Yeni Üyelik
11.
Bölüm

11. Bölüm

@herdem6060

Umarım yorumları ve beğenileri bol olur.

Beni buradan ve Instagram'dan takip etmeyi unutmayın ❤

Instagram; herdem6060

İyi Okumalar

 

Tuğsem, sabah kahvaltısına yetiştiğinde büyük bir coşkuyla karşılandı. Tuğberk’in mutluluğu ne yorgunluk ne de mutsuzluk bırakmıştı. Tüm gün kucağından inmemiş, uykuya bile halâsı ile gitmişti. Tuğberk, Rüya’yı öyle kıskanıyordu ki halâsını kaptırmamak için elinden geleni yapıyordu. Babası ve annesini kaptırdığını düşündüğünden Tuğsem gidene kadar Rüya’yı değil kendini sevdirmek için elinden geleni yapacağa benziyordu.

Tuğsem, zaten ilk göz ağrısı biricik yeğenini çok seviyordu ama Rüya’yı sevdirmemek için uğraşmasıyla içi coşmuştu. Hülya’nın çok yorulduğunu düşündüğü için evle ilgili her şeyi yapıyor bütün zamanını Tuğberk’le geçiriyordu. Zaten Manisa’da samimi olduğu birkaç arkadaşından başka kimse yoktu. Çoğu da evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. En yakın arkadaşı Işık’ın ailesini tatilinin bitmesine üç gün kala ziyaret edebilmişti. Meraklı Hatice teyzesinin biri yok mu? Işık ile sen başımıza kalacaksınız gibi sözlerine dek Hüseyin Alaz’ı olabildiğince düşünmeme kararını uygulayabilmişti.

‘Kendine bile yalan söylemeye başladın,’ diyen iç sesinin rahatsız edici duygusuyla yaşlı kadına yok kimse diye cevap verirken, yakışıklı yüzü gözlerinin önünde capcanlı duruyordu. Nasıl olduğunu deli gibi merak ediyordu. Acaba ters bir hareket yapmış mıdır? Ağrısı var mıdır diye düşünüyor sonra aman sevgilisiyledir diye düşünmeyi reddediyordu. Bu aşkın içinde daha çok büyüdüğünün de farkındaydı. Genelde Işık ile aynı dönemde izin kullanırdı. Yazın mutlaka on gün kadar birlikte olurlardı. Hülya’nın doğumuyla gelişen bu izninde Işık’sız bir Manisa biraz tuhafına gitse de İstanbul’dan uzaklaşmak çok iyi gelmişti.

Hüseyin Alaz, son on beş gündür deliler gibi çalışıyordu. İşlerden çok kopmamasına rağmen yeni ihale raporları ve mali tablolar bayağı zamanını almıştı. Uykuları pek düzenli değildi. Vurulmadan önce de çok uyuduğu söylenemezdi ama şimdilerde sürekli kabuslar görüyordu. Arada Tuğsem’in gözlerinin içi gülerek ona baktığı rüyalar olmasa hiç uyumak istemiyordu. İşlerin yanı sıra vurulmasının arkasındaki sır perdesini araştıran emniyet amiri ve savcı ile sürekli görüşüyordu. Üç ay olmasına rağmen hiçbir şey bulunmaması olayın daha şüpheli yapıyordu.

Öyle organize bir suikast olmuş ki, hiçbir ipucu bulunmamıştı. Bütün kameralar didik didik edilmiş, vurulduğu yerdeki ve o gece eğlendiği mekânda bulunan herkes ile konuşulmuştu. Ülkenin en zengin adamlarından biri vuruluyordu ve bir arpa boyu yol alamamışlardı. Bu durumdan dolayı takip eden savcı daha çok hırslanmıştı. Bir açık mutlaka bulacağım diyordu.

“Müsait misin Alaz,” diye kapıdan kafasını uzatmış arkadaşı Altuğ’a baktı. Saatine baktı. Serkan ile geleceklerini söyledikleri saatin ne çabuk geldiğini düşündü. Gülümseyerek karşılık verdi.

“Tabi gelsenize!”

“Şu sekreterin bir gün bakışlarıyla bizi öldürecek,” diyerek Serkan içeri girdi. Hüseyin Alaz kahkaha attı. Sekreteri Esra işini çok ciddiye alan hataya tahammülü olmayan ciddi bir kadındı. Arkadaşlarının her zaman onun haber vermesini beklemeden odaya girmelerine sinir oluyordu ve bunu göstermekten çekilmiyordu.

“Sizde kadıncağızın haber vermesini bekleyin!”

“Ya ne gerek var, biz zaten cep telefonundan arayıp geleceğimizi söylüyoruz. Ona da diyoruz haberi var ama her defasında olsun ben bir haber vereyim müsait mi?”

Serkan, Esra’nın taklidini yaparken odasındaki yuvarlak masaya geçmişlerdi. Üçü de gülümsüyordu. Allah bu kadının kocasına sabır versin diyorlardı. Bir kere bile gülerken görmemişlerdi. Ancak Alaz işi konusunda o kadar çok övüyordu ki sekreterini disiplini ve çalışkanlığına saygı duymuyor değillerdi. Kahveleri gelene dek havadan sudan konuşmuşlardı. Altuğ, Alaz’ın vurulmasından sonra araştırmalarda birebir ilgilendiği için konuya o başladı.

“Bilal komiser ve savcı Selçuk çok sinirliler Alaz ve bu olayın arkasının çok sağlam olduğunu düşünüyorlar.”

“Bende öyle düşünüyorum. İhale için takıştığım bütün adamlar sorgulandı. Memlekette benden hoşlanmayan ihtiyarlar dersen yine öyle, siz zaten en ince ayrıntısına dek araştırdınız. Bu denli kusursuz olması,” derken duraksadı Hüseyin Alaz, çünkü gerçekten canı sıkılıyordu. Onu öldürmek isteyenler vardı ve düşmanlarının kim olduğunu bilmiyordu. Tabi ki husumette olduğu kişiler olmuştu. Özellikle töre ile savaşmaya başladığından beri ama herkesle barış sağlamıştı. En azından kendi öyle sanıyordu.

“Bütün kamera görüntülerini emniyetten biz de aldık. Üç tane adam bir hafta boyunca gece gündüz demeden bir saniyesini bile kaçırmadan baktılar. Binaların üzerinden ve üç koldan ateş edilmiş ama hangi binalar ve ne zaman adamlar çıkmış bir görüntü yok. Ateş mesafesindeki tahmini binalarda oturanları bile tek tek araştırdık. Belki kiralama yapılmıştır ve sonra çıkmışlardır diye ancak herkes yıllardır oturan sicilleri temiz kişiler,” diye Serkan açıklamaya devam etti. Alaz kendine geldiğinden beri Altuğ ile iş yerleri haricindeki bütün zamanlarını bu olaya ayırmışlardı.

“Gecenin bir yarısı olduğu için bir tanıkta yok tabi.”

“Aynen öyle Alaz sadece Melih ve sen, o da zaten kendini sana siper etmeye çalışmış ve sağa sola ateş etmiş,” diye cevap veren Altuğ oldu. Üç arkadaş geçen haftada bir araya gelip, neredeyse birebir aynı konuları konuşmuşlardı.

“Eskisinden daha çok güvenliğine dikkat etmek zorundasın biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum Altuğ!”

“O zaman ne bok yemeye hala iki korumayla geziyorsun,” diye çıkışan arkadaşına gözlerini kısarak baktı. Sağ elini kaldırıp, kirli sakallarını sıvadı. Biliyordu, biliyordu da bir orduyla dolaşmak istemiyordu. Yine de açıklama yapmak zorunluluğu hissetti.

“Güvenlik müdürü görüşmelere devam ediyor.”

“Alaz, Altuğ haklı! Bak ben sizin gibi alışık değilim böyle durumlara ama ölümlerden döndün. İhmal ediyorsun, yapma!”

“Off tamam anam gibi amma da dır dır ettiniz,” diye arkadaşlarına kızarken masa telefonu çaldı. Telsizden cevap verdiğinde Hüseyin Alaz’ın kaşları çatıldı.

“Gelsin!”

Kapı çaldığında arkadaşları Hüseyin Alaz’ın değişen yüz ifadesine bakıyorlardı. İçeriye uzun boylu zayıf başörtülü bir kadın girdiğinde Alaz ayağa kalktı. Gözündeki morluk dikkat çekmeyecek gibi değildi. Ağlayan kadın içeri girdiğinde yabancı birileri olduğunu görünce kafasını hemen yere eğerek konuşmaya başladı.

“Alaz Ağam müsaitsiniz sanıyordum.”

“Hoş geldin Medine, gel merak etme yabancı kimse yok.”

Hüseyin Alaz, kadını kolundan tutup, sandalyeye oturttuğunda dudağındaki yaraya ve morluğa baktı. Neden geldiğini öğrenmeden sinirlenmek istemiyordu. Kim olduğunu az çok tahmin ediyordu.

“Geçmiş olsun ağam, hastaneye de geldim. Fakat görüştürmediler.”

“Sağ ol kimseyle görüşemedim. Bu halin ne?”

“Kocam yaptı.”

“Siz ayrılmamış mıydınız?”

Medine kafasını kaldırıp, Alaz’ın gözlerinin içine acıyla baktı. Bundan dokuz ay önce kocam beni dövüyor bana da sahip çıkın diye kapısına geldiğinde ne kadar çok yardım etmişti. Öyle çok minnet duymuştu ki vurulduğu zaman kendi gibi kaç kadının kahrolduğunu düşündü. Altuğ ve Serkan’ın varlığını umursamadan tekrar ağlayarak anlatmaya başladı.

“Siz vurulduktan sonra babam ve abilerimin baskılarına da…dayanamadım. Zaten sürekli ölümle tehdit ediliyordum. Ben önemli değilim ama ço..çocuklarımın da okul çıkışlarında falan önünü kesiyordu. Güvendiğin ağanda yok artık diyerek bizi tekrar birleştirdiler, iki ay oldu. Ağam ben önemli değilim ama kızlarımı da dövüyor dayanamıyorum.”

“Bu dün mü oldu?”

“Evet, çalıştığım için ondan ayrılmaya cesaret etmişim, o yüzden işten çıkacaksın dedi. Hayır dedim diye işte…”

“Nerede o piç!”

“Bil..bilmiyorum!”

“Tamam! Sen şimdi işinin başına dön, ben halledeceğim.”

Hüseyin Alaz’ın sinirden boynunda bir damar atıyordu. Ancak karşısında dayak yediği için utanan kadını daha fazla üzmemek için sakin durmaya çalışıyordu. Utanması gereken kocası olacak piçken Medine’nin ve Medine gibi yaşayan kadınların başlarını yere eğmelerinden nefret ediyordu. Kapıya kadar eşlik etti ve arkadaşlarına döndüğünde Serkan’ın surat ifadesinden ne denli şaşkın ve üzgün olduklarını gördü. Altuğ’da ağa olduğu için böyle durumlara yüzlerce kez şahit olmuştu. O da yardım istemek için ona ulaşan bütün kadınlara destek olmuştu. Ancak bunlar bitmeyecekti. Allah’tan arkadaşları da kendisi gibi düşünüyor kadınların BAŞ TACI olması gerektiğine inanıyorlardı.

Töre ile mücadeleye ilk başladığında erkeklerin ayaklanmalarına şaşmamak gerekiyordu. Ancak kadınların Müslüman kadın erkeğine köle olmalı mantığını benimsemişlerdi ki inanamamıştı. Oysa İslam dininde kadına çok değer verilirdi. Arapların erkekliği ön plana çıkarmalarıyla sanki Müslümanlık sadece erkeği korumak için olan bir din gibi yansıtılmış ve bu dinin gereği gibi öğretilmişti.

Kadınlar tarlalarda canları çıkana dek çalıştığı gibi birde evde çocuklarının kocasının bütün yükünü yükleniyordu. Erkekler çalışıp, para kazanıyorum diye kadına kötü davranma, yardım etmeme ya da köle gibi kullanma hakkını kendinde buluyordu. İslam dininde kadını maddi manevi yüceltecek erkektir. Asla kadını hiçbir konuda zorlamamalıdır. Tamamen Arap kültürünü dine dayandırarak kadını ezmekten başka bir şey yapmıyorlardı.

Türklerde kadın ise her zaman diğer milletlerden ister Müslüman olsun ister Hristiyan bütün ırklardan daha çok sevilmiş ve üstün görülmüştür. Asırlar boyunca kadına hep önem verilmiştir. Annemiz, bacımız, kızımız, hayat arkadaşımız, can yoldaşımız, cananımız ve BAŞ TACIMIZ olan kadınlara, Türklerin bakış açısı çok eski tarihlere dayanmaktadır.

Türk geleneklerinde kadınlar Hakan'ın arkasında değil, yanında 'Hatun' olarak her zaman yerini almıştır.

Yüce dinimiz de, kadınlara verilen değeri en güzel şekilde anlatır. Cahiliye döneminde kadının hiçbir önemi yoktu. Hatta kız çocukları diri diri toprağa verilirken, Hz. Muhammed (s.a.v.) bize cennetin annelerin ayakları altında olduğunu öğretmiştir.

İslam dininde erkeklerin olduğu gibi kadınların da sahip oldukları haklar vurgulanmıştır. Kadınlar, İslam dininin kendilerine verdiği kıymeti, rahatı, huzuru, tercihlerinde özgürlüğü ve boşanma hakkına sahip olduklarını bilmiş olsalar bu denli ezilmezlerdi. Bir ayette ise;

"Erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptir.) [Bakara 228] buyurulmaktır. Bu üstünlük de kadınını yüceltecek ve evine sahip çıkmak zorunluluğundan gelmektedir.

İslam da kadınlara öyle haklar verilmiştir ki birçok kadının bundan haberi yoktur. Mesela hiçbir kadın ev işi yapmak zorunda değildir. Yapması ise kadının kendi lütfudur. Peygamberimiz bile ev işlerini kendisi yapar, dikilecek eşyalarını diker, hiçbir zaman eşine emir vermezdi. Kadınlara karşı nazik ve anlayışla davrandığı yönünde İslam kaynaklarında yer alır. Hatta bundan asırlar önce Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Veda Hutbesi'nde bizlere şöyle seslenmiştir:

*"Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır."

Böyle bir peygamberin ümmeti olan erkekler şu an onlara emanet edilmiş, kadınları canı istiyor taciz ediyor, canı istiyor tecavüz ediyor, canı istiyor dövüyor ve öldürüyor. Dinin ilk emri olan “oku” ayetini bırakıp, ondan bundan duyarak öğrenen kişilerde İslam dininde kadının hep arka planda olması, kocasına kölelik hatta çok acizdir ki, Allah’tan başka kimseye secde edilmemesi ilk öğretilen olmasına rağmen kocasına secde etmek gerektiğine inanan kadınlar vardır.

Serkan kadının utancına konuşurken sesindeki acıya hala inanamıyor gibiydi. Altuğ ve Hüseyin Alaz’ın hiç şaşırmamalarına da sinir olduğunu hissetti. Bir kadın bir anne nasıl bunları yaşardı. Bunları yaşama sebebi ise o kadını koruması gereken baba, erkek kardeş ve kocasıydı. İnanılır gibi değildi. Birde bunlar adamım erkeğim diye ortalıkta mı dolanıyordu.

“Alaz!”

“Serkan biliyorum şaşırdın ama inan ülkemiz ve diğer birçok ülkenin kadınlarının durumu bu,” diye dişlerinin arasında cevap verdi.

“Bu kadıncağızı kurtaralım Alaz! Neden ailesi sahip çıkmamış?”

Hüseyin Alaz, Serkan’ın üzüntülü yüzüne ve çaresiz ses tonuna bakakaldı. Ne kadar töre ve dinin yanlış anlaşılmaları yüzünden ezilen kadınlara alışmayacağım, dayağı hoş görmeyeceğim. Kız çocuklarını okutup, ayakları üzerinde duran birer birey yapacağım diye kararlar alıp, uygulasa da alıştığını bir Serkan kadar etkilenmediğini fark ettiğinde içinde bir daralma hissetti.

“Medine on dokuz yıl önce akrabalarının oğlu ile evlendirilmiş ve İstanbul’a gelmiş. Şimdi otuz yedi yaşında ve evlendiği günden beri dayak yiyor. On sekiz ve on altı yaşlarında iki kızı on üç ve on yaşlarında da iki oğlu var. Diyarbakır da yaptığım yenilikleri duymuş, bir muhtar aracılığıyla bana ulaşmıştı. İlk önce burada temizlik görevlisi olarak işe başlattım. Kocası ağa olduğum için karşı çıkamadı. Bir üç ay çalıştıktan sonra kocasının eziyetlerinin daha çok arttığını söylediğinde ne yapmak istediğini sordum. Boşanmak istiyorum, ben yavrularıma bakarım ağam demişti. Ailesiyle konuştum seslerini çıkaramadılar, çocukları zaten çok sevindi.

Demek ki ben vurulunca sahipsiz kaldın deyip, tekrar başına çullandılar, en çok da neye üzülüyorum biliyor musun? Kocası kızların çalışıp, eve para getirmelerini istiyor Medine de kızlarım okuyacak polise şikâyet ederim seni diyerek dayak yeme pahasına kızlarını okula gönderiyor. Sırf kızları uğruna,” diye anlattığında bir süre kimseden ses çıkmadı.

Sonra Hüseyin Alaz cep telefonunu alıp Melih’i aradı. Medine’nin ailesi ve kocasını malum yere çekmelerini ve icabına bakılmasını söyledi. Kadıncağızın yediği dayakları birde korumalarından onlar yesin bakalım nasıl oluyormuş diye düşünerek emirlerini yağdırdı. Telefonu kapatınca aklına Altuğ’un anlattığı konu geldi.

“Altuğ, senin şu şarlatan şeyh ne oldu?”

“Aman bırak ya ben bu insanlara inanamıyorum. Bizim dinimizi öğrenmemiz için Rabbim bir kitap göndermiş değil mi? Yok arkadaş kimse zahmet edip okumasın aman; ne olacak il emniyet müdürü ile görüştüm. O kadar sinirlenmiş ki bütün işleri bırakıp kendi tutuklamaya Suruç’a gitmiş!”

“Ne oldu ki bana neden anlatmadın?” diye çıkışan Serkan’a ne desin bilemedi. Sen Antalya’da büyüdüğün için bu tarz konuları hayali görebilirsin mi diyecekti.

“Hastaneye gittiğim son ziyarette çok taze bir olay olmuştu. O zaman anlattım sonrasında da unuttum.”

“Ne oldu?”

“Suruç ilçesini biliyorsun, orada kendini şeyh ilan eden şarlatanın biri sürekli kadınlarınızı dövün, dayak yemeleri faydalıdır. Spor yapmalarına gerek kalmaz size daha güzel gözükürler. Dayak yemeyen kadın azar sizi aldatır diye erkeklere, kocalarınız sizi dövsün yanaklarınız kızarır kan dolaşımınız artar daha güzel gözükürsünüz gibi bir sürü saçmalıklarla da bir değişiğini kadınlara vaaz veriyormuş. Kulağıma geldiğinde inanamadım.

Şereften yoksun insan müsvettesi cennet anaların ayakları altındadır ayetini bile cennet dayak yiyen kadınların ayaklarının altındadır diyerek değiştirmiş. Kadınlara dayak yerseniz susun, hatta sevinin bile cennete gideceksiniz diye alttan alttan mesaj veriyor aklı sıra!”

“Ne yani buna inananlar mı varmış,” diye Serkan gülerek sordu. Gülüyordu çünkü şu yarım saattir şahit oldukları sinirlerini bozmuştu. Din bu kadar mı gözlerini kör etmeye yeten bir olguydu. Allah akıl ve mantığı insana neden vermişti? Hiç mi düşünmüyorlardı?

“Ooo kardeşim din söz konusu olduğunda ne bu işin tüccarı biter ne de alıcısı,” diyen bu sefer Hüseyin Alaz’dı. O hiç şaşırmıyordu. Çünkü bu evde büyü var diye altınını parasını kaptıranlara mı denk gelmemiş, yoksa sizin çocuğunuzun içine şeytan girmiş şu olmuş bu olmuş diye öz çocuklarını öldürenlerini mi görmemişti. Bunu da dine hizmet sayarak huzurla hapis yatıyorlardı.

Serkan şaşkınlıklarla dolu bir gün geçirmişti. Bazen ana haberlerde denk geldiği konuları direkt yaşamak ruh haline hiç iyi gelmemişti. Ertesi gün cumartesi olduğu için her zaman ki balıkçıda buluşmak üzere ayrıldılar.

Hüseyin Alaz zaten vurulmadan önceki halinden biraz daha sinirli ve gergindi. Herkes başına gelen olaya yorsa da sık sık Tuğsem’in yüzünün gözlerinin önüne gelmesinden böyle oluyordu. Tabi ki bu durumu en yakın arkadaşlarıyla bile paylaşamadı. Neyi paylaşacaktı ki kadın onu resmen kovmuş, görmezden gelmişti. En güzel yol çalışmak diye düşünerek kendinin de etrafındakilerinde canını çıkarıyordu.

Tuğrul ve Hülya, Tuğsem’in bir sıkıntısı olduğunu ve belli etmemeye çalıştığını daha ilk günden anlamışlardı. İlk günler sadece anlatmasını beklemişler sonrasında sorduklarında haziran ayındaki tez savunma sınavının stresi diye karşılık verdiğinde üstüne gidememişlerdi. Ancak ikisi de Tuğsem’i çok iyi tanıyorlardı. Sınav için gözleri bu denli hüzünlü bakmazdı. Farkında değildi ama bazen öyle hüzünlü bir yüzü oluyordu ki sanki acı çekiyordu. İzni bitip, yola koyulacağı zaman bir sıkıntısı olduğunda araması konusunda sıkı sıkı tembihlemişlerdi.

Işık’ın da aynı gün İstanbul’a gittiğini öğrendiğinde Tuğrul bir nebze olsun rahatladı. Birbirlerine her zaman iyi gelmişlerdi. Arkadaşı onu kendine getirir diye karısının tesellileriyle de koskoca kadın diye düşünmemeye çalıştı. Tuğsem, Cuma öğleden sonra evine gelmiş hemen mutfağa yemek için girmişti. Ayla, Işık’ı akşamüzeri hava alanından almış ve trafikten dolayı ancak akşamın sekizinde bir araya gelebilmişlerdi.

Birlikte hasret giderirken Ayla’nın ısrarları sonucunda ertesi gün dışarda yemek yemeye karar vermişlerdi.

“Kendimize bir hediye verelim. Mart ayının ilk günleri bize de bahar gelsin şöyle şık bir mekâna gidelim ben ayarlarım,” diyerek kızları istediği bir yere götürmeye ikna etti. Ancak yer konusunda Işık biraz tereddüt etti.

“Bakın burasını bir arkadaşımdan duymuştum. Ultra lüks bir restoran şık giyinelim, kuaföre falan gidelim işte,” diye kızları daha çok meraklandırmıştı. Tuğsem pek önemiyor olabilirdi. Işık bir öğretmendi bir yemeğe dünya kadar para veremezdi.

“Kızım ben bir garip sınıf öğretmeniyim, öyle lüks bir yere gidip bir tabak yemek için bir aylık maaşımı bırakamam.”

“Tamam be, hesap benden zaten! Arkadaşa rica ettim. Güzel bir masa ayarlayacak ve uygun bir şeyler yapacaklar. Hem Tuğsem Hanımın havası değişir belki,” diye hiç itiraz etmeyen mutluymuş gibi gözüken arkadaşına laf attı. Normalde bu dalaşmaya arkadaşının gülmesi ve tamam demesi gerekirdi.

“Neyim varmış benim?”

“Ağzımı açtırma bak yine vücudun ödem toplamış, sanki beş kilo almış gelmiş gibisin.”

“Regli olacağım ondandır.”

“He yav he! Kızım senin üzüldüğün zaman yemek yememene rağmen nasıl şiştiğini en iyi ben bilirim. Ne var bu kadar ya, hele benden saklamaya çalışmanı hiç anlamıyorum. Son görüşme de ne oldu ki gözlerinin feri gitmiş,” diye çıkışan bu sefer Işık oldu.

Hava alanından eve gelene dek Tuğsem hakkında konuşmuşlardı. Tuğsem’in anlattıklarından çok farklıydı duydukları ve şaşırmıştı. Arkadaşı bir hastasına karşı bir şeyler hissettiğini hatta bir gece nöbetinde yakınlaştıklarını ve kendini kötü hissettiğini söylemişti. Ayla ise sırılsıklam aşık olduğundan bahsediyordu.

Tuğsem, unutmaya çalıştıkça daha çok düşünüyordu. Geceleri uyuyamıyordu. Tuğberk sayesinde gündüzleri aklına gelmese de geceleri hep aklındaydı. Kitap okumuş, filmler seyretmiş geceleri Rüya ile ilgilenmiş ama bu lanet gecede ne varsa adam aklından çıkmamıştı. İki yakın arkadaşına baktı.

“Beni böyle gönderme, bize bir şans ver dedi.”

“Eee ne güzel o da senden hoşlanıyor demek ki…”

“Biz diye bir şey yok, olamazda dedim ve kapıyı gösterdim.”

“Ne yaptın, ne yaptın,” diye cırlayan Ayla’ydı. Ayağa kalktı. Tuğsem’in ağlamak üzere olması umurunda bile değildi.

“Ya Işık şu çocukluk arkadaşına bir şey söyle, Allah aşkına iki aydır ben bu aşktan aptallaşmış kıza laf anlatamıyorum. Ne demek biz olamayız ne demek yaa!” diye bağırdı. Işık, dudakları titreyen gerçekten üzgün Tuğsem’e bakıp düşündü. Kendisine bile söyleyemeyecek kadar mı özeldi? Sakince Ayla’ya cevap verdi.

“Ayla bir otur!”

“Tuğsem anladığım kadarıyla sen bu adama tutuldun, o da beni böyle gönderme dediğine göre senin kadar olmasa bile hoşlanıyor. Niye elinin tersi ile itiyorsun.”

“Bir bana bakın bir ona!”

“Hay Allah’ım delireceğim, kızım senin neyin var,” diye Ayla tekrar kükreyince Tuğsem ayağa kalktı. Televizyon sehpasının üzerinde duran bilgisayarı açıp, Hüseyin Alaz BIÇAKÇI diye Google girdi. Görsellere tıkladığında yanında gördüğü ince uzun genelde sarışın kızlarla resimler gözlerinin önüne çıktı. Görmek istemiyordu ama arkadaşlarının önüne koydu.

“Bak bir bak, benim bu kızlara benzer bir tarafım mı var?” diye sinirle konuştu. Sesi normalinden yüksek çıkmıştı. Bilgisayarı koltukların birine atar gibi bıraktı. Sonraki üzerindeki ayıcıklı pelüş eşofmanla kendi etrafında döndü.

“Birde bana bak Ayla! Adamın tarzı belli görmüyor musunuz? Hadi onu geçtim. Kadınların güzellik merkezlerinden çıkmadığı aşikâr, o beni beğensin diye güzelleşmek için uğraşmaya ne niyetim var ne de zamanım. ..Hem yanında bir kere görünen bir daha görülmemiş. Listesindeki ona aşık kadınlardan biri olmayacağım. Adam çapkın ve kadınlar umurunda değil. Ya ilk günden benimle birlikte olmaya çalıştı. Ne yapsaydım aşığım, ölüyorum diye ne olursa olsun mu deseydim? Belki de acıdan çıldıracak hale geldi o kadınlar ne biliyoruz?

Ayla, Tuğsem'in bağırmasına sadece bakakalmıştı. Hak vermiyordu. Herkes her şey aynı olacak hali yoktu. Hiçbir kadın arkada bırakılmayı hak etmiyordu. Belki de onlar Hüseyin Alaz'ı bırakıyorlar ya da en başından böyle bir ilişki içine giriyorlardı. İki kişinin arasında olanları sadece magazinden nasıl anlayabilirlerdi ki.

Işık ise arkadaşının aslında terk edilmekten ne kadar korktuğunu basbas bağırarak itiraf ettiğini düşündü. Hem biraz sakinleştirmek hem de Alaz konusunda biraz abarttığını anlatmak için sakince konuştu.

"Kimse kimsenin ne yaşadığını bilemez. Magazinde çıkan iki resimle iki yazıyla kimseyi tanıyamazsın. Bence ön yargılı yaklaşıyorsun."

"Anlamıyor musunuz ya? Gece gündüz onun yanındaydım. Az çok tanıdım. Ben onun için basit bir ilişkiden ilerisi olmam ama ya benim için... Bu yüzden bir daha Hüseyin konusu açılmayacak hastaneden çıktı, gitti ve bitti. O kadar...”

Loading...
0%