Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. BÖLÜM

@hiyera212

Bir saat sonra ağlayarak bulaşığı yıkıyordum ve halimden de hiç memnun değildim. "Neymiş arkadaşının düğünü varmış, hazırlanması ve kuaföre gitmesi gerekiyormuş!" diye bağırdım. Neyse ki annem evde yoktu da rahatça delirebiliyordum.

Annem olsa eminim bağırdığım için gelir önce beni tezgâhtan ittirir sonra söylenerek bulaşığı kendisi yıkardı. Şu an bu olayı tercih ederdim, en azından ben yıkamazdım.

"Ya bana ne? Sabahtan beri neden yıkamadı acaba, sırf ben yıkayayım diye yemin ediyorum bütün kap kacağı kirletmiş!" resmen ağzıma cami mikafonu dayamışlar gibi avazım çıktığı kadar bağırıyordum bulaşık yıkarken.

Mesele bulaşık yıkamak değildi.

Benim ne zaman işim düşse bir bahane uydurur ve asla bana yardımcı olmaz hatta isteklerimin gerçekleşmesinin önüne geçerdi. Nasıl bir insandı bilmiyorum ama beni delirttiği kesindi.

Sırf bu yüzden okulun açılmasını dört gözle bekliyordum, aşırı boş zamanlarımda tabii ki sınava hazırlanıyordum ama ev işleri beni gerçekten çok yoruyordu. Temizlik lafını duyunca bile elim ayağım titriyordu, tüm kan damarlarımdan çekiliyor ve şekerim, tansiyonum ne varsa düşüyordu.

Sınava hazırlanmaya çalışıyordum ama halimi kimse anlamıyor sürekli ev temizleme derdine düşüyorlardı ve beni de alet ediyorlardı. Sınav benim için kolay değildi çünkü aşırı hareketli bir insandım ve bu da masa başında saatlerce oturmak o kadar kolay değildi.

Tembel bir insanın aşırı hareketli olması gerçekten de berbattı çünkü ders çalışırken zor oturuyordum ama eğlenceli videolar izlerken gayet rahat oturabiliyordum. Demek istediğim aslında sınava çalışan birisine neden temizlik yaptırılır, dinlenme vaktimizde neden fiziksel açıdan yoruyorsunuz.

Önümüzde çok ama çok önemli(!) bir sınav olduğu için saçımızı süpürge etmemiz gerekiyor; yoksa bu dünyada mezuniyet belgesi olmadan yaşamak kolay değil! İlla o üniversiteyi okuyup o belgeyle birlikte yıllarca atanmayı bekleyecek ama bu sırada askeri ücretle fabrikalarda çalışmayı ihmal etmeyecektik! Bırakın da o aşamaya geliverelim.

İçim doldu, boşalt Allah'ım.

Bulaşıkları kırık iki bardak ile bitirip odama geçmiştim, aşırı sıkıldığım ve evde kimse de kalmadığı için arkadaşım Burak ve kuzenim Mercan ile buluşmaya karar verdim. İnsanın yaz tatilinde tüm arkadaşları mı yaylaya gider abi ya? Birkaç komşumuz hariç neredeyse herkes yayladaydı, bu sıcağın rezilliğini çekmek zordu, onlar da haklıydı.

Bazı komşularımız (Burak ve ailesi gibi) ise denize gidip serinlemişler bizi de davet etmişler ama tabi ki de annem izin vermemişti. Tuana kim ki bir deniz görsün, Tuana evde çürüsün, yaşlansın! Annemin bu tutumunun sebebi ise bir evlat daha kaybetmemekti.

Deniz’sizlikten tuzum suyum kurumuştu.

Hızla üzerimdeki pijamalardan kurtulup diz altında biten yeşil bir kapri ile beyaz bir tişört giyip aynanın karşısına geçtim. Belimde biten açık kumral saçlarımı tepemden toplayıp topuz yaptım.

Kendi mahallemizde buluşacağımız için makyaj yapmaya gerek yoktu ama rujsuz dudaklarım bir hiç olduğu için pembe bir lipbalm sürüp aynada kendime bir öpücük attım. Kendimi seviyormuş gibi yapmak hoşuma gidiyordu. Eğer ben sevmezsem kim sevecekti? İnsan karşıdaki kişiden sevgi beklemeden önce kendini sevmeyi öğrenmeliydi.

Yaz boyunca aldığım kilolara içimden küfrettim, bu kilolardan acilen kurtulmam gerekiyordu çünkü kıyafetlerim bana dar gelmeye başlamıştı. Kıyafetlerimin çoğunluğunun owersize olması dışında sizi endişelendiren bir durum olmasın, bu sınav aldığım on kiloyu iki ayda verdirir diye kendimi rahatlattım. Daha da aldırmasa iyiydi.

Aynada son kez kendime baktım, koyu yeşil gözlerimde durdum, gerçekten de normal olamaz mıydım, insanlarda çok az rastlanan bir durumdu ki ailenin tek yeşil gözlü insanı da bendim. Bazen bundan nefret ederdim. Ağabeyim küçükken sen evlatlıksın, diyerek korkuturdu.

Kahverengi uzun saçlarımla ışık saçarak aşağıya indim, okuldaki ve mahalledeki herkes uzun saçlarımın hayranıydı. Acayip dolgun, hacimli ve capcanlı saçlarım vardı. Annem eskiden saçlarımı zeytinyağı ile taradığı için -bitsel problemler- bu kadar bakımlı diye düşünüyordum. Cennette yaşayan melekler kadar göz alıcı bir afeti devrandım! Güzeldim yani Allah var ama bu güzelliğe nazar ediyorlardı, gözleri çürüsün, baktıkları kadar kötü, lanetli niyetleri gibi lanetli olsunlar inşallah.

En yakın arkadaşlarım da benim kaderimi yaşamış mahallede kalmışlardı. Birlikte dedikodu kazanı kaynatıp günümüzü değerlendirmeyi düşünüyorduk. Evlerimizin yakın olması bizim için velinimetti ama ebeveynlerimiz için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Biz ne zaman bir araya gelsek kötü davranışlar sergilediğimiz için olsa gerek yaramazlıklarımızdan bıkmışlardı ama artık çocuk değildik.

Evimizin aşağısında görünmeyen bir dere vardı, derenin etrafı türlü ağaçlarla da çevrilmişti. Tarlaları sulamak için bir bölümü derince kazılmış, havuz şeklini almıştı. Küçükken içine düşüp boğulmuştum, bu yüzden babam ve annem boğulmamdan çok korkmuşlardı ve bu yüzden de beni hiç denize götürmemişlerdi.

Bu dereyi seviyordum hem gözlerden uzak hem de rahatlatıcı bir etkisi vardı. Eskiden yazları dere kurumazdı ama birkaç yıldır az yağışların da etkisiyle derede gram su yoktu bu yüzden artık eski etkisini yitirmişti ve biz yılda bir kere uğrar olmuştuk.

Ben dereye doğru ilerlerken kuzenim Mercan ve çocukluk arkadaşım Burak'ın seslerini duydum. Bizim evimiz daha yakın olmasına rağmen benden önce gelmelerinin verdiği utançla ensemi kaşıdım, hep her şeye geç kalırdım.

Görüş açıma iki silüet iliştiğinde baştan ayağa göz gezdirdim, ikisi de gündelik kıyafetleriyle kurumuş otların üzerinde oturmuştu ve ayaklarını susuz dereye sarkıtıyorlardı.

Mercan benim dayımın kızıydı, aynı zamanda da en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Asıl adı Mercan'dı ama sevgilisinin adı Bulut olduğu için ona bazen Maysa derdim. Uzun kızıl saçlarını balık sırtı örmüştü, zayıf olduğu için kemikleri giydiği dar tişörtten belli oluyordu ve bu duruma içim sızladı. Aşırı zayıf insanlara oldum olası üzülürdüm, bazen kıskansam da öyle olmayı istemezdim. Kemiklerim belli olmasın ama yağlarım da fışkırmasın isterdim.

Mercan gölgemi fark etmiş arkasına bakıp bana kızmıştı. "Tuana ağzını ayırmış ne bön bön bakıyorsun, gelip otursana!" Ona gözlerimi devirerek baktım ama gözlerine güneş geldiği için bunu görmemiş olabilirdi. "Kes be kes!" diyerek yanlarına oturdum. Canım dayı kızım, ne çok severim seni.

"Hayırdır kız, ne oldu yine, cinlerin tepende geziyor?" Burak bir elinde sigara diğerinde kola bana bakıyordu.

Burak ile ortaokula başladığımda arkadaş olmuştum, eskiden bu mahallede değil köyde yaşıyorlardı. Burak uzun boyu yüzünden hiç rahat oturamamış gibi sürekli kıpırdıyordu. Uzamış kahverengi saçları alnına dökülmüş kavisli suratını örtüyordu. İnce dudaklarının arasından verdiği duman midemi talan etti.

"Her zamanki Hilal işte, boş verin!"

"Mercan, sizin evin aşağısında Ceylan vardı ya o kocaya kaçmış kız!" gözlerimi büyüterek Mercan'ın elindeki çekirdek paketini bir çırpıda alıp "Hangi Ceylan kız, şu Nazmiye yengenin kızı mı?"

"Ay durun ya benim haberim yok!" Mercan heyecanla yerinde kıpırdanıp yönünü bir Burak’a bir bana döndü, en son elimdeki paketten çekirdek alıp çitlemeye devam etti.

"Nasıl kaçmış, kime kaçmış, niye kaçmış Burki?" Burki derken i sesini bir hayli uzatmıştım. Burak, ona Burki dememden ne kadar hoşlanmasa da ben seviyordum.

“Öncelikle sakin olun hanımlar, bu mahallede biliyorsunuz Burak Ayyıldız’dan habersiz hiçbir şey gerçekleşemez, her zaman her yerde Burak Ayyıldız’ın radarı vardır.”

Mercan ile aynı anda “Uzatma da anlat ya!” diye ciyakladık. Meraktan ölmemiştim ama canım sıkıldığı için birazcık kafam dağılsın istiyordum. Yoksa bana ne Nazmiye’nin koca meraklısı kızından!

“Öf siz de ne çingene oldunuz başıma!” Gözlerimizi belertip ona baktığımızda elini teslim olur gibi yapıp sigarasını söndürüp derenin içine attı.

“Bakışlarınızı çektiyseniz anlatıyorum hanımlar, öncelikle Ceylan dediğimiz kız benim eski flört olan.” Tek kaşımı çatıp ona baktım, yönünü Mercan’a dönüp devam etti: “İşte biz ayrılalı iki yıl oldu bakmayın aval aval.” Bakışlarımızı çektik.

“Bu Ceylan’ın ağabeysi kızın telefonunu alıp kurcalamış, bir bakmış ki instagramdan on farklı oğlanla konuşuyor, hepsi de öyle otuzlu kırklı yaşında yani. Almış eline bir güzel dövmüş, sonra da kız konuştuğu oğlanların birisine anlatınca da kızı almış kaçırmış. Allah bilir nasıl kandırdı adamı da buraya kadar geldi.”

Burak kaç gündür içinde tuttuğu dedikoduyu ağzından tükürükler saçarak anlatıyor bizse nefessiz onu dinliyorduk. Anlattıkları bittiğinde yüzümü buruşturup bu kızların ne hale geldiğini düşündüm ve üzüldüm. Neden bir kişiye sadık kalmak yerine onlarca kişiyle konuşur ki bir insan, bir kişi olacak ve ömür boyu onu seveceksin, hepsi bu kadar. Benim gibi olun.

Ceylan'ın son durum analizini yaptıktan bir saat kadar sonra Burak elindeki bilmem kaçıncı sigarasını yaktı. "Size son bir şey diyeceğim ve evimin yolunu tutacağım. Deniz Efe'nin ağabeysi var ya?" Mercan'ı Burak'a olan bakış açımı bozduğu için kolumla arkaya yaslayarak otların üstüne yatmasını sağladım.

"Eee ne olmuş Deniz'e?" diye sordum. Maysa bana küfür ederek zor zekât kafasını kaldırdı ve Burak’a döndü.

Deniz Efe benim çocukluktan beri arkadaşımdı (aşkımdı), evleri bir üst sokakta Burak'ın evinin karşısındaydı.

Biz üçümüz (ikimiz) ayrılmaz bir bütündük.

"Ne olmuş Kerem'e?" diye sordu Mercan, Burak öfleyerek "Siz de hep hoşlandığınız kişileri soruyorsunuz, neden bir kız kardeşleri yok, onu da ben sorardım!" deyip kollarını birbirine doladı. Şimdi küsmenin sırası mıydı? Erkekler de yakında Barbie olacaktı.

İkimiz de aynı anda "Burak!" diye çığlık attık. Sanırım bizimle arkadaş olduğu için pişman olarak ayağa kalktı ve aniden "Kızım şu cırtlak sesinizi ayarlayın! Bir gün sizin yüzünüzden sağır olacağım!" dediğinde dayanamadık ve ona öldürücü bakışlar eşliğinde güzel iltifatlarda (!) bulunduk. "Tamam tamam, işte ağabeysi nişanlanacakmış!"

Bir dakika Burak ne dedi öyle, Kerem mi evleniyormuş? "Okulu bitmiş mi ki! Kimin kızını istemiş, kimi bulmuş, hangi ara bulmuş?"

“Tuana mal mısın, Kerem’le ağabeyin aynı sınıfta!” Bunu bilmiyordum sanki, salak ya.

"Burak şaka mı yapıyorsun, yoksa ciddi misin?" diye hayretle sordu Mercan, manken gibi çocuk elden gitmişti. Mercan'a da ne oluyorsa, sevgilisi vardı, onu da hiç sevmezdim ama olsun vardı neticede. Bir sadık olun anasını satayım, ben zaten Kerem’le Hilal’i shipliyordum.

"Bunun şakası mı olur kız, ağabeyin söylemedi mi, Kerem'in en yakın arkadaşı halbuki!" Dalga geçiyordu.

"Ağabeyim bana bir şey demedi de Kerem kimin kızını isteyecekmiş?"

"Bilmiyorum artık, orasını Deniz geldiğinde anlatır."

"Deniz ve ailesi tatile gittiler ama ne zaman dönecekler ki?" Sorumu ortaya atmış ama daha çok kendime sormuştum, Burak ise üzerine alınıp cevap verme gereği duymuştu: "Birkaç güne geleceklermiş onlar da." Bunu duyduğumda kalbimde ince bir sızı peydah oldu ama etkisi uzun sürmedi.

"Bizi aydınlattığın için teşekkür ederiz!" diye dalga geçen Mercan'la Burak'a bakarak kahkaha attım. Kahkaham boğazımda takılı kaldı ve yerini hüzün aldı. Ah Deniz, üzümlü kekim.

"Bir yağuşuklu daha elden gitti, napsak ki!" diye güldü Mercan. Deniz Efe’m de elden gitmesin de ben bir şey istemiyorum, o hep benim kalsın.

"Okullar da açılacak, hemen açılsaydı da yeni gelen mini mini birlerle çıksaydık be!" diye iç geçiren Burak’a bakıp gözlerimi devirdim ve avcumun içi ile sırtına bir tane yapıştırdım.

"Allah aşkına mini mini birlerle uğraşma, senin yüzünden sonunda disipline gidiyoruz."

Omuz silken Burak elini sırtına götürüp dudağını büzdü, “Sen kol mu çalıştın naptın bensiz, bu kas gücü nereden be kızım?”

Gerçek bir kahkaha atıp “Sensiz spor salonunun yollarını tutar mıyım canım.” dedim. Kolumdan tuttuğu gibi beni sırtına aldığında kollarımı boynuna sarıp “Oğlum manyak mısın, çabuk bırak!” diye bağırdım.

Burak ellerini bacaklarıma sabitleyip “Bırakmam, bırakamam bacım!” diye bağırdı ve bizim eve doğru koşmaya başladı. Mercan arkamızdan koşuşturup “O kızı düşür de seni nasıl parçalıyorum gör beyinsiz Burak!” diye bağırdı. Canım kuzenim, nasıl da beni savunur.

Burak evin bahçesine geldiğinde bahçe kapısını açıp beni evin önündeki büyük ağacın altındaki sedirin üstüne oturup inmem için kollarını bacaklarımdan çözdü.

“Bu iyiliğimi unutma da okullar açıldığında koluma fazla girme, kısmetimi kapatıyorsun.” diye böbürlendi. Burak’ın sırtından inip omzuna bir tane şaplak attım. “Ben mi dedim beni sırtla diye hayvan, midemi içine dışına çıkarttın.”

“Bir şey olmaz gülüm, büyüdüğünde unutursun.” diyerek dudaklarını kenara kıvırdı ve piçimsi bir gülüş sergiledi. “Sen işe gidiyorsundur, ben de para kalmadı. Bir sigara parası ateşlersin değil mi bacım?”

“Asıl niyetin buydu zaten de mi, ben de diyorum neden beni taşıyor.”

“Yok asla bacım, ne alaka?” Gülümsemesi arttığında dişlerinin tamamını gördüm, gözlerimi devirip telefonumun arkasına yerleştirdiğim yirmi Türk lirasını yerinden çıkartıp ona uzattım.

“Bu borç para, elli lira olarak geri ver.”

“Kız bankadan çeksem o kadar faiz koymazlar!”

“Git bankadan çek o zaman, bana ne.” diyerek verdiğim parayı geri alacakken hızlı davranıp cebine yerleştirdi ve “Otuz?” diye sordu, “Kırk son teklifim,” dedim ve göz kırptım.

“Anlaştık.”

“Anlaştık.” Ve ikimiz de biliyorduk ki giden para asla geri gelmezdi.

***

“Ayranı unutmuşsunuz Tuana, onu da getir.” Mutfaktan ellerim dolu bardaklarla salona geldiğimde anneme belerttiğim dudaklarımla bakıp gözlerimi devirdim. Yer sofrasına bardakları bir köşeye yerleştirip söylenerek tekrar mutfağa ilerledim.

Annem alışmıştı adımı sayıklamaya, bir kere olsun acaba ‘Hilal’ der miydi? Annemin en bilindik sözü şuydu: ‘Hilal evde yokmuş gibi davran, o iş yapmayı beceremez!’ Ardından benim bilindik cevabım Selena’da ki Kıvılcım gibi yanaklarımı şişirip nefesimi tutmak oluyordu.

Dolaptaki ayran sürahisini çıkarıp içine buz parçaları attım ve salona götürdüm ve sofraya indirdim. Babam tüm mahalleye haber dinletircesine televizyonun sesini 60 yapmıştı, ayağını uzatmış koltukta oturuyordu. Hayır ne vardı da bu kadar sesi yükseltiyordu, karısının sesini duymamak için değilse bir şey demiyordum.

Üç aylık hamile kadınlara özel göbeğinin üzerine koyduğu kumandayı alarak kötü bakışlarına maruz kaldım ve sesi otuza kadar düşürdüm. Annemin bağırışları yetmiyormuş gibi bir de güzel ülkemin siyasi haberlerini yüksek sesle dinleyemezdim.

Sofraya oturup pişirdiğimiz taze fasulye ve pirinç pilavını tabaklara koydum. Ayranları da bardağa doldurduktan sonra ayaklandım ve babam ile anneme baktım. İki saattir sofrayı kurmam için çemkiren ikisi değilmiş gibi sofraya gelmiyorlardı. Sofradan tabağımı ve bardağımı alıp “Ben odamda yiyeceğim, siz baş başa yiyin.” diyerek salondan ayrıldım.

“Kız sen hele o yemekleri yere dök seni gebertirim.” Annemin sevgi sözcüklerini işittiğimde aksi şekilde gülümsedim. “Lütfen anne, Allah için erken gebert.”

Hilal hanımın yokluğundan istifade ederek keyifli bir şekilde yemeğimi yemek için odamdaki çalışma masama kuruldum. Kaçıncı yüzyıldan kaldığını bilmediğim ağabeyimin bilgisayarını açtım ve zor bela internete bağladım. En sevdiğim dizilerden olan Teen Wolf’ün ikinci sezonun dördüncü bölümünü açtım, bu seriye kaçıncı defa başladığımı bilmiyordum ama çok sarıyordu, ölene kadar izleyebilirdim.

Yemeğimi kaşıklayıp bitirmiştim, izlediğim bölümü bitirmeye karar versem de sonuna doğru bilgisayar ısınmaya ve ekran kararmaya başladı. Ben daha ne olduğunu anlamadan büyük bir gürültüyle kasadan ses geldi ve evdeki tüm elektrik gitti. Yüksek ihtimalle şalter atmıştı, acaba benim mi gidip şalteri düzeltmem gerekiyordu yoksa babam bu görevi üstlenir miydi?

“Tuana kızım ne oluyor, git kaldır şalteri!” Sanırım benim düzeltmem gerekiyordu.

Telefondan feneri açıp odamdan ayrıldım ve dış kapının oradaki şalteri düzelttim. Evimiz tekrar ışıkla dolduğunda gözlerim kamaştığı için birkaç saniye alışma sürecinden geçtim. Evde yapabileceğim hiçbir şey olmadığı için çok sevgili arkadaşım Nihan’ın evine gitmeye karar verdim.

Nihan beş yaşımdayken bizim mahalleye taşınmıştı, evimiz çok yakındı. Küçüklüğümüz resmen beraber geçmişti ve birbirimiz için kardeş gibiydik. Tüm rezil anlarımız ortaktı, birlikte yaramazlık yapmış ve annelerimizden dayak yemiştik. Hatta öyle kardeş gibi olmuştuk ki birbirimizin annesi ikimizi de dövmüştü.

“Anne, ben Nihan’ın yanına gidiyorum.” deyip kapıyı açıp çıktım, annemin “Çayı koydun mu sen?” sorusu ile terliklerimi jet hızıyla giyip “Sen koy, kaçtım ben!” diye bağırıp merdivenleri hızla indim.

Bizim evimiz iki katlıydı. Alt katı depo olarak kullanıyorduk, normal daire de olabilirdi ama odalar için duvar örülmemişti. Üst kata çıkan merdiven alt kattan bağımsızdı, alt dairenin girişi arka taraftaydı. Babam alt kata traktör ve arabasını park ederdi, yazın ise genelde ambar olarak kullanırdık. Amcamlarla sırasıyla tarlayı kullandığı için bu yıl sadece garajdı.

Bahçe kapısından geçip yokuş yukarı yürümeye başladım, yolun kenarı Nihangilin zeytin tarlasıydı ve yol ile sınırını incir ağaçları çiziyordu. Telefonun ışığında bulabildiğim incirleri yiyerek evlerine doğru ilerledim. En büyük hobim bu incirlerden yemekti, ne zaman bu yoldan geçsem ağacın başında varsa yerdim.

Nihan’ın odasının ışığı açıktı, annesi ve babası ise evin girişinde yer alan terasta oturup çay içiyorlardı. Onlara selam verip içeri geçecekken anne ve babamın ne yaptıklarını sorup kısa bir bilgi akışından sonra içeri geçtim. Başımı sağa sola çevirip neden her seferinde ailemi sorduklarını merak etmeyerek ilerledim.

“Nihan, napıyorsun aşkom?” Odasının kapısını alacaklı gibi çalıp içeri girdim.

Nihan yatakta dizlerini kendisine doğru çekmiş kollarıyla sarmıştı, başı öne eğik olduğundan sarı saçları dağılmıştı. İçeri girdiğim an kafasını kaldırıp yüzüme baktı, ela gözleri ağlamaktan kan çanağı olmuştu. Nihan elini dişlerinin arasına almış içli içli ağlıyordu.

Kaşlarımı çatıp hızla yanına koştum, ne olmuş olabilirdi ki? Telaşlanmıştım, korkudan kelimeler ağzımdan zar zor çıkıyordu. Nihan daima gülen, kahkahaları mahallenin bir ucundan diğer ucuna kadar giden biriydi. Ağladığını görmek sıra dışı gibi bir şeydi, onu bu halde görünce yüreğim sıkıştı.

“Nihan ne oldu, neden ağlıyorsun?”

Elini zorla ağzından çıkarttım ve kendime çekip sarıldım, insan bazen tek dokunuşla daha çok ağlardı. Nihan’da daha fazla ağlamaya başladı, öyle içten ağlıyordu ki gözlerim doldu ve daha da korkmaya başladım.

“Aşkım ne oldu söyler misin, kötü bir şey mi oldu?” Onu nasıl teselli edeceğimi bilmiyordum, ben yalnızken ağlamayı severdim, hiç teselli edilmediğimden olsa gerek teselli de edemiyordum.

İç çekerek kesik nefesler almaya başladı, sarı saçlarına nazik bir şekilde dokundum. Saçını okşadıkça nefesi düzelmeye başladı, on dakika kadar sonra ise derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı. “Bu şerefsiz erkekler neden hep beni buluyor, ben gerçekten o kadar çok yoruldum ki…”

Konunun erkekler olmasına bir nevi sevinerek rahatlatıcı bir nefes alıp verdim. Bir yerine bir şey oldu ya da birisi öldü sanmıştım. Her zaman en kötüsünü düşünürdüm, daha az kötü bir şey çıkınca da rahatlardım. Evet, tam bir manyağım.

“Ne olduğunu söyleyecek misin kuzum, gerçekten meraktan çatlayacağım.”

“Caner var ya…” Bedenini benden uzaklaştırdı ve gözlerime baktı. “Var, eee?”

Caner, Nihan’ın lisenin başından beri hoşlandığı ama bir türlü açılamadığı bir çocuktu. Geçen yıl mezun olmuştu, Nihan ona açılmadan o açılmıştı ve hemen hemen altı aydır da konuşuyorlardı.

“Orusbu dölü benimle konuşurken aynı anda iki kızla daha konuşuyormuş!” Bu sadakatsizlik neden dünyaya bu kadar yayıldı anlam veremiyordum. Caner’i tanımıyordum ama lisede gördüğüm kadarıyla kızlarla arası gerçekten de iyi olan, erkek çevresi yerine kız çevresi olan o itici tiplerdendi.

“Ve sende onun ağzını burunu kırmak yerine burada salya sümük ağlıyorsun?” Sesimdeki kızgınlığın asıl sahibi Nihan olmasa da kendini paralamasına üzülmüştüm, sesim az önceki korkmuş tınıdan uzak sert çıkmıştı.

“Beni başka kızlara tercih etti. Beni aldattı inanabiliyor musun?”

“Seni zaten hak etmiyordu, istediğini yapmadığında seninle günlerce konuşmuyordu hatırlamıyor musun?” Tam bir manipilatördü, kendisi suçlu olsa da karşısındakini suçlu çıkartırdı. Halk dilinde zeytin yağı gibi üste çıkar, sizi ezer geçerdi.

“İt oğlu it, pis manipilatör.”

“Arayıp küfür edip rahatlayalım?” Böyle bir teklifi benden başkası yapabilir miydi bilmiyorum. Her ne kadar küfür etmekten pek hoşlanmasam da bu it soyu hak etmişti.

“Sesini duymak istemiyorum ama.”

“Neyse ki okulu bitti, onun o mikrop yüzünü görsen ne yapacaktın?” O kadar haklıydım ki söylediklerimde daha da düşünmedi. İçinde kalmasın istiyordum, o da bunu istiyordu.

Başını salladı ve telefonunu işaret etti, tam biz arayacakken o mendebur benim sevgili arkadaşımı arıyordu. Bizim aramadığımıza sevinerek telefonu alıp “Aç!” emrini verip ona uzattım. Başını sağa sola sallasa da direterek önünde salladım.

Telefonu elimden alıp gözlerimin içine baktı, kararsızdı ama biliyordum ki onun suratını görse direkt üzerine atlar onu parçalardı. En azından fiziksel bir temas kurmadan bu işi bitirmek en iyisiydi.

Caner’in gergin, kaygılı sesi “Nihan?” diye sordu. Adını ağzına alabiliyordu, utanmaz puşt.

“Allah’ın cezası!” dediğinde gözleri doldu ama elini avcumun içine alıp sakinleştirdim, en kötü ihtimal telefonu alıp kendim küfür edip Caner’in cevap vermesine fırsat vermeden kapatmaktı.

“Nihan bak çok üzgünüm, senden önceydi onlar, yazmayın bana dememe rağmen yazdılar. Hiçbirisine yüz vermedim, sadece mesajlarına cevap verdim.”

“Senin karşında çocuk mu var lan, git bu açıklamaları onlara yap!”

“Sence tek suçlu ben miyim burada, gelip telefonumu kurcalıyorsun farkında mısın? Eğer kurcalamasaydın biz hala çok mutlu olacaktık!” Söyledikleri kelime kelime bir kulağımdan girip diğerinden çıkarken algılama yeteneğimi kaybetmiştim, eminim Nihan da öyle hissediyordu çünkü yüzü daha da kızarmış sinirden dişlerini sıkıyordu.

“Sen ne diyorsun ne bok istiyorsun daha benden? Defol git hayatımdan, girdiğin gibi çık!” Nihan ailesini unutmuş gibi bağırıyordu, o geri zekalı ise hala üste çıkma derdindeydi.

“Senin şu yaptığını çocuklar yapmaz, anlayıp dinlemeden hemen kestirip atıyorsun. Üstelik benimle böyle de konuşamazsın. Yarın barıştığımızda ne kadar pişman olacağını düşün ve ona göre konuşmalarına dikkat et.” Sesi sakin çıkıyor gibi gözükse de milyonlarca tehdit barındıran keskin bir tonla devam etmişti. Yavaşça, kelimelerin üstüne basa basa konuşuyordu ve ben cümleleri bitene kadar içimden kaç bin küfür ettim, bilmiyordum.

“Umarım o gittiğiniz denizde boğulup geberirsin, içine boklu sular dolar ve ağzından burnundan gelir. Öldüğünde de cehennemi boylarsın ve bir daha da zebanilerin elinden kurtulamazsın umarım.”

“Sen ne dediğini duyuyor musun, bu ne cesaret lan?”

“Siktiğimin göt lalesi, siktir olup git puşt herif!” dediğim gibi telefonu kapattım ve Nihan’ın elinden alıp onu engelledim.

Nihan’ın sakinleşmesi için bakım losyonlarının olduğu dolaptan kolonyayı alıp bileklerine sürüp ovdum. Gözlerini diktiği kapıdan bir an olsun ayırmıyor, kafasında geçen senaryoları bir bir düşünüyor ve tartıyordu. Ne düşündüğünü bilmek istemsem de soramıyordum. Diğer bileğini elimin arasında alacakken elini kendine çekti ve “İstemiyorum.” diye belirtti.

Sırtımı duvara yaslayıp bacaklarımı uzattım. Kafasından çektiğim gibi dizime yatmasını sağlayıp sarı saçlarını okşamaya başladım. Nihan anında cenin pozisyonuna geçip sessizce ağlamaya devam etti. Alışık olmadığım durum karşısında yapabileceğim tek şey saçlarını, omuzlarını sıvazlamak oldu. Ne diyeceğimi bilmiyordum, onu teselli edemezdim çünkü teselli edebileceğim bir olay yoktu.

Aldatmak kolay olandı, asıl zor olan aldatılmaktı. Karşınızdaki kişiye güveniyordunuz, onun aldatacağı aklınızdan bile geçmiyordu, asla ihanet etmez diye düşünüyordunuz. Çünkü onu da kendiniz gibi sanıyordunuz, ben başkasına yan gözle bile bakmıyorum, karşı cinsle muhatap bile olmuyorum benim gibi o da bakmaz, diye düşünüyordunuz. Ama gelin görün ki herkes her şeyi yapabiliyordu, bu adam ya da kadın yapmaz dediğiniz bile gün gelip sizi böyle yüzüstü bırakıyordu. Sen dağ sanıyordun ama o bir tepecikmiş, sırtını dayadığın an yıkılıvermiş.

Ben aldatılmamıştım ama nasıl bir duygu olduğunu az çok tahmin edebiliyordum, insan önce kendini suçluyordu, yetersiz hissediyordu. Zaman geçtikçe aslında kendisinin hiçbir hatasının olmadığını, karşısındaki kişinin haysiyetsiz bir ucubeden farksız olduğunu anlıyordunuz. Bu kanseri atlatmanın en iyi yolu zamandı, zaman ilaçtı ama kanserin ilacı da yoktu.

Belki bir kanseri iyileştirmek için yeni bir kanserin oluşması gerekiyordu, bu kulağa ne kadar tuhaf gelse de işe yarar gibi gözüküyordu. Nihan’ın yapması gereken tekrar aşık olmaktı.

Loading...
0%