
4.BÖLÜM
"Özgürlük, onlar için ağır bedellere sebep oldu,
ancak bu bedeli ödemeyi kabul edenler günün sonunda ona sahip oldu."
⚔️
Derin bir soluk döküldü dudaklarımın arasından ve ne zaman kapandığını bile hatırlayamadığım göz kapaklarımı hızla karanlığa doğru araladım. Birkaç kez gözlerimi kırpıştırarak bulanık bakan irislerimi netleştirmeye çalıştım. Zihnim de en az gözlerim kadar bulanıktı. Nerede olduğumu bilmiyordum. Bir elimi sol göğsüme doğru yaklaştırarak nefeslerimi düzenli hale getirmeye çalıştım. Sırtımı sert ve soğuk duvardan ayırdım. Etraf oldukça karanlıktı. Karşı duvara sabitlenmiş olan meşaleden sızan mumun ışığının odayı -tabii burası bir odaysa- aydınlattığı kadar etrafı incelemeye devam ettim.
Zihnimde derin bir boşluk hakimdi. Ne zaman gözlerimin kapandığını ya da ne zaman ve kim tarafından bu odaya getirildiğimi hatırlamıyordum. Derin bir uykudan uyanmış gibi sersemleşmiş hissediyordum.
Kendimi zorlukla ayağa kaldırdığımda bir elimle duvardan destek almak zorunda kalmıştım. Birkaç adım tökezledikten sonra sonunda dengemi yakalayabildim ve sırtımı dikleştirdim. Üzerimdeki elbiseye doğru döndüğümde bakışlarımın kısa bir an duraksadığını hissettim. Zihnimin kayıp parçaları da bu şekilde yerli yerine oturduğunda bulunduğum konum artık daha da canlı bir hal almıştı.
Tanrım, bir zindana kapatılmıştım.
Sanırım Ellie bu halimi görüyor olsaydı, kıyafetin hakkını bir balo salonunda veremediğim, zindanın karanlık ve kirli duvarlarının arasında heba ettiğim için beni kendi elleriyle saraya göndermek konusundaki çabasına pişman olurdu. Geriye dönüp olayları zihnimden tekrar geçirdiğimde, kralın emrinden sonrasında olan hiçbir şeyi hatırlayamadığımı fark ettim. Uyutulmuş ve kendi kendime uyanmış gibiydim. İşin ilginç tarafı, uyutulduğum zaman dilimini de hatırlayamıyordum.
Gerçekten aklımı yitirmek üzereydim.
Hayattın bahşettiği trajik anların gelişim aşamasında kaçırdığım bir nokta olmalıydı. Aksi taktirde başıma gelen olaylar silsilesinin altında yatan bu talihsiz kaderi daha fazla yaşamaya devam edemez hale gelecektim.
Yorgun adımlarla zindan parmaklıklarını es geçerek sağ tarafımda kalan küçük pencereye doğru ilerledim. Kutu kadardı ve cam yerine kapının üzerindekilerle aynı olan demir parmaklıklarla örülmüştü. Yine de içeri az da olsa hava girdiği için şükretmeliydim. Benim gibi panik atağa sahip olan biri için olduğum yerde nefes almaya çalışmak işkenceden farksızdı.
Gecenin içine serilmiş olan serin rüzgar az da olsa yüzümü eşeledi. Derin bir nefes çektim içime ve hafifçe parmak uçlarımda yükselerek karanlığın izin verdiği ölçüde etrafı incelemeye başladım. Gördüğüm tek şey okyanusun üzerine serilmiş olan kocaman bir sis perdesiydi. Kulaklarıma ise sert kayalıklara vuran dalgaların iç yakıcı sesi doluyordu. İçinde bulunduğum zindanın yerin altında olacağını düşünmüştüm ama anlaşılan oldukça yüksek bir yerde bulunuyordum.
Ne harika ama... kral en azından bu konuda bonkör davranmıştı.
Homurdanarak arkamı döndüm ve zindanın kilitli olan kapısına doğru yaklaştım. Koridorun oldukça sessiz olması ilginçti doğrusu. Zaten bu sarayın bu kadar sessiz olması başlı başına tüyler ürperticiydi. Sarayların görkemli ve ağzı açık bırakacak kadar hayranlık uyandırıcı olması gerekmez miydi? Anlaşılan bu Kan Sarayı için geçerli değildi. Başımda bekleyen bir çift muhafız olmasını hayal etmiştim ancak görünürlerde kimse yoktu. Koridorların duvarlarına, aynı zindanın içinde olduğu gibi belirli aralıklarla meşaleler asılmış ve bir nebzede olsa gözle görülür hale getirilmeye çalışılmıştı.
En azından Aden yanımda olsaydı ve olanlar hakkında onunla konuşabilseydim çok daha rahat hissedeceğime emindim. Şu an nerede olduğu ya da benim nerede olduğumu bildiğinden o kadar da emin değildim. Belki de babasının o çok bahsettiği işe yarar nüfuzunu, tam da şu an beni bulmak ve buradan çıkarmak için kullanabilirdi.
Evet. Buna gerçekten ihtiyacım varmış gibi görünüyordu.
Ellerimi demir parmaklıklara sararak sıkı sıkı tutundum ve görebildiğim ölçüde koridoru incelemeye başladım. "Kimse var mı?" Sesim eko yaparak yeniden bana döndüğünde sıkıntılı bir nefes verdim ve kafamı soğuk demire doğru yasladım. İçimdeki Aisha, tam şu an deli gibi çığlık atmakla, parmaklıkları yerinden sökmek arasında ince bir çizgi üzerinde yürüyordu. Birinci seçeneği tercih edecek olursam koridorda yankılanıp bana yeniden dönecek olan sesimle karşı karşıya kalacaktım. Eh, en azından bir nebze de olsa rahatlamış olurdum.
İkinci seçeneği tercih edecek olursam da...
Edemezdim.
Kafamı eğdiğim yerden kaldırarak sıkıntılı bir nefes verdim. "Hey!" Boş olan koridora doğru bağırdım. "Ya birisi gelip beni hemen buradan çıkarsın ya da…” elimi kaldırarak sertçe parmaklıklara doğru vurdum. "Cümlenin devamında başka bir alternatif yok. Tek seçenek buradan çıkarılacak olmam!"
"Neredeyse ikna edici bir konuşma olacaktı, Grey." Koridorun sonundan tanıdık bir ses işittiğim esnada eş zamanlı olarak sert adımlar da doldu kulaklarıma. "Sadece üzerinde biraz daha çalışmaya ihtiyacın varmış gibi görünüyor."
Geniş omuzlara sahip olan o silüet, gölgelerin ardından çıkarak karşıma dikildiğinde, yüzünü görmeye ihtiyacım olmadığını tanıdık sesini işittiğim andan itibaren anlamıştım. Yine de kafamı sesin geldiği yöne doğru çevirdiğimde Aiden'ı koridorun girişinde asilce durmuş bir vaziyette görmeyi beklemiyordum. Bana doğru yaklaşmaya devam ettiği süre içerisinde üzerinde kol ağzı beyaz fırfırlı olan gömleği ve hacimli pantolonunun üzerine çektiği, dizlerine kadar uzanan çizmeleri ile karşımda bu şekilde görmeyi hayal etmemiştim desem daha doğru olurdu.
Şaşkınlığımı gizlemek adına kirpiklerimi birkaç kez kırpıştırdım. "Kendimi ikna edici konuşmalar yapmamı gerektirecek daha çok durumda bulacağımı mı ima ediyorsun komutan? " Daha sonra yanlış bir şey söylemişim gibi yüzümü buruşturdum. “Pardon. Sanırım artık size prens diye hitap etmeliyim çünkü yaklaşık birkaç saat önce önünüzde eğilmemi isteyerek bunu kesin bir dille ifade etmiştiniz."
Gerildiğim anlarda bunun dilime yansıyor olması ve buna şahit olan kişinin de son zamanlarda o olması işimi hiç kolaylaştırmıyordu doğrusu.
Aiden, etkilenmemiş gibi sırtını karşımdaki duvara doğru yasladığında, kollarını göğsünde birleştirdi ve bir ayağını diğerinin önüne doğru kırarak rahat bir pozisyon aldı. "Ben prens değilim."
Tek kaşımı kaldırdım, "Ah," ve dudaklarıma alaycı bir sırıtış ekledim. "Sanırım ne Kral ne de halk sizin gibi düşünmüyor."
Kaşları çatılsa da dudakları belli belirsiz bir gülümsemeye ev sahipliği yapmıştı. "Benimle istediğin kadar resmî bir şekilde konuşabilirsin ama bana ne istediğimi soracak olursan ben kesinlikle oyumu komutanım demenden yana kullanıyorum."
Belli belirsiz tebessüm ettim. "Sanırım komutan diye hitap etmenin garip bir rahatlığı var. Prens kelimesi biraz şey duruyor..."
Dudaklarına hafif bir sırıtış ekleyerek sırtını yasladığı duvardan uzaklaştırdı ve parmaklıklara doğru yaklaşarak tam önümde durdu. "Eğrelti mi?"
Olumlu anlamda kafamı salladım. "Evet. Benimde söylemek isteyeceğim şey tam olarak buydu."
Kafasını omzuna doğru düşürdü ve düşünüyormuş gibi bir süre sessiz kaldı."Çünkü kendimi hiçbir zaman prens gibi hissetmedim. Ama hissettiğim şeyi görebilen ve ona göre davranan tek bir kişi oldu bu zamana kadar. O da sensin."
İşte bunu itiraf etmesini beklemiyordum.
Gözlerimi kaçırmadan ona bakmaya devam ettim. Bir an için yüzüne sinen hisler, duvara çarpmış gibi hissetmeme sebep olurken, başka bir an için o ifadede sarsıcı duygular var oluyordu. Belki de şu an kurduğu cümleden anında pişman olmuş bile olabilirdi. Gözlerine baktığımda düşündüğü şeylerle iki dudağının arasından çıkan cümlelerin nedense aynı olmadığı hissine kapılıyordum. Belki onun için öylesine kurulmuş, önemsiz cümlelerdi ama altındaki anlamı hissettiğimde onda kendimi görüyordum.
Aslında kendime yarattığım yalnızlığı görüyordum.
Bu yüzden onun da neden kendisini Prens gibi hissetmediğini anlayabiliyordum. Çünkü krallığını ve halkını korumakla görevlendirilmiş ve bir savaşçı olarak yetiştirilmişti. Prens kelimesi tam da bu yüzden onda eğrelti duracak kadar süslü bir kelimeydi. Ne başında tacı vardı ne de altın varaklarla donatılmış bir tahtı. Onun yeri bunların oldukça dışındaydı ve belki de kendisini, kendi gibi hissedebildiği tek an savaş maydanlarıydı.
Aynı şeyi büyüdüğüm her an kendime yaşatmıştım. Ait olmadığım bir aileye sahip olabilmekle geçirmiştim bütün zamanlarımı. Ellie ve annemi çok seviyordum ama bir parçam onların yanında olmama rağmen onlardan biri olmadığım gerçeğiyle büyüdüğü için her an terk edilme korkusuyla savaşmak zorunda kalmıştım. Henüz yeni doğmuş bir bebekken, hiç tanımadığım insanların kapısına bırakılmıştım. O insanların annem ve Ellie olması, yaşadığım her an tanrılara duacı olmama sebep oluyordu. Ama ya bambaşka bir ailede, bambaşka bir koşulda büyümüş olsaydım? Şimdi nerede ve ne şekilde olacağım hakkında düşünmek bile istemiyordum.
Aksi halde hâlâ Aisha olmaya devam edebilir miydim?
Bu cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğim bir soruydu.
Her şeyin farkında olarak büyümüş olmanın hissi, başka hiçbir duyguyla kıyaslanmayacak kadar sarsıcıydı. Her zaman onlardan biri olmalıydım. Her zaman onlara yetebilmeliydim. Ve her zaman bir gün terk edilecekmiş gibi yaşamalıydım.
Çünkü ben buydum. Terk edilen ya da her an terk edilebilecek olan.
Şu an yaşadığım da bundan farksız değildi. Zindanın soğukluğu ve içinde bulunduğum kafesin ağırlığı, hissettiklerimi kanıtlar nitelikteydi. Bakışlarım odağını yavaş yavaş bulduğunda, okyanus mavisi gözlerin hala pürdikkat bir şekilde beni izlemeye devam ettiğini fark ettim. Neden konuşmadan öylece beni izliyordu? Bakışlarımı kaçırdım ve parmaklarımı demirden uzaklaştırarak bir adım geriye doğru attım. Buraya benimle dertleşmek için gelmediğine emindim. Hâlâ halletmemiz gereken önemli bir mesele vardı.
Mesela, işe beni bu kafesten çıkarmakla başlayabilirdi.
"Neden buradayım?"
Sorumla birlikte bakışlarından bunu beklemediğini anlamıştım. Yine de bu his belli belirsizdi. Geldiği hızda yok olmuştu ve alaycı ifadesine geri dönmüştü. "Küçük bir yanlış anlaşılma diyelim."
"Küçük bir yanlış anlaşılma mı?" Duyduğum şeyi reddetmek ister gibi cümlesini tekrar ettiğimde, sinirle kaşlarımı çattım. "Bana yapacağın açıklamanın hepsi bu kadar mı yani?"
"Gün doğduğunda kuleye gitmek için yola çıkacağız. Kalan birkaç saati dinlenmek için geçirmek isteyebilirsin." Sorduğum soruyu görmezden geldi. Cebinden, üzerinde geniş bir halkaya asılmış olan anahtarı çıkardı ve hücrenin kilitli olan demir kapısını açmak için uzandı.
Vücuduma nüfuz eden öfkenin izlerini söküp atabilmenin bir yolu olsaydı eminim bunu tam da şu an için kullanmak isterdim. Olduğum yerde kalakaldım ve şaşkınlıkla hiçbir uzvuma hareket emri bile yollayamadım. Yalnızca hareketlerini izlemeye devam ettim. Benimle dalga mı geçiyordu?
"Sana bir soru sordum komutan," sinirle yumduğum gözlerimin ardından samimiyetten uzak bir gülümseme kondurdum dudaklarıma. "Neden buradayım? Bana bir cevap borçlusun."
"Haddini aşma."
Gözlerimi usulca araladım ve bana bakmakta olan öfkeli gözleriyle karşılaştım. "Yoksa ne olur?” Yüzüme alaylı bir ifade sindi. "Beni Kral’a mı şikayet edersin?"
Şaşkınlıkla soludu. "Kahretsin Aisha! Senin sorunun ne?"
"Asıl senin sorunun ne?" Sesimi kontrol edemediğim bir tonda yükselttim. Sonra birkaç saniyeliğine gözlerimi yumdum ve sakinleşmek için kendime izin verdim. "Bana yapman gereken açıklamalar çoğalıyor ve ben o kadar da sabırlı biri değilim. Birkaç saat dinlenmem gerektiğini düşünüyorsan, kafamı yastığa koyduğumda bütün gece beni sorulara cevap aramak zorunda bıraktırma."
Çenemi kaldırıp doğrudan gözlerinin içine baktım. Kendime neden bunu yapıyordum bilmiyordum ama hissettiğim yakıcı olan o his, yalnızca öfke gibi geliyordu. Karşımda duran herkese karşı derin bir öfke duyuyordum. Bunun sebebi yaşadığım bilinmezlikler miydi emin değildim. Ama cevapsız kalan her sorum karşısında, suskunluğu tercih etmiş olan her insanda, bu öfke katlanarak artıyordu.
Halbuki kendi kendini taşıyan bir ırmağın akıntısında hayat bizi kendi sahillerimize ulaştırırdı. Ben o sahillerde uzanıp kendi gökyüzünü izleyen, Tanrı'nın yıldızlarına güvenen ama insanlarına asla güvenemeyen biri olarak içimi yakan bu hissin haykırışlarını daha fazla görmezden gelemezdim.
Artık değil.
Sessizliği kuşandığı o zaman diliminde farkındalıkla birlikte kaşlarım hayretle havaya doğru kalktı. "Dur tahmin edeyim," onun yaptığının aksine ben sessizliği bir silah gibi kullanmayacaktım. "Tüm gün boyunca yaptığın her şey yalnızca beni oyalamak içindi, öyle değil mi?"
Demir kapıyı aralamış, birkaç rahat adımda aramızdaki mesafeyi kapatarak yanıma gelmişti. Başını yana doğru eğerek gözlerimin içine baktı. Fiziksel olarak gerçekten etkileyici bir adamdı ve yanıma yaklaştığı her an kalbimin anlık da olsa teklemesine engel olamıyordum. Yine de donuk bakışlarımı sabit tutmak konusunda hâlâ başarılı sayılırdım.
"Yalnızca bazı şeylerden emin olmam gerekiyordu ama işler tahmin ettiğimin dışında gelişti ve..." ellerini her iki yanından havaya kaldırarak bulunduğumuz yeri işaret etti. "İşte buradasın."
"Emin olmanı gerektirecek olan neydi? Hırsızın kimliği mi?" Ona biraz daha yaklaştım. "Bu konuda sana zaten gerçek bir açıklama yapmıştım."
"Ne zannediyordun ki?" Sorusunu sorarken kullandığı ses tonu, tenimde adeta kadife bir hisle gezinirken elimde olmadan ürperdim. "Elinde tuttuğun hançere rağmen söylediklerine inanacak ve öylece bu işin peşini bırakacak mıydım?"
Kollarımı göğsümde birleştirerek alayla o güzel yüzünü inceledim. "Beni bu şekilde mi halletmeyi düşünüyordunuz yani?"
Bana zaten yeterince fazla müsamaha göstermiş olduğunu ve hak ettiğimin ötesinde bir anlayışla yaklaştığını kabul ediyordum. Ama buna rağmen çenemi dik tutmaktan ve sözlerimi bileyip ona karşı kullanmaktan da geri kalmıyordum.
Kaşlarından birini kaldırarak sanki onlar için herhangi bir tehdit olamazmışım gibi rahat bir ifade belirdi yüzünde ve cümlemin altındaki kinayeyi anlamamazlıktan geldi. Çünkü beni tam olarak hallediyor olsalardı karşısında bu şekilde duramayacağıma emindim.
"Buraya gelmeden önce muhafızlardan hırsızın yakalandığına dair bilgi aldım. Sorguda benimde olmam gerekiyordu. Vakit kaybetmeden gitmek istememin sebebi buydu." Bir elini dağılmış olan saçından geçirdi ve daha da fazla dağılmasına sebep oldu. "Ama ben sorgudayken muhafızlardan birisi krala hırsızın sen olduğuna dair bilgi vermiş."
Bu... saçmalıktı.
Her şeyin kendi gözetimi dahilinde gerçekleşiyor olması gerekiyordu. Bütün muhafızlar kendisinin komuta zincirine bağlıydı ve o bunun önüne bile geçememiş miydi? Bunun sonucu bana pahalıya patlatmıştı. Teknik olarak bir sorun yaşamamış olsam da bakışlarıyla bile benim oraya ait olmadığımı hissettiren bütün o yüzlerin arasından zorla alıkonarak buraya getirilmem yeterince küçük düşürücüydü. Bu daha fazla dikkat çektiğim ve artık gözlerin üzerimde olacağı anlamına gelirdi. Öyle değil mi?
"Peki ya hançer?” Sesime yansıyan merak duygusuna engel olamamıştım. ”Nasıl çalınmış? Yani kraliyete ait bir şeyi öylece çalabilmek bu kadar kolay mı? Merak ediyorum doğrusu."
Yalnızca omuz silkmekle yetindi. "Bundan sonrası senin ilgi alanına girmiyor, Grey."
Vücudumdaki tüm duyular adeta alarma geçmişti. Gerçeği bildiği halde benimle alay eder gibi oynamıştı. Aileme veda bile edemeden zorla alıkonulmuş ve saraya getirilmiştim. Yetmezmiş gibi üzerine hırsız damgası yemiş ve Kral’ın karşısına bir suçlu olarak çıkmıştım. Ama o karşıma geçmiş yalnızca kelime oyunu yapıyordu.
Kahrolasıca prens bozuntusu.
"Neyin ilgi alanıma girip girmeyeceğini test etmek istemezsin.” dedim, tehdit vari bir ses tonuyla.
Gözlerinde kısa bir an için yakaladığım o ışıltı, gökyüzünden süzülmekte olan bir yıldız kadar merak uyandırıcı gelmişti. Böyle anlarda zihninden benimle ilgili hangi düşüncelerin geçtiğini öğrenmek isterken buluyordum kendimi.
"Kokusuzsun öyle değil mi?" Bakışları, saçlarımın açıkta bırakmış olduğu omuzlarımdaydı. Daha sonra gözleri gözlerime doğru tırmandı ve bana hayatında ilk kez gördüğü bir şeymişim gibi bakmaya başladı. "Bu korkusuzluğunu kuleye gittiğimizde eğitimlerin sırasında da göstermelisin. Oldukça ihtiyacın olacak."
"Affedersin?" Bakışlarım kısa bir an için duraksadı. "Bu bir tehdit mi?"
Umursamazca omuz silkmekle yetindi. "İnsanların kafalarına birkaç hançer fırlatmaktan daha fazlasını yapmak zorunda kalacaksın. Aksi halde muhtemelen seni öldürme çabaları konusunda başarılı olacaklar."
Pekala. Bu... oldukça tuhaftı. Cümlelerinin altında yatan anlamların gerçek mi yoksa yalnızca kafa karıştırmak için kurulmuş olan bir tür oyun mu olduğuna karar veremiyordum. Beni korkutmaya çalışıyorsa ki bundan daha fazlasını yapmaya ihtiyacı vardı, bu konuda başarılı olduğunu söyleyemezdim. Aksi halde oynadığı zihinsel oyunlar konusunda taktiksel ilerlediğini de kabullenmek zorundaydım.
İnsanları sinsice manipüle ediyordu. Ve bunu anlayabilmek için epey efor sarfetmek gerekiyordu.
"Sanırım düşündüğünden çok daha fazlası olduğumu göstermeye ilk senden başlamalıyım," diye meydan okudum. "Aksi halde beni katletme onuruna erişmek için sıraya girmek zorunda kalacaksın."
Gözlerime doğru baktı ve orada yalnızca öfkeden daha fazlasına şahit olacağı hiçbir şey bulamadı. Sanki içimi görmek istiyormuş gibi dikkatlice inceliyordu beni. Bu hem olduğum yerde kıpırdanmama hem de çenemi diktiğim ve dümdüz bir ifadeyle baktığım duruşumu korumak istememe sebep oluyordu. Beni hep ikilemde bırakıyordu.
"Bir sonraki karşılaşmamızda elinde bir hançer ve üzerinde bir elbise olmadığından emin olacağını söylemiştin. Benimde bundan emin olacağıma güvenebilirsin." Kullandığı ses tonu oldukça sakindi ve bu tüyler ürperticiydi. "Ayrıca seni katletmek mi?" Kafasını reddetmek ister gibi her iki yana doğru salladı. "Seni bu gece öldürmek için sıraya giren kimse yok, en azından şimdilik."
Pardon ama... ne?
Hayret dolu bakışlarımla beni öylece arkasında bıraktı ve olduğu yerden geriye dönerek koridora doğru ilerledi. Şaşkınlıkla arkasından, "Bu da ne demek şimdi?" diye seslendim.
Karanlığın içinde ilerlerken omzunun üzerinden bana doğru dönerek, "Ölmeyeceğini bir süre garanti ediyorum demek," diye karşılık verdi. “Şimdi… Asos’un Veliaht Prens’i Kral’ın emrine karşı gelerek muhafızların yapması gereken işi kendisi hallettiği için çiğnemiş olduğu bu yasağı bütün bir saray öğrenmeden önce sana tahsis edilmiş olan odaya dön."
Dudaklarımdan hayret verici bir ses çıkmasına engel olamadım. "İyi de Asos'un Veliaht Prensi’ sensin!"
Beni dinleme zahmetine bile girmeden çoktan gözden kaybolmuş ve arkasında, olanlara hiçbir anlam veremeyen bir ben bırakmıştı.
⚔️
Odadaki hareketliliği hissediyordum. Gözlerim kapalı olsa bile yeni yeni kendine gelmekte olan zihnim çoktan kendisini uykunun kollarından mahrum bırakmıştı. Bana tahsis ettikleri odada boydan boya uzanan bir cam pencere vardı. Sanırım odaya geldiğimde balkona açılan bu pencereyi açık bırakmış olmalıydım. Çünkü şafağın o ılık kokusunu ve içeriye dolan hafif esintiyi bütün bedenimde hissedebiliyordum. Günün doğmasına birkaç saat kalmış olmalıydı ve Aiden'ın zihnimde beliren kadifemsi sesi, birazdan yola çıkmamızı buyur eden cümleleri ile çoktan yankılanmaya başlamıştı.
Homurdandım.
Bedenim o kadar çok yorgundu ki... sanırım kuş tüyü yatağı bırakıp yeniden at üzerinde saatlerce yol alma düşüncesi pek cazip gelmiyordu.
Narin bir elin omuzlarıma dokunmasıyla irkildim. Eş zamanlı olarak karşımdaki kişi her kimse ne olduğunu bile anlamasına fırsat vermeden yastığımın altına gizlediğim hançeri çıkararak nefesini tam anlamıyla yüzümde hissettiğim o kişinin şah damarını hedef alarak yasladım ve kontrollü bir şekilde yataktan doğruldum. Hançerin keskin ucunu boynuna yasladığım yerde tutmaya devam ederken yavaşça gözlerimi araladım.
“İllirya tanrıları aşkına!" Tina, boynuna yasladığım hançeri kabzasından tutarak uzaklaştırmaya çalıştığında, sersemlemiş bir şekilde kolumun baskısını azalttım. "Günaydın deme şeklin üzerinde çalışmamız gerekecek." Ağırlığımdan uzaklaşarak geriye doğru bir adım attı ve bana tepeden bakmaya başladı. "Az kalsın beni öldürüyordun."
"Kimse sana uyuyan birine sinsice yaklaşmaman gerektiğini söylemedi mi?" Üzerimdeki yorganı kenara doğru iterek ayaklarımı yataktan indirdim ve ona doğru dönerek oturur pozisyon aldım.
"Yastığının altında bir hançer sakladığını nereden bilebilirdim tanrı aşkına!" Ses tonu bu duruma itiraz ediyormuş gibi geliyordu. “Aisha…lütfen bir daha kimsenin üzerinde onu bu şekilde kullanmayacağına söz ver."
"Kendimce oldukça geçerli sebeplerim var." Omuzumu silktim. "Buradaki kimseye güvenmiyorum."
İtiraz edecek gibi dudaklarını araladı. Daha sonra bunun oldukça gereksiz bir eylem olacağını fark etmiş olacak ki bir şey söylememeyi tercih etti. Sessizliğini fırsat bilerek sırtımı dikleştirdim ve hafif bir gerinme hareketinden sonra sarsak adımlarla Tina'nın benim için sandalyenin üzerine bıraktığını tahmin ettiğim kıyafetleri aldım.
Giyinmek için odanın sağ köşesinde bulunan banyoya doğru ilerlediğimde, Tina'nın da arkamdan konuşmaya başladığını duyabiliyordum. "Dün gece başına gelen talihsizlik için üzgünüm."
Bacaklarımı ikinci bir kumaş gibi saracağını tahmin ettiğim deri taytı önce sol bacağımdan daha sonra da sağ bacağımdan geçirdim. "Yapabileceğin bir şey yoktu. Sen de biliyorsun." Boğaz kısmından başlayan ve karnıma doğru inen, tıpkı az önce giydiğim tayt gibi deri ve altın işlemelere sahip olan ceketi de üzerime geçirdiğimde ne kadar rahatsız edici oldukları hakkındaki gerçeği göz ardı etmeye karar verdim. Asos'un batı yakası tahmin ettiğimden daha soğuktu. Diyarın bu kısmına hiçbir zaman gelmediğim için haliyle havanın da böyle olacağını düşünememiştim.
Bize verdikleri kıyafetlerin içi yünlüydü. Bu sayede bizi oldukça sıcak tutacağına emindim. Uzun bir zamanı at üzerinde geçireceğimiz için kıyafetlerin oldukça konforlu olduğunu inkar edemezdim. Bilhassa uzun elbiselerle yolculuk yapmak tam bir işkence oluyordu. Dizlerime kadar uzanan çizmeleri de ayağıma geçirdikten sonra bir bacağımı kırarak yere doğru çömeldim ve bağıcıklarını bağlamaya başladım.
"Yine de senin için elimden daha fazlasının gelmesini isterdim." Tina'nın sesine yansıyan kederli ton duraksamama sebep oldu. Ellerim bağıcıkları bağlamak üzereyken havada asılı kalmıştı. Derin bir nefes verdim ve sırtımı dikleştirip banyodan çıkmak üzere arkamı döndüm.
Bana neden yardım ediyordu? Beni tanımıyordu bile. Kimsenin karşılık beklemeden iyilik yapacağına inanacağım bir dünyada yaşamıyorduk. Bu yüzden elimden geldiğince buradaki herkese karşı tedbirli olmaya çalışıyordum. Tek güvendiğim kendi kalbimdi.
İçeri geçtiğimde Tina kollarını göğsünde birleştirmiş ve kalçasını da duvara yaslamış banyodan çıkmamı bekliyordu. "Bu arada sana söylemek istediğim bir şey var." Beklenti dolu bakışlarımı ona doğru çevirdim. "Talihlilerle birlikte kuleye gelmek için gönüllü oldum."
"Pekala..." Gözlerimi kıstım. "Bunu neden yaptın?"
Omuz silkmekle yetindi. "Saraydaki en iyi şifacıları seçeceklerdi," dudağının kenarında kendini beğenmiş bir gülümseme belirdi. "Bende seçenek olmayacak kadar iyi olduğum için gönüllü olup işlerini kolaylaştırdım."
Gülümsemekten kendimi alamadım.
Çıkardığım kıyafetleri geri sandalyenin arkasına bıraktığım sırada sol tarafımdaki kapı gürültülü bir şekilde aniden açıldığında ellerim istemsiz bir şekilde belimdeki kemere sıkıştırdığım hançerimin kabzasına doğru gitti. Tina yapacağım şeyi anladığı için onaylamaz bakışlarla bana baktı. Kafasını olumsuz anlamda her iki yana salladığında sıkıntılı bir nefes vererek ellerimi teslim olurcasına havaya kaldırdım.
Kapının aralık olan kısmından başını içeriye doğru uzatmış olan tanıdık yüzü gördüğümde kanım ters yönde akmaya başladı.
Aden.
Tina, "Majesteleri," dediğinde yanlış bir şey söylemiş gibi dudaklarını dişledi ve "Aden Evans," dedi sertçe.
Pekala. Burada neler oluyordu böyle?
Aden, içeri doğru girerek kapıyı arkasından kapattı. “Uzun zaman oldu Valentina,” dedi ve önce Tina'ya doğru dönerek kısa bir baş selamı verdi. "Habersiz geldiğim için özür dilerim." Daha sonra bakışlarını bana doğru çevirdi. "Gitmeden önce seni görmem gerekiyordu Aisha."
Onu gördüğüm için göğsümde meydana gelmiş olan rahatlama hissiyle neredeyse yere çöküp hıçkırarak ağlayacaktım. İşte şimdi kendimi evimde gibi hissediyordum.
Sessizce olduğum yerde durmaya devam ederken, Tina’da Aden’a doğru dönmüş ve “Seni de burada görmek güzel Aden.” diyerek içten bir şekilde gülümsedi. Daha sonra bizi yalnız bırakmak için odadan çıkmaktan başka şansı kalmadığının farkında olmuş olacak ki yaslandığı duvardan ayrıldı. Yanımızdan geçip gitmeden önce, "Sadece beş dakika.” dedi, itiraz kabul etmediğini belirten bir ses tonuyla. “Birazdan yola çıkmamız gerekiyor."
Aden, "Evet. Elbette." diyerek Tina'nın buyurmuş olduğu rica adı altındaki emrini sessizce kabullendi.
Tina'nın odadan çıkmasıyla birlikte bakışlarımı kapanan kapının üzerinden ayırarak Aden'a doğru çevirdiğim. Göğsümdeki o rahatlama hissi yerini hayal kırıklığına bıraktı. Onu gördüğüme çok sevinmiştim. Ama... bir yanım bütün bunlarla tek başına mücadele etmek zorunda kaldığı için isyan etmek istiyordu. Sarayı ve kuralları benden daha iyi bilen biri varsa o da Aden'ın ta kendisiydi. Geldiğim andan itibaren en çok ona ihtiyacım vardı. Ama buna rağmen bir tek onu bulamamıştım yanımda.
"Başına bir şey gelmeden önce seni bulduğuma çok sevindim Aisha.” Ciddi olduğunu anlamam için gözlerimin içine baktı. "Senin için gerçekten endişelendim."
"Başıma birçok şey geldi Aden." Sesimin isyan eder gibi çıkmaması için kayda değer bir çaba sarf etmiştim ama başarılı olduğum konusunda o kadar da emin değildim. "Ama benim için endişelenmene gerek yok."
Aden, ellerini her iki yanında sıkarak yumruk yaptı. "Senin için her zaman endişelendiğimi biliyorsun."
"Biliyorum." Başımı iki yana doğru salladım. "Ama hallediyorum. Hep hallettim."
"Artık tek başına halletmek zorunda değilsin. Burada... benimle birliktesin."
Ne söyleyeceğimden emin olamayarak bir süre sessiz kaldım. Olanlardan haberi olup olmadığından emin değildim. Bir yanım eğer olsaydı benim için elinden gelenin de fazlasını yapacağın söylüyordu. Ama diğer yanım... sanırım o yanıma kulak verirsem işler tahmin ettiğimin de ötesinde büyük bir çıkmaza girebilirdi.
Bir adım geri çekilerek masanın üstüne bırakılan hançerlere uzanarak belimdeki kemere sabitlenmiş olan kınlara doğru geçirdim. Saçlarımı bağlamak istememiştim. Dalgaları sırtıma doğru dökülüyordu. Arkamdaki sessizliğini korumaya devam eden Aden'ın varlığını daha fazla görmezden gelemeyeceğimi biliyordum. O benim hayatımın merkeziydi. Daha düne kadar benden uzakta olacağı için üzülürken bugün burada yan yanaydık.
Benim sorunum neydi?
Hızla arkamı dönerek, “Burada… benimle birlikte olduğun için mutluyum." dedim. Bir elimi koluna doğru koydum ve yüzüme alaylı bir gülümseme kondurdum."Yani teknik olarak burada olduğum için mutlu değilim ama... senden uzakta olmadığım için de seviniyorum."
"Sanırım birlikte olmamız konusunda bazı sıkıntılar olabilir." Aden yüzünü buruşturdu. "Eğitim sırasında ayrı düşebiliriz. Yine de bunun olmaması için elimden geleni yapacağım.”
Gözlerimi kırpıştırdım. Cümlesinin altındaki kesinlik biraz merak uyandırıcıydı. Dilimi kurumuş dudaklarımın üzerinde gezdirdim. Ona karşı hiçbir zaman kendimi kapatmamıştım. Şimdi neden bir şeyleri söylemek konusunda bu kadar zorlanıyordum? Ya da onun bütün cümleleri neden bana sorgulamamı gerektirecek kadar... şüpheli geliyordu? "Bütün bunları nereden biliyorsun?"
Hayatımız boyunca birbirimizden hiçbir şey saklamamıştık. Bakışlarımızdan bile her şeyi anlayacak kadar iyi tanıyorduk. Buraya gelişimizle birlikte bunun değişecek olmasının ihtimali bile beni tedirgin ediyordu.
Rahat bir tavırla ellerini deri pantolonun cebine yerleştirdi. Onun da üzerinde benim üzerimdekiler gibi siyah binici kıyafetleri vardı. Tek farkı, benim önümde olan işlemeler onun omuzlarında bulunuyordu. "Sana babamın zamanında saray için önemli bir pozisyonu olduğunu söylemiştim. Biraz onun nimetlerinden faydalanıyorum diyelim."
Ona bakarak başımla onayladım ve "Tina'da sana bu yüzden mi majesteleri dedi yani?" Diyerek merakla sordum.
"Hayır." Derin bir iç çekti. "Bilirsin... yakışıklılığım karşısında her kadının dili tutulur. Eminim Tina'nın beni gördüğünde yaşadığı kafa karışıklığının sebebi budur."
"Siz erkeklerin derdi yalnızca bu mu yani? Bir kadının dış görünüşünüze bakarak kolayca sizden etkilenmesi?" Tek kaşımı kaldırıp sorgulayıcı bir ifadeyle ona baktım.
Samimi bir gülümseme kondurdu dudaklarına. "Tanrıya şükür ki sen o kadınlardan biri değilsin. Benden etkilenmen başımızı belaya sokardı, Aisha Grey."
"Ah," sertçe omzuna vurdum. "Rüyanda bile göremezsin Aden Evans."
Kıkırdadı. Tam o esnada sarayın çanları gürültülü bir şekilde çaldığında yola çıkmamız için zamanın geldiğine dair haber verildiğini anlamıştım.
Gitme vaktiydi.
Aden kapıya doğru yönelmeden önce son kez bana doğru döndü. Elleriyle omuzlarımdan tutarak kendisine bakmam için hafifçe baskı yaptı. "Kuleye vardığımızda gruptan ayrılmamaya özen göster. Önce avluda toplayacaklar bizi. Bu yüzden seni bulmam daha kolay olacak. Sonrasına... bakacağım tamam mı? Bir yolunu bulacağım."
Anladığımı belli etmek için kafamı salladım. "Gruptan ayrılmayacağım. Ve beni bulmanı bekleyeceğim."
"Ayrıca son bir şey daha var Aisha," Aden elini kaldırarak alnıma doğru düşen bir tutam saçı geriye doğru itti. "Veliaht prensten olabildiğince uzak dur."
⚔️
Odadan ayrıldığımızda gözcülerin gözetimde sarmal merdivenlerden inerek Tina'nın bizi ilk gün toplayacaklarını söylediği avluya doğru inmiştik. Tanımadığım birçok genç yüz, benimle aynı kıyafetlere sahip olacak şekilde giyinmişti. Kadınların ceketlerinin ön kısmında, erkeklerin ise omuz kısımlarında altın kaplamalar bulunuyordu. Asos'un sembolü olan güneşin kıvrımları olduğunu tahmin ettiğim bu işlemeler, sade ama zarif bir izlenim bırakıyordu.
Dışarı çıktığımda Tina'yı kapımın önünde bekliyor halde bulmayı ümit etmiştim ama görünürlerde yoktu. Bende bu yüzden beklemeden kalabalığı takip etmiştim ve gözcülerin yönlendirmeleriyle buraya kadar gelebilmeyi başarmıştım. Etrafta tanıdık birkaç yüz aradım ama kesinlikle hiçbirini tanımıyordum.
Dün geceki şenlik benim için bir zindanda geçmemiş olsaydı, belki de birileriyle sohbet etme fırsatım olabilirdi.
Ne şans ama.
Sanırım söylenenler doğruydu. Bu Asos topraklarında ilk kez gerçekleştirilen bir geleneğin başlangıcı değildi. Anlaşılan Kral, kendi halkına karşı bir strateji uyguluyordu. Kraliyet Sarayı, çok uzun yıllar büyük yıkımı sebep olarak sunarak kendisini halkından soyutlamıştı. Kapalı kapılar ardında bunca zaman neler olduğunu ancak tanrılar bilebilirdi.
Gözlerimi avluya doğru çevirdim. Burada oldukça kalabalık bir insan topluluğu vardı. Anlaşılan talihliler yalnızca Asos'tan değil, diyarın diğer yakalarından da seçiliyordu. Bu yeni bilgiyi zevkle aklımın bir köşesine not ettim.
Koluma değen parmaklarla irkildim ve bakışlarımı parmakların sahibine doğru çevirdim.
Ronnie.
“Aman tanrım! Aisha…” Meraklı bakışlarını, baştan aşağı beni inceleyerek giderdi. “İyi misin? Senin için endişelendim.” Bunu söylerken oldukça samimi görünüyordu.
"Gördüğün gibi…” tebessüm etmeye çalıştım. "Hâlâ tek parçayım ve hayattayım."
Sessiz olmaya özen göstererek fısıldadı. "Her şey yolunda mı?"
Zoraki bir gülümsemeyle, "Dürüst olmak gerekirse hayır," diye yanıtladım sorusunu. "Ama dün gece yaşananlarla ilgili herhangi bir sorun çıkmadı. Küçük bir yanlış anlaşılma."
Küçük ama başıma iş açan bir yanlış anlaşılma. Ne olduğunu benim bile henüz anlayamadığım bir yanlış anlaşılma. Ama tabii ki bu kaygılarımdan Ronnie'ye bahsedemezdim.
Ronnie koluma girip beni kalabalığa doğru çekiştirdiği sırada önce koluma girmiş olan eline daha sonra da yüzüne doğru döndüm. Yine de kendimi çekmek gibi bir girişimde bulunmamıştım. Geldiğim andan beri bana arkadaşlık etmeye çalışmıştı. Belki de ona güvenebilirdim.
Güvenebilir miydim?
Lanet olsun. Bu yaşadığım çelişkilere koca bir lanet olsun.
"Yeri gelmişken…” dedi Ronnie, yürümeye devam ettiğimiz sırada. "Dün akşam muhafızlar seni taht odasından çıkardıktan sonra çok enteresan bir şey oldu."
Aniden karnıma yumruk yemiş gibi sarsıldım. Neyse ki beni tutmakta olan Ronnie'ye ağırlığımı vererek yere kapaklanmaktan son anda kurtuldum. "Aisha?" Düşmemem için dirseklerimden beni tutarak dengemi korumama yardımcı oldu. "Biraz soluklanmak ister misin?"
"Ne?" Şaşkınlıktan irileşmiş olan gözlerimle Ronnie'nin kahverengi irislerine baktım. “Hayır. İyiyim. Sadece... dün gece salondan çıkarıldığım anı hatırlıyor musun?"
"Elbette hatırlıyorum Aisha. Her şey yaşanırken bende orada, tam olarak yanı başında duruyordum." Kafası karışmış bir şekilde bana baktı. "Sen hatırlamıyor musun?"
"Salondan çıkarıldığım ana ve sonrasına dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Gözümü açtığımda sanki uykudan yeni uyanmış gibi oldukça sersemleşmiş hissediyordum." Birden içimdeki baskı büyüdü ve bulantı hissi katlanarak arttı. Herhangi bir ifade kondurmalıydım yüzüme ama o kadar şaşkındım ki... adeta donmuş gibi kıpırdayamaz hale gelmiştim. “Oradan nasıl çıkardılar beni Ronnie?"
"Şey..." sesi oldukça çekingen geliyordu. Tanrım... o akşam söylemekten bile çekinecek kadar ne olmuş olabilirdi? Konuşması için oldukça teşvik edici olduğunu düşündüğüm bir bakış yolladım. Bunu seve seve kabul etti. “Sen… bayıldın."
"Ne yaptım dedin?"
"Bayıldın." Yeniden tekrar etti. "Sen bayılınca muhafızlardan birisi seni alarak taht odasından çıkardı. Senin ardından da hemen Veliaht Prens çıktı."
"Ya..." diye karşılık verdim, ne söyleyeceğimi bilemediğim için. Onun adını işitmemle midemdeki düğüm biraz olsun çözülmüş gibi hissettirmişti. Ama bunun yürümeyi durdurduğumuz için mi yoksa benim peşimden onun da çıktığını öğrendiğim için mi olduğundan emin değildim. Neler düşünüyordum ben böyle? "Yalnız sorunumuz şu ki ben hayatım boyunca bir kere bile bayılmadım. Bu yüzden anlattıkların kulağa oldukça... inanması güç geliyor."
Ronnie etrafını inceleyerek herhangi birinin bizi duyup duymadığını kolaçan etti. "Asıl inanması güç olan şey ne biliyor musun?" Daha sonra gizli bir bilgi verecekmiş gibi yüzlerimizi hizaladı. Farkında olmadan bende kendimi ona doğru eğilirken bulmuştum. "Senin gibi bende ne zaman uyuduğumu bile hatırlayamadığım bir şekilde ve aynı sersemleşmiş hisle gözlerimi yatağımda açtım. Yani bir an taht odasındayken başka bir an kendi odamdaydım."
Kuşkuyla Ronnie'ye doğru baktım. "Nasıl aynı şeyi yaşamış olabiliriz ki?"
"Bilmiyorum," diye cevap verdi. "Ama bunu yalnızca ikimizin yaşadığından da pek emin değilim. Buraya gelirken koridorda birkaç kişinin kendi aralarında konuştuklarını duydum. Aynı bizim yaşadığımız durumdan bahsediyorlardı." Beni yeniden kolumdan tutarak yürümek için zorladığında, koluna girerek adımlarımı ona uydurdum. Böylece fazla oyalanmadan sıraya geçmiş olan diğer insanların arasına karışmıştık.
Dün gece olanları ve Ronnie'nin anlattıklarını zihin süzgecimden geçirdiğimde, ani bir farkındalıkla birlikte adımlarım duraksadı. Tanrım...bunu nasıl gözden kaçırabilmiştim? "Şarap..." kendi kendime fısıldadım.
Duraksayan adımlarıma ayak uydurmak zorunda kalan Ronnie'de olduğu yerde durmuştu ve anlamadığını belli etmek ister gibi gözlerini dikmiş bana bakıyordu. "Şarap mı?"
Olumlu anlamda kafamı salladım. "Hatırlasana, dün gece sadece şarap içtik." Gülümsedim. "Kabul ediyorum tadı oldukça şahaneydi.” Ronnie de gülmemek için dişlerini dudaklarına geçirdi. "Her neyse. Sonra ben bayıldım ve sende ne zaman uyuduğunu bile hatırlayamadığın bir şekilde gözlerini odanda açtın. Bu da demek oluyor ki şarabın içine bizi uyutmak için bir şey koymuşlar."
"İyi ama... bunu neden yapsınlar ki?"
Gözünün önündeki parçaları birleştirmesi için ona bir süre zaman tanıdım. Oldukça zeki bir kadına benziyordu. Gözlerinden öyle olduğunu anlayabiliyordum. Saniyeler dakikaları kovalarken onunda zihninden geçen düşüncelerle birlikte gözlerine yansıyan farkındalık duygusuna şahit oldum.
Şaşkınlıkla bana doğru döndü. "Dün akşam bahsettiğin şu sınavla ilgili olmalı. O şey de her neyse artık. “Sıkıntılı bir nefes verdi. "Ama neden uyanık olmamızı istemediklerini anlayamıyorum. Ne olduğunu bile hatırlamadığımız bir sınavın tam olarak hangi kısmında başarılı ya da başarısız olduğumuzu bilebiliriz ki?”
Bunu bende düşünmüştüm ama bir sonuca varamamıştım. Neyi görmeyi beklediklerinden o kadar da emin değildim. Ama bildiğim bir şey vardı ki hepimiz hala buradaysak istediklerini almış olmalılardı.
"Tina'nın dün gece bana söyledikleriyle uyuşuyor.” Bakışlarımı etrafımda tek tek sıraya dizilmiş olan talihliler üzerinde gezdirdim. "Bizi nasıl ve ne için test etmek istediler bilmiyorum ama başarılı ya da başarısız olmamızı önemsemediklerini söylemişti. Öyleyse bu durumda kastettiği şey fiziksel bir sınav değildi." Ronnie'ye döndüm. "Zihinseldi."
"Tina'da kim?" diye sorduğunda, dalgın bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bütün söylediklerimin içinden çekip çıkardığı tek şeyin bu olması komikti doğrusu.
Gülümsedim. "Yakında öğrenirsin."
Yola çıkmadan önce bizi neden burada toplamışlardı bilmiyordum. Belki de artık bize bir açıklama yapmak zorunda olduklarının farkına varmış olabilirlerdi. Her ne kadar bunun için geç kalmış olsalar da herhangi bir açıklama yapılmamasından daha kötü olamazdı. Kalabalık sıraya göz gezdirdim. Aden'ı hiçbir yerde görememiştim. Ortadan kaybolduğunda nerede olabileceğiyle ilgili aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Sanırım talimatlarına uymalı ve kuleye gidene kadar gruptan ayrılmamalıydım.
Ne zaman bu kadar söylenilenleri dinleyen biri olmuştum bilmiyordum ama üzerime anlam veremediğim bir sakinlik çökmüştü.
Avlunun karşısında bulunan ve oldukça yüksek olan oyma mermerin üzerinde, uzun pelerini ile görüş açımıza giren bu yabancı ile birlikte benim gibi herkesin bakışları da o yöne doğru çevrilmişti. Kalabalıktan yükselen homurtular yavaş yavaş dinmeye başladı. Bu kişi her kimse, yalnızca bakışlarının üzerimizde yaratmış olduğu etkiyle bile bizi sessizliğin koynuna itmeyi başarmıştı. Bacaklarına kadar inen uzun pelerininin kolları neredeyse ellerini bile kapatacak kadar büyüktü. Saçları özenle geriye doğru taranmıştı. Bakışları bir şahin kadar keskin, duruşu kendinden emindi.
Yanımda duran Ronnie, "Binbaşı Brendon,” diyerek açıklamada bulundu. "Kral Aaron'un eski şövalyelerinden birisi. Büyük yıkımdan sonra yalnızca kendi bünyesindeki askerleri komuta etmeye başladı. Oldukça hırslı bir adam olmasına rağmen rütbesini düşürmesi herkesin ilgisini çekmişti."
"Belki de artık biraz dinlenmek istemiştir?"
Alaycı bir şekilde gülümsedi. "Binbaşı dinlenmek isteyecek birisi değil. İnan bana. Eminim daha başka planları vardır."
Yüzümü buruşturdum. "Bu kadar şeyi nereden biliyorsun?"
İri iri bakan gözleriyle bir süre daha yüzümü inceledikten sonra bakışlarını kaçırdı. Bu genelde insanların söyleyecekleri şeylerden emin olmadan önce yaptıkları bir hareketti. O yüzden ardından gelecek olan bilginin kendisi için ne kadar önemli olduğunu şimdiden anlayabiliyorum.
"Babam Asteria'nın General’i. Tahmin ettiğinin de ötesinde bir şekilde diyarın bütün diplomasisine hakimim."
Vay canına.
İşte bu oldukça beklenmedikti. Asteria'nın oldukça büyük bir krallık olduğunu duymuştum. Asos'un bir uzantısıydı. Özellikle de Asos’un askeri diplomasi konusundaki bütün eylemleri Asteri'a üzerinden gerçekleşiyordu. Babasının da bir General olduğunu göz önünde bulundurursak, burada olduğu andan itibaren hiç yabancılık çekmemesini ve bütün bu bilgilere nasıl sahip olabildiğini daha iyi anlıyordum.
"Buraya geldiğin için herhangi bir sorun çıkmaz mı?" Dudaklarımı dişledim. "Yani... demek istediğim bu durum iki Krallığın arasındaki diplomasi ilişkilerini olumsuz yönde etkilemez mi?"
Umursamazca omuz silkti. "Ben senin gibi kurayla seçilmedim Aisha. Sadece öyleymiş gibi görünmesini sağladılar. Kral bizzat burada olmam için Asteria'nın General’ine bir mektup yolladı." Kendi babasından bahsederken ona ismiyle hitap etmemesi dikkatimden kaçmamıştı. Midemde bir şeyler düğümlendi. "Anlayacağın kimse bana fikrimi sormadı. Buradaysam, burada olmam gerektiği içindir."
Söyledikleri kendi hislerinin oldukça ötesindeydi ve kulağa önceden prova edilmiş gibi geliyordu. "Ben daha çok senin bu konuda ne düşündüğünü sormuştum. Generalin ya da Kral’ın değil."
Bana olan bakışlarında bir şeyler değişti. Sanki kendisine daha önce böyle yaklaşan başka birisi olmamıştı. Benim dışımda. Ve bu yüzden ona yönelttiğim bu soru irkilmesine sebep olmuştu. "Ben... bilmiyorum. İstediklerim konusunda hiçbir zaman düşünen biri olmadım. Yine de sanırım burada olmak Asteria'da olmaktan daha kötü olamaz."
Üzerimden çekilen bakışları, konuşmanın bittiğini bana gösteren kesin bir hareket olmuştu. En nihayetinde bende Binbaşı Brendon'ın durduğu yere doğru bakışlarımı çevirdim. Ronnie ile olan konuşmamızdan dolayı Binbaşının yanına gelen diğer kişileri fark edememiştim. Sağ tarafında duran kişi hiç tanıdık değildi ama sol tarafındaki... okyanus mavisi gözlerin sahibini artık nerede görsem tanırdım.
Aiden'ın bakışları kalabalığı yararak zaten kendisine bakmakta olan gözlerimi yakaladı. Ama orada fazla oyalanmadan bakışlarını çevirdi ve her bir yüzün üzerinde gezdirmeye devam etti.
Yabancılık çeken tek kişi benmişim gibi hissediyordum. Az önce Ronnie'nin anlattıklarına bakılırsa burada bulunan çoğu talihli benim gibi sıradan değildi. Aslında kurayla seçilme kısmı bile gösterinin bir parçasıymış gibi geliyordu. Hepsinin seçilmiş olmasının bir sebebi vardı. Kral'ın diplomatik ilişkilerini güçlendirmek adına onları bir elçi gözüyle görmesi ya da askeri anlamda işe yarar olduğunu düşündüğü komutanların çocuklarını kendi topraklarında bir araya getirmek istemesiydi.
Aden'ın da babasının eskiden Kralın komutanlarından biri olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak sanırım buradaki tek fazlalık yalnızca bendim.
Sürpriz bir talihli için sanırım sıradanlık yeterli bir kriterdi.
Anlamadığım şey ise bunun… yani benim burada olmamın gerekli olup olmadığıydı.
Binbaşı Brendon, "Öncelikle hepiniz Kan Sarayına hoş geldiniz.” diyerek söze başladığında, herkes gibi bende dikkat kesildim. "Buradaki misafirliğiniz fazla uzun sürmedi biliyorum. Ama sizler, asıl olmanız gereken yerin neresi olduğunu gayet iyi biliyorsunuzdur." Bakışları kısa bir an için dağın yamacına doğru inşaa edilmiş olan kuleye doğru çevrildi. "Eğer aranızda bilmeyenleriniz varsa, Kan Sarayına bağlı olan ve askerlerimizin saray eğitimi için kullandığımız o yeri kule olarak adlandırıyoruz. Bu topraklar için kendisini feda etmiş olan her Asos askeri, zamanında orada yetiştirilmişti. Şimdi aynısı sizler için de geçerli."
Sıranın sağ tarafında duran, üzerinde gri uzun pelerini olan ve arkasındaki kapüşon kısmında da peleriniyle aynı renge sahip kalın kürkleri bulunan genç bir talihli, "Birisi Binbaşıya bizim bir asker olmadığımızı ne zaman açıklayacak?" diyerek sessizce fısıldadı. Saçları ensesine kadar uzuyordu ve kömür gibi siyahtı. Yüzü o kadar minyondu ki neredeyse burada olabilmesinin yasalar gereği uygun olup olmadığını düşünecektim.
Elbette ki yasanın Kral’ın kendisi olduğu gerçeğini hatırlamam kısa sürdü.
"Zaten asker olmak için gidiyorsun, seni aptal." Ronnie, suratını ekşiterek çocuğa doğru döndüğünde her ikisinin ortasında durduğumu yeni fark ediyordum. Herhangi birinin bizi duyup duymadığını anlayabilmek için kısaca etrafıma göz gezdirdim. Herkesin dikkatli bakışları Binbaşı’nın üzerindeymiş gibi duruyordu.
Yanımdaki çocuk yeniden homurdandı. "Asker olacağına gerçekten inanıyor musun Ronn?" Kafasını öne doğru uzattı ve Ronnie ile göz göze geldi. "Eğer öyleyse bir an önce arkanı dönüp gitmeni ve babacığının kanatlarının altında yaşamaya devam etmeni tavsiye ederim."
"Kule eğitiminiz sırasında bende size eşlik edeceğim ama asıl komuta bizzat Veliaht Prensinizde olacak. Tahtın varisi olmasına asla aldanmamanızı öneririm. Zira Prens’in kendisi saraydan çok kulede vakit geçiren birisidir. Ondan öğrenecek çok şeyiniz olacak.” diye devam etti Binbaşı Brendon. Sanki cümlelerinin aklımıza kazanmasını istermiş gibi esrarengiz bir ses tonu kullanıyordu. Bakışlarım Aiden’a doğru kaydı. Kayıtsız bir ifade kondurmuştu yüzüne. Ve bir komutan edasıyla dimdik durmuş, hepimiz gibi Binbaşı'nın konuşmalarını dinliyordu.
Sol tarafımda kalan Ronnie, "Pislik yapma Emory," deyince şaşkınlıkla bakışlarımı Aiden'ın üzerinden çekerek Ronnie'ye doğru çevirdim. Tek kaşımı kaldırmış az önce adının Emory olduğunu öğrendiğim çocuğu nereden tanıdığını anlamaya çalışıyordum. Dik dik bakmaya devam ettiği gözlerini bana doğru çevirdi. "Tanıştırayım," dedi. “Kuzenim. Emory."
“Ah…” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Tam olarak bir aile faciasının ortasında kaldım desene."
"Emory Knocks.” Emory, Ronnie'ye sinir bozucu bir gülümseme gönderdi ve elini bana doğru uzattı. "Ayrıca Ronn'un dediklerini hiçbir şekilde dinlememeni öneririm. Tavsiyeleri bir işe yarıyor olsaydı kendisi şu an burada olmazdı."
Ronnie alaycı bir kahkaha attı. "Pardon ama sende şu an buradasın?”
Arkamda duran kızlardan birisi ikimizin arasına doğru eğilerek, "Artık susacak mısınız?" diye sinir bozucu bir sesle tısladı. "Sizin yüzünüzden hiçbir şey duyamıyorum."
Sinirle arkama doğru döneceğim sırada Ronnie omzuma dokunarak yeni başlayacak bir tartışmanın önüne geçmek istermiş gibi beni durdurdu ve kıza doğru döndü. Attığı tek bakış, kızın olduğu yere çakılı kalmasına yeterli olmuştu. Sanırım onu kızdırmasam iyi olurdu. İstediği zaman tam bir yırtıcı gibi olabiliyordu. Önüne dönmeden önce gergin bakışlarından birisini de Emory'e doğru göndermesi gözümden kaçmamıştı.
Dikkatimizi yeniden Binbaşının üzerine çevirdiğimizde benim bakışlarımın hedefi ne yazık ki Veliaht Prens'e doğru kaymaktan kendisini alıkoyamamıştı. Ona bakmamak için üzerinde biraz çalışmam gerekecekti.
Sonuçta gözlerim benim kontrolümde değildi öyle değil mi? Kime isterse ona bakabilirdi.
"Sizin için hazırladığımız erzakları avlunun sol tarafında bulabilirsiniz. Yolunuz uzun sürecek. Bu yüzden onlara fazlasıyla ihtiyacınız olacak." Elini havaya doğru kaldırdı ve sanki karşısında biri varmış gibi onu durdurmaya çalıştı. Daha sonra bunun sıranın en önünde duran ve söz hakkı isteyen birkaç kişiye yönelik yaptığını anladım. "Siz sormadan ben söyleyeyim. Köprü kullanılmamak üzere yüzyıllar önce demir büyüsüyle mühürlendi. O yüzden kuleye gidebilmek için dağ yamacı boyunca uzanan yolu kullanmak zorunda kalacaksınız."
Sıradaki herkesten itiraz eder gibi mırıltılar yükseldi. Ancak Binbaşı, bakışlarını kısa bir an için Aiden'ın üzerinde gezdirdikten sonra "Oraya vardığınızda sizin için güzel bir süprizim de olacak." diyerek yeniden sessizlik sağladı. "Ama öncesinde sıraya girmenizi ve tam arkanızda duran Harmonia çeşmesine bakmanızı isteyeceğim."
Ön sıradaki birkaç kişi verilen emri sorgulamadan sıraya doğru girmeye başladı. Herkes olduğu yerden sağa doğru kayarak tek sıra haline geçti. Böylelikle Ronnie önüme geçerken bende hemen onun arkasına doğru geçmiştim. Ve Emory de hemen benim arkamda duruyordu.
Bunu neden yaptığımızı anlayamamıştım. Sıradan bir çeşmenin içine neden bakacaktık ki?
Öne doğru eğildim. Sessiz olmaya özen göstererek, "Neden bir çeşmeye bakmamız gerekiyor?" diye sordum Ronnie'ye.
Hafif bir açıyla kafasını omzunun üzerinden bana doğru çevirdi. Bir gözüyle de ilerleyen sırayı takip ediyordu. "Onun sıradan bir çeşme olmadığını duymuştum. Sanırım eğitim için kuleye gitmeden önce korkularımızı öğrenmek için bunu yapmamızı istiyorlar."
"Korkularımızı mı?" Aniden yüreğim sıkıştı. "Çeşmenin sihirli olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun?"
Ronnie önüne dönmüştü ve ilerleyen sıranın temposuna ayak uyduruyordu. "Şu ortasındaki mavi yaprakları olan ağacı görüyorsun değil mi? İşte. Çeşmeye gücünü veren o ağaç. Harmonia diye bahsettikleri aslında çeşmenin değil ağacın adı. Korkulardan besleniyor. Kafanı suyun içine daldırıyorsun ve senden korktuğun bir anını alıyor. Hepsi bu kadar."
Hepsi bu kadar mı?
Tanrılar aşkına.
Kulağa oldukça korkutucu geliyordu. Böyle şeylerin var olduğuna hayatım boyunca hiçbir zaman imkan vermemiştim. Ama sanki Prensle beraber yola çıktığım andan itibaren aslında bambaşka bir dünyaya adım atmıştım. Bu yolculuk hiç bilmediğim bir diyarın kapılarını aralamıştı. Burada güç, büyü ve bilinmezlik vardı. Her şey tahmin ettiğimin de ötesinde gerçekleşiyordu.
Binbaşı Brendon, dakikalar öncesinde köprünün yüzyıllar önce mühürlendiğini söylemişti. Bu hemen hemen büyük yıkımın olduğu zamana tekabül ediyordu. Artık içimde derinlerde bir yere gömülü olan aç bir merak duygusu vardı. Sanırım olmuş ya da olacak olan her şeye karşı derin bir merak duyuyordum. Asos toprakları büyük yıkımdan sonra değişmişti. Halk, sarayla bir bağlantısı kalmadığı için kapıların ardındaki asıl gerçeğin ne olduğunu hiçbir zaman bilememişti. Tina'nın bana sarfettiği cümlelerde de buna benzer bir ifade vardı. Sarayın bir daha eskisi gibi olamadığını söylemişti. Kast ettiği şey bu muydu?
Asos, aslında bizim gerçekten de bilmediğimiz yeni bir yere mi dönüşmüştü?
Bakışlarımı çeşmeye doğru çevirdim. Buraya basit bir çeşme demek kulağa oldukça komik geliyordu. Avlunun tam ortasında bulunuyordu. Elips bir yapıdaydı. Etrafı kocaman mermer sütunlarla korunaklı bir şekilde çevrelenmişti ve içerisi berrak bir suyla kaplıydı. Hatta su o kadar berraktı ki biraz yaklaştığımızda kendimizi bir aynaya bakıyormuş gibi hissedeceğimize emindim.
Çeşmenin orta kısmına ulaşmak için tek yol suyun içine girmek gibi görünüyordu. Bunun için sütunların ortasına konulmuş ve birkaç basamaktan oluşan merdivenler vardı. Çeşmenin olduğu yapının çevresine oyulmuş olan taş kısımlarında ne olduğuna anlam veremediğim desenler bulunuyordu.
Nedense mühür olduğuna dair bir his vardı içimde.
Talihlilerin isimleri tek tek avluda yankılanıyordu ve sırayla çeşmenin başına geçmeleri için çağırılıyorlardı. Sıra gittikçe azaldığında insanların merdivenlerden inerek suya girdiğini ve çeşmenin başına geldiklerinde kafalarını daldırıp birkaç saniye sonra da çıkarmalarını izledim. Suya giren ve geri çıkan her kafayla birlikte ağacın dalları sallanıyor ve sise benzeyen, mavi yapraklarıyla aynı renge sahip olan bir duman göğe doğru yükseliyordu.
Omzumun üzerinden sıranın arka tarafına doğru bir göz attım. İçimde hissettiğim hayal kırıklığıyla bakışlarımı yeniden önüme doğru çevirdim. Aden görünürlerde yoktu. Ona ihtiyacım olduğunu hissettiğim anlarda yanımda bulamamanın içimde yarattığı belli belirsiz bir acı vardı. Bu hissin ağırlığı, sanırım biraz fazla duygusal hissetmeme sebep oluyordu. Yine de bir yanım burada olmamasını garipsiyordu. O da talihliler arasında olmalıydı ama yoktu.
Neden yoktu?
Aniden iliklerime kadar işleyen soğukluk hissiyle ürperdim. Sıra bana gelmişti. Gözlerimi yumdum ve çektiğim derin nefesi usulca dışarı bıraktım. Sakin olmalıydım. Herkes nasıl yaptıysa bende o aynısını yapacaktım. Yalnızca birkaç saniye sürecekti. Daha ben ne olduğunu anlamadan göz açıp kapayıncaya kadar bitmiş olacaktı.
Sütunların arkasından geçtim. Suyun içine doğru inen merdivenlere yöneldiğim sırada, "Aisha Grey.” diyerek adımın telaffuz edildiğini işittiğimde artık kaçamayacağımdan kesin olarak emin oldum. Suyun içine doğru bir göz attım. Birkaç basamak sonrasında tamamen içinde olacaktım. Dizlerime kadar geleceğini tahmin ediyordum.
Arkamda duran Aiden'ın varlığını hissetmiştim. Ama şu an ona doğru dönemezdim. Bütün gözler bize doğru çevrilmişken hem de.
Ancak Aiden benim gibi düşünmüyor olacaktı ki bededini sütunun arkasından kendisini daha rahat görebilmem için öne doğru çıkardı. "Ne yapacağını biliyorsun deği mi?"
Omzumun üzerinden hafifçe ona doğru dönerek manalı bir bakış attım. "Bilmiyorum desem de bir şey değişecek mi?"
"Sanırım haklısın. Değişmezdi." Sütunun arkasından tamamen uzaklaştı ve sessiz adımlarla bana doğru yaklaşmaya başladı. "Yalnızca suyun içine gireceksin. Çeşmeye ulaşacaksın ve kafanı suyun içine daldıracaksın. Gördün mü? İşte bu kadar basit."
Homurdandım. "Senin için söylemesi kolay tabii.” Ellerimi yumruk yaparak sıktım. "Panik atağım var benim. Şimdi bile kafamın suyun altında olduğunu düşündükçe delirecek gibi oluyorum."
Aiden'ın duraksadığını hissettim. "Neden panik atağın olduğunu bana daha önce söylemedin?"
“Ne demek bana daha önce neden söylemedin?” Kaşlarımı çattım. "Ne yapsaydım komutan? Adım Aisha. Ah… bu arada panik atağım var. Tanıştığımıza memnun oldum mu deseydim?"
Çenesini o kadar çok sıkmıştı ki sağ yanağının içeri doğru göçmesine sebep olmuştu. Bundan kaçabilmem mümkün değildi. Bütün talihlilerin ve avlunun gerisinde durup her şeyi büyük bir dikkatle izleyen Binbaşı Brendon'ın bakışları üzerimizdeyken dikkat çekecek hiçbir şey yapmak istemiyordum.
Özellikle de dün gece başıma gelen o küçük yanlış anlaşılmadan sonra.
Derin bir nefes aldım ve merdivenlere doğru yürümeye başladım. Suya gir. Çeşmeye ulaş. Kafanı suya daldır.
İşte… bu kadar basitti.
Bakışlarımı suyun üzerinde tutmaya devam ederek bir adım attım. Sonra bir adım daha. Artık tamamen suyun içerisindeydim.
Botumun kalın tabanı suya temas ettiği anda içimde tarifi mümkün olmayan bir his belirdi. Kulaklarımda, kılıçların birbirine çarptığında çıkardığı o sesin kaotik yankısı vardı. Birkaç saniye kıpırdamadan suyun içinde durmaya başladım. Bu sırada Aiden, merdivenlerden inerek arkamdan beni takip etmişti.
"Ben hemen burada, merdivenlerin başında bekleyeceğim.” dediğinde, duyduğuma dair herhangi bir tepki veremez haldeydim. "Bir sorun çıkmayacak.” Güven verici bir ses tonuyla devam etti. "Bir şey olursa müdahale edecek kadar yakınındayım."
Adımlarımı sıklaştırarak suyun içinde ilerlemeye devam ettiğim.
“Kahretsin Aisha. Beni duydun mu?" diyerek, arkamdan seslendi.
"Duydum komutan.” Gülümsedim ve kafamı kaldırıp Aiden’ın tam gözlerinin içine doğru baktım. "Benim için endişelenmene gerek yok."
Arkamı dönüp cevap vermesine müsaade etmeden çeşmeye doğru ilerledim. Harmonia’ya yaklaştıkça ayaklarımdan başlayarak bütün bedenime nüfuz eden bu hisse anlam veremiyordum. Sanki ben metalden yapılmıştım ve çeşmenin kendisi de kocaman bir mıknatıstı.
Bir an için bu garip çeşmenin beni kendisine doğru çekmeye başlayan bir tılsım olduğunu hissettim. Burada ne işim vardı hala anlamıyordum ama ayaklarımın beni yönlendirdiği bir yer vardı. Hissediyordum.
Derin bir nefes çektim içime.
Dağın gerisinde kalan okyanusun sert dalgalarının kayalara çarparken çıkardığı sesi hemen yanı başımdaymış gibi duyabiliyordum. Sanki bir dağ aslanı, tünediği tepenin ardından gözüne kestirdiği avının kalp atışlarını nasıl duyabiliyorsa, benimde etrafımdaki seslere olan duyarlılığım da aynı şekilde keskinleşmiş gibiydi.
Bunun sebebinin Harmonia'nın gücü olduğuna emindim.
Kollarımı her iki yanıma doğru uzatarak ellerimi sert mermerin üzerine yasladım. Kafamı kaldırıp Harmonia'nın mavi yapraklarına baktığımda dallarından gelen uğultuları duyduğuma yemin edebilirdim. Sanki ensemden beni çeken güçlü bir el varmış gibiydi. Rüzgarın uğultusunu son kez dinledim ve nefesimi tutarak kafamı suyun içine daldırdım.
İçimden saymaya başladığımda ne kadar süre suyun altında kalacağımı bilmediğimi fark ettim. Aiden’a bunu sormayı akıl edemediğim için de kendimi daha sonra özel olarak tebrik edecektim.
Ne olacağını beklediğimden o kadar da emin değildim ama en azından bir şeyler olacağını düşünmüştüm. Ters giden bir şey vardı. Hissediyordum. Suyun yüzeyindeyken içime dolan o his daha canlıydı. Ama şimdi... derin bir sessizlik hakimdi.
İçimden saymaya devam ettim. Sekiz, dokuz, on. Hiçbir şey hissetmiyordum. Kafamı kaldırmak istiyordum ama bu şey hangi noktada tamamlanıyordu bilmediğim için yanlış bir şey yapıp kendimi gülünç duruma düşürmek istemiyordum. Nefesim gittikçe ciğerlerimi zorluyordu. En fazla birkaç dakika daha dayanabilirdim.
Saymaya devam edip içimden mırıldanırken sert bir elin ağırlığını omzlarımda hissettim. O kişi her kimse kollarımdan kavrayıp beni sudan çıkardı. Nefes nefes kalmış bir şekilde ciğerlerime dolan temiz havayla birlikte rahat bir nefes verdim. Islanmış olan ve alnıma doğru yapışan saçlarımı tek elimle geriye doğru savurdum.
Aiden tam olarak karşımda durmuş anlam veremediğim bir ifadeyle bana bakıyordu. "Neden dakikalardır suyun altında durduğunu açıklamak ister misin?"
"Ben..." Avludaki herkes bana bakıyordu. Birkaç kişinin kendi aralarında fısıldaştığını bile görmüştüm. "Tam olarak ne zaman çıkmam gerektiğini bilmiyordum."
Aiden, duydukları kaşısında şaşkınlıkla soludu. Yüzüme daha dikkatli bakabilmek için bir adım geriye doğru çekildi. "Ne demek bilmiyordum? Harmonia, hiç kimsenin kendi belirlediği zamandan daha fazla suyun altında kalmasına izin vermez. Anını aldıktan sonra sen kalmak istesen de engel olamayacağın bir güç tarafından yüzeye çıkmaya zorlanırsın."
"Bundan emin misin?” Duyduklarımla birlikte tenimden bir ürperti geçti ve farkında olmadan irkildim. “Çünkü hiçbir şey hissetmediğime eminim."
"Hiçbir şey hissetmediğine emin misin?" Aiden'ın omuzlarımı tutan elleri sıklaşmıştı. "Senden hangi anını aldı?"
"Hangi anımızı aldığını görebiliyor muyuz?"
Aiden inledi. "Kahretsin." Beni bırakarak merdivenlerden yukarı doğru çıkmaya başladı. Daha sonra kısa bir an için duraksadı ve arkasını dönerek bir elini bileğime doğru mengene gibi sardı. Beni de peşinden sürükleyerek sudan çıkardığında hiçbir şey söylemeden yürümeye devam etti.
Herkesin şaşkınlıkla olduğu yerde durmuş bizi izlediğini göz ucuyla da olsa görebiliyordum. Ancak benden sonraki talihlinin isim avluda yeniden yankılandığında böylece dikkatler de üzerimizden çekilmiş oldu.
Aiden beni sütunların arasından uzaklaştırıp avlunun arka tarafına doğru götürmeye devam etti. Bir süre sonra arkamı kontrol ettiğimde gözlerden uzaklaşmış olmanın verdiği rahatlıkla bileğimi mengene gibi tuttuğu elinden hızla çekerek kurtardım. "Beni nereye götürdüğünü zannediyorsun?"
Aiden atılıp yeniden kolumu yakaladı. "Sakın tek kelime daha edeyim deme." Beni yeniden yürümeye zorladığında avludan çıkmış ve çoktan sarayın merdivenlerini tırmanmaya başlamıştık.
Taş zemine çarpan botlarımızdan yükselen ayak seslerimiz, Kan Sarayı’nın duvarlarında yankılanıyordu. Sarmal merdivenlerden yukarı doğru çıktığımızda koridordun sağ tarafında kalan odaya girmek üzere yaklaştık. Aiden kısa bir baş hareketiyle kapıdaki iki muhafızı anında uzaklaştırdı. Ve beraberinde beni de boş olan odaya doğru sürükledi. Kapıyı ardımızdan kapatmasıyla kolumu yeniden elinden kurtardım. "Neler oluyor?"
“Neler olduğunu söyleyeyim!” Çenesini sıktı. "Suya girdiğin anda Harmonia senden bu zaman kadar başına gelmiş olan anılardan en çok korktuğunu alır. Ve sen bu anıyı yeniden yaşıyormuş gibi hissedersin." Sıkıntılı bir nefes verdi. "Bu yüzden de senden hangi anıyı aldığını görmüş olursun. Daha sonra Harmonia ile işin biter ve sudaki mühür seni yeniden yukarı doğru iter." Hiddetli bakışlarını yüzümde gezdirdiğinde içimde bir şeylerin buz gibi olduğunu hissettim. “İşte! Kafanı suya daldırdığında olması gerekenler tam olarak bunlardı."
Görünmez bir el boğazımı sıkıyormuş gibi düğüm düğüm olmuştu. "Ne dediysen onu yaptım. Sende gördün. Tam olarak arkamda duruyordun!"
"Ne dediğimi anlıyor musun?" Aiden, derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştı. "Çünkü belli ki anlamıyorsun. Ne olması gerektiği önemli değil. Ne olduğu önemli. Ve az önce saydığım şeylerin hiçbirisi olmadı!"
"Bütün bunların sorumlusu ben miyim yani?" Gözümü bile kırpmadan bir adım öne doğru çıktım. "Belki de korktuğum hiçbir anım yoktur. Ve bu yüzden de bulamamıştır. Olamaz mı?"
“Bu hayatta herkesin korktuğu bir şeyler vardır.” Dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi. “Bunun olması mümkün değil.” Bakışlarını benden uzaklaştırdı. İfadesinde hiçbir şey değişmedi. Daha çok bir şeyleri anlamaya çalışıyormuş gibi düşünmeye başlamıştı. "Bize bu konuda yardımcı olacak birini tanıyorum. Seni ona götürmeliyim." İtiraz kabul etmeyen bir ses tonu kullandı. "Derhal."
Sinirle ellerimi yumruk haline getirdim ve kendimi sakinleştirmek için birkaç saniye sonra geri yanıma doğru indirdim. "Beni sürekli oradan oraya sürüklemekten vazgeç."
"Ben senin kahrolası bir muhafızın değilim.” dedi, Aiden öfkeyle. "Sana söz hakkı tanımıyorum. Duydun mu beni? Sana yapman gerekeni söylüyorum."
Ağzıma acı bir tad yayıldı. Bakışlarımı bir bıçak gibi ona doğru çevirdim. Ne beklemiştim ki? O Veliaht Prensti. Emir verirdi. Senin payınada yalnızca o emre itaat etmek düşerdi. Aksini düşünmek benim hatamdı.
Yinede karşımdaki kim olursa olsun buna izin vermeyecektim. Kimseden…bu kişi bir Veliaht Prens olsa bile bu muameleyi kabul etmeyecektim.
"Bunu bir daha sakın yapma.” Bende onun gibi içime dolup taşan bir öfkeyle patladım. "Eğer bu kapıdan beni Prens Aiden'ın emriyle çıkarırsan, karşında bir daha sana komutan diyen o Aisha'yı bulamazsın." Gözlerimi ona doğru diktim. "Seçim senin.”
⚔️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |