Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm

@herdem6060

Umarım yorumları ve beğenileri bol olur.

Beni buradan ve Instagram'dan takip etmeyi unutmayın ❤

Instagram; herdem6060

İyi Okumalar

 

 

“Gitti, gitti işte daha ne istiyorsun. Kanamasana be!”

Elini kalbine attığında göğsünü sıkmaya başladı. İlk duygularını fark ettiği gün de böyle olmuştu. Orayı sıkarsa içindeki bu saçma acının geçeceğini düşünmüştü. Çok değil en fazla beş dakika sonra ben ne yapıyorum dedi kendine ve toparlanmaya çalıştı. O bir doktordu ve poliklinikte böyle kendini bırakmak ona yakışmıyordu. Hemen ağlamayı kesti. Elleriyle yanaklarından boynuna doğru inen gözyaşlarını sildi. Lavaboya gidip, yüzünü yıkadı. Akan makyajını temizledi.

Derin derin nefesler alıyor, hastanenin dışına çıkana dek on dakika önce yaşadığın sahneyi hatırlamayacaksın diye kendini ikna etmeye çalışıyordu. Telefonunu eline aldı. Şubat ayı ve soğuk demeden camı açtı. Ayazın keskin soğukluğu yüzüne vururken, Ahmet hocasının ismine bakıp, sakinleşmeyi bekledi. İçine çektiği soluklarını dışarıya verdi. Verdiği nefesler güçlü bir buhar görüntüsü sergiliyordu. Arama tuşuna bastı. ‘Sesin titremeyecek ve bir şey belli etmeyeceksin Tuğsem,’ diye içinden kendini azarlarken hocasının sesini duydu.

“Tuğsem!”

“Hocam, müsait miydiniz?”

“Tabi tabi! Alaz Bey yanına geldi mi?”

Alaz’ın adını duyduktan sonra gözleri tekrar dolsa da kendini bırakmadı. Birkaç saniye sessizlik olsa da hemen sesi titremeden cevap verdi.

“Evet geldi hocam, teşekkür etti.”

“Bende çok teşekkür ederim. Beni yanıltmayacağını biliyordum. Senin gibi bir öğrencim olduğu için gurur duyuyorum.”

“Teşekkür ederim hocam. Ben!”

“Evet!”

“Hocam biliyorum yarından itibaren için yıllık izin yazdırdım ama ben kendimi iyi hissetmiyorum. Bugün öğleden sonra çıkabilir miyim?”

“Neyin var?”

“Halsizim biraz...”

Ahmet hoca ne diyeceğini bilememişti. Bölümdeki diğer öğretim üyesi Sibel’in iki hafta önceki vaka toplantısında Tuğsem’e Alaz konusunda imalarda bulunmuştu. Öğrencisinin kırıldığını anlamasıyla üzülmüştü ama kendini hiç savunmamasına içerlemişti. Tuğsem toplantı odasından çıktıktan sonra; öyle tepesi atmıştı ki meslektaşım diye patavatsızlıklarına göz yummayı bıraktı. Ses tonunu da yükselterek böyle davranmaya devam ederse hakkında çalışma arkadaşına iftira atmaktan soruşturma açılması için elinden geleni yapacağını söyledi. Ona öyle söylemişti ama içine bir kurt düşmüştü ve neredeyse on gündür Alaz’ında Tuğsem’inde tepkilerine bakıyordu.

Tuğsem’in doğru dürüst genç adamın yüzüne bile bakmadığını gördüğünde rahatlamıştı. Bugün Hüseyin Alaz taburcu olmuş, öğrencisi kendisini iyi hissetmediğinden bahsediyordu. Taburcu olduğuna göre aralarında bir şey varsa bile uygunsuz durum ortadan kalkmış oldu diye düşündükten sonra samimiyetle cevap verdi.

“Tamam çık! Son aylarda çok yoruldun zaten, iyi tatiller kızım.”

“Teşekkür ederim hocam on beş gün sonra görüşürüz.”

Ahmet hocası çok nadir onlara kızım, canım gibi hitaplarda bulunurdu. Uzun zamandır duymadığı bu yakınlık yeniden duygulanmasına sebep oldu. Ayla’ya izin aldığına ve akşam ailesinin yanına gideceğine dair mesaj attı. Hızla evine geldiğinde Manisa’ya ailesi için götürecekleri zaten hazırdı. Sadece valizi kalmıştı. Hemen valizini hazırlayıp, bütün eşyaları Saffete yerleştirdi. Tüm bunları hiçbir şey düşünmemek için dur durak demeden yapmıştı. Duşa girdiğinde akşamüzeri olduğunu gördü.

Uzun uzun yıkandı. Çıktıktan sonra kremlendi. Kuaföre gitmek çok iyi gelmişti. Birkaç kilo vermişti. Eşofmanlarını giydikten sonra saçlarını tepesinde topladı. Kıvırcık saçları yine kabarmış, bonus olmuştu. Bir sandiviç hazırlardı. Koca bir bardak meyve suyundan sonra salona geçti. Televizyonu açtığında ana haber bültenlerine denk geldi. Ne zamandır doğru dürüst haber seyredemiyorum acaba diye düşündü. Genelde internet üzerinden gazete okuyor dünyadan haberdar oluyordu.

Yine bir sürü kadın cinayeti haberiyle canı sıkıldı. Bu erkeklerin onlara yıllarını vermiş en önemlisi çocuk doğurmuş kadınları nasıl öldürebildiklerini aklı almıyordu. Bir de ifadelerinde sevdiğimden yaptım diyenleri kafalarından tutarak duvardan duvara vurası geliyordu. Sen nasıl bir psikopatsın, neyin aklını yaşıyorsun da seviyorum dediğin karının boğazını kendi çocuğunun gözleri önünde kesebiliyorsun? Bilmem kaç kurşun sıkarak, bilmem kaç kez bıçaklayarak tamamen öldürmeye yönelik bir harekette nasıl bulunuyorsun diye avazı çıktığı kadar adamları döverken bağırmak istiyordu. Acaba bu düşündüğünü polisler, savcılar veya hâkimlerde düşünüyor, soruyorlar mıydı?

Bir sonraki pedofili haberinden sonra midesi bulandı ve lokmasını yutamadı. Yarısını bile yiyemediği sandiviçi tabağa bıraktı. Kim işi olduğu için komşularına bıraktığı yaşlı çiftten şüphelenirdi. Bu yüzden kocasından hastane de tokat yiyen kadına üzüldü. Acil servisteki doktorun çocuğun boğazında gördüğü beyazlıklardan şüphelenip, kültür yaptırması sonucu ortaya çıkan olaydan sonra dünyanın çivisinin çıktığını kıyametin çok yakın olduğunu aklından geçirdi.

Anne ve baba hastane polisi tarafından sorguya alınınca çocuğun boğazında meni görüldüğü söylendiğinde baba çıldırmış ve sen bu çocuğu kimlere bırakıyorsun da çocuğuma bu iğrençliği yapmışlar diye anneye saldırmış. Anne ise şok olmuş, sadece hava soğuk olduğu için bir önceki gün pazar market alışverişinde bebeğim üşütmesin diye karşı komşuları olan yaşlı çifte bırakmıştım diyebilmiş. Bunu söylediğinde babayı hastanede kimse zaptedememiş ve komşusunun evini basmış. Böylece daha dokuz aylık bebeğe altmış beş yaşındaki insan müsveddesinin oral yaptığı ana haber bültenlerine dek çıkmıştı.

“Allah’ım doktor olduğum için mi böyleyim kadın olduğum için mi?” diyerek sesli söylendi. Çünkü biri yaşasın diye gecesini gündüzüne katan her meslektaşının böyle hissettiğini düşünmeden edemedi. Bir insan nasıl küçücük çocuğa şehvet duyardı. Bunu bir türlü anlayamıyordu. Hastalık diyenlere de doktor olmasına rağmen katılmıyordu. Kesinlikle sapkınlıktan başka bir şey değildi. Hastalık adı altında bunu yapanları hoş görmeye çalışanları bile hem vicdanen hem de mesleki olarak görevi insan yaşatmak olmasına rağmen öldürmek istiyordu.

Katlanamadığı üç şey vardı. Biri bir kadına mini etek giydi. İçki içti. Bardan geliyor gece dışarı da ne işi vardı gibi asılsız nedenlerle tecavüzü kendilerine hak görenlerdi. Maalesef ki Türkiye de bunu erkeklerden çok kadınlar söylüyor ve tecavüzü normalleştirmeye çalışıyorlardı. Diğer iki şeyde ağzı yok dili yok çocuklara ve hayvanlara uzanan elleri kırmak istiyordu.

Türkiye de üç şey olmayacaksın diye bir yazı okumuştu. Bazen buna katılmaktan öteye gidemiyordu.

KADIN, ÇOCUK ve HAYVAN…

Tuğberk doğduktan sonra bu konularda daha çok hassaslaştığını düşündükçe bunu yaşayan ailelere sabır diledi. Sinirle oturduğu yerden kalktı. Tepsiyi alıp mutfağa gitti. Bulaşıkları yıkadı. Uzun süre gideceği için banyo dahil her yeri topladı. Çöpleri dışarı bıraktı. Yatağa girer girmez telefonunun saatini gece 02:00’a ayarladı. Çünkü İstanbul-Manisa arası dört buçuk saatti ve ağabeyi her sabah yediyi on geçe gibi kahvaltıya otururdu. Bir gün sonra bekledikleri için tam sürpriz olsun istiyordu.

‘Kimi kandırıyorsun, onun nefes aldığı şehirden hemen uzaklaşmak için kaçıyorsun,’ diyen iç sesiyle kaşlarını çattı. Ayla’nın telefonlarını açmamış hatta gelen mesajları bile okumamıştı. Şu saate kadar da gayet iyi idare etmişti. Kalbinden gelen sese neden hatırlatıyorsun diye isyan edercesine kızdı.

“İnsanlarda ne dertler var. Bir kere öpüştüğüm adamımı unutamayacağım,” diye sanki karşısında biri varmış gibi tavana doğru bağırdı. Gözlerini kapattığında Hüseyin Alaz’ın yakışıklı yüzü ona bakıyordu. ‘Beni unutma diye sürekli gözlerinin önüne gelecek o zaman ne yapacaksın,’ diyen ve kendiyle yüzleşmesine sebep olan bu acılı sesten artık gerçekten nefret ediyordu. Kulaklarını tıkasa da duyuyor ve unutmasına izin vermiyordu. Gözleri uykuya yenilirken aklından geçen tek düşünce ’ben aşktan korktum seni hiç unutmayacağım ama ne olur sende beni biraz olsun unutma,’ idi.

Hüseyin Alaz eve geldiğinde içerideki kalabalığa sevinmek istedi. Çünkü hastaneden çıktığından beri boğazına yağlı urgan dolanmış gibi hissediyordu. İlk defa bir kadına yalvarma kıvamına gelmişti ve o kadın başka bir erkeği seviyordu. Bunu düşündükçe çıldıracak gibi olsa da unutmaktan başka çaresi yoktu. Onu bir kadın olarak unutsa bile minnet duyduğu bir doktor olarak hiçbir zaman unutamayacağını biliyordu.

“Oğlumm!”

“Anam!”

“Güzel oğlum anasının ilk göz ağrısı,” diye sımsıkı sarıldı Avjin Hanım gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Ömründen ömür gitmişti. Günlerce gecelerce Allah’ım benim ömrümden al oğluma ver bana evlat acısı verme diye yalvarmıştı. Çok şükür ki duaları kabul olmuştu.

“Tamam hanım bize de bırak oğlanı,” diye Muhammet Ferzan Bey’de gelip karısıyla birlikte oğluna sarıldı. Bırak derken bile karısıyla birlikte sarmalıyordu. Aylardır oğluna bir şey olacak diye korku içinde beklerken bir de karısı için endişelenmişti.

“Bize de mi bıraksanız acaba abimi!”

Hüseyin Alaz kız kardeşlerinin sesini duyunca birkaç gündür ilk defa gülümsedi. Annesinin babasının ellerini öpüp kız kardeşlerine kollarını açtı. İkisi de sımsıkı sarılırken, abim diye daha sıkı sarılıyorlardı.

Avjin Hanım, Hüseyin Alaz’ı doğurduğunda daha on yedisinde bir çocuk sayılırdı. Öyle sıkıntılı bir hamilelik geçirmişti ki sonrasında üç yıl Ferzan Bey çocuk istememişti. Karısını kaybetmekten korktuğu için kimseyi umursamadan korunmuşlardı. Sonrasında dört yıl çocukları olmamıştı. Hüseyin Alaz sekiz yaşına geldiğinde Yasmin doğmuştu. Aileye büyük mutluluk getirmişti. Avjin Hanım oğlunda yaşadığı hiçbir sıkıntıyı ikinci hamileliğinde yaşamadığı için hem de üçüncü çocuğu çok istediğinden bir daha korunmamış, Yasmin iki yaşında iken de Berfin doğmuştu. Yasmin sakin huylu esmer güzeli bir kadın olmuşken, Berfin sarı kızıl saçları ve renkli gözüyle hem tipi hem de neşeli yapısıyla ailesinden çok farklı bir kadın olmuştu.

Hüseyin Alaz, bu dünya da en çok kardeşlerini sevdiğini düşünürdü. Annesi, babası ve dedesinin yeri de ayrıydı. Ancak kız kardeşleri nefes almasını sağlıyor, dünyaya daha mutlu bakması için doğmuşlar gibi hissediyordu. Kız kardeşlerini başlarının üzerinden öpüp, özlemle bakan dedesinin yanına gitti. Sanki daha çok yaşlanmıştı, koca çınarın ellerinden öptü.

“Hoş geldin oğlum, geçmişler olsun,” diye sesi titreyerek sarıldı torununa Hasan Kani. Hüseyin Alaz’ın vurulduğu gün ufak çaplı bir kalp krizi geçirmişti. İçinde hissettiği acıyı anlatamamıştı. Rahmetli karısını kaybettiğinde bile böyle canının yanmadığını düşünmüştü. Boşuna atalarımız demiyordu. Allah sıralı ölüm versin diye o da çok yalvarmıştı. Allah’ım benim sıram çocuğumu bizden alma diye hastaneye bile gidememişti. Oysa ecel kiminse sıra onundu.

“Çok iyiyim dedem merak etme artık!”

“Korktum be çocuk! Çok korktum.”

“Biliyorum, bundan sonra daha çok dikkat edeceğim söz.”

“Mecbur edeceksin, daha bana torun vereceksin.”

“Ah! Dede yine mi?”

“Her zaman oğlum o torun doğmadan bu dilden başka bir istek duymayacaksın.”

“İnşallah, hayırlısıyla,” diyerek Hüseyin Alaz tekrar ellerini öpmüştü dedesinin derin bir nefes aldı. Hayırlısı derken gözlerinin önüne gelen kadına anlam veremedi. Koltuklardan birine yerleştiğinde ilk defa aklına geliyor gibi az kalsın ölüyordum diye düşündü. Yürüyemediğine o denli takılmıştı ki ailesinin acısını yeni idrak etti.

BIÇAKÇI aşiretinin başındaki ailenin bir geleneği vardı. Doğan bütün erkek çocuklarına iki isim koyarlardı. İlk isimleri genelde peygamber veya ehl-i beyitten gelen kişilerin isimlerinden seçilerek ailenin en büyüğü tarafından konuluyordu. İkinci isim ise anne babaya bırakılıyordu. Ezelden beri bu gelenek hiç bozulmamıştı.

Hasan Kani, Hüseyin ismini koyarken hem peygamber efendimizin reyhanı olduğu için hem de ruh güzelliğini Hz. Hüseyin’den alsın istediği için koymuştu. Onun gibi yiğit ve merhametli olsun diye dualar etmişti. Allah gönlüne göre bir torun vermişti.

*Bir gün Habib-i Kibriya (s.a.) Efendimiz Ümmü Seleme (r.anhâ) annemizin evinde iken Cebrâil aleyhisselâm geldi. Resûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz Ümmü Seleme annemize: “Ya Ümmü Seleme! Kapıda dur içeriye kimse girmesin,” dedi. O sırada Efendimizin reyhanı Hüseyin geldi ve birden içeri daldı, Rasûlullah (s.a.)’in boynuna atıldı. Efendimiz onu kucağına aldı, öptü ve sevdi. Cebrâil aleyhisselâm: “Onu çok mu seviyorsun?” dedi. Efendimiz de: “Evet!” dedi. Bunun üzerine Cebrâil (a.s.): “İyi ama, ümmetin onu öldürecektir!” dedi. Efendimiz hayretle: “Demek onu öldürecek olanlar mü’minler!” dedi. Cebrâil (a.s.): “Evet! İstersen onun öldürüleceği yeri sana göstereyim,” dedi ve gösterdi. Oradan bir avuç kızıl toprak alıp getirdi. Efendimiz o toprağı aldı ve kokladı da: “Bu toprak gam ve belâ kokuyor,” diye buyurdu. Daha sonra toprağı Ümmü Seleme (r.anhâ) annemize emânet olarak verdi ve: “Ey Ümmü Seleme! Bu, torunum Hüseyin’in öldürüleceği yerin toprağıdır. Ne zaman kan haline gelirse o vakit bil ki Hüseyin öldürülmüştür,”

Hüseyin Alaz’ın vurulduğu vakit Hasan Kani, Hz. Hüseyin’in kanıyla kırmıza dönen toprağı içinde hissetmiş, gözlerinde görmüştü. O zaman peygamber efendimizi anlamıştı. Eğer torunu ölürse töre için yaptığı halkı uğruna mücadele ettiği bütün güzelliklerin son bulacağını ve her şeyin yeniden kötüleşeceğini düşünmüştü. Kendi yaşayacağı acıdan çok, okumalarına olanak sağladığı çocuklar ve öldürülmemeleri maksadıyla elinden geleni yaptığı kadınlar için yaşama tutunması konusunda dua etmişti. Şimdi sağlıklı bir şekilde karşısında görmesine rağmen çocuk gibi ağlamak istiyordu. Allah’a şükür etmekten başka elinden bir şey gelmiyordu.

Avjin Hanım elleriyle hazırladığı yemeklerin masaya gelmesini istediğinde Hüseyin Alaz tekrar gülümsemişti. Biliyordu ki annesi orduyu doyuracak kadar yemek hazırlamıştı. Kız kardeşlerinin de sofra hazırlamaya yardım ettiğini gördüğünde yine içinde bir yerler kımıldamıştı. Bu kızlar ne zaman bu kadar büyüdü diye düşünürken, annesinin sorduğu soruyla gerildi.

“Oğlum Allah o doktor kızımdan razı olsun, teşekkür de edemedim. Bir hediye götürmek istiyorum. Hastaneye mi göndersek?”

“Hastaneye bağış yaptık, gerek yok!”

“Olur mu oğlum o dönem biz ne kadar korktuk biliyor musun? Yanına giren doktor bir sinirle çıkıyordu. Oğlunuz böyle yapmaya devam ederse hayatı boyunca yatağa bağımlı kalır diyorlardı. Eğer onun inatçı bükülmez tavrı olmasaydı.”

“Tamam anne haklısın ne yapmak istiyorsan yap,” diye terslendiğinde annesinin suratının asıldığını gördü, kendine içinden küfür etti. Anasının ne suçu vardı. Tuğsem’i hatırlamak hiç iyi gelmiyordu. Kadın her daim gerilmesine neden oluyordu. ‘Hatırlamak mı? Hiç aklından çıkıyor mu ki hatırlatsın, diyen iç sesine hak verdi.

“Hadi anacım bana neler yaptın, çok açım!”

“Kuzum sevdiğin her şeyi yaptım. Bol bol ye de güçlen,” diye gülen annesine baktığında Hüseyin Alaz’ın içi açıldı. Sanki biraz önce bozulan o değilmiş gibi oğlunun iki kelimesiyle hemen eski haline dönmüştü.

O gün yemekler neşe içinde yenmiş tüm günü ve akşamı evden çıkmadan geçirmişlerdi. Hüseyin Alaz dedesi, babası ile Diyarbakır’ı ve aşiret işlerini konuşurken, kız kardeşleriyle bol bol sohbet etmişti. Tuğsem’i düşünmemek için elinden geleni yapmıştı. Yasmin, özel eğitim öğretmeni olduktan hemen sonra, memlekette bir özel eğitim ve rehabilitasyon merkezi kurmuştu. Kardeşi üç yıldır yaklaşık yirmi öğretmenle yüze yakın öğrenciye eğitim veriyordu. Otizimli ve dowm sendromlu çocukların masumluklarını, ellerinde gelişimlerini, sevgilerini gösteriş şeklini heyecanla anlatışını dinlerken, böylesine iyi bir kalbi olduğu için hayran kaldı.

Berfin ise işletme mastırı yapıyordu. Bir taraftan da holdingde finans bölümünde çalışıyordu. Hüseyin Alaz ile yaşıyor gibi görünse de abisinin işleri dolasıyla birbirlerini haftada bir gün ancak görüyorlardı. Benim böyle anlatacak şirin hikâyelerim yok ama holdingin mali durumunu merak ediyorsan hemen anlatabilirim diye ablasına takılmadan edemedi. Yasmin çocukları öyle seviyordu ki, ne zaman bir araya gelseler anlata anlata bitiremiyordu. Sıkılmış gibi yapmasına rağmen Berfin aslında o çocukları dinlemeyi çok seviyordu.

Hüseyin Alaz, yorgun olduğunu söyleyerek erken bir saatte odasına geçti. Tüm öğleden sonrasını ve akşamı ailesiyle geçirmişti. Normalde bu kadar zaman ayırmazdı. Ancak hastanede yattığı süre boyunca bile çoğu zaman görüşmemişti. Haksızlık ettiğini biliyordu. O dönemde nasıl bir psikolojiye girdiyse bir türlü içinden kimseyi görmek gelmemişti.

Yastığa başını koyduğunda yine gözlerinin önüne inatçı doktor geldi. Yanından ayrıldığından beri ne zaman aklına gelse içine çöreklenen duyguyu düşünüyordu. İlk defa bir kadını elde edemediğinden böyle olduğunu aklından geçirdi. Ancak çok değil bir iki saniye sonra tekrar hoşlandığını kabul etmek zorunda kaldı. Vücudunun dolgun kıvrımları aklına geldikçe onu daha çok istediğinin farkındaydı. Yanağındaki güzel çukurdan öpmek nasıl olurdu derken aklına gelenlerin hiç iyiye gitmediğini fark ettiğinde cenin pozisyonu alıp, gözlerini kapattı. Uyumadan önce mırıldandığı sözcüklere kendi bile inanmıyordu.

“Aklımı meşgul etmekten vazgeç doktor, ömrün bende çok uzun olmayacak.”

Loading...
0%