Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1 'BAŞIMIN TACI'

@herdem6060

Bölümler Her gün bir bölüm şeklinde gelecek. Umarım yorumları ve beğenileri bol olur.

Beni buradan ve Instagram'dan takip etmeyi unutmayın ❤

Instagram; herdem6060

İyi Okumalar

 

 

 

 

 

Tuğsem, telefonun çalan saatini kaç defa kapattığının farkında değildi. Beş dakika beş dakika derken neredeyse bir saat uyumuştu. En son çalmasıyla gözü saate takıldı. Saat sekiz otuzdu. Bugün günlerden salıydı ve vaka toplantısına yarım saat kalmıştı. Eğer yarım saat için de vakaya yetişemezse Ahmet Hocanın gazabından kurtulamazdı. Uzmanlığının son senesinde yapmaması gereken bir hareketti. Bu zamana dek disiplinli çalışmasıyla, hocasının güvenini kazanmışken bugün olmazdı.

Bölümdeki diğer öğretim üyelerinden Sibel Hanım bu denli ona takmışken bu olmamalıydı. Ahhhh diyerek yataktan fırladı. Normalde duş almadan evden çıkamazdı. Ancak hızla yüzünü yıkayıp, fırladı. Dişlerimi hastanede fırçalarım diye düşündü. Hemen dar paça yeşil pantolonunu ve krem rengi tuniği üzerine geçirdi. Kalın çoraplarıyla düz taban botlarını da giydikten sonra arabasına atladı. Kahve şişme montunu bile arabada düzelti. Tam çıkarken çantaya attığı siyah beresini kırmızı ışıklarda başına geçirdi. Telefonuna baktığında on beş dakikası kaldığını gördü. Mümkün değil yetişemezdi. Bazen Ahmet Hoca vizitten hemen sonra toplantıyı başlatırdı. Saat dokuzda başlayan toplantının saati asla aksamazdı.

“Allah’ım ne olur, ne olur bugün vizit uzun sürsün,” diye dua etti. Bölümden en sevdiği ve bir alt dönemi olan arkadaşı Ayla’yı aradı. Birkaç defa çalmasına rağmen açılmayınca kesin toplantı salonuna geçtiler diye düşündü. Bir daha denediğinde telefon açıldı.

“Alo Tuğsem neredesin sen?”

“Ayla uyuyakalmışım, biliyorsun tez yazıyorum. Gece de araştırma yapmıştım. Ahmet Hoca geldi mi?”

“Yok, sadece Sibel Hoca geldi. Yine aynı suratsızlıkla oturuyor.”

“Lütfen beni idare et. Poliklinikte bir hastamla ilgilendiğimi falan söyle!”

“İyi de bugün senin poliklinik günün olmadığı için yine kızabilirler.”

“Olsun en azından geç kaldım diye gözlerine batmam,” diye sözlerini bitirmesiyle önündeki arabaya çarpması bir oldu. Küt diye gelen sesle Ayla telaşlandı.

“Tuğsem! Tuğsem ne oldu?”

“Merak etme iyiyim. Sanırım bahanemizi buldum. Allah’ım çıldıracağım. Kaza yaptım.”

“Bir şeyin yok değil mi?”

“Benim yok da sanırım saffeti bayağı yaraladım.”

Ayla gülmeye başladı. Bu kızın arabasına olan aşkına bayılıyordu. Asistanlığının ilk yılında para biriktirmiş, kalanı için kredi çekip almıştı. İlk kazandığı parayla aldığı için arabası çok değerliydi. Gözü gibi bakardı. Normalde de bir iki sürtmesinin dışında hasarı yoktu.

“Tamam! Ahmet Hoca geliyor kapatıyorum. Ben kazayı söylerim.”

Telefonu kapattığında tepesinde bağıran adamı yeni fark etti. Kapısını yavaşça açıp, arabadan indi. Adamı umursamadan saffetin önüne baktı. Neredeyse ağlayacaktı. Ön farlar kırılmış ve tampon bayağı içine geçmişti. Vurduğu arabada daha çok hasar vardı. Ancak umurunda değildi. Masrafı neyse öderdi ve biterdi. Oysa saffet öyle miydi? Kesin canı çok yanıyordu.

“Hanımefendi size söylüyorum.”

“Kusura bakmayın, lütfen tüm hata bende acelem vardı ve dikkatsizdim. Masrafınız neyse ödemeye hazırım. İster polis çağıralım, isterseniz de tutanak tutalım,” diye açıklama yapmaya çalıştı. Adam Tuğsem’in ağlamaklı haliyle duruldu. Kırmızı ışık yanıyordu görmüyor musunuz? Diye bağıran adam sakinleşmişti.

“Ben arabanın şoförüyüm ve patronuma sormam lazım,” diye diğer arabaya yönelen adama baktı. Ne kadar uzun boylu bir adam, şoförden çok korumaya benziyor diye düşündü. Yeniden arabasına dönüp, canın çok yandı mı saffet diye sorarken, tok bir sesin şoföre acelem var diye bağırdığını duydu. Adam arabadan çıkmıştı. Şoförden bile uzundu. Arkası dönük olduğu için yüzünü göremedi. Ancak onun yüzünden birine kızılmasını da istemiyordu. Yanlarına doğru yürüyüp, kendinden emin bir şekilde seslendi.

“Bütün suç benim! Lütfen arkadaşa bağırmayın.”

Uzun boylu sinirli olduğu belli olan adam yavaşça arkasını döndü. O kadar sinirli ve düz bir ifadeyle bakmıştı ki Tuğsem ürktüğünü hissetti. Tam bir iki adım geri gidecekti ki kendini tuttu. Otuzların başlarında olduğu belli olan genç adam Tuğsem’i baştan ayağı süzdü. Sonra yaptığı çok normal bir şeymiş gibi bir daha gözlerini yüzünde gezdirdi. Süzmeye devam ettikçe kaşları çatıldı. Boynunu sağa sola kütletti. Üzerindeki siyah takım elbisenin içinde öyle heybetliydi ki; genç kadın nedense konuşmaya korktu.

“Melih, bana bir taksi çevir,” diye şoförüne döndü. Arabadan evrak çantasını ve kabanını çıkarıp giyindi. İlk durdurulan taksiye binip, gitti. Tuğsem, şaşkınca giden taksinin arkasından bakakaldı. Sonra elini kolunu kaldırdı. Kendine bakmaya başladı. Adamın tepkisi ile kendini görünmez hissetti. Şoförün sesiyle yaşadığı durumdan çıkmak istese de tüm algısı giden sert bakışlı adamda kalmıştı.

“Kusura bakmayın Alaz Bey’in yetişmesi gereken bir toplantısı vardı. Tutanak tutalım isterseniz. Sonrasında bizim servise çekeriz sizin arabanızla birlikte masraflar çıkınca görüşürüz.”

“Evet, tabi,” dedi ve şaşkınlığına kızarak arabasına yöneldi. Kartvizitinin arkasına cep telefonu numarasını da yazıp, şöfore verdi.

“Ben Tuğsem VURGUN. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde ortopedi ve travmatoloji doktoruyum. Bu kartvizitim cep telefonumu arkasına yazdım. Masraflar belli olunca haber verirseniz sevinirim. Zira sizin arabanın masrafı beni biraz...” dedi. Ne yapıyorum ben ya diye düşünüp, sustu. Adama resmen sizin araba çok pahalı masrafı da beni zorlar diyecekti.

“Bende Melih Çavdar, memnum oldum doktor hanım. Size mutlaka haber veririm.” Ondan sonra tutanak tuttular ve arabaların çekilmesi için çekicinin gelmesini beklediler. Tuğsem konuşkan biri olduğundan ve giden adamın kim olduğunu deli gibi merak ettiğinden sorular sormaya başladı.

Melih’ten patronunun Hüseyin Alaz BIÇAKÇI ve Bıçakçı Holdingin Yönetim Kurulu başkanı olduğunu öğrendi. Açıkçası öyle bir holding hiç duymamıştı. Genelde ilgi alanına girmeyen şeyleri bilmezdi ama araştırmayı kafasının bir köşesine yazdı. Saffet’ten ayrılmak çok koydu. Çünkü dört yıldır can yoldaşı sırdaşı olmuştu. Ona araba diyenlere bile bozuluyordu. Arabanın tamponuna lambalarına öpücükler kondururken Melih’in onun normal olmadığını düşündüğünü hissetti. Hatta surat ifadesine gülmeden edemedi. Gönül bağımız var diye açıklama yapmak zorunda kaldı.

Hastaneye geldiğinde saat on buçuktu. Korktuğu gibi hocası kızmamış, geçmiş olsun demişti. Vakalarını da sadece hocasına sunup, görüşlerini aldı. Sibel Hocanın karşısında sunum yapmaktan ve onun aşağılamaları olmadan bir hafta geçirmek bile iyi gelmişti. Çünkü kadın hangi tedavi yöntemini sunarsa sunsun bir terslik çıkarıyordu. Çoğu seminerlerde öyle sinir oluyordu ki bir şey dememek için Sibel Hocasının karşısında kafasını masanın altına sokası ve seminer bitene kadar oradan çıkmak istemiyordu.

Tüm gün koşuşturmayla geçti. Bugün bir de nöbetçi olduğundan yorulmamayı kafasına koymasına rağmen anabilim dalındaki üç öğretim üyesinin de istekleri bitmek bilmemişti. Ayla ve Tunç genelde yardım etmeye çalışmışlardı. Ancak başasistan olarak her şey ondan isteniyordu. Son yılıydı ve başarı ile tamamlayabilirse uzman doktor olacaktı.

Hüseyin Alaz limanda çıkan sorundan dolayı zaten gerginken sabah yaşadıkları kazayla daha çok canı sıkıldı. Çarpan kızın giyim tarzına şaşmış kalmıştı. Ne renk uyumu vardı nede kaliteli bir duruş. Kendine bakmayan kadınları sevmiyordu. Kadın dediğin her anlamda bakımlı, kültürlü kendini yetiştirmiş olmalıydı. Bunun için okul şart değildi. Ancak her ortamın uygunluğuna göre hareket eden kadınlara saygı duyuyordu.

Son zamanlarda çok yorulduğunun farkındaydı. Hem Diyarbakır’da ki aşiret işleri hem holding çok bunaltmıştı. Otuz üç yaşında genç bir adam değil de altmış yaşlarında yaşlanmaya başladığını hissetmesi çok garip olmasa gerekti. Çünkü son altı yedi yıldır dur durak demeden çalışıyordu. BIÇAKÇI aşiretinin başına geçtiğinde yirmi beş yaşında yüksek lisansını yeni tamamlamış genç bir delikanlıydı. Ağalık vasfıyla yetiştiği için çok zorlanmadı. Ancak yirmi birinci yüzyıl da hala yok kızlar okumayacak, yok töre için berdel olacak, ölen kardeşin karısıyla evdeki erkek kardeş evlenecek gibi saçma sapan adetlere karşı savaş açmıştı. Küçüklüğünden beri gözüne ve vicdanına batan her şeyi değiştirmeye baş koymuştu.

Babasının ve diğer yaşlı aşiret ağalarının kaçakçılık işine göz yummaları birde üstüne kendilerinin de yaptığını öğrendiğinde ilk işi Diyarbakır, Van, Mardin ve Şanlıurfa aşiretlerinin genç ağalarını ya da ağalık için bekleyen kültürlü derdini anlatabileceği kişileri araştırtmıştı. Büyük bir toplantı düzenleyerek kendi aşireti içinde yeniliklere gideceğini ve bunu olabildiğince yaymak istediğini anlatmıştı. Çok sert tepki verenler olup, toplantıyı terk edenlerde olmuştu. Ancak yüzde yetmiş oranında destek görmüştü. Yaşlılar heyeti her zaman karşı çıksa da gerek oğullarına söz geçiremedikleri gerekse zamanın gerisinde kalmanın zararları anlatılarak kabul ettirilmişti. Tabi bu kabulleniş neredeyse üç dört yılı bulmuştu. Bir düzeni değiştirmek ciddi uğraş gerektiriyordu.

Berdel tamamen iki kişi için haksızlık doğuran çok can yakıcı ve iki kişinin hayatını karartmak olduğu anlatılıp, bunun yerine kaçırılan kızın ailesine erkek tarafından arsa, mal mülk verilmesi kararlaştırılmıştı. Buda kız tarafının erkek tarafının malının yüzde yirmi beşini geçemeyecek şekilde mal isteme hakkını doğurmuştu. Hem ağalara hem de köylülerde çok mantıklı bulunduğundan hemen kabul görmüştü. Hatta uygulamaya geçirilen ilk yenilik olmuştu.

Kız çocuklarının okuması konusunda köylerde karşı çıkanlarla tek tek kendi konuşmuştu. İnatla okutmayanları da vakıf okulu açmış kanun yoluyla ailelerden almıştı. İki tane ilköğretim ve lise çağlarındaki çocukların kalabileceği yurtlar açıp, köy çocuklarını yerleştirmişti. Böylece maddi durumunu bahane eden ailelerin çocuklarını da kendi aşireti okutmaya başlamıştı.

Erkek kardeşinin eşiyle evlilik zinhar yasaklanmış, dul kalan kadın isterse kocasının ailesiyle yaşamaya devam edecekti. İsterse de ayrı bir evde çocukları ile yaşayacak, bütün masraflarını da kocasının ailesi karşılayacak şekilde karar alınmıştı. Dul kadın bir başına kalmaz, şu olur bu olur gibi dedikodular engellenecek, anne çalışmak isterse desteklenecekti.

İlk gece de kan gelmedi diye hiçbir kız öldürülmeyecek, ilk önce doktora götürülecek sonrasında karar töreye göre değil aileye göre verilecekti. Eğer kocası ben karıma güveniyorum ya da bu şekilde kabul ediyorum derse kimse karşı çıkmayacak. Namus adı altında kadınlar öldürülmeyecekti. Toplumdan dışlanma gibi yaptırımlar olmayacaktı.

Alaz ağa! Abisi, babası ya da amcasının tecavüzüne uğramış kız çocuklarının sırf doğuda erkek cinsiyeti önemli olduğundan ve soy bağını devam ettireceklerinden bu tecavüz vakalarının üstünü kapatmak için kızların öldürülmesini kabullenemiyordu. Bu yüzden durup, dururken intihar etti. Düştü başını çarptı, yok derede boğuldu gibi bütün kadın ölümlerini araştırılmasını sağlayacağını, emniyet ve TSK işbirliği içinde olacağını, aile meclisi adı altında cinayetleri kabul etmediğini anlattı. Durdurulması içinde elinden geleni yapacağını, gerek o toplantıda gerekse her ortamda izah etti. Tekrar tekrar bu konunun üstünde durulması birçok erkeği korkuttu. Çünkü ağa çok kararlıydı.

Bu topraklarda büyümesine rağmen töre kapsamında yaşanan, kan davaların devam etmesine anlam veremiyordu. Kan davaları can yakmaya devam ediyordu bu bölgelerde ve insanlar nedenini niçinini hiç sorgulamıyordu.

Kan davalarını ele aldığında çok manidar gerekçeler aramayan Hüseyin Alaz, barıştırma yollarına gitmeye başladı. Bu kadar kan dökülmesinin başlama sebeplerinin basitliklerine çok şaşırmıştı. Yok, senin hayvanların benim merama girdi, otları kavakları yedi gibi nedenlerle bir sürü insan öldüğünü düşünmek çoğu zaman kanını dondurdu. Aslında tamamen konunun özüne indiğinde bunların sadece bahane olduğunu, töre diye bir şeyin olmadığını, bütün bu töre adında yaşananların menfaat ve bastırılmış cinsellikten ibaret olduğunu görmüştü.

Yaptığı her yeniliğe en başta kendi babası karşı çıkmıştı. Onunda kız kardeşleri vardı. Babasına rağmen ikisini de okutmuştu. Özellikle namus davalarına yaklaşımı herkesi ayaklandırmıştı. Ailenin tek varisi olarak duruşunu hiç bozmadı. Ağa bensem kararlarım bunlar deyince kabullenmeye mecbur kalmışlardı.

Hüseyin Alaz şiddete karşı olabilirdi ama hak edene hak ettiğini vermeden de rahat etmezdi. Kan dökmek en son çaresiydi. Şükür ki bu zamana dek dökmemişti. Ancak doğunun sert kurallarını değiştirmeye çalışsa da bazen onu da aşan durumlarla karşılaşırsa ne yapacağını hep düşünmüştü. İyi silah kullanıyordu. Yurtdışında okuması nedeniyle her ortama ayak uyduruyordu. Fakat o yetiştiği kültürün adamıydı. Yalan yanlış törelerin değil. Memleketinin sert mizacını, delikanlılığını alırken, vicdanına dokunan her şeyi değiştirmeyi kafaya koyarak kendini yetiştirmişti.

Diyarbakır’ın en büyük aşireti olması özelliğiyle kendi memleketinde yaşanan bütün ayaklanmalara zamanında müdahale etmiş, özellikle kadınların desteğiyle üç dört yılda birçok düşüncesini kabul ettirmişti. Köylülerde eskisi gibi değildi. Şanlıurfa ve Van’ın ağaları da çok başarılı işler yapmışken, Mardin de pek ilerleme olmamıştı. Belki de oradaki ağalar yeniliklerin kabul göreceğine onlar kadar inanmamışlardı.

Bazen yatağa yattığında, son yıllarda yaptıklarını düşünüyor ve içinde bir yerler huzur buluyordu. Bu değişikleri yapmaya baş koyduğu zamanlarda gördü ki eğitim ve ekonomik bağımsızlık olmazsa, töre denilen saçmalıklar silsilesinde boğulacaklardı. O da bu yüzden gençleri ve çocukları cinsiyet gözetmeksizin okumaya yönlendirdi. Okumayanları ise çıraklık eğitimleri ile iş sahibi olmaya, kadınları sadece tarlalarda değil fabrikalarda çalıştırmaya başlattı. Küçük çaplı iş adamları da dahil hepsiyle ortak işler yaptı. Devlet teşviklerinden yararlanıp, yatırımlar yaptı. İşsizlik oranı azaldıkça refahın artacağını biliyordu. Öyle de oldu.

Töreye savaş açtığında özellikle kadınlardan yardım istedi. Kadınlara size değersiz olduğunuz ya da erkeklerden sonra geldiğiniz öğretildi. Ancak siz bizim başımızın tacısınız bizi yetiştiren sizlersiniz. İlk önce siz kendinize değer verin ki erkeklerde size değer versin saygı duysun. Bu yüzden kızlarımızı yetiştirirken okumaları için en çok siz bizim yanımızda olun, kızını okutmayanlar hakkında bize bilgi verin demişti. Bu konuşmayı yüzlerce kez yaptı. Kurduğu vakıfa başvuran herkesin derdine koşulacağının garantisi verdi.

Annelerden erkek çocuklarını yetiştirirken onların daha önemli olduğuna dair duygu vermemelerini istedi. Kadınlardan üstün olduğunu öğreterek büyütmeyin, aksine başta size sonra bütün insanlığa saygılı ve sevgili yetişmesi sizin elinizde diye uyarılarda bulundu. Annelere kızlarınıza sahip çıkın uyarısını tekrar tekrar yaptı. Köylüleri çok şımartma seni saymazlar onlar senin kulun gibi karşı çıkan yaşlılara;

“Töre biter mi bitmez mi, gerekli mi gereksiz mi? Bunu bilmem, koca bir coğrafyayı etkileyen, uğruna göz kırpmadan kan dökülen, insanları yerinden yurdundan eden töre benim için aşılmaz bir duvar gibiydi. Ben, en azından kendi halkımda bu duvarı yıkmak için uğraşacağım. Bu köyler benimse bu insanlar benim kulum diyorsanız bende bu yönde geliştireceğim, saygıları bu yönde olacak. Benden ağa olduğum için korkmasınlar, onlara iş imkanı, ekmek verdiğim için saygı duysunlar ve karşılığını kendilerini geliştirip, bu vatana faydalı olarak versinler,” demişti. Yaşlılar heyetinde bu başkaldırışı dilden dile dolaştı. Köylülerin gözünde ilk defa onları insan yerine koyan bir ağa oldu, ağa olarak değil insanlık olarak devleşti.

Hüseyin Alaz BIÇAKÇI, Diyarbakır’ın modern ağası diye anılmanın yanında vicdanlı, saygılı ve adam gibi adam diye anılıyordu. Büyüğünden küçüğüne herkes tarafından sayılıyordu. Kaçakçılık işleri milimalize inmiş, herkes ekmeğinin peşinde olmaya başlamıştı. Örnek olmanın haklı gururunu yaşarken, bunları gerçekleştirmek için çok uğraşmıştı. İşine gelmeyenler kinlenenler tarafından iki defa öldürülmeye bile çalışılmıştı.

Bozkırın sert ama vicdanlı ağası, İstanbul’da tam bir salon beyefendi oluyordu. Buna kendini yetiştirmek mi deniyordu. Yoksa her ortama ayak uydurmak mı? Bilinmez ama kimse onun doğuda büyümüş biri olduğunu anlamıyordu. İşinde çok disiplinliydi. Çok konuşmayı değil icraatı sevdiğinden genelde suskundu. Herkesi dinler, fikir sorar ama son kararı o verirdi. Çalışkan, sert mizaçlı ve her girdiği işi başarmasından dolayı İstanbul iş dünyasında ki lakabı ise genç hükümdardı.

Hüseyin Alaz’ın ağa olmadan önce uzun ilişkileri olmuştu. Ancak ağalık ve beraberindeki sorumluluklarıyla bir sevgiliye ayıracak zamanı olmamıştı. Sağlıklı bir erkek olarak; İstanbul’a geldiği zaman seks partneri dedikleri ilişkileri vardı. Bundan memnundu. Özellikle görüştüğü bir kadın vardı. Hesap sorma ya da vaat beklemediğinden üç yıldır düzenli seks hayatını onunla sürdürüyordu. Tabi arkadaşlarıyla gittiği ya da ayağına gelen fırsatları da değerlendirmiyor değildi. Seksi seviyordu. Onu rahatlatan her şeyden uzaklaştıran bir durumdu. Tek gecelik ilişkiler de evlilik gibi sıkıcı bir duruma gitmeyeceğinden daha çok tercihiydi. Tabi davetsiz bir misafirle karşılaşmak istemediğinden korunmaya çok dikkat ediyordu.

Annesinin evlenmesini çok istediğini hatta bazen bu isteği baskı kurmalara kadar varıyordu. Babası ve diğer aşiretlerin dört gözle bir varis beklediğinin de farkındaydı. Bu düzeni değiştirmeye baş koyduğu zamanlardan beri aklında olan konulardan biri de varis için evlenmekti. Sevdiği bir kadın olursa amenna ama olmazsa sırf bir çocuk için evlenmeyecekti. Eğer bunu yaparsa kendine saygısının kalmayacağını ve uğraştığı her şeyin boşa gideceğini düşünüyordu.

Bu gece arkadaşlarıyla çıkacaktı. Birkaç kadeh içki onu rahatlatırdı. Sabahtan başlayan sorunlar üstüne kaza derken gerginliği bitmemişti. Suzan’ı arayıp, bu gece hazır olmasını istedi. Bedenen rahatlamaya ihtiyacı vardı. Suzan için ev tutmuştu. Bilmediği ortamlar onu geriyordu. O yüzden tek gecelik ilişkilerini bile; ya Beşiktaş da ki beş yıldızlı otelde bulunan ve sürekli kendi adına tutulan süitinde ya da Ulus da ki evinde geçirirdi.

Mekana geldiğinde özel localarında oturan üniversiteden arkadaşları Altuğ, Kemal, Serkan ve Haluk’la hoş beş etti. Altuğ’da kendi gibi ağaydı. Şanlıurfa’nın büyük ilçelerinden birinin ağası olarak ve töre ile mücadelede en büyük destekçisi olmuştu. O yüzden yakınlıkları başkaydı. Serkan, Kemal ve Haluk onlara maddi ve manevi anlamda destek olsalar da töre denilen illetle yetişmediklerinden tam idrakını yaşayamıyorlardı. Seviyordu bu adamları en az bir hafta on günde bir görüşürler, yemek yerler ya da böyle kafa dağıtırlardı.

Gece iki gibi mekandan ayrıldı. Melih her zaman ki gibi yanı başındaydı. Genelde arkalarında bir araba dolusu koruma olurdu. Kulüp çıkışında hepsini göndermişti. Çünkü sabaha kadar Suzan’ın evinden çıkmazdı. Evin önünde arabadan indiğinde aslında düşündüğünden fazla içtiğini anladı. Melih’e eve gitmesini, beklememesini tembih edip, evin bahçesine girdi. Bir iki adım atmıştı ki, nereden olduğunu anlamadığı silah sesleriyle vücudunda yanma hissetti. Kaç kurşun yemişti. Sayamadı yere düşerken tek duyduğu Melih’in bağırmasıydı.

“Alaz Ağammmm!”

Loading...
0%