Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3.BÖLÜM

@herdem6060

Umarım yorumları ve beğenileri bol olur.

Beni buradan ve Instagram'dan takip etmeyi unutmayın ❤

Instagram; herdem6060

İyi Okumalar

 

 

 

 

“Hüseyin Efendi, patronun kim olduğunu anlasın diye.”

Neslihan hemşire kahkahalar atmıştı. Kaç gündür kimsenin başaramadığını bölümün en tatlı dilli doktorunun başarmasına şaşırmasına rağmen çok takdir etti. Melih, üzgün bir şekilde yanlarına geldiğinde;

“Ağam nasıl doktor hanım,” diye sordu. Melih’in yüzüne baktı. Çok üzgün olduğu belli oluyordu. Ne demesi gerektiğini düşündü. Doktorlar genelde en kötüsünü söylerdi. Kıyamadı. Lafı değiştirmenin iyi olacağını düşündüğünden;

“İyi olacak. Ben inanıyorum. Sende inan! Bu arada saffet ne oldu?”

“Anlamadım!”

Melih’in anlamamış şaşkın bakışlar atan yüzünün şekline güldü. Bugün akşam için adamı aramayı düşünürken dibime gelmişler haberim yok diye düşündü.

“Arabamı soruyorum.”

“Açıkçası hiç ilgilenemedim. Ben bir bakayım size bilgi veririm hocam.”

“Sorun yok, iyi geceler,” diyerek hastaneden ayrıldı. Eve geldiğinde saatin 22:10 olduğunu gördüğünde ofladı. Hemen bir duşa girip, yatağa geçti.

Kafasına yastığa koyduğu anda kendisine sinirle bakan kara gözleri düşündü. Tüm yatağı kaplayan heybetiyle hasta olmasına rağmen ulaşılmaz gibiydi. Pansuman yaparken ki burnuna gelen kokusunun ne olduğunu hala düşünüyordu. Çok mücadele etmesi gerekecekti. Buda acı demekti. Muayene edememişti. Ancak raporlara göre inat ederse geç kalmış olabilirlerdi. Böylesine güçlü ve yakışıklı bir adamın yatağa bağımlı kalması haksızlık olur diye düşünürken vicdanından gelen sesle utandı. ‘Hiç etik değil Tuğsem, sana yakıştıramadım. Hastanı yakışıklı olarak düşünmek neyin nesi...’

Çok yakışıklı adam görmüştü ama böylesi başkaydı. Bir kere çok geniş omuzlu ve kasları yıkılan bir adamla ilk defa yakın temas halinde olmuştu. Hastanenin kimyasal kokusu bile kendine has kokusunun ahengini bastıramamıştı. Kendine doktor olduğunu hatırlattı, iç sesine sonuna kadar hak verip, umursamaz bir tavırla uykuya daldı.

Yine bir salıydı. Bu gün vaka günüydü. Ancak Tuğsem yeni hastası sayesinde kurtulmuştu. Takip ettiği bütün hastalarını Ayla ve birkaç asistan arkadaşına devir etti. Her zaman ki gibi üzerinde dar paça bir pantolon ve tunik vardı. Beyaz önlüğünün altında gözükmediğinden kıyafete çok takılmıyordu. Aslında kılık kıyafetine dikkat ederdi. Bu yıl çalışmalarına o denli dalmıştı ki her şeyden soyutlanmış gibiydi.

Hüseyin Alaz’ın odasına girdiğinde uyuduğunu gördü. Bir adamın bu kadar güzel yüzlü olması diye düşünürken kaşlarını çattı. Kapkara saçları, sakalları esmer tenine çok yakışmıştı. Tekrar onun hastası olduğunu hatırlatarak yanına gitti. Hüseyin Alaz yavaşça gözlerini açtı.

“Günaydın! Kendinizi nasıl hissediyorsunuz.”

Hüseyin Alaz kafasını çevirmiş, tek kelime etmemişti. Tuğsem, ‘şimdide beni yok mu sayacaksın huysuz,’ diye mırıldandı. Yatağa yaklaşıp, üstündeki pikeyi kaldırdı. Baldırlarından itibaren bacaklarına dokunuyor, burası acıyor mu diye sordu. Fakat bütün soruları cevapsız kaldı. Sıkkın bir nefes aldıktan sonra doğruldu. Bu böyle olmayacaktı.

“Hüseyin Alaz Bey!” diye seslendi. Yine tek kelime yoktu. Bu sefer bağırdı ve çenesini tutup, kendine bakmasını sağladı.

“Hüseyin Bey, size sesleniyorum.”

“Ellerim sağlam doktor, çenemden elini çek.” Tuğsem ateşe değmiş gibi elini çektiğinde orda bulunan sandalyeye oturdu.

“Uzmanlığım söz konusu olmasaydı ben sana sorardım da, dua et hastamsın…” diye tısladı. Adam resmen elini çekmezsen ben çekerim demişti. Öldürecek gibi bakması da cabasıydı. Bugüne dek hep tatlı sohbetlerle getirdiği hasta doktor ilişkilerinde kökten değişikliğe gitmek gerektiğine karar verdi.

“Bakın, ben sizin doktorunuzum. Bana yardımcı olmazsanız. Size nasıl faydalı olabilirim.”

“Sizden doktorum olmanızı isteyen kim!”

“Öyle ya da böyle bu tedaviyi ben yapacağım ve sende bana yardımcı olacaksın.”

“Haddinizi aşmayın doktor, siz kim oluyorsunuz da bana emir veriyorsunuz.” Tuğsem gözlerini kapattı. Bu inatçı adamla ne yapacaktı. Yine ona kadar saymaya başladı. Sekiz, dokuz ve on evet şimdi daha iyiydi. Yoksa bu adama haddini bildirecekti.

“Benimle didişmekten vazgeç, bugünden itibaren tedavi başlayacak. Fizyoterapistin gelecek ve seni aletlerin olduğu yere götürecekler.”

“Kimseyi istemiyorum dedim neyini anlamıyorsunuz.”

Hüseyin Alaz, doktorun sen diye hitabına inatla siz diye karşılık veriyordu. Bunu anlamayacak kadın değildi. Başından gitsin istiyordu. Ne kadar çok konuşuyordu böyle sıkılmıştı. Zaten derdi ona yetiyordu. Bunu ona yapanlar ile ilgili kimse bulunmamıştı. Çektiği acıların yanı sıra düşmanını bilememek onu daha çok yıpratıyordu.

Tuğsem ise Ahmet hocasının sözlerini düşündü. Yeri gelecek hemşire, fizyoterapist, masör hepsi sen olacaksın demişti. Bu inatçı domuz kimseyi istemiyorsa o da her şeyi kendi yapardı. Ayağa kalktı. Yine parmağını sallayarak sert bir sesle konuşmaya başladı.

“Bana bak Hüseyin Efendi! Elin mecbur, ben ne dersem onu yapacaksın. İstemiyor musun? Tamam yirmi dört saat eve gitmem ama planlanan tedaviyi sana uygularım. Bana ne ağalığın söker ne de paran yeter be seninle mi uğraşacağım ben ne dersem o olacak.”

“Olmayacak!”

“Dünkü yemek olayına dönsün istemiyorsan, uyumlu ol!” dedi ve dışarı çıktı. Öyle sinirlenmişti ki sakinleşmek için koridorda tur atmaya başladı. Hemşirelerin bakışlarının farkındaydı. Fizyoterapist Elif ile konuşmaya karar verdi. Bu adam gerçekten onu çileden çıkaracaktı. Öğleden sonrası için aletleri ayarlandı. Şimdilik çok zorlamayacaktı. Bir önceki akşamki krizden sonra kahvaltısını ettiğini ve öğle yemeğini sorunsuz yediğini öğrendiğinde değişik bir mutluluk içini kapladı. Az da olsa sözünü geçirebilmişti. Hemşirelere de o saatten beri sesini çıkarmadığını duyunca yüzüne görülmesi gereken bir gülümseme yayıldı. ’Katmanındaki ilk kabuğunu kırdık galiba ha Hüseyin Efendi,’ diye düşündü.

Hüseyin Alaz’ın odasına yeniden girdiğinde sert ve sessiz tavrıyla karşılaştı. Kocasına trip atan kadınlar gibi yüzüne hiç bakmadan tedaviye gideceklerini ve kendi yapacağını anlattı. Adamın sessiz kalışını kabulleniş diye düşündüğünden yardımcı elemanları çağırdı. İkisi de küs gibi hiç konuşmadan fizik tedavi ünitesine geldiler.

İlk seans olması nedeniyle fazla zorlamamasına rağmen çok acı çektiği belliydi. Hüseyin Alaz, acıdan alnında boncuk boncuk terler birikmesine rağmen sesini çıkarmıyordu. Dişlerini sıkarken, gözlerini sımsıkı yummuştu.

Tuğsem, ‘sırf bana güçsüzlüğünü göstermemek için böyle kendini zorlamıyorsan benim adımda Tuğsem değil,’ diye düşündü. Hem içinden bu denli kendine yüklenmesine kızdı hem de iradesine hayran kaldı. Yaklaşık iki saat sonra odasına geri getirilen Hüseyin Alaz yorgunluktan ve acıdan ölüyordu. Bu süre boyunca tek kelime konuşmamışlardı.

Tuğsem, odaya kadar hastasına eşlik etmiş, ilaçlarının üstünden geçip, gece boyu uygulanacak tedaviyi nöbetçi hemşireye anlatmıştı. Pansuman konusunda hemşireye gerekli talimatlarını verirken gözleri kapalı yan dönmüş, uyumadığını bildiği adama bir defa daha baktı. Nedense sinir oldu ve kafasını sağa sola sallayarak odadan çıktı.

Koridorda Melih önünü kesti. Ziyaret etmek isteyenler olduğundan bahsettiğinde ziyaret saatleri içerisinde sorun yok dedi. Fakat onar onar mı girsinler deyince; ne diyorsun dercesine bakakaldı. Dışarıda bin kişiden fazla kişinin beklediğini öğrendiğinde şaşkınlığın yanı sıra bu kadar ziyaretçi enfeksiyon riskini maksimum seviyeye çıkaracağından izin vermemişti.

Aklından geçen ise bu huysuz herif nasıl bu kadar seviliyor anlamıyorum. Sanırım şu dizilerde filmlerde ağaları için ölüm, koşulsuz sevgi gösterileri doğru diye düşündü. Zira bu suratsız inatçı adamın sevilmesi mümkün değildi. Sonra aman banane şu tedavim bitsin, ne hali varsa görsün diyerek iki günlük tedavinin raporunu vermek için hocasının odasına gitti.

Ahmet Hoca bir önceki gün yaşanan yemek olayını Neslihan hemşireden dinlerken kahkahalara boğulmuştu. Bu kızın inadına hırsına iradesine hayrandı. Koskoca yaşını başını almış bir adam olarak çok utanmasına rağmen kendi bile Alaz Bey’den korkmuşken, Tuğsem’in ezilmeyeceğini biliyordu. Çıt kırıldım bir kız değildi. Laflarına alınmayacağının da farkındaydı. Tam tahmin ettiği gibi olmuştu. Bugün sağlık bakanına gururla Alaz Bey tedaviye başladı diye bilgi verirken üstünden tonlarca yükün kalktığını hissetmişti. Kapısı çaldığında düşüncelerinden sıyrıldı.

Tuğsem, kahverengi cin gibi bakan gözleri ve dalgalı saçları önüne dökülerek kafasını kapıdan uzattı. Şirin olmaya çalışıyordu. Hiçbir zaman minyon çıtı pıtı bir kız olmadığından genelde şirinlik gösterileri üzerinde sırıtıyordu. 1.70 boyunda yetmiş kilo olduğundan biraz iri duruyordu. Hep ayaküstü beslenmeden kaynaklıydı. Ancak o kilosunu kendine yakıştırıyordu. Şirinlikten ziyade kibarlığı ve insanlara saygılı davranışları onu sevdiriyordu.

“Hocam müsait misiniz?”

“Gel, Tuğsem.”

“Hüseyin Alaz BIÇAKÇI için gelmiştim.”

“Dinliyorum.” Ahmet hoca aslında kalkıp, sarılmak istiyordu. Sırf ciddiyetini bozmamak için tek kelimelerle cevap veriyordu. Yoksa bu zehir kızı alnından öpecekti.

“Bugün ilk seansımızı yaptık. Ancak bence iki hafta hidroterapi ve masaj olmasın. Hem dikişleri daha alınmamdı. Hem de sanırım omurilikte düşündüğümüzden daha çok zedelenme var. Bugün sağ bacağından tepki verdi. Belirli bir his var. Soldan hiç tepki alamadım.”

“Başka ne öneriyorsun.”

“Bütün fizik tedavi seanslarında yanında bende olacağım. Masajı zaten kendim yapmayı planlıyorum. Çünkü en uygun sinirlere çalışmak gerek, hidroterapi içinde hastanın durumuna bağlı on beş yirmi gün sonra konuşuruz diye düşünüyorum hocam. Hem bu süreçte dikişleri de alınmış olur.”

“Uygundur. Bir daha ki hafta Cuma sabahı vizitten önce bana da haber ver. Birlikte muayene ederiz. Muayene bulgularına göre yeniden tedavi planı çıkarırız.”

“Peki hocam, ben gideyim,” diye ayaklandığında daha rahattı. Bugün fizik tedavi sırasında Hüseyin Alaz’ın durumundan sonra ondan önce belirlenen tedavi planının hastayı çok zorlayacağını anlamıştı. Bu yüzden rapor verirken kendi düşüncelerini söylemişti. Açıkçası Ahmet hocasının kabul etmemesinden korkmuştu. Soru bile sorulmadan kabul görülen fikirlerinin sevincini yaşarken, demek ki gerçekten tüm yetki bende diye aklından geçirmişti.

“Tuğsem, tebrikler kızım başaracağını biliyordum.”

“Daha bir şey yapmadım. İyi akşamlar hocam,” dedi ve hızla çıktı. Hem bedenen hemde ruhen çok yorulduğunu hissettiğinden doğru evine gitti. Salçalı makarna yapıp, televizyon karşısında yedi. Televizyon seyretmesini çok seviyordu. Hem işinden dolayı hem de ne seyrederse seyretsin olayları çözünce sıkılıyor, izlemeye gerek yok diye hiçbir programı veya diziyi tam takip etmiyordu.

Ertesi gün işe gittiğinde cevap alamayacağını bildiği halde Hüseyin Alaz’a nasıl bir tedavi süreci geçireceklerinin ön bilgisini verdi. Bas bas bağıran adam resmen sessizlik yemini etmiş gibiydi. Önemli değil tedavi olsun da benle konuşmasın diye düşünüp, uygulamalara başladı. O hafta üç gün ve diğer hafta cumaya kadar her gün gelişimine bağlı sürekli tedavi değişikliğine gitti. Bazen fizyoterapist yerine kaslarını kendi çalıştırıyordu.

Adam duvar gibi ve mecbur kalmadıkça konuşmadığından çoğu zaman zorlanıyordu. Tedavi boyunca hiç konuşmasa da gözlerini üzerinde hissediyordu. Profesyonelliğinin dışına çıkmıyor, iyileşme süreci dışında o da etkin bir diyaloğa girmiyordu. Yalnız her geçen gün yunan tanrıları gibi gözünde güzelleşmese daha iyi olacaktı. Birkaç gündür Hüseyin Alaz’ın yanında kalp atışının değişmesini anlamıyordu.

Keçi gibi inatçı beni sinirlendirdiğinden oluyor diye kendini ikna edeceği zaman bu aralar ortaya çıkan iç sesine kızıyordu. Çünkü içinden bir ses ‘çok yakışıklı ve sende sağlıklı bir kadınsın, yani bu kadar yakın temasla o kadarcık etkilenme olur,' diyordu. O sese kulak tıkayıp, sürekli kendine hekim olduğunu hatırlatmaktan geri kalmıyordu.

Hüseyin Alaz ise kadının inatçı tavrıyla sinirleri bozuktu. Doğduğu günden beri kendine böyle davranan kimse olmamıştı. Aşiretin başına geçtiğinden bu yana da aile büyükleri bile sözünün üstüne söz söyleyememişti. Daha tanışır tanışmaz kahve ela gözlerini dikip, çenesini yukarı kaldırarak emirler yağdırmasına inanamamıştı. Polis zoruyla ona yemek yedireceğini düşündükçe bile yanaklarının sinirden kızardığını düşünüyordu.

Tuğsem’in emirler yağdırdığı gece gördüğü kabustan sonra tedavi olmayı kabullenmişti. Rüyasında tekerlekli sandalye de kalmış, bu zamana dek mücadele ettiği her şeyin tepetaklak olduğunu görmüştü. Alaz Ağam bizi okutmuyorlar, bize yine tecavüz edip, öldürüyorlar. Biz yine dayak yiyoruz diye ağlayan bir sürü kız çocuğu etrafını sarmış, ne olur bizim için ayağa kalk diye yalvarmışlardı. Ellerini kaldırmış, o küçücük çocuklara dokunmak istemiş ama kimseye ulaşamamıştı. Kan ter içinde uyandığında sürekli mutlaka yürümeliyim diye sayıklamış, durmuştu.

Doktor kendi sayesinde tedaviyi kabul ettiğini düşünecekti. Olsun dedi kendi kendine ne düşünürse düşünsün yeter ki ben bir an önce ayağa kalkayım. Ne derse yapacak en zorlayan tedavilerde bile sesini çıkarmayacaktı. Sabaha karşı yeniden uykuya dalarken o kara günden beri ilk defa içinin biraz olsun rahatladığını hissetmişti.

Aradan neredeyse on gün geçmişti. Ahmet Hoca, cuma günü muayene ederken yine Alaz’ın sesi çıkmamıştı. Sadece acı çektiğini gösteren surat ifadesi oluyordu. Gözlerini kısıyor, kaşlarını çatıyordu. Eğer dayanılamayacak bir acı çekiyorsa da alt dudağını ısırıyordu. Dikişlerini Ahmet hoca bizzat almıştı. Hem de hastasını tanımak istiyordu. Birkaç soru sorarak konuşmaya çalıştı. Kısa kısa verilen çabalardan Alaz ağanın bu sohbetten hoşlanmadığı açıktı.

Bu hafta ziyaretçi kabulüne başlanmıştı. Annesi ve kız kardeşleri Tuğsem’e sürekli tedaviyi kabul ettirdiği için teşekkür etmişlerdi. Ağalarının iyi olduğunu öğrenen bir kere gören çoğu kişi Diyarbakır’a geri dönmüştü. Yine de hastane çıkışında hatırı sayılı kalabalık bekliyordu.

Muayene bitmişti. Koridora çıktıklarında Melih yanlarına geldi

“Hocam sizinle Alaz ağamız hakkında bir şey konuşacaktım.”

“Tabi, buyurun doktor odasına geçelim,” dedi ve serviste bulunan doktor odasına gittiler. Melih sürekli Tuğsem’e bakıyordu. Sonuçta doktorda olsa bir kadındı. Bir kadının yanında bunu nasıl soracaktı. Alaz ağanın babası soracağı sorunun cevabını mutlaka öğrenin demişti.

“Hocam, özel konuşamaz mıyız?”

“Tuğsem Hanım, Alaz Bey’in doktoru gizlimiz saklımız olamaz. Lütfen konuya girelim.”

“Şimdi hocam, nasıl desem? Ağamız biliyorsunuz Diyarbakır’ın en büyük aşiretinin ağası ve varis önemli memlekette düşmanı olanlar ağamızın belinden vurulduğu için erkekliğini kaybettiğine dair dedikodular yaymışlar. Bir de bu olay olmadan önce anlarsınız ya kadınlarla hızlı bir hayatı vardı. Erkekliğinde bir sorun var mı?”

Tuğsem, kıpkırmızı oldu. Tamamen profesyonel bakmaya çalıştı ama içine çöreklenen huzursuzluğa mani olamadı. Bu yüzden kafasını yerden kaldırmadı. Ahmet hocanın sesiyle; sadece bir doktor olarak dinliyormuş gibi davranmaya çalıştı.

“Fiziksel bir sıkıntı olduğunu düşünmüyorum. Psikolojik bir sıkıntı olup, olmadığını da ancak biriyle birlikte olduğunda anlayabiliriz.”

“Anladım. Sağ olun doktor bey…”

Melih çıktıktan sonra Ahmet hoca sorulan sorunun üstüne çok durmamıştı. Hüseyin Alaz’ın tedavisinin düşündüğünden daha iyi gelişim gösterdiğini söyledi. Bir sonraki hafta masaja başlayalım. İyileşme bu şekilde devam ederse bir bilemedin bir buçuk aya koltuk değnekleriyle yürümeye başlar. Bu senin başarın deyip, gitti.

Kimsenin başaramadığı bir şeyi başarmıştı. Normal de anabilim dalı başkanı aynı zamanda tez danışmanı olan hocasının onu takdir ettiği için havalara uçuyor olması gerekmez miydi? Oysa o hocasının övgüleri yerine Hüseyin Alaz’ın kimle ilişkiye gireceğini düşünüyordu. Bugüne dek bir sevgilisi olup, olmadığını hiç düşünmemişti. Neden peki neden buna takılmıştı. Neredeyse on beş gündür gece gündüz adamı düşünüyordu. Çünkü hep yanındaydı. ‘Evet, evet kesin ondan” diye mırıldandı.

Yakında yirmi sekiz yaşına girecekti. Böyle duygular hiç yaşamamıştı. Birkaç flört ettiği kişi olmuştu. Fakat hiçbir erkekle bu kadar fiziksel temasta olduğunu hatırlamıyordu. Ayla ile konuşsam mı acaba o, bu konularda benden daha iyi diye aklından geçirdi. Sonra hastasına karşı bu tutumunu kendine zinhar yasaklayarak düşünmeyi reddetti. Peki onu düşünmemek isterken bile aklından çıkmaması ve hâlâ o kadının kim olacağı neden içinde bir yerleri oynatmıştı.

Boğazının sıkıldığını hissediyor, doktor odasında sıkışmış kalmıştı. Bir türlü oturduğu yerden kalkamıyordu. Hastasına karşı bu hissettiklerini düşünmeyi ve hatta yasakladığını tekrarladı. ‘Hüseyin Alaz BIÇAKÇI ilgili her şeyi hekim olarak değerlendireceksin, bundan sonra daha çok dikkat edecek uzak duracaksın, diye kararlar aldı.

Bir sonraki hafta Çarşamba günü masaj yapmaya başlayana kadar bu kararını uyguladı. Sadece Alaz ile ilgilenmiyor, arkadaşlarının da birçok hastasında yardımcı oluyordu. Mesai bitine dek dur durak vermeden çalışıyordu. Mesai sonrası akşam vizitlerini yapıyordu. Eve gidince de yorgunluktan çoğu zaman yatağa kendini zor atıyordu.

Masaj yapmaya başladığı andan itibaren parmak uçlarındaki karıncalanmaya engel olamıyordu. Sadece kalçalarını kapatan bir örtü haricinde çıplak olan adama bakmamak için kendini zor tutuyordu. Neredeyse üç haftadır en az dört saat yan yanaydılar ama Hüseyin Alaz yine konuşmuyordu. Bazen siyah gözlerini dikmiş, dikkatli bakarken göz göze geliyor olmasalar kendini ilk karşılaştıkları gün gibi görünmez zannedecekti. Bu süre boyunca tedavinin gidişatından kendini iyi hissettiğini belirten bir iki kelimeden başka ağzından tek kelime çıkmamıştı.

Tuğsem, sürekli ‘o senin hastan o senin hastan ettiğin yemine yazıklar olsun diye kendini paylarken,’ adama platonik bir aşkla bağlandığını kabullenmek istemiyordu. Ne kadar inkar ederse etsin içindeki ses ‘boşuna uğraşıyorsun, duygularını kabul et kurtul,’ diyordu. Yine aklı ve kalbi birbiriyle zıt düşünceleri tartışırken eline sürdüğü yağla, Alaz’ın bacaklarına masaja başladı. Bir an gözlerini kapattı. Hiç etik değildi ancak özgürce bedeninde ellerinin gezmesine izin verdi. Bacaklarında belinde elleri dolaşırken, sanki adama tedavi amaçlı masaj yapmıyor, ilk defa sevgilisine dokunuyor gibiydi. Heyecandan elleri titriyordu. Allah’tan adamın arkası dönüktü ve uyuyordu.

Hüseyin Alaz ise ellerini çenesinin altına koymuş, gözlerini kapatmıştı. Bir hafta on gündür ona ne olduğunu düşünüyordu. İkinci haftadan itibaren kadına alıştığını hissetti. Bir ara geleceği saatte heyecanla beklediğini fark ettiğinde kendine şaşırdı. Bu kadın onun asla dikkatini çekeceği biri değildi. O seksi giyinen, bakımlı ve cilveli kadın severdi. Oysa Tuğsem’i tanıdığından beri ne bir etekle, ne bir topuklu ayakkabıyla nede makyajlı görmüştü. Saçlarını bile hep gelişigüzel topluyordu. Cilveyi bırak öyle despot duruyordu ki hiç tarzı değildi. Hem o kadınların beğeniyle gözlerinin içine içine bakmasına alışkındı. Oysa doktor doğru dürüst yüzüne dahi bakmamıştı.

O zaman neden sürekli gözleri dudaklarına takılıyordu. Hayatında gördüğü en biçimli ve dolgun dudaklar olduğundan mıydı? Kendine has kokusunun ne olduğunu tüm hafta düşünmüştü. İçine öyle bir ferahlık veriyordu ki, çoğu zaman kendine engel olamayıp, kokusunu almak için saçlarına eğiliyordu. Türk kadınlarına oranla uzundu. Normalinden biraz fazla kilosu vardı. Bu da onun için ilginçti. Çünkü hep ince uzun ve zarif kadınlar dikkatini çekmişti. Birde sarışın renkli gözlüler ilk tercihi olurdu.

Tuğsem’in kahverengi gözleri ve saçları hiç ilgi çekici değildi. ‘O zaman neden sürekli onu düşünüyorsun’ diyen iç sesiyle kafasını kaldırdı. Şu an belinde ve bacaklarında gezinen ellerin onu heyecanlandırdığını ve onda seks istediği uyandırdığını fark etmişti. Dolgun dudaklarına yapıştığı görüntüler gözlerinin önüne geliyor, kendini daha zor bir duruma düşürüyordu. Sonra tanıştıkları ilk anları düşündü. İstemsiz dudakları kıvrıldı.

Nasılda ona kafa tutup, inatlaşmıştı. Hele sinirlendiği zaman kendine parmağını sallayıp, Hüseyin Efendi diye bağırması yok muydu? Öyle tatlı oluyordu ki, gülmemek için susup, kalıyordu. Sırf sinirli halini koruduğunu düşünsün diye konuşmuyordu. Eski sevgilileri de dahil bütün kadınlar onun ikinci adını tercih ederdi. ‘Alaz!’ kulağa daha hoş geliyordu.

Doktor ise sürekli eğer normal bir konuda konuşuyorsa Hüseyin Alaz Bey, eğer kızmış ve yapmasını istediği bir şey varsa Hüseyin Efendi diyordu. Dudakları tekrar kıvrıldı. O yüzüne yüzüne salladığı parmağı alıp, gözlerinin içine bakarak emse ne olur acaba diye düşündü. O anda biraz sertleştiğini hisseti. Başını kaldırıp, boynunu oynattı. Vurulduğu günden beri ilk defa erkekliğinde bir hareketlenme oluyordu. Bu sefer hafifçe gülümsedi. Bu hareketlenmenin devam edip, etmeyeceğini merak ederek düşünmeye başladı. Tuğsem’i, öptüğünü ve bol kıyafetlerinden hatta doktor önlüğünden bile belli olan büyük göğüslerini okşadığını hayal etti.

O anda küçük adamı ereksiyon halini aldı. Gözlerini açtı. Kahkahalarla gülmek istiyordu. Kendine itiraf edemese de belinden vurulduğu için erkekliğinde bir sorun olmasından korkmuştu. Kaldırdığı başını tekrar ellerinin üzerine koydu ve cadı doktorunun dokunuşlarının tadını çıkarmaya karar verdi. Tuğsem’in baldırlarına doğru inen dokunuşları sayesinde öyle kendinden geçmişti ki inlememek için alt dudağını dişlerinin arasına aldı.

Bu gece bir deneme yapmalıydı. Suzan o geceden beri kayıptı. Bunu düşünmek istemedi. Şu an içinin rahatlamasıyla bedeninin verdiği tepkilerin tadını çıkardı. Aslında bu denemeyi yapmak istediği beden kesinlikle doktordu. Ancak onunla mesafesini korumak zorundaydı. O yüzden yüzünü dönmeden konuşmaya başladı.

“Bu gece izinli dışarı çıkmak istiyorum. Fiziksel olarak zorlanabilirim. Ne öneriyorsunuz?”

“Bacaklarınızda hareketlenme başladı. Ancak yürümenizi istemiyorum. Tekerlekli sandalyeyle gidebilirsiniz.”

“Doktor yanlış anladın. Seks yapacağım uygun mu onu soruyorum.”

Loading...
0%