@hiyera212
|
Kısa olmayacak bir duş alıp hızlıca odama döndüm. Dolaptan ne giyeceğime karar veremeyince Hilal'in tarafına yöneldim. Rengarenk elbiseler, hepsi farklı modellerde ve farklı uzunluktaydı. Renk sırasına göre dizilmişti, ilk sıradaki beyaz elbiseyi alıp inceledim. Sıfır kolluydu, üstelik dekoltesi de yoktu. Uzundu, benim boyuma göre hesaplarsak yerde bile sürünebilirdi. Elbiseyi biz geçelim gitsin, zaten düğün yakın zamanda değildi ayrıca milletin düğününde beyaz mı giyecektim? Aşağı rafa baktığımda ablamın yeşil gömleği çarptı gözüme, iki ucundan tutup havaya kaldırdım ve şöyle bir süzdüm. O kadar güzeldi ki benim için üretildiğine emindim. Bu gömleğin altına ne giysem acaba? Neden kızların böyle bir derdi var hiç anlamıyorum, her şey kombin yapmaktan mı geçiyordu? Gömleği beyaz sıfır kollu bluzumun üzerine geçirdim, gerçekten de üzerime tam uymuştu. Gözlerimi de ortaya çıkarmış olması gülümsememe neden oldu. Altına yine Hilal’den kalma siyah kumaş pantolonu seçerek giydim. Hilal bu kıyafetleri bilerek bırakmıştı, kendisi iki yıla kadar benle aynı kiloya sahipken üniversite hayatı onu derinden etkilemiş ve kuru göte çevirmişti. Fön makinasını pürüze takıp saçlarımı kuruttum ve taradım. Ardından ablamın makyaj masasına gidip kahverengi rujunu dudağımda gezdirdim. Saçlarımı arkaya atmış göz makyajımı yapacakken zil çaldı. Bu kapıyı açacak, benim bütün işlerimi yapacak kardeş adayı aranıyor, isteyenlere duyurulur! Ayy aman Allah korusun bir tane de küçük Hilal ya da Tuana çekemezdim! Kapıyı açmadan önce göz makyajımı tamamladığım gibi ayağıma hemen gri çorabımı giydim ve kapıya koştum. Kapıyı açtığımda karşımda dünyanın en yakışıklı çocuğunu görmem kalbimde ufak çaplı bir krize neden oldu. Hemen toparlanıp ayakkabılıktan siyah spor ayakkabımı geçirdim. Bu kombine eminim siyah bot çok iyi gitse de bu kışta nasip olmamıştı. "Gidiyor muyuz?" diye sorduğumda onu inceliyordum. Açık mavi dar bir gömleğin altına krem rengi geniş kumaş pantolon giymişti. İkimizin de kumaş pantolon ve gömlek giyişine sırıtmadan edemedim. Bileğinde yeni aldığını düşündüğüm gümüş renkli saat vardı ve acayip yakışmıştı. Uzamaya başlayan saçları yine dağınıktı ve bu hali gözüme gerçekten de çok hoş geliyordu. Sakalları yoktu, bu lisenin bitmesini ve özlediğim sakallarına tekrar kavuşabilmeyi diledim. Muazzam tarzı vardı, saydığım sıradan kıyafetler üzerinde büyüleyici bir şekilde ona uyum sağlıyordu ve kesinlikle modellere ya da podyum mankenlerine taş çıkartırdı. Tabi eşeğin aklına karpuz kabuğu da düşürmemek gerekirdi, söylemedim bunu hiç, unutun(!). Zaten sesi güzel olduğundan mütevellit You Tube'da şarkı söylerken yayımladığı bir sürü videosu vardı ve birkaç tanesinin izlenmesi iki milyonu aşmıştı. Bir de model ya da manken olsa kalp krizinden ölürdüm. "Gidiyoruz, zaten Solmaz da araba da bizi bekliyor. Çok bekletmeyelim, hadi." Dedi oda beni süzmeyi bırakıp. Solmaz Hanımı bekletmeyelimmiş. Kızmıştı ama neye kızdığını anlayamadım, dudağımda ki ruja mı kızmıştı ki? Hem neye kızıyor onu da anlamadım, ucunda ölüm yoktu ya. Hıh, geri zekâlı, seni takan kim? Ben her şekilde güzelim be, sen kimsin yavş- Sustum Allah’ım, ona hakaret edecek dilim dudağında gezsin. Aşağı indiğimizde arabaya doğru ilerlerken arabanın önünde kısa saçlı ve benden kısa boylu bir kız görüş açıma girdi. Saçları siyahtı, teni beyazdı ve koyu kahverengi gözleri vardı. Alnında birikmiş sivilcelerini ört pas edene kadar fondötenle cilaladığı apaçık olan alnı dünyanın yarısı kadar genişti(!). Bu kadar aşırı makyaj yapan insanlardan gerçekten de tiksiniyordum. Üzerine 'yeni boyandı' diye tabela asmamak da elde değildi. Ben doğal güzel olduğum için aşırı makyaj yapan insanlara gıcık olurdum, doğallığı yayın, doğallık güzeldir. Kız çok güzeldi ve makyajına rağmen bu onun yüzünde sırıtmıyordu. Kıskanmıştım, yarılmıştım, hatta mideme öküz sürüsü oturmuştu. Güzel olması umurumda değildi, bizden büyük olması da öyle. Kollarımı birbirine sardım ve midemin bulanmasına ramak kala kıza dik dik bakmaya başladım. Kız da bana benim ona attığım bakışlardan gönderince bakışlarımı sürücü kapısını açmakta olan Deniz'e çevirdim. "Ne bakıyorsun kızım?" diye bağırınca çirkefliğine Altın Kelebek Ödülüne layık görüp anlayacağı dilden karşılık verdim: "Senin neyine bakacam be!" Ben zaten sinirli bir insan olduğumdan olsa gerek dayanamadım ve "At ağzını topla, yoksa gelip toplamak zorunda kalacağım!" diye bağırıp ona dil çıkardım. Evet, dil çıkarmıştım. Ne kadar güzel, tam yaşıma uygun davranışlarda bugün ben. Deniz bize sinir olup çenemizi kapatmamızı sert bir dille ifade edince, "Arkadaşa der misin yerimden çıksın!" 'yerim' kelimesine yaptığım vurguya sevimlice gülümseyen Deniz'e kalp kalp olmuş gözlerimle karşılık verdim. Hiçbir zaman arkaya binmeyen ben sırf bu kız Deniz'imin yanına oturacak diye arkaya oturamazdım, hem de asla, asla, asla... "Ben de buradayım fark etmediysen! Ne yazık ki senden önce tam burada oturuyordum!" Şımarık bir şekilde sırıttı. "Solmaz Hanım, lütfen arkaya geçin!" Solmaz'ın yüzü artık Deniz'in ona dediğiyle birlikte açan çiçekleri epey bir 'solmuştu' ama Solmaz'ın geri adım atacağı yok gibiydi. "Fark ettiniz mi bilmem ama ilk önce ben geldim, o daha yeni geldi!" sesler yükseliyordu, benim de sabır taşım çatlamaya başlıyordu. Bu kim oluyordu da böyle davranabiliyordu, alt tarafı yaşlı bakımdan gelen bir sağlıkçıydı ama sanki Deniz’in kırk yıllık ahbabı gibi konuşuyordu. "Tuvalet sırası mı bu, ilk önce ben geldim, ne? Sen şimdi geldin, yarın bir daha gelemeyeceksin. Ben hep geleceğim ve burada oturacağım, şimdi geç arkaya yoksa..." sözümü kesti hadsiz. "Yoksa?" Ahmak mısın kızım sen? Pardon, soruyorum birde. "Hadi ama kavga çıksın istemiyorum, abarttınız sizde!" gözlerimi devirerek Deniz'e baktım, "Sen karışma!"Başını onaylarcasına salladı. "Yoksa mı canım, kendine hastaneden bir oda kiralarsın olur biter çünkü komalık olup uzun süre hastaneden çıkamayacaksın da!..” Şahsen ben çok isterim, şöyle kıyamet kopana kadar yüzünü görmek istemiyorum mesela. Onu kolundan tutup dışarı hızla çekip yerine oturdum. Kapıyı çekip örtmeme engel olmaya çalıştığında ise gözlerime inanamadım. "Ayy, çok korktum!" dedi en sonunda, kısa saçlı ucubenin aptallığı karşısında dayanamayıp pencereden elimi dışarı uzatıp saçından tuttum ve kafasını pencereden içeri girdirip kafasını ısırdım. "Bir daha düşün istersen." Deyip bıraktım. Kız ciyaklamasının ardından kapıyı tekmeleye tekmeleyip beni şikâyet edeceğini söyleyerek ve eklemek isterim ki küfür ederek uzaklaştı. Deniz ise arkasından "Toprak'ı ara!" diye seslendi. Deniz'in koluna çimdik attım. "Sen delisin!" dedi ciddi bir sesle. Dudaklarım kıvrıldı, kollarımı bağlayarak kavgadan çıkmış bir aslan edasıyla kükredim "Benimle uğraşmayacaktı!" Acaba bunu babaanneye söyler miydi, beni kaynanamın kaynanasına rezil rüsva eder miydi? Düşüncesiyle tüylerim tiken gibi oldu, bu düşünceyi zihnimden attım. Bir anda arabadan ses geldiğinde Deniz emniyet kemerini takıp bana baktı. "Kemerini tak!" ne kadar emrivaki, pislik yahu. "Siz emredersiniz, ben uyarım Paşa Hazretleri!" diye dalga geçip kemerimi taktım. Arabayı çalıştırıp direksiyonu usta bir şekilde sürmeye başladı. "Bana Paşa demen hoşuma gitti," deyince dil çıkarıp yolu izlemeye koyuldum. Bono poşo domon hoşomo gotto! "Gerçekten de çok gıcık bir insansın, ne demeye öne oturtuyorsun ki onu? Ben annemle bile kavga ediyorum öne oturmak için. Hem ne kendini beğenmiş bir kız bu ya, abinin sevgilisi falan mı?" hızlı bir şekilde nefessiz ve büyük ihtimalle çok konuştuğum için Deniz bana inanamıyormuş gibi baktı. "Büyük yetenek doğrusu, nasıl bu kadar hızlı konuşabiliyorsun merak ediyorum." "Merak etme canım, bu yeteneğin tek bende olduğunu sanmıyorum. Eminim bütün hemcinslerimde vardır!" "Sana laf yetiştirilmez yemin ederim!" vitesi dörde atarken damarlarını gördüğüm için içimdeki kıpırtılar ve yükselmeler başımı döndürdü. Bir parmak o kadar güzel vites atabilir mi? Oğlum ben beş parmağımı kullanarak zor atıyorum o vitesi, sen nasıl o parmakla atabiliyorsun? Telefonum titreyince olduğu yerden çıkarıp arayan kişiye baktım. Mercan arıyordu. Bunun işi gücü de yok durmadan beni arıyor. Sen üniversitede okuyorsun, nasıl bana zaman ayırıp da arıyorsun be Allah'ın delisi? Hilal hanım kanunları ezberlemekten bizi ayda bir arıyordu ama Mercan haftada bir arıyordu, vefalı insan başkaydı. "Alo kuden, nabıyon bire?" Arayanın Mercan değil de sevgilisi olduğunu anlamam uzun sürmedi. Neden Mercan, neden o? "Bulut, kuzenimin telefonunun sende ne işi var acaba?" sesim sertti. Kıskanç biri olmam her zaman başa belaydı. Bendeniz Tuana hanfendileri, babasını anasından kıskanan bir genç, Mercan'ı sevgilisinden nasıl kıskanmasın? "Mercan demedi mi yoksa, kızım biz aynı evde yaşıyoruz!" deyince ufak bir çığlık atıp "Sen ne dedin ne dedin? Çabuk bana konumunu ve üç yüz altmış derecelik açıyla videonu çek, at!" diye bağırınca Deniz'in arada yüzüme değen bakışlarını hissetsem de aldırmadım, yine damarım atmıştı. "Saçmala baldız, müsait değil ev. Bu arada şaka yaptım he, hazır Osmaniye'den Maraş'a falan gelirsin iş çıkmasın başımıza." Nefes alıp devam etti "Mercan'ın telefonunu aldım, büyük bir inceleme operasyonundan geçiyorum da. Sorun güven problemimin olması değil yanlış anlama. Ne kadar erkek varsa hepsini engelliyorum sadece, biliyorsun biraz(!) kıskanç bir erkeğim. Arayan olursa açmayacağımı bildirmek için aradım seni. Dayıngile sen mesaj atarsın." Deyince "Haber vereyim de sen de abartma, önce kendini virüslü karılardan arındır.” Dedim ve telefonu yüzüne kapattım. Aile WhatsApp grubumuz vardı, aylardır sessiz sedasız bir şekilde bir bildirim bile almayan gruba yazmaya başladım. “AYDOĞAN AİLESİ” "Mercan kütüphanede ders çalışacağı için telefonu sessize almış, baylar bayanlar. Merak etmeyin. :D" Bunu aileden kaç kişi yerdi bilmiyorum ama ömrü hayatında da her halde bir iki kere kütüphaneye gitmiştir diye düşünüyordum. "Çok kıskançsın, aşırı kıskanç olma!" Deniz'in sesini duyunca ona doğru döndüm. "Biliyorsun ben Adanalıyım hayatım, kıskançlığım bile ağır abi tadında." Deyip sırıttım. Bazen acayip derecede kıskanç olabiliyordum. Her an her yerde, 7/24 ben ve kıskançlığım. Siz hiç Osmaniyeli birisinin Adanalıyım, demediğine şahit olmamışsınızdır, utandığımızdan değil, Osmaniye’yi bilenler olmadığından. Ama yine de Adanalıydım, bana ne, size ne! Bir müddet susup akan yolu izledik. Daha sonra ben Deniz'i izlemeye başladım. Arada bakışları bana değse de bakışlarımı kaçırmıyordum ondan. Kalbim hızla çarparken aklımda o vardı, kalbim onun için atarken başkasına yar etmezdim onu. Araba yolculuğu düşündüğümden de uzun geçeceğini anlayınca müzik çaların başlat tuşuna basma gereği duydum. İlk şarkı sevmediğim bir sanatçının şarkısı olduğu için iğrençti, değiştir düğmesine sık sık basıp parmağımı 12. Şarkıya gelince çektim ve korku dolu gözlerle Deniz'e baktım. Bir an babamın arabası zannetmiştim, olabilirmiş gibi hem de. Deniz’in babası arabasını değiştirmişti, kendi arabası ve Deniz’gilin Tofaş’ını satıp bizim mahalleye göre lüks bir araba almıştı. Babama da arabasını ve birkaç koyunu satarak arabayı yenilemesini söylesek de ikna edememiştik. Ağabeyim en son kendisine ayrı alacaktı ama bakalım, bu ekonomide nasıl yeni araba alabileceksek. Kendime göre şarkı bulamıyordum, tüm şarkılar tuhaf derecede yaşlı işiydi, ben bunları dinleyemezdim. Resmen çocuk damardan girmiş. Bu şarkıları dinlersem bileklerime jilet atarım diye korkuyordum. Ayrıca bu şarkılar annemin yasaklı şarkı listesinde ilk ona gireceğine rahatlıkla emindim. Bana bir bakış atıp cebinden beyaz bir USB çıkardı ve müzik çalara taktı. "Duyduğun şarkılar eminim sana uymuyor, bu Burak’ın müzik listesi ve tam senlikler." deyip birkaç defa değiştir düğmesine bastı ve Justin Bieber'ın ‘As Long As You Love Me' şarkısı arabanın sessizliğini bozdu. Şarkıyı duyunca "Dur dur, bunu seviyorum." Dedim. Yuh! Burak, Justin mi dinliyordu? Pes doğrusu, Justinciğime top bile demişti, ne demeye şarkısını dinliyordu ki o halde? Tamam, siz diyorsunuzdur dinleyebilir diye, ancak Burak tuhaf derecede çok yabancı ve yakışıklı şarkıcı hayranı değil ve Justin dinleyen birisi hiç değil. O Nicki Minaj, Beyonce, Shakira gibi kadın şarkıcıları severdi. Ben küçüklüğümden beri Justin hayranıydım, hayranlık ne kelime bir ara ona âşık olmuştum ve onula evlenme hayalleri bile kurmuştum. Oğuzhan’ın bu konuda beni aşağılamalarına bile katlanmıştım ta ki Justin’im depresyona girip tipini batırana kadar. Onun tipine artık bakmıyor ama şarkılarını dinlemekten de vazgeçmiyordum. Justin’im şarkı sözlerine giriş yaptığında belimi koltuğa yaslayıp dilimi ısırdım ve sırıttım. Deniz de sırıttı bana bakarak. "Sen Justin dinler miydin?" diye sordum. "Duymadıysan tekrar söyleyeyim canım, bu flaşı geçen gün Burak’tan aldım. Güzel müzik var mı diye bakayım dedim hepsi yabancı müzik." Dudağını dişledi. Ah bitiyorum ama buna ben! “Sen de mi yabancı müzik seviyorsun?” Zevkine sıçayım, der gibi baktı. Ben en çok senin sesini dinlemeyi seviyorum canım, diyemedim. Çok güzel bir şarkı... Çok güzel bir adam... Ve çok güzel ve çok masum olmayan ancak eğlenmek için ölümü göze alan bir kız... Dünyanın en romantik arabası... Ah ölüyorum ben ya! Şarkıya eşlik etmeye başladığımda Deniz bana şaşkınca bakıp kıkırdadı ama ona aldırmadım. Sesim onun kadar güzel değildi ama dinlenmeyecek kadar da kötü değildi. Belki berbattı ama çok da umurumdaydı. Deniz'de şarkıya eşlik ettiğinde susma gereği duydum ama Deniz gözlerimin içine bakarak düet yapalım, bakışı attı. Bende hemen yutkundum onunla düet yapma şanını yakaladım, geri teper miyim sandınız yiğidolar! Deniz'in sesi kulaklarıma günahlardan arınmış hayaller gibi dökülürken düşünebildiğim tek şey Deniz ve harika olan sesiydi. Asla vazgeçemeyeceğim konulardan biri de buydu işte. O benim ailemin son parçası gibiydi, ölüme birlikte gitmek istediğimdi. O beni tamamlayan büyük bir eserdi. O benim hayalim. Hani insanların gerçekleşmeyen hayalleri vardır ya... Gün geçtikçe özelleşir. Gerçekleşmedikçe de değeri artar. Hah Deniz'de benim için öyle. Gerçekleşeceğine emin olmasam da hayal kurmaktan geri kalır mıydım ben, asla! Bunun peşi sıra hayallerim bir film şeridi gibi gözlerimden akıp geçti: Evlenmişiz, üç tane çocuğumuz olmuş, dördüncüye hamileyken oğlum Deniz'in kucağında, diğer çocuklarım da ablamla ağabeyimi esir almışlar... Araba sağa döndüğünde geldiğimizi anlayarak kurduğum hayallerimi geride kalan virajda bırakarak önüme döndüm. Araba durunca Deniz kapısını açıp dışarı çıktı. Öyle bir inişi vardı ki tekrar tekrar âşık olası geliyordu insanın. Çiftliğin önünde birkaç araba sıralanmıştı ve araba galerisini andıran bir görünüm kazanmıştı. Yağmur sonrası etrafa yayılan toprak kokusu burnuma dolup taştı. Bu kokuya hasretmişim gibi ciğerlerime bol bol çektim, şehrin pis egzoz ve fabrika dumanlarından ırak bu yeşil doğa harikası köy ilk dakikalarda bile içime enerji yaymıştı. Tabii bizim oraya yakın fabrika yoktu ama çoğu kişi kömür yaktığı için iğrenç bir koku yayılıyordu. Toprak bizi görmeden hızlı adımlarla çiftlik evine girmişti, nasıl oluyor da bizden sonra gelip bizden önce burada olabiliyordu? Motosikletle geldiğini, hız yaptığını da var sayarsak bu mümkündü. Toprak ile Deniz ikizlerdi, Deniz'e ne kadar âşık olsam da Toprak'a o şekil bakamıyordum, her ne kadar tıpatıp aynı olsalar da! Toprak bu aralar bize hiç hem de hiç vakit ayırmıyordu, Toprak her ne karıştırıyorsa hiç boş zamanı olmadığı belliydi. Ben ders çalıştığını düşünsem de Burak kötü şeyler yaptığını söylemişti. Toprak'ı takip etmeyerek yanımıza doğru gelmeye başlayan Solmaz’a dik dik baktım. Resmen inadına yapıyordu, gel beni döv, diyordu. Bende korkacak değilim tabii, bu aptaldan korksam diklenmezdim. Hemen arabanın kapısını açıp kıçımı koltuktan kaldırıp çıktım. Solmaz gelip beni umursamadan Deniz’i yanına çağırdı, konuşmaya başladı ve önden yürümeye başladılar. Öyle yakın duruyorlardı ki mideme bir ağrı, boğazıma iki el yapışmış gibi hissettim. Ben Deniz'in arkasından şaşkınca bakarken hayretler içerisinde ağzım yere inip tekrar kapandı. Kızın üzerinde uzun, küçük pembe çiçeklerle kaplı beyaz bir elbise vardı ve gerçekten de narin küçük bedenine yakışmıştı. Ne zaman üzerini değiştirmişti, ben onu ilk gördüğümde siyah pantolon ve siyah kazak vardı. Sinir edici, uyuz şeyler, şunlara bakın ne kadar da iğrenç bir görüntü saçıyorlar etrafa, hah bir de Deniz efendi beni getiriyor yanında. Derdi neyse artık? Beni kıskançlıktan öldürtmek olsa gerek. Yere eğildim ve nemli toprağı elimin içinde sıktım sonra da Solmaz'ın uzun beyaz elbisesinin eteğinin ucunu hafiften indirip çamuru sürttüm. Canıma değsin hak etti. Hiç pişman değilim. Elimde kalan çamuru da hafifçe beline dokunarak sürtünce görevim tamamlanmış oldu. Omzuna dokunduğumda "Solmaz çamura yatıp bir şey mi yaptın arkan hep çamur olmuş da!" dalgamı da geçtim görev tamamdı. O bana dönmeden önce sırıtıyordum, bana döndüğünde ciddi bir yüz ifadesi takındım. Kafasını çevirdi ve elbisesinin arkasına baktı. Ağzı ayrık bir şekilde hızla bana baktı. Sonra kapattı ve tekrar açtı. "Sen yaptın!" Soru sormadığı aşikardı ancak yine de cevap verdim "Hayır tabi ki!" sonra Deniz bana kaşlarını çatarak baktı, ona yalan söyleyemeyeceğim için omuz silkmekle yetindim. Sinirlense de bir şey demedi. "Yalan söylüyorsun. Piç seni, elbisemi mahvettin!" diye bağırıp saçımdan tutunca şaşırdım. Çirkef Solmaz. Bana uyar. Bana piç demenin hesabını da soracağım sana. "Sen kimsin de bana piç diyorsun lan yolluk!" diye bağırıp karın boşluğuna dizimi geçirdim. Sonra iki büklüm oldu ama saçımı bırakmadı bu sefer bende onunkini tuttum. Deniz bizi ayırmaya çalışıyordu ancak beceremiyordu. "Geri çekil Solmaz, bırak sen de onu Tuana!" Bağırması sinirlerimi bozdu. Psikopat manyak, sen beni kıskanınca dalıyorsun el alemin çocuklarına, ben sana yardım ediyorum sen neden ayırmaya çalışıyorsun? Ayırınca erkeklik gururun mu okşanacak? Niye yani, iki yolsam olmayacak mıydı? İkimiz -Solmaz ve ben- çimenlerin üstüne düştüğümüzde o benim üstümdeydi. Omzuma yumruk attı, bende onun gözüne vurdum. Tek gözü kapalı bir şekilde kaldı ancak bana vurmaktan kendini alamadı. Gözüne vurduğum için biraz üzmüştü beni ama sert bir şekilde karnıma oturması nefesimi kesti ama saçını bırakmadım. Kesik nefeslerimin ardından kendimi toparlayabildim ve ağzından tutup dudağını çekmeye başladım, parmaklarım iki taraflı girse gerçek anlamda kızın ağzını yırtacaktım. Bu da gerçekten ilginç ve iğrenç bir teknikti. Iyy! Tiksintiyle onu bıraktığım sırada boğazımı sıkmaya başladı. Ben şok, ben iptal, ben ölümlü dünyaya gitmek! Nefesim kesildiğinde ne olup bittiğinden haberim inanın yoktu. Sadece nefes alamıyordum. Ellerim boğazımda çaresizce dolanıyordu sadece. Genzimden gelen tuhaf sesler haricinde hiçbir ses kulağıma erişemiyordu. İlk önce ayırmasını istemesem de Deniz'in şu kızı boğazımdan çekmesi için yalvarabilirdim. Bu can, boru değil tabii. Deniz'in dudakları şaşkınca aralanmış öfkeden kızarmıştı. Üzerimde ki yük hafiflemişti, boğazımda ki eller çekilmişti. Ciğerlerim oksijen uğuruna savaşırken göz çukurlarımda birikmiş yaşlar kulağıma oradan aşağıya doğru kayıyordu. Deniz bir şeyler söylüyor, onu duymadığım gibi harfleri birleştirip bir şeyler söyleyecek gücü kendimde bulamıyordum. Deniz boğazımı saran ellerimi çekip başımı kaldırmaya çalıştı; kaldırdı da. Saçımı kulağımın arkasına itip "Tamam Tuana, şimdi sakin ol. Derin derin nefes al olur mu? N’olur!" dedi çaresiz çıkan sesiyle. Bende kendime emirler yağdırmaya başladım. Derin derin nefesler al Tuana. Deniz için. Unutma sakın nefes almayı unutma. Ancak bir türlü nefes alamıyordum, nasıl derin derin nefes alacaktım ki? Gerçekten de kendime verdiğim emirlerin hiçbirini gerçekleştirecek güç bulamıyordum kendimde. Sanırım o beyaz ışığı görecektim artık. Gerçekse tabii. "Tamam, nefes alamadığını biliyorum. Bu yüzden sadece sakin olmalısın. Nasıl sakin olabilirsin bilmiyorum ama!" derken sesi telaşlı, gözleri dolu doluydu. Hem benim sakin olmamı istiyordu hem de kendisi telaşla bana bakıyordu. Konuşamıyordum. Boğazımdan sadece hırıltılar çıkıyordu. Gözüm kararıyordu. Nefes almak için şu an her şeyimi verirdim. Nefesim daralıyordu ve panik atak geçiriyor gibi hissediyordum. Uzun süreden beri böylesi bir kavgaya tutuşmamıştım, Berrak’ı bile Mehtap güzelce dövmüştü. Ben de panik atak vardı, ben gelemiyordum artık böyle kavgalara. Ayrıca boğazımı sıkmak nedir, resmen öldürme teşebbüsü. Ölüyorum lan, yeminle ölüyorum. Kurtaracak kimse yok mu? Eğer ölmeden önce bir dilek hakkım olsaydı, Deniz'in beni sevdiğini söylemesini dilerdim. Ona son kez bakmak için göz bebeklerimi ona çevirdim. Her zaman akşam yatmadan önce onunla sevgili olmayı ve onun bana nasıl evlilik teklifinde bulunacağını hayal etmiştim, daha yarım saat önce çocuklarımızı hayal etmiştim. Hiçbiri gerçek olmadan ölmek istemiyordum. Deniz'e kavuşmadan önce ölmek istemiyordum. Ailem vardı bir de anneme son kez sarılmadan ölmek istemiyordum. İlk aşkım olan babamı son kez doyasıya kokusunu içime çekmeden ölmek istemiyordum. Bütün suçları Hilal'e attığımı ve çoğunlukla onun haklı olduğunu ona söylemeden, onu ne kadar çok kıskandığımı, onu çok sevdiğimi ona söylemeden ölmek istemiyordum. Tek kahramanım ağabeyime, ikinci babam olduğunu söylemeden, Nefes'i ondan ne kadar çok kıskandığımı ona söylemeden önce ölmek istemiyordum. Annemi tekrar koklamak istiyorum, babama sarılmak istiyorum, ablamın omzunda ağlamak istiyorum, ağabeyimin güvenli kollarına sığınmak istiyorum. İnsan ölmeden önce yaşadıkları film şeridi gibi gözlerinin önünden akıp gidermiş derlerdi de inanmazdım, ailem, arkadaşlarım ve yaşadığım her şey gözlerimin önünden geçip gitmişti. Pişmanlıklarım, korkularım, mutlu olduğum ve üzgün olduğum anlar… Son gücümle fısıldadım ona, "Seni seviyorum." Ama bu gerçekten de bir fısıltıdan ibaretti. Halim yoktu. Gözlerimden yaşlar firar ediyordu. Deniz'in hıçkıra hıçkıra ağlaması yüreğimi mahvediyordu. Neden sevdiğim adamı üzecek kadar kötü bir kızdım ben, her şey benim hatamdı. Eğer ben o çamuru o kıza bulaştırmasaydım, biraz daha az kıskanç olsaydım Deniz ağlamayacaktı. Deniz, senin tek bir göz yaşına aşığım ben. N’olur ağlama sevgilim, ne olur ağlama! "Tamam ne yapmam gerektiğini bilmiyorum Tuana şu an çok korkuyorum bilmiyor olabilirsin ama ben... Ben gerçekten ölmeni istemiyorum. Lütfen, ilacının yerini söyle bana. LÜTFEN!" Başımı sallaya bildim sadece. İlacım oydu. Ve ben, başroldeki kız ... öldü. Şaka şaka, benden kurtulamazsınız. |
0% |