@hiyera212
|
Cumartesi sabahına gözlerimi araladığımda yatakta benden başkası vardı ve yatakta zıplıyordu. Gözlerimi devirerek kafamı kaldırdım, bakış açıma Nehir'in girmesiyle kaşlarımı çattım. Sonbahar gücünü göstermiş olsa da güneşi solduramamıştı, pencereden içeri sızan güneş ışığıyla çattığım kaşlarımı indirip gözlerime elimi siper ettim. Nehir, Koray ağabey ve Aslı yengenin kızıydı. Bir de Nehir’in erkek kardeşi vardı, Metehan. Gülümseyerek yatakta tamamen doğruldum ve Nehir'i sevinç çığlıkları arasından yatağa yatırdım ve koltuk altlarından ve karnından gıdıklamaya başladım. Ben gıdıkladıkça kahkahaları giderek artıyordu. "Hanimiş benim aşkım, hanimiş!" diyerek kollarını tutup pamuk gibi tenine ısırıklar bırakıyordum. En sonunda bacaklarından daha fazla ısırdığım için ağlamaya başlayınca gülmemi kestim. Çekmecedeki çikolatalardan biriyle onu susturdum ve kucağıma aldığım gibi salona gittim. Ağlayan çocuklar çok çirkindi, gerçekten. Asla katlanamıyordum, midem bulanıyordu. Etraf o kadar kalabalıktı ki gözlerim yuvalarından çıkacak gibi olmuştu. Etrafta gözlerim erkek aradı ama yoktu, yine de erkek kuzenlerimin sağdan soldan çıkma ihtimalini göze alarak kimseye görünmeden odama geçip üzerime hardal sarısı bir tişört, ablamdan çalınma beyaz eşofman altını giydim. Saçlarımı hızla taradım, ardından dağınık bir şekilde örüp tuvalete gittim. Aynanın karşısına geçip insana benzeyene kadar yüzümü sıvı sabunla yıkadım. Yaşıtlarım bilmem hangi markalarla yüzünü kirden arındırırken benim sıvı sabunun mükemmelliğine denecek laf yoktu. Ablam bir sürü ürün getirse de hiçbiri ile uğraşmak istemediğim için sıvı sabundan başka bir şey kullanmıyordum. O kadar uzun vaktim yoktu. İçeride soba yandığı için etraf sıcacıktı, koltuklara doluşmuş akrabalarımı süzdüm. Annemle halam yan yana oturmuş hararetli hararetli gülerek konuşuyorlardı, Aslı yengeyle Metehan gülerek oynuyor, Nehir ise televizyonun altındaki masanın içine girmiş kapısını örtmeye çalışıyordu. Hızlı adımlarla halama doğru ilerledim ve "Kimin en sevdiği halası gelmiş?" beni gören halam gülümsemesini bir an duraksatsa da bana sarıldı ve "Oy kınalı kuzum benim," diyerek her zamanki gibi saçlarımı okşadı. Hala ben kısmen sarışınım, senin kınalı kuzun Aslı olsun, kızın saçları harbi kınalı yani. "Hoş geldin halam, ne zaman geldiniz?" soruma annem yanıt verdi: "Sabah geldiler de prenses uykundan uyanamadın!” Yüzümü buruşturup anneme güzel cümleler kurarak ayaklandım. Aslı yengemi gördüğümde gülümseyerek kucaklaştım, "Nasılsın canım yengem?" en sevdiğim yengem, kral yengem. "İyiyim balım, sen nasılsın?” “İyi diyelim iyi olsun.” Diyerek yüzümü astım. Aslı yengenin kulağına eğilip “Süleyman yüzünden geldiniz değil mi?” diye sordum. “Süleyman ile tartıştığınızı babaannen söyledi, annem de duyar duymaz buraya gelmek istedi." Bu aklıma geldiği için şaşırmamıştım. "İyiyim ben ama sanırım Süleyman madde kullanıyor, istersen bir kocanla konuş. Biraz uyarsın! Ya da direkt İlyas'a söyle, biraz döver ama olsun. Madde kullanmasından iyidir!" Evet, kuzenlerin yüz karası olarak ispiyonculuk yaptım ama hanginiz Süleyman’ın bunu hak etmediğini söyleyebilir ki? "Tuana ben Süleyman adına özür dilerim, gözü dönmüş bu çocuğun. O gün babaanneyle de tartışmışlar, deden evden kovmuş onu. Amcangilde kalmış!" dediğinde ertesi gün okula gelmediğini hatırladım. Bazen gerçekten de gidip onun saçlarını tek tek yolmak istiyordum. Çocuğa bir haller olmuştu. "Aslı yenge, Süleyman ile hiç ilgilenmiyor musunuz, dikkat çekmeye mi çalışıyor?" Soruma şaşırdı, düşününce Süleyman’ın çocuk olmadığını kendime hatırlattım. "Öyle olur mu canım ya babamgil üzerine titriyor. Dedem de her cuma hocalarla konuşuyor, durumu da gayet iyiydi. Sınıf birincisiymiş hatta. Ne oldu bu çocuğa anlamıyorum." "Aşık mı oldu acaba?" "Aşıksa kuzeniyle tartışıp ağabeyinden dayak yiyerek mi aşkını belli ediyor?" Aslı ablanın sorusu mantıklıydı. Derdi neydi hiç anlayamamıştım. “Aslı yenge acaba Sülo sevgili yapmış olabilir ve İrem’in geldiğini ona söylemiş, ardından da o kız herkese yaymış olabilir mi? Başka mantıklı bir açıklama yok, çünkü daha biz duymadık İrem’in geldiğini.” “Valla daha mantıklı bir açıklama yok.” Halamgil köyde kalıyordu, yaşadıkları yer bayağı dağlık bir yerdi, hatta buradakiler oraya yayla niyetine gidiyordu. Kış olduğunda karlar yolu kapadığı için okula giden kuzenlerim dedemgilin yanında kalıyorlardı. Süleyman'dan önce de İlyas ağabeyim ve İrem abla burada kalmıştı. Yağmur abla ise Adana’da yurtta kalmıştı. Ne zaman bana iş buyuracak diye beklerken annem: "Tuana kalk da bir şeyler hazırlayın hadi kızım, acıktık!" gözlerimi devirdim. Anne kaç haftadır boş günüm yok sayılır, gözlerim kurudu anne, canım çıktı anne! Bir gün olsun gün yüzü görmeme izin ver anne! "Tabii anneciğim, ne istersin?" "Aslı yengenle bir olun da lahana almıştık gelirken, sarıverin de yiyelim!" Halama ölümcül bakışlarımı içten içten gönderdim, bu arada halam çok disiplinli ve ciddi bir kadın olduğundan ondan birazcık çekinirdim. Kem gözlü halam, gözlerimi aldığım halam. "Hadi Tuana, senin lazer ışınların bizimkilere sökmez!" Yengemin kısık sesle söylediklerine güldüm ve ayaklandım. Mutfağa geçip önlüklerimizi giydik, Nehir ile Metehan koridorda birbirini kovalıyorlardı. Nehir beş Metehan ise iki buçuk yaşındaydı. Başka çocuk düşünüp düşünmediklerini merak etsem de utandım ve söyleme gereği duymadım. Zaten daha otuz yaşında iki çocuğu vardı, yeterdi. Aslı yenge ocağın başında lahanaları haşlarken ben de iç harcını yapıyordum. Birkaç saat sonra yemek pişmişti, herkes içerdeyken saklama kabına bozulmamasına dikkat ederek sarmaları sırayla koydum ve tencerenin kapağını açık bıraktım. Biraz soğusa fena olmazdı. Çay suyu koyduğum çaydanlıktan kaynama sesleri gelince çayı demleyip biraz daha üzerine su çekip ocağın altını kıstım. Bizim evde çay yemekle beraber demlenirdi çünkü annem ya da babam kriz geçirirdi. Ayranı da yapıp sofrayı kurdum. Kahvaltı ve öğle yemeği dışında yemeği salonda yiyorduk, babam akşam haberlerini izlemezse olmazdı, herhalde haberleri izlemese yemek boğazından geçmezdi! Tabakları ve bardakları sırayla taşıdığım salona ekmeği de alıp gittim ve yerdeki sofranın üzerine bıraktım. Ayranları doldurduktan sonra annemgile sofranın kurulduğunu haber verdim ve ayaklandım. Yemek yemeyeceğimi söyleyerek mutfağa geri gittim, ocağın altını tamamen kapatıp çaydanlığı salondaki sobanın üzerine bıraktım. Annemin kanı düşük olduğundan ekimin başı olmasına rağmen babama hemen sobayı kurdurtmuştu. Ortamdaki sohbeti dinlemeyerek mutfağa geri gittim, saklama kabını kalın, küçük bir poşete koyup odama doğru ilerledim. Dudağıma bir parlatıcı sürüp üzerime ceketimi giydim, yağmurluk bir havanın olmadığını bildiğimden şemsiye almadan dışarı çıktım, spor ayakkabılarımı giydim ve aşağı indim. Genelde terlik giyerdim ama dün yağmur çilendiği için yerler kaygandı ve terliğim yırtılabilirdi. Bir yandan hızla yürüyor bir yandan da telefondan Burak'ı aramaya çalışıyordum. Canım kankam üçüncü çalışta telefonu açtı. "Alo kanka?" "Burki n’aber?" "İyi işte, hayırdır sabah sabah!" "Öğlen oldu lan, ne sabahı?" "Her neyse bacım, nasılsın?" "İyiyim de şeyi soracağım; Denizgilde kimse var mı?" Kerem ağabeyin burada olmadığını biliyordum, babası da babamla birlikte bugün merkeze gideceklerdi. Toprak'ta Instagram’dan hikâye atmıştı, Adana'ya gitmiş sabah sabah! İnşallah Deniz gitmemiştir. "Yavrum valla annemgil birlikte çarşıya gittiler de diğerlerini bilmiyorum!" Öğrenmek istediğim Sevim teyzeydi, öğrendiğime göre sorun yoktu. Deniz de bence Adana’ya gitmemiştir çünkü Toprak’ın hikayesinde o yoktu. "Hayırdır neden sordun?" "Hiç, merak ettim!" Sesimden yalan kokuyordu ama Burak uykusuna dönmek istediğini söyleyip telefonu kapatınca kafamı kaldırıp Deniz'in evine baktım. Burakcığım ben de seninle uğraşamayacağım, daha mühim işlerim var. Zili çaldım ama açan olmadı, Deniz'in hâlâ uyuyor olacağını düşünerek Toprak'a mesaj attım. Merdiven basamaklarında sıralı saksıların birinin altında yedek anahtar olduğunu söyleyince hepsini tek tek kaldırdım ama yoktu. Oflayarak kapıya yaklaştım ve alacaklı gibi vurmaya başladım. Kapı açılmayınca umudumu kaybetmiştim, şansımı son kez kullanarak kapının kulpunu sola doğru çevirdim ve demir kapı açıldı. Kaşlarımı çattım, nasıl ya? İçimden küfür ettim. Bizde evde birisi olduğunda kapıyı kilitlemezdik, evde Deniz olduğundan kilitlememeleri de normaldi yani. Bunu düşünememiş olan ben, salaktım. Çok kafa yormamaya çalışarak içeri girdim. Yan tarafta dama çıkan merdivenler, tam önümde içeriye açılan daire kapısı vardı. İlerleyerek kapıyı açtım. Sağ tarafta salon vardı, koyu renkli mor koltukların çevirdiği odanın ortasına sehpa ve üzerinde vazo ve içinde sahte bir çiçek vardı. Sehpanın uzun köşesinde sırayla beş fil küçükten büyüğe doğru sıralanmıştı. Sağ taraftaki duvarda televizyon altında bir TV ünitesi vardı ama üzerinde dantelli işlemelerden başka bir şey yoktu. Pencerenin yan tarafındaki duvarın dibinde fırınlı soba vardı. Lila rengi tül perdeler pencereleri süsleyerek kapamıştı. Sevim teyze ve dantel örgüleri… Odayı incelemeyi sonlandırarak mutfağa geçtim, yan odanın Deniz'in odası olduğunu, diğer yamacındaki odanın annesigile ait olduğunu ve en sondaki odanın da Toprak'ın odası olduğunu biliyordum. Kerem abi de ablam gibiydi, evde az kaldığı için eski odası kardeşi tarafından kapılmış, kendisi dışlanmış ve ona bir oda düşmemişti. Deniz'in odayı Toprak'tan başkasıyla paylaşmayacağını bildiğimden Kerem Toprak'la kalıyor olmalıydı. Kapıyı tıkladığımda ses gelmedi, elimdeki poşeti tezgâha bıraktım ve tekrar odanın kapısını çaldım. Yine ses gelmeyince "Kapıyı açıyorum!" diyerek girdim. Kapının karşısında bir baza vardı, lacivert renklerinin hâkim olduğu yatakta Deniz'in uyuduğunu gördüm. Ne de güzel uyuyordu yaradan Allah’a kurban olayım. Pencerenin yanında yatak tarafına bakan mavi renkte berjer, diğer tarafında ise büyük bir masa vardı. Masanın üzerinde dizüstü bilgisayar, okul kitapları ve soru bankaları vardı. Kitaplığın rafları masanın iki tarafından yükselmiş ve ortadan birleşmişti. Yan raflarda okuma kitapları, oyuncak küçük bir Bumblbee araba ve bir tane de dönüşmüş Transformance araba vardı. Bunun adını biliyordum ama unutmuştum. Sanırım Tranformance filmindeki kırmızı mavi renkteki kamyonun dönüşmüş haliydi. Ortadaki rafta ise geçen seneden kalma okullar arası ses yarışmasından kazandığı birincilik kupası ve spordan kazandığı madalyalar vardı. Hayranlıkla onu izliyordum, ben bu odaya en son iki yıl önce girmiştim. Her şey değişmiş gibiydi. Masanın önünden siyah çalışma sandalyesini çektim ve Deniz'i izleyeceğim bir konumda oturdum. Bakışlarım yüzünde gezindi, koyu siyah saçları dağılmıştı ve epey uzamıştı, eminim ki hocaların uyarıları yüzünden kısaltılacaktı o âşık olduğum saçlarını. Biçimli kaşlarının altında gözleri harekete etse de kapalıydı, rüya görüyor olmalıydı. Normal büyüklükteki burnu bana çok tatlı geliyordu, ısırmamak için kendimi zorluyordum. Pembe dudakları hafifçe ayrıktı, dokunmak istedim. Hayır, öpmek istedim. Yapamadım. *** "Tuana?" Duyduğum sesle gözlerimi kırpıştırdığımda Deniz'i gördüm, hangi ara uyuya kaldığımı anlamayarak ona şaşkınca baktım. En son onu uyurken seyrediyordum. "Ben ne zamandır uyuyorum ya?" diyerek kocaman esnedim, ellerimi havaya kaldırarak vücudumu gereyim derken dönen koltuk arkaya doğru yol almaya başlayınca Deniz elimin ucundan yakalayıp beni kendi tarafına çekti ve sandalye hızla yatağa çarptı, o kuvvetle bende sandalyeden Deniz'in üzerine doğru uçmuş bulundum. Kafam tam duvara çarpacakken duvar ile kafam arasına elini koyan Deniz'e kaydı bakışlarım. Deniz boylu boyunca yatıyor bense bacaklarının üzerinde ata binmiş gibi oturuyordum. Saçma sapan halimden toparlanmam birkaç saniyemi aldı, ayaklarımı kaldırdım ve Deniz’le temasını kestim. Tamamen yatağın üzerinde düzgün bir şekilde oturdum, Deniz ise şaşkın bir şekilde beni seyrediyordu. "Sana yemek getirmiştim." Neden geldiğimi anlayınca çatılan kaşları normal konumuna döndü, yataktan geri geri giderek ayaklarını çıkardı ve rahat bir şekilde oturdu. Şimdi ikimizde yatağın üzerinde bağdaş kurmuş oturuyor ve birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk. Rüya gördüğünü düşünüyor olabilirdi, ben de öyle düşünmesini isterdim. "Ne yemeği?" Sonunda konuştuğunda gülümsedim ve "lahana sarması." dedim. Deniz keyifli bir şekilde sırıtmaya başladı. "İyi bari," gözlerimin derinliklerine baktı "Senin elinden en son ne zaman sarma yediğimi hatırlamıyorum!" Liseye başladığımız sıralarda yedin iki gözümün çiçeği. "Hadi o zaman sen git elini yüzünü yıka, ben de masayı hazırlayayım!" dedim ve ayağa kalktım. Kolumdan tutup beni tekrar oturtturdu, "Hâlâ uykum var!" kalbim öyle hızlanmıştı ki, aklımdan geçeni beynim algılamıyordu. Tövbest... "Uyu o zaman, ben mutfakta beklerim!" dedim ve tekrar kalkmaya yeltendim. Deniz tekrar oturtturunca istemsizce gözlerine baktım. Uyku akıyordu gözlerinden, buna ne kadar inanmak istemesem de harbi uykusu vardı. Saat kaçta uyuduğunu merak ettim. "Sabah ezanından sonra uyuyabildim," Aklımı mı okumuştu? "Niye, namaza mı kalktın?" "O kadar uyumuyorum, bundan sonra dur onu da yapayım." dedi ciddi ciddi. Gülümsedim ve "Bence de." dedim. O saate kalıyor bari kılsın. Kafasını yastığa bırakıp ardından duvara doğru kaydı, kaşlarımı çattığımı görünce de "Sadece yirmi dakika?" diye yalvardı. Önerisi çok cazipti. Daha önce hiç birlikte uyumamıştık, yani tamam birimizden birisi dizimizde yatar uyurdu ama yatakta hiç uyumamıştık ve bu beni fesat düşüncelere itse de aramızda bir şeyin olmayacağını bildiğimden rahattım. ‘Allah’tan elinden gelen bir şey yok, yoksa çocuğu gerçek anlamda yatağa atardın sen!’ İç sesim, bir sussan mı bacım? "Sadece yirmi dakika!" diye şart koştum ve benim için ayırdığı köşeye uzandım. Onun tenine değmemeye özen gösteriyordum. Nefes alamayacak kadar heyecanlıydım, kalbim ağzımda atıyordu. Bedenim titriyor ve bunun nedenleri heyecan, korku ve adrenalindi. "Rahat ol, yemem seni!" Kurduğu cümleyle sanki midemde bir şeyler oldu, şimşekler çakmış alev almıştım. "Burak'ın arkadaşı olduğundan güvenemiyorum sana!" Dirseğinin üzerinde durdu ve kafasını kaldırıp bana baktı "Niye öyle dedin, Burak sana bir şey mi yaptı?" ciddi ciddi böyle bir şeyi sorduğu için şok olsam da gözlerimi devirdim. "Saçmalama istersen, sadece bütün kızlara yürüdüğü için öyle söyledim." dedim. Rahatlayarak bir soluk verdi, yani Burak bu, ne yapabilir ki? Yapacağı en büyük kötülük ki yapacağına ihtimal bile vermiyorum, Deniz'e olan aşkımı ona söylemesi. Başka hiçbir kötülüğü dokunmazdı onun bana. Deniz ellerini kafasının altında birleştirdi, düşünceli bir şekilde nefes alıp verdi. Hareketlerini kopya çeker gibi izlemek yerine ona dönerek izlemeye başladım. Yüzünde mutluluğu aradım, mutluluk kokuyordu, aşk kokuyordu, yüzü değil sanki bütün bedeni mutluluk hormonu salgılıyordu.
"Bu yerler, bu insanlar bana yabancı Deniz şarkı söylemeye başladığında ona hayranlıkla bakıyor ve iştahla dinliyordum. Nasıl oluyor da hem sesi hem de kendisi bu kadar güzel olabiliyordu. Başkasının güzel bulmadığı her şeyi ben ona yakıştırıyordum, her şeyini çok ama çok fazla seviyordum. Bana göre her hücresine ayrı ayrı şiir yazılmalıydı, sakallarından başlanmalıydı yazılmaya. Sakalları şiir kokan birine aşıktım, sesinin her bir tonunda melodilere yer vermesine aşıktım. Erkeksi kokusuna ve beni kendine çeken karakterine aşıktım. En çok da merhametine aşıktım, merhamet bir insana bu kadar mı çok yakışırdı. Deniz şarkının sadece nakarat kısmını söylemişti, kolunu kafamın altından geçirip beni kendine çekti. Heyecandan uyumamış olsam da sanki kırk yıllık bir uykudan uyanmışım gibiydi. Nasıl bir huzurdu kolları? Kolumu beline sarıp kafamı göğsüne yasladım, koluyla omzumu sardı. Onu çok seviyordum. Onu her haliyle çok seviyordum. Bu andan ne anlam çıkarmam gerektiğini bilmiyordum, bu arkadaşların yapacağı bir durum değildi. Benden hoşlanıyor olabilirdi, bana âşık olabilirdi, benim için kalbi parçalanıyor olabilirdi. ‘Ego desen tavan!’ Tam yirmi dakika sonra kalkmış ve mutfağa gitmiştik. Beraber sarma yedik, ardından annesinin yaptığı tatlılardan bana ikram etti. Birlikte karnımızı doyurduk, televizyonun karşısında birlikte saçma sapan dizilere bakış attık. Bir saatin sonunda Deniz'in annesi aradı, eve gelirken bir şey istiyor musun, diye. Deniz telefonu kapattıktan sonra zaman istediğini söyledi, eve on saat daha geç gelselermiş ne olurmuşlar, söylenmelerinin ardından saklama kabını poşete koyup ayaklandım. Üzgün suratına gülmeden edemedim, benim de içim kan ağlıyor sevdiceğim. Ceketimi giyip telefonumu cebine sıkıştırdım, kapıdan çıkmadan önce son kez ona baktım. Üzerinde renkli bir kazakla lacivert pijama altı vardı. Koyu saçları dağınıktı ve birkaç tutam alnına düşmüştü. Gözlerine biraz tutulup arından odunsu kokusunu stoklayarak önüme döndüm ve kapıyı açtım. Tam çıkacakken eliyle kapıyı kapatıp beni kapı ile arasına aldı. "Süleyman seni aradı mı?" Şaşırdığım için kekeleyerek cevap verdim. "Ha-hayır!" Kafasını benim hizama getirdi, "Artık seninle konuşmasını istemiyorum!" kaşlarımı çattım, işaret parmağı ile kaşlarımı düzeltti. "Sülo sadece kafayı bulmuştu, bana zarar verecek son kişi bile değildir!" Derin bir nefes alıp verdim, işaret parmağının tersiyle yanağımı okşadı "Tuana, sana zarar verecek sineğin bile yaşaması zoruma gidiyor!" itirafı karşısında afalladım. Yutkundum. O da yutkundu. "Ben gitsem iyi olur!" diyebildim en sonunda. Eğer gitmezsem ona olan aşkımı oracıkta haykırıverecektim. Onu öpebilirdim, başka şeyler yapabilirdim. Olmamalıydı, bu yanlıştı. Kötü niyetim nedendi bilmiyorum ama regl öncesi manyaklığıma verdim. Cevap vermesine fırsat bırakmadan da kapıyı açıp çıktım. Nefesim kesiliyordu. Nefesimi çalmıştı. Nereden nefes alıyorduk? Hızla kimseye görünmemeye çalışarak eve doğru adımladım. Kendimi odama atıp direkt yatağıma geçtim ve yorganın altında olanları düşündüm. Deniz'in beni sevme ihtimalini hayal ettim. Çok mu saftım, onun beni sevme ihtimalini hiç hesaba katmamıştım. Her zaman bir ihtimal elbet de vardı. Hiçbir şey hiçbir zaman imkânsız değildi. |
0% |