeye hakim olamadım. "Benimle kraliyet sarayına geliyorsun da ne demek? Ben hiçbir yere gelmiyorum." Kollarımı göğsümde birleştirdim ve kendime sakinleşmek için süre tanıdım.
Gerçi yıllar verselerdi bana, bu saatten sonra içime dolan öfkeden yine de kurtulamazmışım gibi geliyordu.
Bakışları bir süre gözlerimde oyalandı. Ancak bu o kadar uzun sürmemişti. Birkaç büyük adımda karşıma dikildi.
"Islanıyorsun," dedi yakıcı bir sesle. Olduğum yerde hareketsizce durmaya devam ettim. "Yağmur hızını arttırıp sağanağa çevirmeden önce gitmemiz lazım."
Hiçbir şey söylemeden geri çekilmesini bekledim. Ama olduğu yerde durmaya devam ediyordu.
Kafamı kaldırdım. "Islanıp ıslanmamam umurunda mı sanki?"
Dudakları yana doğru kıvrıldı. "Evet, umurumda." Ah, tanrım. Bu gülüş... "Hatta şu an umursadığım tek şey burada durmaya devam ettikçe daha fazla ıslanacağın gerçeği."
Bu adam benimle dalga mı geçiyordu?
O da ıslanıyordu! Ama düşündüğü tek şey gerçekten benim ıslanıyor olmam mıydı? Sanırım aklını kaçıran yalnızca ben değildim.
Suratında beliren muzip bir gülümseme sarsılmama sebep oldu. Bakışlarını benden ayırdı ve bir cevap verme hakkı tanımadan yanımdan geçip uzaklaşmaya başladı.
Anlamsız gözlerle geniş sırtına baktığımda arkasından gidip gitmediğimi kontrol etmediğini fark ettim. Aramızda başlayacak olan sessizliğe daha fazla dayanamayacağımı biliyordum. Bu yüzden ayaklarıma hareket emri yolladım ve hızımı arttırarak yanına yaklaştım. "Az önce ne demek istedin?"
Aniden durdu. Onunla birlikte benimde adımlarım durdu. Neden durduğunu anlamaya çalışarak tek kaşımı kaldırmış yüzüne bakıyordum.
Islanmaktan tel tel olmuş koyu saçlarımı inceledi önce. Daha sonra gözyaşı gibi alnımdan başlayarak çıkık elmacık kemiklerime doğru yol alan yağmur suyunu takip etti. Bunu yaparken bedenini asla hareket ettirmiyordu. Yalnızca gözleriyle takip ederek inceliyordu yüzümün her zerresini.
Birinin beni böyle incelemesine alışık olmadığım için olduğum yerde huzursuzca kıpırdandım.
"Bana neden böyle baktığını sorabilir miyim acaba?" Çenemi dikleştirdim. "İlk kez yağmurda ıslanan birini mi görüyorsun yoksa?”
Beni duymamazlıktan gelerek sağ ve sol omuzlarındaki pelerin için tutturulmuş olan tokaları açtı. Pelerinin uçlarını tek hamlede çıkardı. Ne yapacağını anlamış olmanın hissiyle olduğum yerde kaskatı kesildim. Kalbim bu hareket karşısında büyük bir hızda atmaya başlamıştı. Ellerimin titremesini görmesini istemediğim için her iki yanımda yumruk yaparak sıkmaya başladım. Yüzümde ifadesiz bir bekleyiş vardı.
Elleriyle uzun pelerini başımın üstünden geçirerek sırtıma doğru uzattı ve uçlarının yere doğru serilmesine izin verdi. Benim üzerimde onun zırhında bulunan tokalardan olmadığı için çareyi boynuma doğru önden bir düğüm atıp bağlamakta buldu.
Kapüşon kısmını yavaşça başıma doğru çektiğinde aniden görüşüm kapanmıştı. Elimle kendisini görebilecek kadar bir açıklık bırakmak için kumaşı geriye doğru ittim. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmak üzereydim. Bakışlarım yeniden onun yüzündeydi.
"İşte oldu," dedi kor gibi yakan bir ses tonuyla. "Artık ıslanmayacaksın. Şimdi yolumuza kaldığımız yerden devam edebiliriz."
Sanırım ben devam edemeyecektim çünkü bacaklarımdaki bütün güç çekilmiş gibiydi.
Hareketlerinde, karşısındaki insanı düşündüğünü göstermekten çekinmeyen bir rahatlık vardı. Kendisini bir prensten daha çok komutan olarak görüyordu, aksi halde benimle saatlerini harcamak yerine muhafızlarını beni zindana götürmek için yanıma dikebilirdi.
Bunu yapmamasının elbetteki işime yaradığını biliyordum. Ama yine de kraliyet sarayına gidecek olmamız da henüz hazır olmadığım bir gerçekti. Kimseye haber vermeden gecenin bir yarısı sessiz sedasız üzerime yüklenmiş olan suçun ağırlığıyla saraya gideceğim düşüncesi çileden çıkmama sebep oluyordu. Her şeyin tam olarak hangi noktada düğüm olduğunu bile bilmiyordum.
Prensin beni bırakacak olmasını düşünmek büyük bir aptallık olurdu. Anlattıklarımın ne kadarını inandırıcı bulmuştu bilmiyordum ama bana inanması için de hiçbir sebebi olmadığını biliyordum.
Onun gözünde hem hırsız, hem yalancı hem de bulduğu ilk fırsatta arkasına bile bakmadan kaçacak olan güvenilmezin teki olmalıydım.
Bu düşünce gözlerimi devirmeme sebep oldu.
Zihnimdeki düşüncelerle o kadar meşguldüm ki patika yola çıktığımızı fark edememiştim bile. Muhafızların birkaçı atlarının yanında hazır ve nazır bir şekilde bekliyorlardı. Dışarıdan gelebilecek olan herhangi bir tehlikeye karşı oldukça tetikte görünüyorlardı. Yanlarına yaklaştığımız anda hepsi prenslerine asker selamı vererek yeniden önlerine döndüler. Ve bir daha dönüp bize ikinci kere bakma girişiminde bile bulunmadılar. Kişneyen atların yanına doğru yaklaştığımızda gerginlikle dudağımı dişledim. Fırsatını bulduğum ilk anda sanırım sürüden ayrılarak kendi yoluma gitmem gerekecekti. Yola atlarla devam edecek olmamız işe yarar bir şeydi.
En azından benim için.
Göz ucuyla muhafızların kaç kişi olduklarına baktım. Eğer yolun yarısında sürpriz bir şekilde geride kalanlar da bize eşlik etmeyeceklerse onları atlatabileceğim kadar sayıları azdı. At üzerinde olmamın avantajını da kullanarak daha hızlı kaçabilirdim.
Prens, muhafızlardan birine, "Atları hazırlayın." diye emir verdi. Askerler, prenslerinin iki dudağından çıkan bu emir karşısında saniyeler içinde itaat ettiklerinde, bir tanesi çoktan eyerini tuttuğu gece karası rengindeki heybetli bir atla yanıma doğru gelmeye başlamıştı bile. Atın toynaklarından, attığı hiçbir adımında neredeyse hiç ses gelmiyordu. Bakışlarım üzerinde olmasaydı, bana doğru yaklaştıklarını duymayacaktım bile.
Pekala. Bu sessizlik oyunu gittikçe sıkıntılı bir hal alıyordu. Atlarını bile sessizlik konusunda kendisine benzetmişti.
"Bu senin için." Aiden kendi atına doğru ilerlemeden önce göz ucuyla bana baktı. "Kraliyet sarayı buradan epey uzakta. Tek bir atı iki kişinin paylaşması yorucu olur. Zaten yeterince zaman kaybettik."
Son cümlesiyle birlikte kaşlarımı çattım. Kinayeli sözlerinin altındaki anlamı çok iyi anlıyordum. O cümlede aslında anlatılmak istenen şuydu; Gecemi beceriksiz bir hırsızın peşinde geçirerek yeterince zaman kaybettim.
Hiç zorlanmadan inci tanesi gibi olan atının eyerine tutunarak çevik bir hareketle kendini yukarı doğru ittirdi. Sırtını dikleştirdi ve oturduğu yerde dimdik bir şekilde durarak ellerini dizginlere yerleştirdi. Atının üzerinde de tıpkı kendi üzerinde olduğu gibi kalın bir zırh ve yine aynı zırhın üzerinde güneş sembolü vardı.
Asos'un sembolü güneşti. Etrafında, yılan gibi kıvrılarak güneşi içine doğru hapseden kıvrımları vardı. Altın sarısı olan bu sembol Asos'un bağımsızlığını ifade ediyordu. Geçmiş tarihimizde Solaris krallığından ayrılışımız krallık için bir dönüm noktası olmuştu. Lanet olarak ifade edilen bir güç vardı. Bunun ne olduğuyla alakalı herhangi bir bilgim yoktu ancak bu gücün Kraliçe Evelina’ın elinde olduğu söylentisi bütün diyara yayılmıştı. Kral Loras’a rağmen konsey tarafından kabul görmeyen bu evlilik diyarın ikiye bölünmesine sebep olmuştu. Böyleye artık Solaris değil, Asos topraklarının himayesi altındaydık.
Son zamanlarda Solaris kralının yeğeninin ülkeye gelişi üzerine birtakım söylentiler dolaşıyor olsa da bunun yalnızca dillerde kalacağından neredeyse emindim. Yüzyıllardır okyanusu aşarak gelen biri olmamıştı.
Daldığım yerden bakışlarımı her bir muhafız üzerinde gezdirdiğimde hepsinin atların eyerlerine yerleştiğini ve veliaht prenslerinden emir beklediklerini fark etmiştim.
Az sonra yapacağım şey için dudaklarımın usulca kıvrılmasına engel olamadım ve garip bir homurtu çıkararak dikkatleri üzerime doğru çektim. "Yalnız bir sorunumuz var."
"Başımıza tahmin ettiğimin de ötesinde o kadar çok sorun geldi ki bu gecelik daha fazlasına gerek yok bence."
"Ama bu gerçekten bir sorun!" Sıkıntılı bir nefes verdim. "Ben ata binmeyi bilmiyorum."
Kaşları alayla havaya doğru kalktı. "Güzel şakaydı. Hadi gidelim."
Bana inanmadığı bakışlarından belli olsa da geri adım atmadım. Aksine onun üzerine gittim. "Şaka yapıyor gibi bir halim mi var? Tam olarak inanmadığın kısım neresi acaba komutan? Çünkü farkında mısın bilmiyorum ama ben halkın içinde yaşayan, sıradan biriyim. Her an at üstünde olmamı gerektirecek bir hayatım yok."
Küçük bir kahkaha atarak ormanda yankılanmasına sebep oldu. "Daha ata bile binmeyi bilmiyorsun ama krallığa hizmet etmek için listeye adını mı yazdırıyorsun?" Gözlerindeki o alaylı bakış silinmemişti. "Sarayda tam olarak ne yapmayı planlıyorsun? Dikiş nakış mı öğreneceksin? Senin yerinde olsam bunun için onca yolu tepmezdim."
Aniden gelen öfke dalgasıyla başımı prense doğru çevirdim. Olduğu yerin biraz gerisindeki ağaç kavuğuna doğru göz attığımda planlarımın arasında kesinlikle bunun olmadığını biliyordum. Çünkü tek istediğim ata binemediğimi düşünmesiydi. Bu sayede dikkatlerini kolayca dağıtabilir ve patikadan saparak onları ardımda bırakıp uzaklaşabilirdim. Ama prens sinirlerimi o kadar çok yıpratıyordu ki bana bileyip fırlattığı her cümlesinde o güzel kafasını gövdesinden ayırmak istiyordum.
Beni küçümsediği her sözün bedelini ona ödetmek istiyordum.
Herhangi bir tepki vermeden olduğum yerde bekledim. Onun bakışları hala üzerimdeydi. Az sonra yapacağım şey için feci şekilde cezalandırılacağımı biliyordum ama bu düşünce şu an için nedense o kadar da önemli gelmiyordu. Tek istediğim işe yaramaz biri olduğumu düşünmesini kendime yediremiyor olmamdı.
Kollarıma kadar uzanan elbisenin içine gizlediğim hançeri tek seferde çıkardım. Kimse ne olduğunu bile anlamadan saatler öncesinde bana yaptığı gibi hançeri ona doğru hızla fırlattım. Ve prensin kulağının dibini teğet geçerek arkasındaki ağaca saplanmasına sebep oldum.
Her şey anlık gelişti. Bakışlarına yerleşen şaşkınlık ve hayranlık dolu ifade göğsümün kabarmasına sebep oldu. Gözlerini bir arkasına saplanmış olan hançere bir de bana doğru çevirdi.
"Sandığınızın aksine bazı insanların saraya gelme amacı eğitim almak için değildir.” Çenemi dikleştirdim ve ardından dürüstçe ekledim. "Kimisi kendisi için gerekli olan eğitimini çoktan tamamlamış bile olabilir. Bu yüzden sizin yerinizde olsam, bunun ayrımını yapmadan bir daha tavsiyede bulunmazdım komutan."
Küstahça kurulmuş olan cümlemi gururla bitirmişken, iki muhafız göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre içerisinde göğüslerindeki zırhlardan çıkan göz korkutucu sesler eşliğinde hızla atlarından indiler ve yanıma gelerek her iki kollumdan tutmaya başladılar.
"Bırakın beni!"
Karşımda uzun boyuyla dikilmiş ve kılıcın keskin olan ucunu boğazıma doğru dayamış olan muhafıza doğru baktım.
Bu sırada ellerini kollarıma geçirmiş olan askerleri ittirerek baskılarından kurtulmaya çalışıyordum ama bunun pek işe yaradığını söyleyemezdim.
Gerçi az önce prenslerine gözümü dahi kırpmadan bir hançer fırlatmıştım ve şu an üzerime yüklenen suçların arasına hain damgası da eklenmiş olabilirdi.
Saraya gidene kadar ismimin yanına kim bilir daha ne kadar sıfat eklenecekti bilmiyordum. Daha şimdiden hırsız, yalancı ve bir hain ilan edilmiştim bile. Sanırım bundan sonra yapacaklarım çok da önemli sayılmazdı. Hepsi kulağa boynumun kesilmesi için yeterli suçlar gibi geliyordu.
Kendimi zor da olsa dizginleyerek sessizce bekledim.
Prens beni şaşırtarak zarif bir şekilde atından indi ve acelesiz adımlarla bana doğru yaklaşmaya başladı. Göz temasını asla kesmeden bakışlarımı her bir adımının üzerinde gezdiriyordum. Yüzümde, benim konumumda olan biri için fazlaca sakin bir ifade vardı. Çünkü ne yapacağını gerçekten merak ediyordum.
Ne beklediğimi bilmiyordum ama gözlerindeki ışıltıyı görmek, beklediklerim arasında sonuncu sırada bile değildi. Sanki az önce hançer kulağının dibine fırlatılmış olan kendisi değilmiş gibi yüzünde muzip bir ifade vardı. Gördüğü şey her ne ise bu onun hoşuna gitmiş gibiydi.
"İşte bu oldukça beklenmedikti," muhafızlara doğru küçük bir baş hareketi yaptığında, kollarımı tutan askerlerin baskısı azaldı. Önümdeki muhafız prensin gelişiyle kılıcını boğazımdan çekmiş ve bir adım geriye doğru çekilmişti. "Bunu yapmayı nereden öğrendin?"
"Hadi ama komutan," kafamı hafifçe omzuma doğru düşürdüm ve dudaklarıma bir sırıtış ekledim. "Bu öğrenilmesi o kadar da zor bir hareket değil. Daha birkaç saat önce aynısını üzerimde denemiştiniz."
Bir elimle bileğimi ovuşturarak muhafızın uyguladığı orantısız gücün izlerinden kurtulmaya çalışıyordum. Tenim o kadar hassastı ki birkaç saat içerisinde kızaracaklarına emindim.
"Bakalım savunma konusunda da hançer fırlatmakta olduğun kadar iyi misin, Aisha Grey."
Ani bir manevra ile yanında duran muhafızın belinden, az önce boynuma dayanmış olan kılıcı kınından çekerek bana doğru çevirdiğinde bu ani hareket karşısında hızlı bir manevrayla son anda eğilerek kurtuldum. Kendimi olduğum yerden uzaklaştırarak arkasına doğru geçmeyi başarabildim. Bir sonraki hamlenin gelecek olmasının panik duygusu içimde bir şeyleri harekete geçirdi. Bir bacağımı kaldırarak, ayak tabanımı sert ağacın gövdesine yasladım. Az önce fırlattığım hançeri çekip çıkarırken, ağaca yaslanmış olan bacağımın üzerinden destek alarak sola doğru kıvrak bir hareketle zıpladım. Sağ tarafıma savrulmuş olan kılıcın ikinci darbesinden de bu sayede kurtuldum.
Nefes nefese kalmış bir şekilde prense doğru döndüm. Tek eliyle kılıcı döndürürken, kendisi de ağır adımlarla etrafımda bir daire çiziyordu. Elimde sıkı sıkıya tuttuğum hançerle bende onun adımlarına ayak uydurarak, onunla beraber kendi etrafımda dönmeye başladım. Hadi ama savunmalarından kaçmak dışında ne yapabilirdim ki? Elimde kılıca karşı küçücük bir hançer vardı sadece!
Neyse ki her zaman hazırlıklı olmamı öğreten Aden'ın sesi hep benimleydi. Diğer kolumdaki hançeri de çıkararak çaprazladığım ellerimi öne doğru uzattım ve herhangi bir kılıç darbesinin önüne geçmek için tetikte bekledim. Keskin kılıç, ustaca havayı delerek tuttuğum iki hançerin arasına sertçe değdi ve ellerimin iki yana düşmesine sebep oldu.
Sarsılan dengemi korumaya çalıştığım sırada prens acımadan kılıcını yeniden bana doğru savurdu. Öne doğru eğilerek başımın üzerinden geçmekte olan başka öldürücü bir darbeden daha kurtulduğumda yana doğru savrulmuş ve son anda yerde bir takla atarak yeniden bedenimi dikleştirmek zorunda kalmıştım. Elbisemin etekleri öyle uzundu ki dengemi sağlamakta güçlük çekiyordum.
Ayrıca prensin gerçekten herhangi bir güç bile kullanmadığına emindim. Yalnızca darbelerini nasıl savuşturduğumu görmek istediği için basit hamleler yapıyordu ve bende mevcut şartların el verdiği ölçüde kendimi korumaya çalışıyordum.
"Kabul ediyorum. Reflekslerin gerçekten iyi." Prens alayla karışık bir ses tonuyla gülümsedi. Ama hissettirdiği şey bir alaydan oldukça uzaktı. "Darbeleri engellemek konusunda da fena değilsin." Aramızdaki mesafeye rağmen kılıcını havaya kaldırdı ve aşağı yukarı sallayarak üzerimi işaret etti. "Ama üzerinde bu elbise varken hiç şansın yok."
Sıkıntılı bir nefes verdim. "İçinde olduğum bu rahatsız edici elbiseden ben de pek memnun değilim." Yerden destek alıp ayağa kalkacağım sırada yaklaştı ve bir elini bana doğru uzattı. Bakışlarımı önce bir silah gibi uzattığı eline daha sonra da gözlerine çevirdim.
"Ayağa kalkmana yardımcı olayım.” Kafasını yan tarafa çevirdi ve bana bakmadan uzattığı elini tutmamı bekledi. Bakışlarını neden kaçırdığını anlamasam da bu durum canımı sıkmıştı. Kararsızlıkla elimi yavaşça kaldırarak, havada duran avucuna doğru yerleştirdim. Tam o anda kafasını bana çevirdi ve yeniden göz göze geldik. Elleri sıcacıktı. Bu his kalbimin panikle çarpmasına sebep oldu.
Elimi tutan elinden güç alarak ayağa kalktım ve tuttuğum elini hızla kendime doğru çektim. Beklemediği bu hamle karşısında bana doğru yaklaşan bedeni tökezler gibi oldu. Yüzlerimizin arasında bir karışlık mesafe kaldığı anda duraksadı. Şaşkınlığın iliştiği yüzüne yakından şahit olmak her ne kadar beni keyiflendirse de kendisine söyleyecek son bir sözüm vardı.
"Bir daha beni küçümsemeye kalkarsan komutan," ayrık dudaklarımın arasından derin bir nefesi serbest bıraktım. "Aynı karşılaşmayı bu sefer elimde bir kılıçla ve üzerimde rahatsız edici bir elbise olmadan yaptığımızdan emin olurum."
Elleri duraksadı. Dipsiz bir kuyuyu andıran bakışları birkaç saniye yüzümde oyalandıktan sonra, "Az önce kendini kanıtlamış olman, yeterince iyi olduğun anlamına gelmez." diyerek üstten üstten bakmaya başladı. "Eğer bir daha karşımda olursan, hamlelerimin hedefi tutturacağından emin olurum."
Her ne kadar bana yapmış olduğu hamlelerin yumuşatılmış olduğunu biliyor olsam da bunu bildiğimi ona belli etmeyecektim.
Aden ile yaptığımız her antreman oldukça ağırdı. Sahaya çıktığımızda Aden'ın her darbesi acımasızca savrulurdu üzerime. İdmanlarımızın oldukça gerçekçi olmasından emin olurdu. Karşısına geçtiğim andan itibaren onun için sıradan bir insan olurdum ve hamleleri de buna göre hayat bulurdu.
Bu yüzden kendime olan güvenim içi boş bir balondan ibaret değildi.
"Sana doğru gelen bir dalga varsa bundan kaçamazsın," dedim kendimden bile beklemediğim kadar kararlı bir ses tonuyla. "Ama o dalgaya kendisinden bir parçaymışsın gibi hissettirirsen, boğmaya çalıştığı tek şey yalnızca kendisi olur." Gülümsedim. "Yani komutan, hamlelerini seçerken iyi düşün, hepsi gün sonunda geri dönüp seni hedef alacak."
⚔️
Arkamda hissettiğim ılık nefes, sakinleşmesini beklediğim kalbime pek yardımcı olmuyordu. Tek başına ata binme çabalarım, az kalsın prensi öldürecek olan o son darbem yüzünden başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Belki de isyan etmek yerine başım hala gövdemde olduğu için tanrıya duacı olmalıydım.
Gün ağarmış, güneş ufuktaki yerini almıştı. Orman yolundan sapmış, çoktan ana yola doğru yol almıştık. Üzerinde oturmakta olduğum atın sahibi de hemen arkamda duruyordu. Ellerini her iki yanımdan öne doğru uzatmış, atın dizginlerini tutuyordu.
Planlarımın arasında Asos'un veliaht prensiyle yolculuk yapmak elbetteki yoktu. Sanırım bu yüzden dakikalardır olduğum yerde rahatsızca kıpırdanmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Elbisemden dolayı ata bir binici gibi oturamamıştım. Daha çok bir prenses gibi yana doğru pozisyon almış, ayaklarımı atın gövdesi boyunca aşağı bakacak şekilde uzatmıştım.
Her hareketimle at biraz daha sendeliyordu. Aiden en sonunda dayanamadı ve tek eliyle eğeri tutarken, boşta kalan diğer elini de belimden geçirdi. Bu hareketi kıpırdandığım için bozulan dengemi korumak ve olduğum yerde sabit bir şekilde durmama destek olmak için yapılmıştı.
Bu ufak temasıyla kıpırdanışım daha da arttı ve at yeniden sarsıldı.
"Artık kıpırdamadan durmayı deneyecek misin?" Sıcak avucunun belimdeki baskısını arttırdı. "Hem seni hem de atı aynı anda kontrol altında tutmam gittikçe zorlaşıyor."
Gözlerimi devirdim. Kurduğu cümlenin altındaki anlam ve kullandığı ses tonu birbiriyle o kadar çelişiyordu ki neredeyse onu gerekten zor durumda bıraktığıma inanacaktım.
Neredeyse.
"Buradan bakılınca pek de rahatsızmış gibi görünmüyorsun komutan."
Kafamı hafifçe yana doğru çevirmemle birlikte yüzlerimiz aynı hizaya geldi. “Haklısın." kısa bir an için bakışları dudaklarıma doğru kaydı. "Bundan daha rahatsız yolculuklarım da olmuştu."
Sıkıntılı bir nefes verdim. Buna rağmen dudaklarımın kıvrılmasına engel olamamıştım. Neyseki prens gülüşümü görmeden kafamı önüme doğru çevirmiştim.
Dakikalar sonra yeniden ağzımı araladım. "Ailemin haberi olmadan öylece saraya gelemem."
Duraksadı. "Ailenden habersiz mi adını listeye yazdırdın?"
Dişlerimi dudaklarıma doğru geçirdim. Cümlesine içimden kahkahalarla gülmek istesem de yaşadığım birkaç saatlik karmaşa, asıl gerçeği unutmama yine de yeterli gelmemişti anlaşılan. Hayal kırıklığı duygusu olduğu yerden kafasını uzatarak yeniden gülümsüyordu bana.
"Aslında durum bunun tam tersi."
Kafasını düşünüyormuş gibi omzuna doğru düşürdü. "Nasıl yani?"
"Yanisi şu," derin bir nefes çektim içime. "Ben ailemin haberi olmadan listeye adımı yazmadım. Onlar benim haberim olmadan listeye adımı yazdılar."
Bunu dile getirmek sinir bozucu derecede komikti. Kendi içimde yaşadığımda bu kadar trajik gelmiyordu ama sesli söylemek... biraz acınası hissettirmişti.
"Kulağa biraz acımasızca geliyor."
Sessiz bir kafa sallamasıyla onu onayladım.
Belime yaslı olan parmaklarını çok hafifçe hareket ettirerek o bölgeyi varla yok arası bir şekilde usulca okşadı. Ya da bu tamamen benim hislerimin bir aldatmacasıydı.
Bunu düşünmeyi reddettim. Şu an için odaklanmam gereken daha ciddi sorunlar vardı ve akıl sağlığımı da göz önünde bulundurmam gerekiyordu. Bu yüzden her şeyi sırayla çözecektim. Mesela işe prensten ve muhafızlarından kurtularak başlayabilirdim.
Evet bunu yapabilirdim.
İçimde bir şeyler bu dediğime kahkahalarla güldü.
Sanki yarım günümü zaten bunu yapmak için heba etmemişim gibi...
"Yola çıkmadan önce kraliyet sarayının oldukça uzakta olduğunu söyledin." Dediğimi onaylayacak herhangi bir cümle kurmadı ama ufak bir baş hareketiyle bunu tasdiklediğini hissetmiştim. Bundan güç alarak konuşmaya devam ettim. "Sarayın bu kadar uzakta olacağını düşünmemiştim."
Ona kim olduğunu bildiğimi belli etmemek için girdiğim çaba diken üzerinde durmama ve zihnimden geçen her düşüncenin dilime varmadan önce derinlemesine bir süzgeçten geçmesine sebep oluyordu.
"Kraliyet meydanına ait olan o saray, asıl saray değil." Ses tonundan hiçbir şey belli olmuyordu. Sanırım bu da bana birazdan verecek olan bilgilerin önemli olmadığını ve herkes tarafından bilindiğini açıklıyordu. "Seni şu an götürmek üzere olduğum yerde asıl saray değil aslında. Çünkü oraya krallık hanedanı dışında kimsenin girmesine izin verilmez. Hayal edemeyeceğin kadar sıkı güvenlik önlemleriyle korunur. Ama yine de hepsi krallığa ait olduğu için hepsine kraliyet sarayı deriz."
"Nasıl yani?" Kaşlarımı çattım. "Birden fazla saray var ve hepsinin kullanım amacı farklı mı? Doğru mu anlıyorum?"
Dalga geçer gibi bir ses çıkardı. "Gözünden de hiçbir şey kaçmıyor doğrusu." Bu dediğine karşılık sıkıntılı bir nefes verdiğimde gülümsediğini hissettim. "Hepsinin amacı farklı evet, doğru anlıyorsun."
Sanırım yaşadığım topraklara oldukça uzak büyümüştüm. Ne krallık, ne halk ne de bu toprakların tarihi beni hiçbir zaman ilgilendirmemişti. Benim savaşım başkaydı. Bu yüzden yaşadığım gerçekliğin farkına hiçbir zaman varamamıştım. Böylesine her şeyden bihaberken gittiğim yerin koca bir saray olması da trajikomikti tabii.
Çelişkiye sebebiyet verecek, ufacıkta olsa bir cümle kullanmam sonum olurdu. Prens sandığımdan daha da zekiydi.
Hatta onun zekasının tehlikeli olduğunu düşünüyordum.
Hamlelerini seçiyordu. Ne düşündüğünü asla belli etmiyordu. Karşısındaki insanı dinlerken bile ifadesi genelde o kadar sakindi ki ardından gelecek olan hamlenin büyüklüğü kestirilemez oluyordu. Her şeyin farkında olan ama bu farkındalığı belli etmekten kaçınan bir yapısı vardı.
Ekstra dikkatli olmalıydım ona karşı.
"Öyleyse şimdi gideceğimiz yer neresi? Beni kaçırmıyorsun, değil mi komutan?" Ses tonuma eklediğim kinaye karşısında homurdandı. Cümlelerimle onu sinir etmek, keyiflenmeme sebep oluyordu.
"Aslında bütün gece yaptıklarını düşünecek olursam… seni kaçırsam bile eminim bu duruma kimse itiraz edemezdi. Sen bile. Çünkü bunu oldukça haklı sebeplere dayanarak yapıyor olurdum. Sence de öyle değil mi?"
Ani bir manevrayla başımı arkaya doğru çevirdiğimde bu kadar yakınımda durduğunu hesaba katamadığım için az kalsın o güzel yüzüne çarpacaktım. Son anda hafif bir açıyla kafasını geriye doğru atarak büyük bir çarpışmanın önüne geçmeyi başarmıştı.
Refleksleri gerçekten iyiydi.
"Bütün gece yaptığım tek şey suçsuz olduğunu bilen her insanın yapacağı gibi kaçıp kendimi korumaya çalışmaktı." Tek kaşımı meydan okurcasına kaldırdım. "Bunun için beni suçlayabilir misin?"
Gözlerini gözlerimden ayırmadan, dudağına yerleştirdiği hafif bir kıvrımla bana bakmayı sürdürdü. Yüzünde bana baktığında eğleniyormuş gibi bir ifade oluşuyordu ve bu oldukça can sıkıcıydı. Belki de canımın sıkılacağını bilerek yapıyordu. Kim bilir.
"Suçsuz olduğunu düşünen hiç kimsenin aklına bu gelmez. Kaçmak, ancak yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmek istemeyen korkaların yapacağı türden bir harekettir."
Duraksadım.
Haklılığı karşısında dişlerimi sıktım ve bakışlarımı yüzünden çekerek yeniden önüme doğru döndüm. Yine de şu an için suçsuz olduğumu bilmenin rahatlığıyla üstten üstten konuşmak oldukça kolay geliyordu. "Yanılıyorsun, komutan. Bazen insanın elinde suçsuzluğunu kanıtlayacak hiçbir şey olmadığında da çareyi kaçmaktan yana bulabilir. Bu yalnızca çaresiz bir kabulleniş hareketidir."
Belimdeki tutuşunu sıklaştırdı. Bu hareketiyle birlikte derin bir nefes çektim içime ve kaburgalarıma saplanan ağrı karşısında verdiğim nefes daha çok yaralı bir hayvanın çıkardığı iniltiye benziyordu.
"Sen iyi misin?"
Yüzümü buruşturdum. "İyiyim. Gayet iyiyim." Şu an beni göremiyor olması benim için bulunmaz bir fırsattı çünkü acının yayıldığı yüzümün şeklini sabit tutmak konusunda artık zorlanmaya başlıyordum. Dokunduğu yerler alev alev yanıyordu. Her ne kadar bunun bana olan temasından kaynaklı olduğunu düşünmek işime geliyor olsa da gerçek başkaydı ve bunu inkar edemezdim ne yazıkki.
Bir süre sessiz kaldı. Belimdeki eli hareketini kesti ve elini durdurduğu yer, sırtımın sağ alt tarafıydı. Daha sonra kaburgalarıma doğru nazikçe hareketini sürdürmeye devam ettiğinde ne yapmaya çalıştığın anlamıştım. Hızla kendimi öne doğru çekerek, bedenimi elinin ağırlığından kurtardım.
Nefes nefese kalmış bir şekilde, "Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye fısıldadım.
"Çekme kendini," elini yeniden belimin kenarına sabitleyerek eski yerime oturttu. "Şu an ne yaptığımı ikimizde gayet iyi biliyoruz. Yaralanmışsın."
Dahi olduğu yetmiyormuş gibi birde askeri bir zekaya sahipti.
Harika.
Böylesine savaş görmüş ve o savaşlarda tahmin ettiğimin de ötesinde yara almış biri olarak, insan bedeninin dili hakkında uzmanlaşmış olduğunu tahmin etmek çok da zor değildi. Hayatını yaralayarak ve yara alarak geçirdiğine emindim.
Yaralayarak ve yara alarak.
Bu düşünce ürpermeme sebep oldu. Ama o bunun sebebinin düşündüklerim yüzünden değil, elini belimde gezdirmesinden kaynaklı olduğunu düşündü. Sanırım yaranın yerini tespit etmeye çalışıyordu.
"Bana neden laboratuvarda incelenecek bir hayvanmışım gibi davranıyorsun komutan?" Bir elimi sırtıma doğru götürdüm ve belimin üzerindeki elinin üzerine koydum ve ittirdim. "Bana dokunmaktan ve parmaklarınla kaburgamı deşmekten hemen vazgeç."
Kısa bir kahkaha attı. "Saatlerdir her kıpırdanışında yaralı bir hayvan gibi kesik kesik sesler çıkarıyorsun ama konu sana öyle davrandığımı düşmeye gelince sinirleniyor musun?"
"Ben düşündüklerimden sorumlu değilim ama sen hareketlerinden sorumlusun."
"Düşündüklerinden sorumlu değil misin?" Kafasını her iki yana sallayarak bakışlarını önündeki yola doğru çevirdi. "Farkında mısın bilmiyorum ama benim her hareketim karşımdaki insanın düşüncelerine ve o düşüncelerin sebebiyet verdiği eylemlere göre şekillenir. O yüzden yaptığım her şeyden önce ne düşündüğünü ve ne yaptığını gözden geçirmeni tavsiye ederim." Homurdandı. "Gerçi sen tavsiye verilmesinden pek hoşlanmıyordun. Unutmuşum.”
Sesime yansıyan öfkenin izlerini silemedim. "Söylesene komutan. Yaramın yerini saptamana sebep olacak nasıl bir harekette bulunmuş olabilirim? Ya da kendi pelerinini bana vermen için kafamdan nasıl bir düşünce geçmiş olabilir? Merak ediyorum doğrusu."
"Bunların tek sebebi benim yeterince centilmen biri olmam."
"Ah," sesime bulaşan alaya engel olamadım. "Karşısındakinin bir hanımefendi olduğu gerçeğini göz ardı ederek ona bir gecede tam iki kere hançer çekmiş olan centilmenden mi bahsediyorsun?"
"Oysaki bir hanımefendiden çok bir savaşçı gibi görünüyorsun."
Duraksadım. "Dediğim gibi yalnızca kendimi korumaya çalışıyordum."
Çenesini sağ tarafıma doğru yaklaştırarak dudaklarını kulağıma yakın bir yerde durdurdu. "Ben savaşçı gibi göründüğünü hareketlerinden değil," sıcak nefesini boynuma doğru bıraktı. "Bana alev gibi bakan gözlerinden anladım."
Tanrım.
Sözleri karşısında ellerimi koyacak yer bulamadım. Panik duygusu ayak parmaklarımdan başlayarak bütün vücuduma bir zehir gibi nüfuz ettiğinde olduğum yerde kaskatı bir şekilde durmaya devam ettim. Ağzımı açıp konuşmayacağımı anladığında aşina olduğum gülümsemesini dudaklarına kondurarak kafasını geriye doğru çekti ve hiçbir şey olmamış gibi atın dizginlerine asılarak nalların hızlanmasına sebep oldu. Sırtım bu ani hareketle birlikte prensin zırhla kaplı olan göğsüne doğru hızla çarptığında sessiz bir küfür savurdum.
"Saraya gittiğimizde ilk işin şifacılara görünmek olsun.” Hızımızdan dolayı rüzgar ses tonunu yarıya indirerek onu net bir şekilde duymamı engelliyordu. "Yaran ciddi olabilir."
"Sana iyi olduğumu söylemiştim.” Beni duyabilmesi için biraz yüksek sesle bağırmak zorunda kalmıştım. "Ayrıca hala nereye gittiğimizi söylemedin."
"Kraliyet sarayına."
Ah! cidden mi? Çünkü ben bunu hiç fark edememiştim.
Gözlerimi devirdim. "Hangi kraliyet sarayına?"
"Kan sarayına.” Sessizce mırıldandı. "Kral, talihliler eğitim için kuleye gitmeden önce herkesin orada toplanmasını emretti."
Tanrım.
Bu gerçekten yaşanıyordu. Hala gerçek gibi gelmiyordu. Sanki birazdan Ellie beni sarsacak ve bu kabusun ortasından çekip çıkararak bir rüya olduğunu anlamama sebep olacaktı.
Ama bunun bir kabus olduğuna emin olsam da rüya olamayacak kadar gerçek bir şekilde yaşandığına da emindim. En azından fiziksel olarak hissettiğim acılar bunu kanıtlar nitelikteydi. Yine de göğsüme doğru uzanan ve nefesimi kesen o hissin varlığını göz ardı edemiyordum. Kimin yalan söylediğini kimin doğru söylediğini ayırt edemez olmuştum.
Gerçek ve yalan maskeleri birleşerek tanıdığımı sandığım her yüzde belirmeye başlamıştı. Hayatımın rayından çıkması, aslında işlerin henüz başlangıç olduğunu fısıldıyordu. Annemle yaptığımız konuşmanın hiçbir yararı olmamıştı. Aksine içimde filizlenen o bilinmezliklerin bir sarmaşık gibi ruhuma dolanmasına sebep olmuştu. Benden sakladıkları daha büyük şeyler olduğuna artık emindim.
Ama belki de bu şans zannettiklerinin aksine onların değil benim ayağıma gelmişti.
Gerçekleri en yalın haliyle ancak kendim öğrenebilirdim. Bunun içinde olmam gereken en iyi yere doğru yol alıyordum.
Yani kan sarayına doğru.
"Ailemin haberi olmadığını söylemiştim," sıkıntılı bir nefes kaçtı dudaklarımdan. "En azından onlara ulaşabileceğim kadar bile vaktimiz yok mu?"
"Kaybedecek zamanımız yok.” Sesine yerleşen sıkıntılı tonun sebebini anlayamamıştım. Bu kadar acelesi olacak kadar geçerli nasıl bir sebebi olabilirdi? "Tam vaktinde sarayda olmamız gerekiyor. Geri dönemeyiz."
"Ya seninle gelmezsem?" Bedenimi elimden geldiğince dikleştirmeye çalıştım.
Sabit bir ses tonuyla cevapladı sorumu. "Seçilmiş talihlileri saraya götürmek için krallıktan kesin talimat aldık."
Açıkça kendi isteğimle gelmezsem beni zorla götüreceğini kibar bir dille dile getiriyordu.
Ne şahane ama!
Aldığım nefes boğazımda takılı kaldı. "Tam olarak dediğim şeyi yapıyorsun komutan," sinirli bakışlarımı saatlerdir konuşmalarımızın her birine şahit olan muhafızların üzerinde gezdirdim. "Beni kaçırıyorsun."
"Teknik olarak hayır," diye mırıldandı tok bir sesle. "Şu an benimle gelmemiş olsaydın da hiçbir şey değişmezdi. Zaten birkaç saat içinde saraya götürülmek üzere muhafızlar kapına dikilmiş olacaktı. Ben sana daha konforlu bir yolculuk sundum."
"Senin birkaç saat diyerek küçümsediğin o zaman diliminde benim ailemle vedalaşma şansım olabilirdi." Cümlemin sonuna doğru ses tonum giderek azalmıştı. Vedalaşmak. Artık onları göremeyecek miydim? Bu düşünce düşmek üzere olan bir damlanın, göz pınarlarıma yerleşmesine sebep oldu. Kendimi sıktım. "Ve sen bu şansı benim elimden aldın."
Bakışları kısa bir an için sekteye uğrarken, kendini toparladı ve az önceki ifadesiz haline geri döndü. "Üzgünüm."
Üzgünüm. Tek kelime. Başka hiçbir cümle yok. Sadece üzgünüm.
Pes etmek istemiyordum. Etmeyecektim. Onlara en kısa sürede ulaşmanın bir yolunu elbetteki bulacaktım. Sadece şu an için elimden bir şey gelemediğini kabullenmem gerekiyordu. Herhangi bir zorluk daha çıkarırsam işler istediğim gibi gitmeyebilirdi. Şansımı yeterince zorlamıştım. Prensin yerinde bir başkası olsaydı ardımızda bıraktığımız ormanın içinde cansız bir halde yatıyor bile olabilirdim.
İşte o zaman ailemle gerçekten vedalaşamamış olurdum.
Hala hayattaydım.
Hala nefes alıyordum.
Ve hala bir şansım vardı.
Derin bir nefes vererek bakışlarımı yan tarafa doğru çevirdim. Bizden biraz geride, atların üzerinde ilerleyen iki muhafızdan tarafa döndüm. Muhafızların her birinin yüzünde ciddiyetten daha ziyade ifadesizlik hakimdi. Sanki hiçbiri burada değilmişiz ya da konuştuğumuz hiçbir şeyi duymuyorlarmış gibi davranıyorlardı. Hatta öyle ki prensle konuştuğum süre boyunca buradaki varlıklarını bile unutmuştum. Ya da prensle sohbet etmek sandığımdan daha kolaydı ve etrafımdaki olan biteni fark edemememi sağlıyordu.
Bu durum oldukça tehlikeliydi. Çünkü hata yapma lüksüm yoktu. Artık yoktu. Farkında olmadan bundan sonra bambaşka şekillerde ilerleyecek bir hayata doğru atım atıyordum. Bunun düşüncesini bile yalnızca zihnimden geçirmek böylesine korkunçken, yaşayacak olmam... daha da korkunç olmasına sebebiyet veriyordu.
Birilerinin himayesi altında olmak, birilerine itaat edecek olmak, krallığa ait biri olmak, en kötüsü onlardan biri gibi olmak korkunçtu. Çünkü ben… bendim işte. Daha fazlası değil.
Yumduğum gözlerimi daha fazla yumabilirmişim gibi sıktım.
"General Aiden," diye seslenen askerin sesini işittiğimde irkildim. Bozuntuya vermeden omzumun gerisindeki atından inmiş önümüze doğru gelen muhafıza diktim bakışlarımı. "Vakit geldi."
Aldığım nefes boğazımda takılı kaldı. "Vakit geldi mi? Bu da ne demek?"
Aiden hiç düşünmeden, "Burada yollarımızı ayırıyoruz demek." diye yanıtladı sorumu. Sırtım ona doğru dönük, önümde uzanan geniş araziyi inceliyordum. Yolun sonuna varana kadar, her iki tarafı da ağaçlarla çevrili düz bir arazi vardı. Arkamda bir hareketlilik hissettim. Bunun üzerinden çok zaman geçmeden prens bir ayağını atın üzengi demirine doğru yasladı. Hiç zorlanmadan bedenini yana doğru yatırarak atın üzerinden atladı ve ayakları zeminle buluştuğunda bile dimdik durmaya devam etti.
Güçlükle fısıldadım. "Neler oluyor?"
Kafasını benden tarafa döndürdü. Göz ucuyla yanındaki muhafıza küçük bir baş hareketi yaptıktan sonra bedenini de tamamen bana doğru çevirdi. Muhafız, aldığı bu sessiz emir karşısında bir kez kafasını salladı ve yanımızdan uzaklaştı. Prens izin ister gibi bana bakarak iki elini havaya doğru kaldırdı. Beni atın üzerinden indirmek için dokunması gerekiyordu ve bu yüzden izin istiyordu. Ona ata binmeyi bilmediğimi söylediğim için haliyle şu anda o attan da inemeyeceğimi düşünüyordu. Belli belirsiz kafamı salladım ve beni rahatça indirmesi için öne doğru hareketlendim. Ellerini yeniden belimin her iki yanında hissettiğimde nefesimi tuttum. Hiç zorlanmadan tek seferde yere indirdi. Ayaklarım toprak zeminle buluştuğunda ellerini de üzerimden çekmişti.
"Bundan sonraki yolu kendin devam etmek zorundasın." Okyanus mavisi gözler, gözlerime takıldığında fazla oyalanmadan askerlerden iki tanesine doğru döndü. "Muhafızlar saraya kadar sana eşlik edecekler."
Kaşlarımı çattım. "Neden? Sıradan bir talihliyle yan yana görünmeniz uygunsuz mu kaçar komutan?" Alaylı bir kahkaha attım. "Ya da general mi demeliyim?"
Sorduğum soruyu duymamazlıktan geldi. "Senin için yorucu bir gündü. Saraya gittiğinde önce şifacılara görünmeyi unutma."
Olduğum yerde kalakalmıştım. Şu an zihnim düşünme ve hareket etme eyleminden oldukça uzaktı. Gözlerimse hareketini sürdürerek son sözlerinden sonra yüzüme bakmadan arkasını dönüp giden bir prensin üzerinde geziniyordu.
Düşüncelerimi zihnimden söküp atabilmenin bir yolu olsa bunu ilk ben kullanmak isterdim. Kendi düşüncelerim bile sinirimi bozmaya yetiyordu.
Muhafızlar geçip giden prenslerine bir baş selamı verdikten sonra bana doğru döndüler ve ilerlememi beklediler. Benim ise bakışlarım, geniş arazide prense doğru elinde gece karası renginde tuttuğu bir atla gelen muhafızın üzerindeydi.
Prens hiç zorlanmadan yeniden sol ayağını üzengiye yaslandığı gibi kendini yukarı kaldırarak sağ bacağını üstüne atarak eyere oturdu. Dizginleri hareket ettirerek büyük bir hızda gözden kaybolmaya başladı.
Sanırım yolun kalanına yürüyerek devam edecektik.
Ben önde, iki muhafız da hemen ardımda geniş arazide sessizlik içerisinde ilerlemeye başladık. Yolun sonuna geldikçe kocaman bir dağın tepesinde korkutucu bir şekilde inşaa edilmiş olan o sarayı gördüm. Kan sarayına varmıştık. Bir önceki saraya göre daha çok birkaç kulenin birleşimi gibi görünüyordu. Baştan başa taştan inşa edilmişti ve karşısındaki dağın yamacında tek başına duran, ayrı ve talihlilerin eğitim için götürüleceği kule olduğunu düşündüğüm yere uzun bir köprüyle bağlıydı.
Göğsüm hiddetle inip kalkarken damağıma ilişen kan tadı yüzümü ekşitmeme sebep oldu. Kan sarayının girişindeki metalden yapılma kapısından iki muhafızın gözetimi eşliğinde geçtik. Sayısını tahmin edemediğim kadar odası, kan kırmızısı frenklerin süslediği tavanları, uzunca ve şamdanlarla aydınlatılmaya çalışılan koridorları, geniş avluları ve adına yaraşır olan kan kırmızısı konun ağırlığı ile bu saray insanı kendisine çekiyordu ancak bir o kadar da tedirgin ediciydi.
Dağın yamacında olmasından kaynaklı olarak bulutlar bir araya toplanıp güneşi engelliyor gibi gözüküyordu.
Sisli bir hava hakimdi.
Uzun bir koridordan geçerken muhafız eliyle, "Bu taraftan." diyerek yolu gösterdiğinde, adımlarımı onlara doğru yönlendirdim. Etraf oldukça sessiz görünüyordu. Herhangi bir hareketlilik görmeyi beklemiştim ama şaşırtıcı derecede ıssızdı.
Tedirginlikle beni yönlendirdikleri koridorun sonundaki tahta bir kapının önünde durdum. Muhafız, "İçeride emredildiği üzere sizi tedavi etmesi için bir şifacı bulunuyor." dediğinde kaşlarımı çatarak dinlemeye başladım. Prense iyi olduğumu keskin bir dille ifade ettiğimi sanıyordum. "Daha sonra yine sizinle ilgilenmeleri için birisini görevlendireceğim."
"Ama..."
İtiraz etmemi önemsemeden geldiğimiz hızla arkasını dönüp giden ve sessiz koridorda gözden kaybolan muhafıza şaşkınlıkla baktım.
Lanet olsun.
Ne kadar süredir kapının önünde durduğumu anlamadığım o zaman diliminde, tahtadan çıkan gıcırtılar eşliğinde kapı aralandı ve hemen gerisinde durup yüzüme bakan yabancı bir yüz belirdi. "Sen de kimsin?"
Selam verircesine hafifçe elimi kaldırdım. ”Aisha ben."
Kız anlamsız gözlerle yüzümü incelemeye devam etti. Bu insanların derdi neydi? Sadece isim söylemek neden yeterli gelmiyordu da yanına bir de açıklama ekleme gereksinimi duyuyordum?
Sıkıntılı bir nefes verdim. "Aisha Grey. Talihlilerden biriyim."
Kız hafifçe gülümsedi. "Ah," kapıyı tamamen aralayarak geçmem için müsaade etti. "Bu kadar erkenden getirileceğinizi tahmin etmemiştim. Önce avluda toplanırsınız sanıyordum." Gözlerini kıstı. "Yolunu mu kaybettin yoksa?"
Buraya kadar prensin beni çekiştirerek getirmesi yüzünden erkenden gelmek zorunda kaldım. Çünkü ondan kurtulamadım. Ailemle bile vedalaşamadan zorla getirildiğim bu yerde gerçekten de yolumu kaybettim ama sebebi koridorlar değil.
"Evet," diye mırıldandım. "Sanırım yanlış bir koridora doğru döndüğüm için yolumu kaybetmiş olmalıyım. Kendimi direkt burada buldum." Omzumun gerisinden arkamdaki koridora doğru göz gezdirdim. "Avlu dediğin yere nasıl gidebilirim?"
"Gideceğin yere kadar sana eşlik edeyim." Kapıyı arkasından kapatarak odadan dışarı çıktı ve benimle beraber koridorda yürümeye başladı. "Yeniden kaybolmanı istemem."
Kendimi gülümsemek için zorladım ve kafamı salladım. Tedirginlik duygusu baştan aşağı içimi kemiriyordu.
Kızın bakışları üzerimde gezinmeye başladığında, "Bu arada ben kendimi tanıtmadım. Adım Valentina.” Gülümsedi. "Bana kısaca Tina da diyebilirsin."
Kafamı usulca kaldırıp, hemen hemen benimle aynı boyda olan ve ışıl ışıl parlayan gözlerine baktım. "Anladığım kadarıyla talihlilerden biri değilsin?"
Samimiyetle gülümsedi. "Hayır değilim. Ben kan sarayının şifacılarından biriyim." Gülümsemesi yavaşça silindi. "Ama amacımız yine de aynı."
Sorgulayan gözlerle karşımdaki kıza baktım. Neydi adı? Ah, Tina. "Krallığa hizmet ediyor olmaktan mı bahsediyorsun?"
Olumlu anlamda kafasını salladı. "Farklı yerlerde gibi görünsek bile aslında bu duvarların ardında kimsenin birbirine karşı bir üstünlüğü kalmıyor." Sonra bir süre durdu ve yanlış bir şey söylediğini düşünerek dudağını ısırdı. "Yani... krallığa aitsin ama krallıktan değilsin, öyle değil mi?" diye sordu ve ardından ekledi. "Buraya ister seçilmiş olarak istersen de benim gibi şifacı olarak gel… etrafında toplandığımız o amaç değişmiyor."
"Siz şifacıların birtakım güçleri olduğunu duymuştum," dedim ve bir süre bekledim. "Sanırım genetik olarak aileden geçiyor ve doğduğunuz anda sarayın himayesinde yaşamaya başlıyorsunuz?"
Anlayışla kafasını salladı. "Haklısın. Ancak eksik bir bilgi var.” Gözlerinden geçen keder duygusuna engel olamamıştı. "Doğdumuz anda belirli testlerden geçeriz. Bu sayede şifacı olup olmadığımız belirlenir. Ama bu sandığın gibi genetik değildir. Annesi şifacı olduğu halde çocuklarından birisi şifacı diğeri sıradan olanlar da var."
Tıpkı annemin de şifacı olması ve Ellie'nin sıradan olması gibi. Kafamı salladım usulca ve başka bir açıklama yapmayacağına emin olduğum için sessizce Tina'yı takip etmeye devam ettim. Koridorun bittiği yerde duran gözcüler geldiğimizi gördüklerinde sessizce önümüze geçerek bize eşlik ettiler. Eğimli ve kıvrılarak dönen koridorun üst kısmına doğru ilerlediğimizde içimden kendimi telkin etmeye çalışıyordum. Sessizce sarmal merdivenlerden inmeye devam ediyorduk. Olanlara anlam veremesem de daha şimdiden zihnime üşüşen bir yığın soru vardı. Ama bunları sormam yanlış anlaşılabilirdi ve şu an için yanlış anlaşılmak en son istediğim şeydi.
Koridorun sonundaki kapı açıldığında, şimdiye kadar gördüğüm en büyük avluyu ortaya çıkardı. Tam olarak ifade etmem gerekirse, nefes kesiciydi.
Tina'da hemen yanımda durup kollarını göğsünde birleştirerek aşina olduğu o yere, yani avluya bakmayı sürdürdü. "Eğitim için seçilmiş talihliler, akşam ki kutlamadan önce burada toplanacak ve her birinize tahsis edilmiş olan saray eğitmenleriyle eşleştirileceksiniz. Eğitimden sonra, saray ve krallık için yeterli donanıma sahip olunmadığı düşünülen kişileri seçmeme hakkına sahiptir."
Yüzümü buruşturdum. "Bu da ne demek?"
Bakışlarını bana doğru çevirdi. "Saray içerisinde belirlenmiş programlar dahilinde hem krallığımızın tarihi hem de savunma sanatlarıyla alakalı dersler görerek yıl sonunda bir sınava tabii tutulacaksanız. Bu sınavın sonunda buraya ait olduğunuzu düşünen eğitmenler, özel olarak size öncülük edecekler ve resmî olarak yeteneklerinize göre yanlarına alacaklar." Yüzünde hoşnut olmayan bir ifade belirdiğinde ardından gelecek olan cümlenin hiç hoşuma gitmeyeceğini daha o ağzını aralamadan anlamıştım. "Hiçbir eğitmen tarafından seçilmeme durumu da söz konusu tabii."
"Seçilemezsek ne olacak?" Tek kaşımı kaldırdım.
Sıkıntılı bir nefes verdi. "Bunu bir seçenek olarak düşünmemeni tavsiye ederim."
Zihnimdeki fırtına acı verecek derecede artmıştı. Tina'nın kullandığı her kelime cam kırığı gibi göğsüme batıyordu. Kendimi neyin içine düşürmüştüm ben böyle?
Tina, yarattığı sessizlikten rahatsız olmuş olacak ki bedenini bana doğru çevirdi ve eliyle geri dönmemiz için yeniden bana yolu gösterdi. "Bu sene ki düzenlemeler hakkında kesin bir bilgim yok. Talimatlar elime ulaşana kadar odana kadar eşlik edeyim ve sende bu süre zarfında biraz dinlen. Akşam ki kutlamadan önce sana yardımcı olması için Harriet'ı görevlendireceğim." Güven verircesine gülümsedi. Eh, teknik olarak üzerimde pek işe yaradığını söyleyemezdim. "Onu seveceğine eminim."
"Burada kimseyi sevmeme gerek yok." Sessizce mırıldandım. Duyup duymadığından emin olamamıştım çünkü herhangi bir ifade kondurmadığı yüzünden bunu anlamaya çalışmak epey zordu.
Yeniden karanlık koridora çıktığımızda yürüdüğümüz her adımda, ayağımızın altındaki mermerler adeta çatırdıyordu. Burası o kadar sessizdi ki... insanın tüylerini ürpertiyordu. "Burası hep böyle... sessiz bir yer midir?"
Sorum üzerine Tina'nın bakışları bana doğru çevrildi. "Ah, hayır. Emin ol akşam ki şenlikte öyle olmadığını anlayacaksın."
"Şenlik mi?" Şaşkınlıkla soludum. "Tam olarak neyi kastettiğini anlayamadım."
Koridorun sonunda iki muhafızın beklediği bir kapının önünde durdu. O durduğu için haliyle bende durmak zorunda kalmıştım. Bana içeriyi göstermek üzereyken, elleri kapının yuvarlak topuzunda duraksadı. Bakışlarını bana doğru çevirdiğinde karşılıklı durmuş birbirimizin yüzüne bakıyorduk. "Gözlerine baktığımda hiçbir şey bilmediğini net bir şekilde görebiliyorum ve bu şekilde buraya gelen kimsenin başarılı olamadığına defalarca kez şahit oldum. Birini daha kaldırabileceğimden emin değilim."
Duraksadım. Bir saniye. Bu... daha önce de mi yaşanmıştı? Yeni bir gelenek değil miydi? Ama nasıl bundan hiç haberimiz olmazdı? "Bunun Asos topraklarında ilk kez gerçekleştirildiğini sanıyordum?"
"Ve tabii ki herkes gibi yanılıyorsun." Sıkıntılı bir nefes verdi ve bizden uzaklaşmış olan iki muhafızın ardından boşalmış olan, duvarları gri ve yanmayan şamdanlarla kaplı olan hole göz gezdirdi. "Sana anlatamayacağım şeyler var. Yine de sanırım birazını bilmeyi hak ediyorsun. Çünkü... aynı durumda ben olsaydım bunu hak ettiğimi düşünürdüm."
"Şu an gerçekten hiçbir şey anlamadığıma eminim." Ona doğru yaklaştım ve sessizce fısıldadım. "Biraz daha açık olmaya ne dersin?"
Bakışlarındaki tereddütü yakalamıştım. Kendisiyle bir savaş verdiğinin ve şu an için hangisine karar verirse versin, verdiği o kararın yine de bir şeylere mal olacağına emindim.Ama geri adım atmadı ve duruşunu dikleştirdi. "Bu gece kralın sizi kuleye gitmeden önce kan sarayında ağırlamasının bir sebebi var. Sizleri... yani seçilmiş olan her bir talihli kişiyi geceyarısından sonra bir sınava tabii tutacak. Ve bunun amacı başarılı ya da başarısız olmanızı görmek istemesi değil, inan bana."
Çenemi dikleştirdim ve adımlarımı geriye doğru atarak onunla arama biraz mesafe koydum. "Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz?" Bir elimi sinirle saçlarımdan geçirdim ve boş olan koridora doğru döndüm. "Önce halkı kandırıp onları kendi istedikleri buymuş gibi göstererek seçildiklerine ve özel olduklarına inandırıyorsunuz. Ama aslında yapmaya çalıştığınız şey sanki bir deneyin parçasıymışız gibi bizi kralın önüne atmak mı? Bu sırada siz ne yapıyorsunuz? Bir sirk gösterisini izler gibi keyifle buna seyirci mi kalıyorsunuz?"
"Sakin ol," dedi yatıştırıcı bir sesle. "İllirya tanrıları üzerine yemin ederim ki tek istediğim şey seni bekleyen duruma karşı hazırlıklı olman. Sana daha fazlasını anlatmam ama en azından bu gece başına gelecekler için uyarabilirim."
Kafam karışmış bir şekilde kaşlarımı çattım. "Bu anlamlandıramadığım hassasiyetini benimle beraber gelen diğer talihliler için de gösteriyor musun? Bilmem farkında mısın ama seçilmiş olan tek kişi ben değilim."
"Sana bu geleneğin yeni olmadığını söyledim. Saray bunu diğer krallıklardan seçtiği insanları Asos'a getirerek devam ettiriyordu. Çünkü kendi halkı, büyük yıkımdan sonra böyle bir şeyi hoş karşılamazdı. Herkes yaralarını sarmakla uğraşıyordu. Ve kralın en son istediği şey de halkın nefretini kazanmaktı."
"Peki ya şimdi? Sanırım halkın nefretini kazanmak saray için eskisi kadar büyütülecek bir mesele değil, doğru mu anlıyorum?" Sesime bulaşan kinayeye engel olamamıştım.
"Kısmen doğru," derin bir nefes verdi. "Yıkımın üzerinden yıllar geçti. İnsanlar artık yaşananları hatırlamak istemiyor. Hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyorlar çünkü yapılması gerekenin bu olduğunu biliyorlar. O geceye şahit olanlardan geriye pek kimse kalmadı. Kalanlar da kayıplarıyla yaşamaya alıştılar. Ama diyar..." Gözlerini yumdu. Yeniden araladığında bakışlarındaki keder duraksamama sebep oldu. "O günden beri diyarda hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Sadece henüz kimse bunun farkında değil.”
Kendimi biraz da olsa sakinleşmiş hissediyordum. Yine de yumruklarımı sıkmaya devam ettim. "Peki bunu neden yapıyorsunuz? Bu insanları seçmenizin nedeni ne?"
Bakışlarını kaçırdı. "Akşama kadar dinlensen iyi olur." Ve bana bir kez daha dönüp bakmadan koridorda gözden kayboldu.
Bazen öyle anlar gelirdi ki bu sizin en büyük savaşınız sanırdınız. Ama en büyük savaş aslında ruhunuzu kötülüklerden korumak ve çamurda debelenirken bile yine kalbinizin sesine kulak vermekti.
Kendi kalbimi koruyabilecek miydim? Bu dört duvarın arasında düşündüğüm tek şey şu an için buydu.
Duruşum kendimden emin olsa da titreyen ellerimi sakinleştirmek ve gücü çekilmiş gibi hissettiğim bacaklarımla bana bakan kapıya doğru adım atmak bir an için zor geldi. Ellerimle pencerenin önündeki kalın mermer sütuna tutunarak soluklandım. Bazı şeyleri kabullenmek zor olacaktı. Ve ben kolayca kabullenebilen biri hiçbir zaman olmamıştım.
İçimden bir ses, bunlar henüz başlangıç olduğunu söylüyordu.
Güçlü olduğum ya da öyle zannettiğim anlar çok olmuştu. Ama şu an için sanırım güç benden oldukça uzaktaydı. Kendimi bu duruma alıştırmam gerekiyordu. Çünkü karşıma çıkan her engelde böyle tökezlemek beni asla ileri götürmezdi. Ve benim artık geriye dönecek pek şansım kalmamıştı.
⚔️
Tina'nın bahsettiği Harriet adındaki kız ben odaya geçtikten kısa bir zaman sonra yanında ismini bilmediğim iki kızla birlikte gelerek beni yaklaşan yemek için hazırlamaya başladılar. Kafamın içinde dönüp duran düşüncelere engel olmaya çalışıyordum. Konuşmaya fırsat kalmadan kendimi aynanın önünde oturur vaziyette bulmuştum. Harriet ve adını bilmediğim diğer iki kız, işkence gibi geçen uzun dakikaların ardından beni uygun hale getirmek için yıkadılar, giydirdiler ve olmam gereken aptal şey için beni boyadılar.
En kötüsü makyajdı.
Yüzüme değen beyaz macun gibi bir şey anında tenimin kaskatı kesilmesine sebep olmuştu. Aynaya baktığımdan kendimden uzakta bir kişi ile karşı karşıya gelmekten nefret ediyordum. Beni olduğum halimden daha çok olmamı istedikleri kişiye çevirmeye çalışıyorlardı. Solgun tenim, cildime değen malzemelerden dolayı şimdi daha canlı görünüyordu. Dudaklarıma kan kırmızı bir ruj sürülmüştü. Saçlarıma geniş hacimler verilerek sırtıma doğru atılmıştı. Dudaklarımdaki kan kırmızısı renk, bakışlarımdaki yeşil harelerle bezenmiş; soğuk ve zalim bir görüntü sergiliyordu gözler önüne.
Kızlardan birisi bakışlarımın aynadaki görüntümden uzaklaşmasını sağlayarak ayağa kalkmamı istediğinde beni bir elbisenin içine çekiştirerek sokmaya çalıştılar. Kendimi cenazesi için giydirilen bir cesede benzettim. Bunun gerçeğe çokta uzak olmadığını biliyordum.
Kırmızı serpintileriyle harmanlanan koyu siyah elbise, ipek ve şeffaf dantelden yapılmıştı. Bu elbiseyi seçmeden kısa bir süre önce yatağa serilmiş olan başka üç elbise daha vardı. Harriet, bu elbiselerin sarayı temsil eden dört farklı hanedana ait renklerle bezendiğine dair bir şeyler anlatmıştı. Asos topraklarındaki her soyun, bu dört aileye dayandığını ve benim ki hangisiyse o rengi giymemin uygun olacağını söylemişti. Bir aileye bile sahip olamadığım gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, hangi haneye ait olabileceğim hakkında hiçbir fikrimin olmaması da bana oldukça normal geliyordu. Ama bu düşüncemi tabii ki onlarla paylaşma gereği duymamıştım.
Birkaç saniye elbiselere bakmış ve yalnızca sevdiğim renklere sahip olan o elbiseyi seçmiştim.
Seçimim, anlamadığım bir şekilde odadaki kızları dumura uğratmış gibi görünüyordu. Bu düşüncemi tasdikleyen elbetteki elbise ellerimdeyken Harriet'ın bana söylenmiş olduğu, "O elbiseyi giymek istediğinden gerçekten emin misin?" Diye başlayan cümlesi olmuştu.
Cevabım, basit bir omuz silkme hareketinden ibaretti.
Tüm hanelerin kendine ait bir rengi vardı, beni giydirdikleri renkler ise merhum kral ve kraliçenin ait olduğu haneye aitti. Yani kırmızı ve siyah. Sanırım neden bu şekilde tepki verdiklerini anlayabiliyordum. Onlara acılarını hatırlatan o lanetli günün bir sembolünü üzerimde taşıyordum.
Harika.
Sandalyeden kalkarak odanın en köşesine konulmuş olan boy aynasına doğru ilerledim. Etrafında Asos'un sembolü olan güneş desenleri vardı. Parmaklarımla üzerimdeki kıyafetin kumaşı ile oynamaya başladığımda bütün bunların bir rüya olmasını diliyordum. Bu rüyadan uyanmalıydım ama uyanamıyordum. Bakışlarımın odağını kaybetmesini sağlayan tek şey kapının tıklatılması oldu. Derin bir nefes verdim ve vücudumu dikleştirip kapıya doğru döndüm. Muhafızlardan biri kafasını hafifçe içeri doğru uzatıp, "Kral Aaron herkesi taht odasına bekliyor." diyerek kısa bir bilgi verdi.
Harriet gülümseyip, "Bir dakika sonra orada olacağız." dedi. Muhafıza doğru döndüğünde kapıyı ardından kapattı ve yanıma doğru geldi. "Tina sana bir mesaj iletmemi istedi." Rulo yaptığı küçük bir kağıt parçasını elbisesinin iç cebinden çıkararak avuçlarıma bıraktı. Önce elime bırakılmış olan kağıda daha sonra da Harriet'e doğru baktım. Ama o çoktan geriye doğru dönmüş ve kapıya yaklaşmaya başlamıştı. “Dışarıda bekliyor olacağım."
Usulca kafamı salladım.
Acele etmeden kağıdı açtığımda ilk başta güzel olan el yazısı dikkatimi çekti. Ama yazdıklarını okuduğumda, artık dikkatimi çeken tek şey kelimelerindeki anlamların üzerimde bırakmış olduğu ağırlığıydı.
"Bu gece için sana şans dilemek istedim. Orada olamayacağım ama içimden bir ses, senin her ne olursa olsun üstesinden gelebileceğini söylüyor. Çünkü bakışlarındaki cesaret, bu düşüncemi bariz bir şekilde destekler nitelikteydi. Sana daha fazlasını anlatamadığım için üzgünüm. Sadece şunu bil, her ne olursa olsun sezgilerine güvenmek zorundasın. Unutma, burada seni koruyacak tek şey, sezgilerin olacak."
Kağıdı okuduğum hızda geri katlayarak cebime yerleştirdim ve derin bir nefes vererek kapıya doğru ilerledim. Sanırım bu bir yabancı dahi olsa, en azından birinin yanımda olduğunu hissetmek güven verici bir histi.
Muhafızlarla birlikte odadan çıkıp eğimli ve kıvrılarak dönen koridorun üst kısmına doğru ilerlediğimizde içimden kendimi telkin etmeye çalışıyordum. Etrafımdaki her şeye karşı bilgisiz ve yabancı olmak oldukça tedirgin ediciydi.
Koridorun sonundaki kapılar açıldığında şimdiye kadar gördüğüm ki çok fazla oda görmediğimi biliyordum ama yine de en büyüğü olduğuna emin olduğum o taht odasını ortaya çıkardı.
Bu sarayın büyüklüğüne alışabileceğimi sanmıyordum. Aslında bu saraya alışabileceğimi sanmıyordum. Kapıdan girerek genişçe bir alana adım attık. Merdivenlerin aşağısında, adlarını bile bilmediğim yabancı birçok yüz bakışlarını dikmiş, soğuk bir beklentiyle salonda, hafif müzik eşliğinde ellerinde tutukları kadehlerinde içi dolu kırmızı sıvıyı yudumluyorlardı.
Gözüme çarpan her renk, az önce öğrendiğim hanelere aitti. Ve tahmin edin kim yalnızca tek bir hanenin rengine bürünmüştü.
Elbetteki ben.
Tanrı aşkına siyah ve kırmızı rengine sahip olan koskoca salonda yalnızca ben vardım!
Ardımdan kapanmış olan kapıya göz attığımda, geri dönüp üzerimi değiştirmek konusunda artık ne kadar geç kalmış olabileceğimi anlıyordum. Bakışlarım, salonun her bir köşesine yayılmış insanların arasında Aden'ı görebilmenin umuduyla geziniyordu. Geldiğim andan itibaren tanıdığım birine ihtiyaç duyuyordum. Ve o kişi şu an Aden'dan başkası olamazdı. Aklımın bir köşesinde merak içinde bıraktığım ve en son kavga ederek ayrıldığım annem ve Ellie vardı. Aden'ın onlarla vedalaştığına ve bu yüzden aramızda geçenlerden haberdar olduğundan adımın Aisha olduğu kadar emindim.
Merdivenin son basamağına geldiğimde meraklı ve şüpheyle bakan yüzlerin arasından geçerken adımlarım dengeli ve yüzüm, içimde hissettiklerime rağmen beklenmeyecek kadar sakindi. Bazı hanedan renklerine bürünmüş olan insan yığınının arasından ilerlerledim. Şaşkın bakışların ağırlığını üzerimde hissediyordum.
İçim bilinmezlikle kavrulurken bile gözlerimdeki soğukluk ve omuzlarımdaki güç hissedilebilir cinstendi. Bana yöneltilmiş olan bu bakışları, üzerimdeki elbisemden kaynaklandığını biliyordum ama buna aldırmadım.
Kenardaki duvar dibine geçerek herkesi rahatlıkla görebileceğim bir şekilde beklemeye başladım. Masaların üzerindeki içi kırmızı sıvıyla dolu olan bardaklardan birini elime alarak dudaklarıma doğru götürdüm.
Hım. Üzüm şarabı. Kesinlikle Solaris topraklarından getirdirildiğine emindim çünkü bizim topraklarda tarıma dair hiçbir şey bulunmazdı.
Boğazımdan geriye kayan sıvının serinletici hissiyle dudaklarımdaki kıvrıma engel olamadım.
Tanrım.
Saatlerdir aç ve susuz bir şekilde ayakta kalabildiğime inanamıyordum. Özellikle de buraya gelmeden önce başımdan geçmiş olan şeyleri düşündüğümde çoktan yere düşüp bayılmam gerekirdi. Ancak hazırlanmadan önce sıcak küvete girmek, acı içindeki kaslarıma ve yara alan sırtıma çok iyi gelmişti.
Tıpkı şimdi de şarabın mideme iyi geldiği gibi. Tadı gerçekten nefisti.
"Vay canına," kafamı sesin geldiği yöne doğru çevirdiğimde benden bir kafa boyu kadar kısa olan, üzerinde mavinin eşsiz bir tonu bulunan ve bedenini ikinci bir deri gibi saran elbisesiyle yanıma yaklaşmış olan kıza doğru döndüm. “Böyle bir gecede, bu renklerin tercih edilerek giyileceğini tahmin etmezdim doğrusu. Cesaretin hayranlık uyandırıcı.”
Kadehi usulca dudaklarımdan uzaklaştırarak, "Yalnız değilsin." diyerek belli belirsiz tebessüm ettim. "Buradaki herkes seninle aynı şeyi düşünüyor olmalı."
"Bunu pek önemsiyormuş gibi görünmüyorsun?” Bir sorudan çok, onay verici bir cümle gibi gelmişti. Memnun olmuş bir şekilde gülümsemek istedim ancak ne kadar tepkisiz kalırsam o kadar iyiydi.
Omuz silkmekle yetindim. "Aksi olsa bile sonucu değiştireceğini sanmıyorum."
Bir süre bekledi ve dediğim cümlenin üzerine herhangi bir yorum yapmadı. O da benim gibi bir kadeh alarak yeniden yanıma geldi. Gözlerini kalabalığın üzerine doğru çevirdi. "Bu arada kendimi tanıtmadım. Ronnie Bryne.”
"Aisha Grey," bende bakışlarımı ona doğru çevirdim. "Sürpriz talihliyim."
"Biliyorum." Etrafına bakındı ve çekinerek, "Bu geceki kıyafetinle sürpriz talihli oluşunun hakkını veriyorsun." dedi. Sesinde herhangi bir ima aradım ama yoktu. "Tanrım, bütün gözler senin üzerinde. Nasıl dayanıyorsun?"
Umursamaz bir ses tonuyla, "Her ne kadar bir oda dolusu insanın bakışlarına maruz kalmaya alışık olmasam da insanların ne düşündüğüyle hiçbir zaman ilgilenmediğim için kolayca görmezden gelebiliyorum." diyerek açıklama yaptım.
Başını iki yana salladı. "Burada kaldığımız süre boyunca sanırım hepimiz bunu yapmaya çalışmalıyız."
İçimi saran huzursuzluğa engel olamazken, "Sence bu şey... normal mi?" diye sordum, kadehimde kalan son yudumları da içmeye devam ederken.
"Tam olarak hangi kısım? Hiçbir açıklama dahi yapılmadan saraya getirilmemiz mi? Yoksa süs bebekleri gibi giydirilerek başımıza geleceklerden habersiz içkilerimizi yudumluyor olmamız mı? Çünkü ikisi de kesinlikle normal değil."
Birkaç dakika süren gergin bir sessizlikten sonra, "Geceyarısından sonra kral, talihlileri ufak bir sınava tabii tutacak. Ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Sadece beklenmedik bir anda olacağını ve her ne görmeyi bekliyorlarsa bunun için uğraşacaklarını biliyorum." Tina'nın verdiği bu bilgiyi hiç tanımadığım birine söylemek ne kadar doğru bir hareketti bilmiyordum ama bildiğim tek şey Tina'nın da benim için bir yabancı olduğu ve bu hayati bilgiyi yalnızca kendime saklayacak kadar bencil olmadığımdı.
Şaşkınlıkla bana doğru döndü. "Sen... bütün bunları nereden biliyorsun?"
Cevap vermeme fırsat kalmadan kalabalığın uğultusu aniden kesildi. Bakışlarımız aynı anda yukarı doğru döndü. Bu sayede herhangi bir cevabım olmayan sorusunun ağırlığından da kurtulmuş oldum. Ancak merdiven basamaklarına bakar bakmaz da anında pişman olmuştum. Saatler öncesinde yan yana olduğum o tanıdık bedeni gördüğümde midemin kasılmasına engel olamadım.
Elimdeki kadehi sıkıca tutarak merdivenlerden inmeye başlayan tanıdık yüzlere bakmayı sürdürdüm. Herkes eş zamanlı olarak eğilerek, soğukkanlılıkla başını dimdik tutan veliaht prensi ve yüzünde hiçte samimi olmayan bir gülümseme ile konuklarına bakan kralı selamlıyordu. Yanımda duran Ronnie bile dizlerinin üzerine doğru hafifçe eğilerek kafasını yere doğru eğmişti.
Salonda eğilmeden bütün cüretiyle dik duran tek kişi bendim.
Veliaht prens, merdivenlerden inmeden hemen öncesinde başları eğik duran bütün konukları göz ucuyla incelerken tanıdık bakışlarını aniden bana değdirdi. Gözlerini benden çekmeden bir süre olduğu yerde öylece durmaya devam etti. Bakışları keskindi. Benden uzakta olmasına rağmen vücudumda var olan her parçayı dikkatlice inceliyordu. Nefesimi tuttum ve alev alev yanan tenimin ıstırabını göz ardı ederek olacakları bekledim. İçim titriyordu ama bedenim sarsılmaz bir duruş sergilemeye devam ediyordu.
Prens, sakin adımlarla merdivenlerden inmeye başladığında, her bir adımı ben buradayım demek ister gibi değiyordu mermer zemine. Teni açık beyaz, saçları ormanda gördüğüm dağınık halinden oldukça farklı bir şekilde özenle geriye doğru taranmıştı ama buna rağmen birkaç tutam alnına doğru düşmüştü.
Başında tacı yoktu.
Aslında buna ihtiyacı olmadığını da biliyordum. Herkes onun veliaht prens olduğunu biliyordu. Belli ki bunun bilinciyle insanlara aşina oldukları bir gösteriş sunmaktan geri kaçıyordu.
Salona doğru adım attığında eğik duran başlar yeniden dikleşmeye başladı. Bakışlarım yeniden salondaki insanlara çevrildi. Herkesin gözleri parlıyordu ve göğüsleri burada olmaktan dolayı kabarıyordu. Midemdeki o ekşi hissi yeniden hissettim.
Aiden, sakin adımlarla herkesi es geçerek umursamaz bir tavırla bana doğru ilerledi. Güçlü bakışları beni olduğum yerde hareketsizce tutmak konusunda oldukça ustaydı ve bunun için ekstra bir çaba sarf etmesine bile gerek kalmıyordu. Karşıma geldiğinde nefesimi tuttum.
Şu an onun veliaht prens olduğuyla yüzleştiğim ilk an olması gerekiyordu. Zaten aksi şekilde de davranamıyordum çünkü yüzümde farkında olmadığım bir şaşkınlık kırıntısı olduğuna neredeyse emindim.
"Şaşırma." Bunu o kadar sessiz söylemişti ki duyduğumu hayal ettiğimi düşündüm. "Karşılaştığımız ilk andan itibaren benim kim olduğumu bildiğini biliyorum." Şaşkın bakışlarım cümlesine devam etmesi için yeterli gelmiş olmalıydı. "Sanırım şimdi gerçek bir tanışma gerçekleştirebiliriz."
Konuştuğu sırada kalbim deli gibi atmaya başladı. Sözleri, duygudan oldukça uzak gibi görünse bile daha çok bir emir gibiydi. Eğilmediğimi görmüştü ve gerçek bir karşılaşma olmasını istediği cümlesinin altındaki anlamın ne olduğunu anlıyordum.
Bir prensi gördüğümde yapmam gereken şeyi gerçekleştirmemi bekliyordu. Onu selamlamamı. Hayır. Aslında itaat ederek tam olarak önünde eğilmemi istiyordu. Ronnie'nin şaşkın bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum ama tam karşımda duran veliaht prensten dolayı sesini çıkaramıyordu.
Ben sessiz kaldıkça ortam daha fazla gerilmeye başlamıştı. Kral'ın yüzünü göremiyordum ama şu an olanlara bir anlam veremediği ve kaşlarının gittikçe çatıldığını da tahmin etmek zor değildi.
Neden bunu yapıyordu? Neden beni tanımıyormuş gibi davranmak yerine bütün gözler üzerimizdeyken yanıma gelme cüretini gösteriyordu?
Sonra beklenmedik bir şey oldu. Ve bunu koca salonda yalnızca ben fark ettim.
Bakışlarımı az önce Aiden'ın indiği merdivenlerin yanındaki mermer sütunun arkasına doğru çevirdim. Aden bütün asaletiyle orada duruyordu ve tepeden olanları izliyordu. Onu henüz kimsenin görmediğine emindim.
Yutkundum ve bakışlarımı gözlerinden ayıramadım. Neden burada olduğumu bildiği halde yanıma gelmek yerine bir seyirci gibi gözlerden uzak durmayı tercih ettiğini anlayamıyordum. Ama bunun üzerinde durmayacaktım. Ne olursa olsun Aden’a güveniyordum. Şu an yanımda olamamasının eminim ki geçerli bir sebebi vardı. Bunu onunla daha sonra konuşabilirdim.
Şimdi ilgilenmem gereken başka bir sorunla karşı karşıyaydım.
Bakışlarımı, delici gözlerin sahibine yani Veliaht Prens’e doğru çevirdiğimde, sabırla karşımda duruyor olması beni şaşırtsa da ifademden ödün vermedim. "Majesteleri," dedim ve hafifçe eğilerek reverans yaptım.
Sırtımı yeniden dikleştirdiğimde, Kral Aaron yaşananlardan hoşnutsuz bir tavırla Aiden'ın geniş omuzlarına elini koyarak yanımıza doğru geldi. "Oğlumu bu kadar alıkoyan şey nedir bende görmek isterim."
Ve tam o an göz göze geldiğimizde bakışlarında yatan saf şaşkınlık duygusu olduğum yerde duraksamama sebep oldu. Aaron, soluk soluğa adımlarını bana doğru yönlendirdi ve şaşkınlık duygusu yerini bastırılamamış bir öfkeye bıraktı.
"Sen..." Aaron hayretle bana bakarak başını yavaşça iki yana doğru salladı. Ben cümlesine devam etmesini beklerken o otoriter bir sesle, "Muhafızlar!" diye bağırdı.
Aiden kaşlarını çatarak öfke dolu gözlerle bana bakmaya devam eden babasına bakıyordu. Onun da en az benim kadar şaşkın olduğunu, hiçbir şey anlamadığını belli eden bakışlarında görebiliyordum.
Muhafızlardan birisi, Kral’ın emri üzerine büyük bir hızla yanımıza doğru geldiğinde, salondaki herkesin nefesini tutmuş, bir oyunu izler gibi soluk almadan olacakları beklediğini hissedebiliyordum.
Benimde onlardan bir farkım olduğunu söyleyemezdim.
Aaron bakışlarını üzerimden çekmeden yanımıza gelen muhafıza doğru, "Derhal tutuklayın bu kızı," diyerek emir verdiğinde yapabildiğim tek şey Aiden’a bakmak oldu.
Olduğum yerde donakaldım.
Pardon ama... ne?
⚔️
|
0% |