@hiratopcu
|
Merhaba, ben Hira Wattpad dışında burada yayındayız. Desteklerinizi, yorumlarınızı esirgemeyin. Keyifli okumalar.
İnstagram : izvinyaserisi ⛅
18.11.2019
Güncelleme: Bölüm düzenlendi, keyifli okumalar.
- Zamanın birinde bir kız çocuğu varmış dersiniz, hiç yakmamasına rağmen cayır cayır yanan bir kız çocuğu.
Benden başka kimse olmayan bir gemide, ıssız bir okyanusta kalakalmıştım sanki. O derece çaresiz, yalnız ve perişandım. Ne gemiyi kullanmayı biliyordum ne de yüzmeyi. Üstelik bu okyanus köpek balıklarıyla, ölümün pençesini bedeninde taşıyan çirkin insanlarla doluydu sanki ama ben onlara teslim olmayacaktım. Okyanusa atlayamazdım, gemiyi kullanamadığım gibi. Burada, bu soğuk yerde ölümü beklerdim. Daha önce de ölüme terk edilmemiş miydim?
Sahi nasıl hâlâ ölmemiştim? Nasıl hâlâ bu evde beni zerre sevmeyen insanlarla yaşıyordum?
Muhtaçlık.
Ayna karşısında durmuş öylece bedenimi inceliyordum. Fakat öyle süslenmek için değil, onları kapatabilmek için.
Yaralarımı.
Adım Alena. Alena, aydınlık demek. İsmime bu kadar zıt bir hayatı nasıl yaşıyorum ya da yaşatılıyorum anlamış değilim. Bir kez olsun aydınlık bir gelecek ve hayal göremedim, sınırsız tutmaya çalıştığım hayal dünyamda bile. Öyle bir dünyam yok. Hiç olmadı. Babam izin vermedi. Bu hayatta başka bir hayatımın olmayacağını bana babam öğretti.
Bu rutubetli odadan başka bir hayatım olmayacağını bana vura vura öğretti.
Üstelik acı tarafı da, annem yok. Annemi tanımıyorum. Zihnimi, annemi hatırlamaya zorlasam bile hatırlayamam çünkü gitmiş. Ben doğduktan sonra, o'na daha fazla dayanamamış ve gitmiş. Gitmek bu kadar kolaysa sahi, ben niye gidemiyordum?
Beni alelacele yetimhanenin soğuk bahçesine bırakıp kaçan babam beni niye geri almıştı, buna nasıl müsaade etmişlerdi ve ben bu hayata neden mahkum edilmiştim, hiçbir fikrim yoktu. Yaşım beş. Ya da altı. Babam bana asla acımadı.
Bana acımadı, ve sevmez de beni.
Babam bana vurur. En iyi bildiği şey bu. Döver, söver, kızar, aşağılar, yok sayar ve tüm bunlarla beraber, bana bir kere olsun kızım bile demişliği yoktur. Ben onun için gerçekten yoktum ve bu, benim altından kalkamayacağım koca bir yüktü. Bana Alena bile demezdi. Aleyna diye seslenirdi ve ben kendimi kasarak ağlamak dışında hiçbir şey yapmazdım. Babamı anlamazdım. Sever miydim? Tenimde durmadan yeni yaralar açan kişiyi nasıl severdim?
Saçlarımla kapatmaya çalıştığım ama pek fayda etmeyen yüzüme baktım boş boş. İşte, oradaydı. Orada, aynanın içinde bir kız vardı. O bendim ama bana yabancıydı. Hayalini kurduğum Alena o değildi. Hayalimdeki Alena bile sessizdi çünkü bana böyle öğretilmişti, fakat asla karşımda gördüğüm yüz, benim hayalim değildi. Bu yaralar bana ait olamazdı. Kimse bunları hak etmezdi.
Baban seni hiç sevmedi, diye mırıldandı hemen solumdan, bir ses. Yıllardır benimle. Onu bana babam getirdi. Zehirli bir sarmaşığın köklerini ben henüz altı yaşımdayken kalbime dikti. Aynadaki kişiyi sen bile sevmiyorsun.
Ona, sus, diyemiyorum. Gücüm yetmiyor. Bir an sonra göz yaşları, gözlerimi sızlatırken zihnimde gezip duran baba kız ilişkilerini düşünüyorum. Asla babamla öyle olamayacağımı biliyorum. Bazen bilmemek, bilmekten daha iyidir ve keşke ben de bunu bilmeseydim diyorum. Bir gün burada, bildiklerim ve bilmediklerimle ölecektim. Cesedimi aynaya gömecektim.
O orada yaşamaya devam edecekti ve babam aynaya her baktığında, işlediği cinayeti görecekti. Her katil suç mahaline geri döner, demeye gerek kalmayacaktı. Ben bedenimi tabuta, ruhumu bu evin her köşesine teslim edecektim ve babam bunun lanetinden kurtulamayacaktı. Baban seni hiç sevmedi.
Boynuma baktım. İçler acısıydı.
Boynumdaki el izleri fazlasıyla belli oluyordu ve ben hem ağlayıp hem yarayı kapatıp hem de okula geç kalmamak için hazırlanmaya çalışıyordum. Elimde ki gizlice aldığım ağrı kesici jele baktım. İşime yarayabilir bir jeldi umarım. Kapağını araladığım da odanın kapısına endişeli bir bakış attım. Kimse gelmiyordu, sakin olabilirdim. Kapağı araladığım andan beri yoğun ve genzimi yakan jel kokusu odaya yayılmasın diye aceleyle elime biraz sıktım. Sıkmam gerekenden daha az sıktım çünkü belli olursa...
Bu soğuk jeli boynuma değdirdiğim ilk an irkilmiş ve canım daha fazla acımıştı ama yapacak bir şey yoktu. Mavi bir buzu andıran gözlerimden peş peşe iki yaş yanağıma düştüğünde koridordaki adım seslerini duyarak irkildim ve kapağı hızlıca kapatıp jeli yorganın altına sakladım. Boynumda ki jeli iyice emdirerek biraz olsun belli olmasına engel olduktan sonra odanın kapısı hızla açıldı.
"Lan! Gerizekalı sana sesleniyorum duymuyor musun?" dedi damarlarımda kanını taşıdığım adam, babam. Seslenseydi duyardım halbuki, ben bu evde en ufak sesi bile duyuyordum. Korkuyla büyüyen gözlerim ve anında titremeye başlayan çenemle cevap vermek istedim ama o bunu beklemeden üzerime yürümeye başladığında bedenim titremeye başlamıştı. "Cevap versene lan! Kahvaltı nerde niye hazırlamadın?!"
Kahvaltı... Kahretsin üvey annem olan kadın... Perihan abla, kahvaltıyı kendi hazırlayacağını söylemişti oysaki. "Baba yemin ederim hazırlayacakt-" aniden asıldığı saçlarımla acı dolu bir çığlık bu odada, bu evde hatta belki bu mahallede yankılandı. Kansızlıktan dolayı bembeyaz ve kemikli ellerimi saçımı çektiği yere götürdüm ama daha da çekmekten öteye gitmedi. Göz yaşlarım daha yeni jel sürdüğüm boynuma hızla akıyor ve bedenim de yeni yaraların açılacağını adeta bas bas bağırıyordu. "Baba," dedim son bir umut fısıldayarak "Ye-yemin ederim... Hazırlayacaktım ama," acıyla gözlerimi yumdum sabah yanıma gelip bana iyimser davrandığında anlamalıydım bu kadının niyetini. Yine ve yine beni kandırmıştı ve ben her seferinde merhamete muhtaç kalbim yüzünden kanıyordum insanlara. "Baba... Baba canım acıyor." diye fısıldadım, saç diplerim uyuşmuştu. Yine mi kanayacaktı? Babamın gözlerindeki öfke ve nefret kimeydi? Bana, öz kızına mı?
Babamın bana tezat kahverengi gözlerinde zerre merhamet yoktu. Olmasını kendimi bildim bileli istemiştim, beklemiştim. Yoktu. "Acısın lan," diye haykırdı. Bir baba kızının canının acımasına dayanabilir miydi? Benimki, bizzat kendisi acıtıyor yüreğimi bin parçaya bölüyordu. "Acısın da akıllan piç!"
Dondum.
İçinde bulunduğum bu gemi su almaya başlamıştı sanki.
Zira başımdaki elinin baskısını azaltmak için kaldırdığım ellerimi de indirdim. Göz yaşım onun eskimiş montuna damladı. Benim gözlerimdeki yansımada kendi silueti can buldu, ben canımı verirken. Keşke her şeyi deseydi de bana bu kelimeyi demeseydi. Ben öyle değildim ki. Hıçkırığımı bastırmak için üstün bir çaba gösterirken aniden acısına aşina olduğum büyük eliyle yanağıma sert bir darbe indirdi. Bu sırada küfürlerini savurmaya devam ediyordu ama ben en çok bir tanesine takılmıştım. Hadi ama dedi iç sesim biz bunlarla yaşadık, biz bunlara alıştık. Şimdi niye zoruna gidiyor ki?
Yere yığıldım, boynum sağa doğru dönen başım yüzünden o kadar şiddetli bir acıyı yüklemişti ki bedenime yine hastanelik olmaktan korkmuştum. Yere düşerken kapının ardından üvey annemin, yani Perihan ablanın ve kızı Açelya'nın beni izlediklerini gördüm.
Baba şimdi sana bunu söylesem yine bana inanmazsın değil mi?
"Gitmiyorsun lan bugün okula falan," bana doğru aniden eğildiğinde kollarımı başıma siper ettim. Gözlerim korkuyla büyüdü ve ruhum tekrar tekrar bu adam tarafından işkence edilerek öldürüldü. Bana eğildiğinde bir başıma siper ettiğim kollarıma bir de gözlerime beni korkutacak derecede baktı. Fakat sadece böyle de değil, bir böcekmişim gibi, vebalıymışım gibi, ölümcül bir hastalığa sahipmişim gibi.
Bana tiksinerek baktı.
Baba, lütfen... Lütfen bir kere bana Açelya'ya baktığın gibi bak. Ben senin kızınım. Lütfen...
Kalbim acırken, cümlesine devam edişini ve aynı zamanda kapıda bizi izleyenlerin sinsi hâllerini ağlayarak izledim. "Bütün evi temizleyeceksin lan hem de tek başına duydun mu beni?!" diye bağırdı tekrar babam, ben yerimde sıçrarken. "Yan gelip yatıyorsun he demek evde?" karnıma bir tekme attı, iniltim bu evde yankılandı. "Demek Perihan annene yaptırıyorsun bütün işleri?!" başımı, saçlarımla birlikte tutarak kaldırdı. Durmuyordu, kimse onu durdurmuyordu.
Baba sen işe gittikten sonra bana savunduğun bu kadının bana ne derece kötü davrandığını bilsen, zaten her şeyi benim yaptığımı, bana yaptırdığını söylesem yine de inanmazsın değil mi bana?
Göz yaşlarım artık görüşümü bulanıklaştırırken tek duyduğum uzaklaşan adım sesleriydi. Gitmişti, koca bir enkazı gerisinde bırakarak. Bir süre ya da bilmiyorum, uzunca bir süre bu soğuk zeminde boğazımdan yükselen hıçkırıklarla ağladım.
Tanrım, lütfen. Lütfen babam beni biraz da olsa sevsin. Birinin beni sevmesine ihtiyacım var.
Baban seni hiç sevmeyecek.
Dirseklerimi yere dayayarak doğrulurken başımın ne derece döndüğünü fark ettiğimde acıyla yüzümü buruşturup gözlerimi pencereye, ordan da göğe çevirdim. Kapalı bir hava vardı, dün olduğu gibi. Yağmur, odamdaki cama sert darbeler indiriyor fakat yine de benim ağlayışlarımı bastıramıyordu. Sahi ben içimdeki bu sesi ne zaman bastırabilmiştim? İçimi yansıtmak istercesine aniden bir şimşek çaktığında sıçradım ve hiçbir zaman sesimi çıkaramayacağıma, bana inanacak kimse olmadığına ağlayarak tepki verdim. Gülümseyemeyeceğim bir ömür vardı belki de. Başım... Tanrım başım çok acıyordu. Yanağımda el izi çıktığına o kadar emindim ki kalkıp da aynaya bakmaya gerek bile görmedim. Gözlerimi kapalı tutup gelecekte ki Alena'yı hayal ettim yine. Doktor Alena... Evet, istediğim meslek buydu.
Doktor olmayı, babamdan yedi yaşında istediğim ama almadığı bayramlık elbiseden bile daha çok istiyordum. Doktor olmayı, mahalledeki çocuklarla oynamak istediğim ama beni aralarına almadıkları oyunlardan bile daha çok istiyordum. Doktor olmayı, bakkalda görüp isteyip de alamadığım tüm çikolatalardan, şekerlerden, cipslerden hatta oyuncak bebeklerden bile daha çok istiyordum. Ben doktor olmayı, yaşayamadığım her anım için istiyordum.
Ben bunların hiçbirine sahip olmamıştım. Ama doktor olacaktım. Herkese, her şeye inat doktor olacaktım. İnsanlar beni yaraladıklarında bile ben insanların yaralarını iyileştirmek istiyordum. Yerden kalkarken bu düşünceme acıyla gülümsedim. Kimse yara almasın istiyordum. Gülünce bile acıyan başım bana hayatın gerçeklerini bir bir gösteriyordu aslında. Okul kıyafetlerimi elime alırken arkamdan gelen adım sesiyle irkildim. O gelmiş olamazdı yine değil mi?
Arkama, çekingen gözlerimle döndüğümde gelenin o değil de Açelya olduğunu gördüm. Üvey kardeşim. Ama ne kardeş.
Ezici bakışlarıyla yine ve yine beni aşağılarken kollarını göğsünde bağladı ve bir eliyle de saçlarıyla oynamaya başladı. Kumral, kahverengi gözlü ve benimle hemen hemen aynı boyda olan bir kızdı. Fakat alakamız yoktu. O daha bakımlı, daha süslü iken ben bu halimle onun yanından geçemezdim.
Uzun uzadıya aşağılayarak beni süzmeyi nihayet bıraktığında kalbimde hangi yeni yarayı açacağını bilmediğim zehirli sözlerini söylesinde gitsin istedim. "Neye gülüyordun gerizekalı?" dedi hiç düşünmeden benden nefret ettiğini apaçık belli eden itici ses tonuyla. "Yediğin dayak az geldi herhalde, babama diyeyim de biraz daha dövsün seni."
Senin babam dediğin adam benim neyim oluyor? Niye seni benden bu derece daha çok seviyor? ben ona, ben size, ben hiç kimseye bir şey yapmadım ki.
Gözlerim korkuyla büyüdü. Yapmadığı şey değildi. Bir keresinde sırf ben ona harçlığımdan istediği parayı vermedim diye beni okulda bir erkekle sarmaş dolaş gördüğü yalanını babama söylemiş ve bedenimde daha izleri geçmeyen yaraların tazelenmesine neden olmuştu. Babam, onun lafıyla pek ala beni dövüyordu. Babam beni sevmiyordu. Babam bana kızım demiyordu. Babam, çocuklarıyla ilgili soru soran arkadaşlarına tek bir evladı olduğunu söylüyor onu da Açelya olarak tanıtıyordu. Ben daha ne kadar yara alabilirdim? Ben kimdim?
"Açelya, lütfen... Niye bana böyle davranıyorsun, ben sana ne yaptım ki?" dedim, sesim, aramızdaki farkı ortaya koyuyordu. Derin bir nefes aldı, bir şeyler düşünüyormuş gibi odanın her bir köşesinde kahverengi irislerini şeytani bir şekilde gezdirdikten sonra en son odanın tavanında gözleri takıldı ve sesli bir kahkaha attı. Ben sokakta gördüğüm yavru kediye güldüğümde babamdan yediğim dayak gelmişti aklıma.
Kaşlarımı çatarak neye bu kadar güldüğünü sorguladım ama sonra fark ettim. Utandım, olduğum yerde büzüldüm. Ama o alaycı bakışlarını bir tavanda bir bende tutmaktan çekinmiyordu. İnsanları kırmak bu kadar kolay olmamalıydı. "Şu haline bak," cümlesini tamamlayamamasının nedeni tekrar gülmesiydi. "Yazık lan sana," dedi aşağılayan kahkahasının arasında. "Çatıdan su damlıyor." diye devam etti hiç düşünmeden. Evimiz eski bir mahallede, tek katlı müstakil bir evdi ve çatısından su damlaması normaldi. Sonuçta sağanak yağmur yağıyordu. Daha yeni kurumasına rağmen tekrar ıslanmak isteyen gözlerimi yerdeki eskimiş mavi halıma diktim. Dayanabilirdim.
"Bu... Gayet normal değil mi Açelya?" dedim, yılgın bir sesle. Kendisi başka bir evde yaşamıyordu sonuçta...
Bir süre sonra gülüşü durdu ve tekrar o aşağılayıcı bakışlarını mavi irislerime dikti. Ben ona ağlamamak için üstün çaba harcayan yüz ifademle bakarken o gayet de eğleniyor gibiydi. Elimde, ağlamamak için sıktığım okul formalarıma baktı. "Duymadın mı babamı?" dedi sert bir sesle. Bir tek benim sesim normal tonda çıkıyordu sanırım. "Okula falan gitmeyeceksin sen," diye tersledi beni.
Evet, babam öyle demişti ama gitmek zorundaydım. Benim bugün matematik sınavım vardı ve ben bu sınava bugün girmezsem bir daha giremezdim. Raporluk bir durumum yoktu çünkü. Aslında vardı ama... Babam işe gitmiş olmalıydı, Perihan abla da o çıktıktan hemen sonra çıkıyor ve babamın işten dönüş saatine az kala geri geliyordu. Bu hep böyle olmuştu bu zamana kadar. Okuldan sonra gelip evi temizleyebilirdim. "Okula gitmek zorundayım, sınav var ya bugün." dedim onun aksine sakin çıkan sesimle. Onunla aynı okula gidiyorduk ama onun sınavdan haberi bile yok gibiydi. Babamı kandırabildiği bir diğer konu ise derslerdi. Dersleri iyi gibi davranıyordu, halbuki kağıtları değiştiriyordu. Kopya çektiği çok sınav olmuştu ve bu sayede yüksek alıyordu. Babam onunla gurur duyarken benim notumu bile sormuyordu. "Hasiktir," diye edepsiz bir küfür savurdu tam da bu an. Ben bunun için utandım ama o söylerken utanmadı. "Nasıl unuttum lan ben," dedi, fakat sınav tarihini bilmediğine bile emindim. "Neyse iyi o zaman, babama ondan gizlice okula gittiğini söylemem ama bir şartla, şartı da biliyorsun zaten."
Bir gün yakalanmaktan deli gibi korkuyordum. Ben okul hayatımı tehlikeye atamazdım. Ama her seferinde beni tehdit edecek konuyu biliyor ve bunu yüzüme vuruyordu. Babam. Çaresiz bir kabullenişle peki dediğim sırada onun telefonu yan odadan çaldı. Arkasını dönüp kapıyı açtığı sırada tekrar bana döndü ve ben yine beni nasıl ezeceğini izlemeye başladım. Boş bakışlarımı yüzüne diktim ve bekledim. "Ha bu arada," dedi sırıtarak bu sırıtması beni ezmekten keyif aldığının göstergesiydi. "Sana bugünlük bulaşmayacağım. İyi bir haber aldım, çabuk hazırlan da sınava geç kalmayalım," dedi ve gitti. Elimdeki formayı sıktım ve sadece içimdeki sıkıntının geçmesini bekledim. Geçmedi, hiçbir zaman geçmediği gibi. Bir gün bu izbe yerden kurtulacaktım ve bir, belki on belki yüz belki de binlerce insanın hayatını da ben kurtaracaktım. Küçük gördükleri kız yapacaktı bunu.
Ben.
Alena Korel.
🌖
Turuncu boyalı eski okul binasına geldiğimizde kapıdan geçmek için öğrencilerin girmesini bekliyordum. Giriş ve çıkış saatlerinde oldukça kalabalık olan bu okulda tek bir kapı vardı ve kimse kimseye yer vermeden, resmen birbirine yapışarak içeri giriyorlardı. Ben geçmesini beklediğim serseri bir gurubun arkasından içeri girdiğimde Açelya, sinirle kapıda beni bekliyordu. O, elbette beni beklemeden çoktan girmişti. Az önce önümden geçen serseri grubundaki esmer bir çocuğa gülümseyerek göz kırptıktan sonra çocuk da ona güldü. Hatta bir şeyler söyledi ama ben anlamadım. Çocuklar gittiğinde sert bakışlarını bana çeviren Açelya, sinirle konuştu. Niye hep bana sinirliydi bu kız! "Nerdesin gerizekalı, seni bekliyorum burda," diye konuştu dik bakışlarını üzerimden çekmeden. Çekingen bakışlarımı ona çevirip, "Önümdekilerin geçmesini beklemiştim, sen beklemeseydin beni Açelya," diye konuştum. Çekingen bakışlarım arada bir bize doğru laf atan birkaç çocuğa değiyor ama ardından hemen önüme çevriliyordu. Açelya da bize bakan çocukları fark etti ve gülümseyerek yürümeye başladı.
Kapıdan içeri girerken kolumdan tutarak beni koridorun en köşesine çekti. Birkaç göz bize çevrilmişti fakat benim umursayacağım şey o değil kolumdu. Bu kolumu defalarca sıkan babam yüzünden kolum morarmıştı ve şimdi de Açelya sıkıyordu. "Açelya, bırak kolumu," dedim, hissettiğim acıyı tarif edemezdim.
Salık bıraktığı saçından bir kaç tutam önüne geldiğinde hırsla onları geri, omzundan aşağı bıraktı. "Benim yanımda dolaşma," dedi yine, aniden. Her gün bu konuşmayı yapmak zorunda mıydı? "Defol git sınıfa, her gün seni uyarmak zorunda mıyım ben ya?" diye söylendi, daha çok kendisiyle konuşuyor gibiydi. Kolumdaki baskısından kurtulmak için bir adım geri gittim, neyse ki o da beni bırakmıştı. Tanrım... Kolum. Kolum da çok acıyordu. Üstelik yazı yazdığım elimdi ve ben şimdi nasıl yazı yazacaktım? "Bırak," diye fısıldarken ne kadar itici bir durumun içerisinde olduğumu düşünmemeye çalıştım.
Onu ardımda bırakıp merdivenlerden çıkıp sınıfın olduğu kata geldim ve sınıfa girdim. Yürüdüğüm süre boyunca başımı hiç yerden kaldırmamış, kimseyle bırakın konuşmayı göz teması bile kurmamıştım. Sınıfta sırama doğru yol alırken sıramın dolu olduğunu görüp bir an duraksadım. Sırama Betül oturmuştu.
İnce kaşlarım biraz çatılırken çekingen gözlerimi onun yüzüne çevirdim. Beni ilk fark eden Betül'ün yanında oturan, Esin'di. Benimkiler gibi sarı ve uzun saçlarıyla oldukça güzel olan kız, Betül'ü koluyla dürtükledi ve hem Betül'ün hemde diğerlerinin bana bakmasını sağladı. Tüm gözler üzerime değince öyle bir utandım ki konuşmayı unuttum sandım. Hiç arkadaşım yoktu ve bu da babam yüzündendi. Bana bıraktığı en büyük miraslardan biri de, insanlarla iletişim kurmakta güçlük çekiyor oluşumdu. Betül bana döndü ve ardından sırıttı. Niye böyle bir şey yaptığını bilmiyordum ama konuşmam gerektiğini hatırlayıp "Yerime geçebilir miyim?" dedim, zorluk çıkarmamasını umarak. Betül'ün ela irisleri bir an sınıfta dolandı ardından bana değindi, bu kız üzerime bilerek su döken kızdı hatırlamıştım. Beni kimsenin sevmediği gibi o da sevmiyordu. "Alena ben burada oturacağım artık. Kendine başka bir yer bulsana sen," diye gülüp göz kırptı. "Hadi canım hadi."
Oflayarak çantamla birlikte sınıfta yer arıyorken hoca sınıfa girdi. En arkada, bugün de başka bir erkekle oturan Açelya'ya baktığımda zaten yanı boş olsa bile beni yanına almayacağını bildiğim için daha kötü hissettim. Edebiyat hocası, herkese oturmalarını söylediğinde gözü bir an bana takıldı ve duraksadı. Ben iyice olduğum yerde büzülmüş, dokunsan ağlayacak halimle, çantam sırtımda bekliyordum. Neyi beklediğimi de bilmiyordum üstelik. "Sen niye bekliyorsun Alena?" diye konuştu Serpil hoca, masaya dosyalarını bırakırken. "Otursana yerine." Ben şimdi hocaya ne diyebilirdim ki? Yaşıtlarımla konuşmaya bile bu kadar çekinirken bir öğretmenle konuşmak, ona derdimi anlatabilmek benim için oldukça zordu. Bu kadar narin olmaktan nefret etmek istemiştim. "Hocam, oturacak yer olmayınca." diye saçma sapan bir cümle kurmuş ve kendimi frenlemek için dilimi ısırmıştım. Hoca 'anladım' der gibi kafasını salladı ve tüm sıralara yer bulabilmek için bakındı. En son Ercan'ın yanının boş olduğunu fark ettiğinde eliyle bana orayı gösterdi. Kafamı uysalca sallayıp daha fazla ilgi odağı olmamak ve benimle alay etmelerine engel olmak için oraya doğru ilerledim. Yanından geçtiğim herkesin gülüşü daha da artıyordu. Utancımdan, kızarmıştım.
Fakat hayır... Sadece buna gülmüyorlardı. Yanına oturacağım Ercan'ın engelli oluşuna da gülüyorlardı.
Bu yaptıkları çok çirkindi halbuki. Tekerlekli sandalyede olmasına rağmen yine de tüm isteğiyle okuyup meslek sahibi olmak isteyen Ercan, bana göre diğerlerinden kat be kat iyiydi. Fakat o kadar üzgün görünüyordu ki ben bir an buna da üzüldüm. Onunla bu denli alay etmeleri elbette onu üzüyor, onu kırıyordu. Tıpkı beni kırdıkları gibi. Ercan, neredeyse hiç konuşmayan bir çocuktu fakat hayır, yine de iyiydi. Yanına oturduğumda ona yanlış anlaşılmayacak bir biçimde tebessüm ettim, üzülmemesi gerektiğini belirtmek için. Gözleri bir an bana değindi ama benimde onunla alay ettiğimi düşünmüş olacak ki acıyla yüzünü tekrar tahtaya çevirdi. Benim gibi, O da o kadar dışlanıyordu ki bu sınıfta, önündeki kızlar bile sıralarını ondan uzak tutmak için bayağı öne itmişlerdi. Bu beni daha da üzdü. Defterimin sağ köşesine 'Ben seninle alay etmiyorum Ercan, yanlış anladıysan özür dilerim' yazıp ona gösterdim. Fakat hayır o, ısrarla bakmıyordu. Kimseye temas etmekten hoşlanmadığım içinde defterimin o kısmını onun tam önüne koydum. Kahverengi gözleri bir an deftere takıldı ve o yazıyı okudu. Bir süre inanamamış gibi bir bana bir yazıya baktıktan sonra gözlerini uysalca yumdu. Konuşmak istemediği belliydi, onu zorlayamazdım.
Bu 'sorun yok' demek oluyordu galiba. Kimsenin kalbini kırmadığım için derin bir nefes aldım ve arkama yaslandım. Ben kimsenin kalbini kıramazdım, insanlar benim kalbimin üzerine basıp geçmelerine rağmen. Özellikle benim gibi zorbalığa maruz kalan insanları en iyi ben anlardım. Dersin geri kalanı hocanın tahtaya yazdıklarını defterime geçirmemle, matematik sınavının iki ders sonra olduğunu öğrenmemizle, hâlâ arada bir bana bakıp gülmeleriyle, Ercan'ın kaçırdığı yerleri onun defterini yazmamla geçti. Ben buydum işte. Bir gün dedim içimden, Bir gün benim de hikayemin bir kahramanı olacak ve o bizi kurtaracak.
🎼
En kötü duyguları en uçlarda yaşayan insanlar bilir, artık en ufak bir pürüze bile gözlerinizin dolacağının ne demek olduğunu. Babam, Perihan abla, Açelya, yıllar, çocukluğum, bedenimden ziyade kırık ruhumdaki izler ama bir şekilde olan izler, beni bu kadar bitirmişti belki de. Bu kadar hassaslaşmamın sebebi belki de buydu. Mesela parkta oynayan çocukların anneleriyle ve babalarıyla olan güzel çocukluğunu izlemek zorunda değildim, babamdan sevgi dilenmek zorunda değildim, tatilde ne yaptınız sorusuna cevapsız kalmak zorunda değildim, veli toplantısına gelmeyen babamı öğretmenime nasıl açıklayacağımı düşünmek zorunda da değildim. Değildim ama...
Zorunda bırakılmıştım.
Annen tarafından bırakıldığında, tüm bunları yaşamaya zorunda bırakıldığın gibi.
Edebiyat hocasının 'ders anlatacağım' demesiyle, ilk iki ders de matematiğe bakamamış hocaya odaklanmak zorunda kalmıştım. Zorunluluk senin, göbek adın mı Alena? Şimdi ise ikinci ders bitmiş, teneffüste dünden arta kalan paramla kantine kahve almaya gelmiştim. Matematiğe yeteri kadar çalıştığımı düşünüyordum. Kantinde sıra beklerken başımı yerden kaldırmıyor, kantinin kafeteryasında oturan çocukların bana bakışlarını yok saymaya çalışıyordum. Aşırı rahatsız olduğum bir durumdu ama elimden bir şey gelmiyordu. Tam önümdeki kız, elindeki tostunu almış sıra bana gelmişti ki aniden kolumdaki baskıyla sağa doğru savrulmuştum. Kolumu tutan ellerin sahibine döndüğümdeyse iyice ürkmüştüm. Bu bizim sınıftaki Onur'du. Kaşındaki piercing ile çok ürkütücü duruyor, alaylı bakışlarını üzerimden çekmiyordu. Kolumu ondan kurtarmaya çalıştım ve o beni şaşırtarak kolumu bıraktı. Fakat yakınlığı ve bakışları olduğu gibi duruyordu.
"Sıra bendeydi güzellik," diye sırıttığını gördüm. Halbuki sıra onda değildi. "Niye araya kaynıyorsun?" diye devam etti, arkasında erkek grubunu güldürürken. Komik olan neydi ki? İlk defa, bütün bu çekingenliğime rağmen hakkımın gasp olunmasına itiraz etmek istedim ama çekingenliğim ve ürkekliğim yüzünden, "Hayır sıra bende," diye itiraz ettim. Önümde ki çocuğun ve arkasında ki erkek grubunun gülüşleri artmıştı. Ağlamak istiyordum! Ama ağlamamalıydım. Niye tüm zorbalar beni buluyordu! Sakin ol, Alena. Çocuğun gözünden muzhip parıltılar geçti ve, "Çok istiyorsan önümde durabilirsin," dedi kesik izi olan kaşlarını kaldırarak. İlk cümleyi vurgulayarak söylemesinin anlamı neydi? Tüm kahve içme isteğim çoktan balon gibi söndüğünde ona bir daha bakmayarak kantinin çıkışına doğru ilerledim. Çocuk bir ara engel olacak gibi oldu ama ben kendimi hızla geri çektiğimde hem onun hem arkadakilerin alay ettiklerini belirten kahkahası kantinde yankılandı. Ağlama Alena, alıştın sonuçta.
Öğretmenler odasının bulunduğu katta ağlamamak adına direnen gözlerimle, yere bakarak ilerlerken müdürün odasının önünde yüzünü acıyla buruşturmuş bir yandan da elini tutan Açelya'yı gördüm ve şaşkın adımlarla hızla yanına ilerledim. "Açelya, ne oldu?" sesim bir an onu irkiltti ama sonra bana bakarak kıkırdadı. Ama? "Soruları alacağım," diye konuştu aniden. Ben hâlâ ona şaşkınlıkla bakarken, o yüzünü tekrar normale döndürdü ve az önce acıyla tuttuğu eliyle de saçıyla oynamaya başladı. Ne oluyordu Allah aşkına? "Ne soruları?" diye sordum anlamayarak, fazla rimel sürdüğü kirpiklerinin altındaki kahverengi irislerine baktım. "Gerizekalı mısın?" diye sordu ciddi ciddi, ben hâlâ ona ne diyorsun der gibi bakarken, bıkkınca bir nefes verip müdürün odasına baktı, bu sırada öğrenci zili çalıyordu. Bana edeceği hakaretleri daha fazla duymak istemediğimden aceleyle sınıfıma çıkacaktım ki, "Dur dur, bana yardım edeceksin" diye hızlıca konuştu. Gözlerim kocaman açılırken cidden sınav kağıtlarını alma konusunda benden yardım istemiyor olmasını diledim.
"Beni burda bekle, Emrah hoca bana buz getirmeye gitti, hocanın çözümlü sınav kağıdı da içeride kızım!" diye konuştu sevinçle. Buzu az önce, yalandan acıyla tuttuğu eli için istemiş olmalıydı. Üstelik Emrah dediği okul müdürüydü. Bununla da yetinmiyor, Açelya sınav zamanları bu hocaya karşı aşırı... Aşırı samimi davranıyordu işte. Halbuki bu hoca tek bir hatasında onu okuldan atmaya meyilliydi. Fakat Açelya'yı önemsiyor olmalıydı. Ne iğrenç bir şeydi bu!
Kafamı şiddetle iki yana sallarken "Yapamam Açelya," diye korku ve endişe dolu sesimle fısıldadım. "Yakalanırız, bak okuldan atılırız olmaz hadi gel sınıfa gidelim," diye konuştum kolundan tutup onu birazda olsa ikna etmeye çalışarak. Çünkü bu yapmak istediği çok yanlıştı! Kolundaki hafif baskıdan silkilenerek kurtulduğunda, onda ilk defa gördüm bir telaşla, "Aptal, abartma mal gibi, sen sadece beni burada bekleyeceksin, hadi oyalama beni alıp geleceğim," bana konuşma fırsatı vermeden içeri girdiğinde, okulda ki sessizlik dikkat çekiyordu. Fakat ben korkudan titriyordum, daha önce hiç böyle bir şeye kalkışmamış hiç böyle bir yanlışa tanık da olmamıştım. Aradan iki ya da en fazla üç dakika geçmiş olmalıydı. Açelya bulamamıştı sanırım kağıdı. Bir merdivenlere, bir odanın kapısına bakıyor, müdür gelecek diye korkudan kasılıyordum fakat sonra kötü bir şey oldu. Böyle çok çok kötü bir şey.
Hiç hesap edemediğim yan taraftaki öğretmenler odasından Bilal hoca, aniden kolumu tutmuş diğer eliyle de işaret parmağıyla bana sus işareti yapmıştı. Korktum. Size yemin ederim, öyle bir korktum ki hazırda bekleyen göz yaşlarım hemen döküldü yanaklarıma. Kaçınılmaz son gerçekleşiyordu. Hoca, müdürün odasına girdi ve bakışları, aceleyle arkasını dönen Açelya'yı buldu. "Çık dışarıya," diye bağırdı hoca aniden. Çözülü sınav kağıdını görmüştü. Açelya'nın elindeydi. "Bunun cezası okuldan atılmak, bilmiyor musunuz?" diye bağırmaya devam etti. Birkaç sınıfın kapısı açılmış, hocalar meraklı gözlerle buraya bakmaya başlamışlardı. Ben ise... Ben bundan sonra başıma neler gelecek onu düşünmek istemiyordum. İçinde bulunduğum bu gemi batmıştı. Hoca bana döndü, gözlerine bakamıyordum. "Senden hiç beklemezdim," dedi sonrasında. "Okul hayatını bitirmek bu kadar kolay mı Alena?"
Okul hayatını bitirmek.
Bitirmek.
Bitirmek?
Hıçkırıklara boğulduğunda, boğulduğuna sevinecek olan insanlar var etrafında.
-BÖLÜM SONU- |
0% |