@herdem6060
|
Umarım yorumları ve beğenileri bol olur. Beni buradan ve Instagram'dan takip etmeyi unutmayın ❤ Instagram; herdem6060 İyi Okumalar
“Alaz Ağammmm!” Melih kurşunların nerden geldiğini bilemediği için sadece sağa sola kurşun sıktı. Bir taraftan da ağam ağam diye bağırıyordu. Korumaların olmamasına çok sinirlendi. Hemen ambulansı aradı. Adamlar resmen infaz yapmıştı. Hiç durmadan sıkmışlar ve bir anda da durmuşlardı. Ya gitmişlerdi ya da Alaz’ın öldüğünü düşünüyorlardı. Hangi ara ambulans geldi hangi ara en yakın hastanenin acil servisine giriş yaptılar bilemedi. Acilde ki doktorlar hemen ameliyata alınması gerekiyor denilince, mecburen Diyarbakır’ı aradı. Tuğsem, Ahmet Hocasının gecenin üçünde aramasına şaşırdı. Beni kontrol ediyor kesin diye düşünürken, telefonu yorgun bir sesle açtı. “Tuğsem, ünlü bir iş insanı silahlı saldırıya uğramış. Ameliyathaneyi hazırlatıyorum. Genel Cerrah Ayhan Hocanızla operasyonu gerçekleştireceğim ve asistanım olarak orada hazır ol! Sana ihtiyacım olacak,” demiş ve pat diye yüzüne kapatmıştı. Bu durumlara stajyerliğinden beri alışkın olduğundan hemen ameliyathaneye gitti. Genel Cerrah servisinde nöbetçi asistan arkadaşını da görünce durumun düşündüğünden ciddi olduğunu anladı. Acele hareketler ile steril kıyafetlerini giyip, içeri girdi. Bütün personel hazırdı. Ameliyathaneye ilk Ayhan Hoca giriş yaptı. “Hastayı getirin, Ahmet Hoca gelene kadar ben başlayacağım. Vücudunda birçok kurşun olduğu söyleniyor,” diye bağırdı. Beş dakika geçmeden operasyon başladı. Kurşunlar hep arkadan girdiği için yüz üstü yatan hastaya müdahaleye başladılar. Yarım saat sonra Ahmet Hoca’da ameliyathaneye hızla giriş yapmıştı. Ayhan Hoca’dan gerekli bilgilendirmeyi aldıktan sonra birlikte hareket ettiler. Ameliyat sabahın sekizine kadar devam etti. Genç ve güçlü bir bedene sahip olmasından dolayı hayati tehlikesi yoktu. Beş kurşun çıkardılar, genelde bele yakın yerlerden olduğu için omurilikte direkt bir zarar olmasa da zedelenme olduğunu düşünüyorlardı. Kurtulsa bile yürümek konusunda ancak iyileştiğinde karar verebileceklerdi. Her ihtimale karşı iki gün yoğun bakımda tuttular. Bu süreçte Diyarbakır hastaneye aktı. Hastanenin bahçesine bakıldığında memleketlilerinin yarısı gelmiş gibiydi. Tuğsem, ameliyattan sonra doğru evine gitmişti. O kadar yorulmuştu ki hastanın kim olduğunu bile sormamıştı. Yüzüne de bakmamıştı. Doğru yatağa girdi. Akşama kadar uyudu. Ertesi gün zaten nöbetten dolayı izinliydi. Diğer iki günü de tez çalışmaları için izin almıştı. Pazartesiye kadar rahattı ve kimse ile görüşmeden tez konusunun araştırmalarını bitirmeli ve bir an önce yazmaya başlamalıydı. Dört ay içinde yetiştiremezse altı ay uzmanlık eğitimi uzayacaktı. Bu kadar emek vermişken, en son istediği durum bunu yaşamaktı. Pazartesi günleri onun poliklinik günü olduğundan sürekli hasta bakardı. Tedavisi sıkıntılı hastaları hocalarına danışır, diğer türlüsünü kendi tedavi ederdi. Öğle saatinde Ayla ile yemek yerken hastanedeki kalabalık dikkatini çekti. Sabah da dikkat etmişti ama bugün çok hasta var sanırım diye düşünmüştü. Nöbetçi olduğu gece ameliyat ettikleri, iş insanının akrabaları hemşerileri olduğunu öğrenince şaşırdı. Adamın ne kadar çok tanıdığı var demekten öteye gidemedi. Kendisi Manisalıydı. Abisi ve yengesinden, birde halasının ailesinden başka akrabaları yok sayılırdı. On altı yaşındayken babasını kalp krizinden kaybettiğinde çok üzülmüştü. Annesi de çok sürmedi meme kanserine yakalanmıştı. Tıp Fakültesi ikinci sınıftayken de annesi ölmüştü. Abisi babasından sonra nalbur dükkânının başına geçmişti. Gayet de iyi idare etmişti. Beş buçuk yıl önce arkadaşı Hülya ile evlendi. Şimdi bir tane afacan yeğeni vardı. Biri de yoldaydı. O kendi ailesine dalmışken; Ayla’nın seslenmesiyle dikkatini ona verdi. “Hey dinliyor musun?” “Pardon dalmışım.” “Diyordum ki Cuma günü yoğun bakımdan çıktığından beri ortalığı kasıp, kavurmuş. Ne hemşire ne doktor istiyormuş. Ahmet Hoca ne yapacağını bilememiş. Rektör tarafından baskı da varmış sanırım. Adam çok önemli biriymiş, kendi hastaneleri varmış, oraya götürmek istemişler ama Ahmet Hoca müsaade etmemiş. Burada tedaviyi kabul etmiyor, orada asla tedavi olmaz. Sonuçta patron konumunda demiş.” “Ee ne olacakmış böyle?” “Valla bilmiyorum ama ben sürekli gizleniyorum. Neslihan hemşirenin başından aşağı yemek tepsisini boşaltmış, kim sizden yemek istedi diye bağırmış.” “Nee!” “Daha dur Tunç bunun bacaklarını hissedip, hissetmediğini anlamak için eğildiğinde neden sinirlendiyse ve nasıl yaptıysa yumruğu çakmış. Bak buna çok güldüm işte…” “Ya neden öyle diyorsun. Sağlıkta şiddete hayır!” “Aman sende egosu kendinden büyük Tunç’un burnunun kırılmasına çok sevindim ben valla! Hem bu sağlıkta şiddet sayılmaz, hastanın psikolojik durumundan dolayı olsa olsa iş kazası olur,” deyince Tuğsem de dayanamayıp, güldü. Bu kızın olayları düşünce şekline hayrandı. Doğru diyordu. Doktor şikayet etse bile hastanın durumunu kabullenmeyen psikolojisinden dolayı ceza almazdı. “Olsun yine de kötü olmuş. Adam yürüyemeyeceğini düşündüğünden mi bu kadar sinirliymiş. Yoksa normal hali mi acaba…” “Bilmiyorum! Ancak çok seveni var onu anladım. Neyse sen şimdi polikliniktesin göze çarpmıyorsun. Beni adamın yanına yollayacaklar diye kafamı gömdüm bir yerlere,” derken bile etrafına bakınınca birlikte kahkaha attılar. O da merak etmişti. Neden bu kadar huysuzluk yapıyor acaba diye düşünmeden edemedi. Saat dört civarında hastalarını bitirdiğinde yorgunluktan ölüyordu. Sekreterinden çay istedi. Kapıyı kilitleyip, ayaklarını uzattı ve gözlerini kapattı. On dakika sonra vurulan kapıyla; ayaklandı. Tıbbi sekreteri Hilal elinde kupa ile gelmişti. “Hocam, Ahmet Hoca sizi odasında bekliyormuş?” diye kupasını uzattı. Hızlı bir iki yudumdan sonra bugün ki hastalarla ilgili notlarını alıp, öğretim üyelerinin odalarının olduğu kata çıktı. Aslında birbirlerini çok severlerdi ama Ahmet Hoca’nın ne zaman neye kızacağı belli olmadığından hep tetikte olurdu. Kapıya iki kere vurdu. Açıp, kafasını uzattığında camdan dışarıya bakan adam arkasını döndü. “Ah geldin mi Tuğsem?” “Buyurun Hocam.” “Buraya gel!” Yanına yürüdüğünde arka bahçeyi gösterdi. Devasa bir insan kalabalığı vardı. Ahmet Hocanın konuşmasını beklediğinden bir süre sessizce hastanenin bahçesini izlediler. Sıkkın ve ne yapacağını bilemez bir sesle; “Şu kalabalığı görüyorsun değil mi? Alaz ağanız ayağa kalkacak canınızı verin desek, hiç düşünmeden sıraya girerler, öyle seviyorlar ve bu adamlara ağanız tedaviyi reddediyor böyle giderse hayatı boyunca yürüyemeyecek nasıl denir?” “Hasta neden bu kadar tepkili hocam?” “Böyle adamlar yatağa düşmeyi hazmedemez, sanırım durumunu kabullenmesi uzun sürecek. Kabullenmesini bekleyemeyiz, çok geçmeden fizik tedaviye başlamalıyız. Ne hemşire kabul ediyor, ne fizyoterapist ne doktor hiç böyle bir duruma düşmemiştim. Rektör hiç fırsat vermediği gibi, sağlık bakanı da baskı kuruyor, her gün arıyor durumu nasıl diye…” Tuğsem konunun nereye gideceğini pek anlamasa da dert yanar gibi konuşan hocasını sessizce dinledi. Yorum yapmadı. Yapamazdı. Alt üst ilişkileri önemliydi. “Tuğsem, anabilim dalının diğer öğretim üyelerinden hiçbiri hastayı kabul etmedi. Herkes şansını denedi. Fakat hasta hepsinin hakkından geldi. Sen benim başasistanımsın, hocalardan sonra senden daha deneyimlisi yok. Uzmanlık eğitiminin kesinlikle uzamasını istemediğini iyi biliyorum. Bu hastayı tedaviye ikna eder ve yürüyerek şu hastaneden çıkmasını sağlarsan, tez çalışmanı bu haliyle bile kabul edeceğim. Hatta tez konun bu hasta olsun. Danışman hocanda benim biliyorsun.” Tuğsem, alt dudağını dişlemeye başladı. Hocası alttan alttan onu tehdit mi ediyordu. Sanki ona fikrini sorar gibi konuşuyordu ama altındaki kabul etmek zorundasın manasını anlamıştı. Peki, kabul etmezse uzmanlığın uzayacak mı diyordu. Herkesin kaçacak delik aradığı bu hasta için kendi ne yapabilirdi? Analitik yeteneği güçlü bir kadın olarak, dakikada kaç cümleyi düşündü. Analiz etti, bilmiyordu. Hocasının cevap beklediğinin farkında sessizliğini korudu. Bu zamana kolay gelmemişti. Orta halli bir ailede büyümüş, abisinin çabaları ile okumuştu. Abisi gece gündüz hem annesinin hastalığına hem ona yetişmeye çalışmıştı. Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmişken, bu denli emek vermişken, abisinin uzman doktor kardeşim olacak diye gururla beklerken, o bu başarısızlığı hazmedebilir miydi? ‘Sen çok güçlü bir kızsın, neyinden çekiniyorsun,’ diyen iç sesinin gazıyla hocasına baktı. “Tamam hocam! Peki, yetkim ne olacak?” “Bu hastada kimseye hesap vermeyeceksin. Bana bağlı olacaksın. Yeri geldiğinde doktoru, hemşiresi, fizyoterapisti olacaksın. Tedavisini birlikte planlayacağız.” Ahmet Bey bir süre sustu. Kızı gibi sevdiği birinin kırılmasını istemiyordu. Masanın üstünden mavi bir dosya aldı. Çok büyük bir sorumluluk verdiğinin farkındaydı. Ancak çıkış yolu bulamıyordu. Tuğsem ‘de başaramazsa ne yapacaktı. İşte o büyük muammaydı. “Bu hastanın dosyası, istersen üzerinde biraz çalış, sormak istediklerin konusunda çekinme cep telefonum hep açık olacak. Sana güveniyorum. Pes etme Tuğsem!” “Merak etmeyin!” Daha fazla bir şey konuşmadan hastanın dosyasını alıp, odadan çıktı. Asistanlar için kullanılan odaya gitti. Dosyayı açtığında isim tanıdık geldi. Çok üstünde durmadı. Vücudundan iki belinden üç kurşun çıkarılmıştı. Zaten ameliyatında olduğu için bu detayları hızlı geçti. Omurilikte direkt bir zarar yoktu. Fakat kurşunlar sinirleri yıpratmıştı. Hocalar, zamanla ve kesintisiz fizik tedavi ile yürümesinde sorun olmayacağı kanaatindeydi. Belirli bir plan yapılmıştı. Hastanın uyumsuzluğu yüzünden tedaviye tam olarak başlanamamıştı. Neredeyse üç saat dosya üzerinde çalışmıştı. Karnının çok acıktığını hissediyordu. Evine gidip, dinlenmeliydi. Yemekhaneye gidip, yemek yedi. Eve gitmeden aldığı notlara bakıp, huysuz hastasını görmeye karar verdi. Servise çıktığında güvenlik nedeniyle kaldığı özel odanın yanında ki iki odada boşaltılmıştı. İki polisin yanı sıra üç kişi daha koridorda bekliyordu. Bir bağırış koptu. Neslihan hemşire gözleri dolu odadan çıktı. “Ne oldu?” “Hocam valla canımdan bezdirdi. On yıldır hemşireyim böyle bir hasta görmedim. Yemek yemiyor, ağrı kesicileri, antibiyotikleri vermek için uyumasını takip ediyoruz. Damar yolundan yapıyoruz. Odaya girdiğimiz anda bağırmaya başlıyor.” “Tamam, gel benle!” Tam odaya girecekken doktor hanım diye seslenilmesine arkasını döndü. Melih’i görünce ilk önce tanıyamadı. Sonra şaşırdı. Odaya doğru geri baktı. İçerdeki hasta ismi gözlerinin önüne geldi. O gün sabah arabasına çarptığı adamın gece ameliyatına mı girmişti. Bu aydınlanma ile kadere bak diye geçirdi içinden ve içeri girdi. “Kim odaya girmenize izin verdi,” diye bir kükremeyle karşılaştı. Duymamış gibi yaptı. Gidip, camları açtı. Oda kokuyordu. Dev gibi yatağı kaplamış adama bakmak istemedi. Oda havalanmaya başladı. “Neslihan hemşire yemeği getirin.” Tam hemşire yatağa doğru yürümeye başlayınca; Hüseyin Alaz yine bağırdı. “İstemiyorum! İstemiyorum dedim size neyini anlamıyorsunuz?” Hemşire korkulu gözlerle Tuğsem’e baktı. Tuğsem ise kaşlarını çatmış, çocuk gibi mızmızlanan adama bakıyordu. Ne bağırıyordu. Bağırmasa anlamayacaklar mıydı? “Neslihan yemeği getir dedim sana.” “Tamam hocam,” deyip yürüyen masaya koydu. Hastanın önüne çekti. Hüseyin Alaz elini kaldırması ile tepsiyi yere fırlatması bir oldu. Neslihan hemşire çığlık atarak odadan çıktı. Şimdi iki sinirli siyah göz ile kahverengi göz birbirlerini delip geçiyordu. Tuğsem çok uzun zamandır bu kadar sinirlendiğini hatırlamıyordu. İlk önce içinden ona kadar saydı. “Odadan çık,” diye kendini yırtan adamı duymuyordu. Duymamalıydı. O bir doktordu ve mesleğinin gereğini yapmalıydı. Sekiz, dokuz ve on evet şimdi daha iyi hissediyordu. “Bak bana doktor sağır mısın? Çık odadan diyorum.” İşte bu fazlaydı. Sağ elini boynuna atıp, masaj yapar gibi durdu. Hala bakışlarını çekmemişti. ‘Yeniden sayı say, bu sefer ondan geriye’ diyen iç sesine aldırış etmeden saçındaki tokayı çıkardı. Sağ işaret parmağını sallayarak; aynı desibelle karşılık verdi. “Bana bak Hüseyin Efendi! Senin karşında emir erin yok. Ben doktorum ve sende hastamsın ya adam gibi dediklerimi yaparsın.” “Eee! Doktor ya da!” “Ya da böyle çocuk gibi davranmaya devam edersen, seni yirmi dört saat uyuturum. Yine de o tedaviye başlarım. Benim asabımı bozma.” “Sen! Sen kimsinde benimle böyle konuşabiliyorsun!” diye Hüseyin Alaz’ın kızgınlıkla şaşkınlık arası sorusuna Tuğsem alay ettiğini gösteren bir yüz ifadesiyle baktı. Yanına yaklaştı. Sesi de aynı oranda dalga geçiyordu. “Aaa haklısınız, biz tanışmadık. Ben ortopedi ve travmatoloji doktorunuz Tuğsem VURGUN.” “İstemiyorum çık!” “Sana isteyip, istemediğini sormadım.” Hüseyin Alaz günlerdir bacaklarını hissedememesinin acısını önüne gelenden çıkarıyordu. Yürüyememek birilerine muhtaç olma düşüncesi ona ölüm gibi geliyordu. Doktor yürüyebileceğini söylese de inanmıyordu. Hiç kimsenin denek tahtası olmayacaktı. O kadar sinirleri bozuktu ki anasını bile görmek istememişti. Ki başkasını görsün. Kimseyle konuşmak da istemiyordu. İnatçı doktorun vazgeçip, gideceğini düşünürken, bir daha yemek istemesiyle yine sinirleri attı. “İstemiyorum dedim sana aptal mısın kadın!” Tuğsem’in kan beynine sıçradı ama duymamış gibi yaptı. Duymayacak görmeyecekti. Ahmet Hoca sınırsız yetki vermişti. Dışarı çıktı. Polis memurlarının yanına gitti. Onlara bir şeyler söyledi. Yeni gelen tepsi ve iki polisle içeri girdi. Memurlar yatağın iki kenarına yerleşince Hüseyin Alaz; “Ne oluyor?” diye sordu. Polisler sesini çıkarmadı. Tuğsem, kaşları çatık öldürücü bir ses tonuyla konuşmaya başladı. “Şimdi uslu uslu yemeğini yiyecek misin? Yoksa memur arkadaşlar kollarını tutarken, zorla ağzına ben mi tıkayım?” “Yapamazsın. Seni pişman ederim doktor…” Tuğsem, yüzüne samimiyetsiz bir gülüşten sonra polislere döndü. Hüseyin Alaz’a takındığı alaycı tavrı bırakıp, kibarca konuştu. “Lütfen kollarından tutup, yatağa bastırır mısınız?” “Tamam, doktor hanım.” Hüseyin Alaz bacaklarını hareket ettiremediği için kollarını savurdu. Bu arada avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Seni öldüreceğim doktor diye tehditler savuruyordu. Polislerin duyması umurunda bile değildi. O an gerçekten sadece doktoru boğazlamak istiyordu. Gücünün tükendiğini anladığında debelenmeyi bıraktı. Tuğsem, elinde kaşıkla yanına geldi. “Aç ağzını!” diye kızdı. Sanki çocuk azarlar gibiydi. Hüseyin Alaz doktorun gözlerine bakınca, oradaki kararlılığı gördü. Bir an ağzını açmayı düşünse de gururuna yediremedi. Sonra bir kabullenişle polislere döndü. Sesi yorgun ve kırgındı. “Bırakın kendim yiyeceğim,” dedi. Zorlansa da yandan yatağını yükseltti. Kendine üzgünce bakan Melih’e baktı. Tuğsem’in önüne çektiği masayla kaşığı eline aldı. Polisler ne yapalım dercesine doktora bakıyorlardı. Çorbasını bitirdikten sonra memurlara döndü. “Çok teşekkür ederim. Sizi de yordum,” diye gülümseyip, çıkabileceklerini gösteren bir hareket yaptı. Hüseyin Alaz kabul etmek istemese de çorba bile çok iyi gelmişti. Biraz da diğer yemeklerden yiyip, tepsiyi itti. Ters ters bakarak, yastıkların üzerine kendini bıraktı. Tuğsem önünden masayı çekip, hemşireye seslendi. Hemşire geldikten sonra, odanın temizlenmesini ve pansuman malzemelerini istedi. Gözlerini Hüseyin Alaz’dan çekmiyordu. Hemşire malzemeler ile geldiğinde gözlerinde bana yaptırmayın ne olur dercesine gördüğü korkudan dolayı malzemeleri eline aldı. Yatağa yaklaşıp, sert bir şekilde; “Bana sakın zorluk çıkarma, pansumanını yapıp evime gitmek istiyorum.” Hüseyin Alaz kendinden beklenmeyen bir şekilde sessiz kalıp, ne isterse yaptı. Tuğsem, işini bitirdikten sonra iyi geceler dileyip, odadan çıktı. Neslihan hemşire hayranlıkla kendine bakıyordu. Belki bir şey yapar korkusuyla kapının dibinde beklemişti. “Hocam, o huysuz adamı nasıl kuzuya çevirdiniz?” “Meslek sırrı…” “Peki, yemek için neden o kadar zorladınız. Serumla da ilaçları veriyorduk.” “O yemek neden zorla yedirildi, biliyor musun?” Tuğsem, gülümsedi. Bu gece odaya geldiğinde hastayı bu denli zorlamak aklında yoktu. Hüseyin Alaz’ın çıkışları ona bunu yaptırmıştı. Hadsiz hadsiz bağırması sinirlerini bozmuştu. Değişik bir inadı vardı ve o adam inadına dokunmakla hata yapmıştı. “Hüseyin Efendi, patronun kim olduğunu anlasın diye.” |
0% |