Yeni Üyelik
30.
Bölüm

30. BÖLÜM

@hiyera212

Kitap nasıl gidiyor, lütfen düşüncelerinizi belirtin. Yanlış gördüğünüz yeri söyleyin ki düzeltebileyim. 😁😋😊

Sevgili okurlarım, bu kitaba değer verdiğimi söylemek isterim. O kadar çok emek sarf ediyorum ama yeterli kadar yorum yapıp oy atmıyorsunuz ve bu beni üzüyor. Lütfen yorum ve oyu es geçmeyin...🤓

Oy:10 Yorum:10 (30 ve 31. bölümlerin ikisi de dolduğunda yine tam vaktinde iki bölüm gelecektir.)

***

Ablamla ağabeyimin yarıyıl tatili erken başladığı için evdeydiler. Mektup olayından daha bahsetmemiştim bizimkilere. Aslında o gün akıllarına gelse sorarlardı ama gelmemiş olacak ki sormamışlardı.

İlk başta babam yine yazan şahsa yönelik kızsa da benim gibi erkek Fatma'ya kim mektup yazacakmış, diye ablamın dalgaya almasıyla komik bir hikâyeye dönüşmüştü. Annem ise bunun ergenlikte olacağından ve kimin göndermiş olacağı ile ilgili birkaç soru sormuştu. Bende babama çok merak ettiğim ve kaç gündür zihnimi kurcalayan o soruyu sordum.

"Baba, sence aşk ne?" soruma ilk önce kafasını yemeğin başından beri telefonundan kaldırmayan ablam Hilal, ardından bıçak ve çatalıyla eti parçalayan ağabeyim sonra annemle babam kafalarını kaldırıp bana bakmıştı.

Hilal, benim aşkla ilişkim olmayacağını bildiği için birkaç saniye sonra kafasını tekrar önüne eğip yemeği ile ilgilenmeye başladı. Oğuzhan’da âşık olmaya götümün yetmeyeceğini bildiği için olsa gerek yemeğini yemeye devam etti. Annem babama bozuk attığı için çatalı tabağın kenarlarına koyup babama bakmaya başladı. İlk defa tartışmayı sofraya taşıyor olmalılardı.

"Aşk; annendir kızım, aşk ikimizin parçalarıyla dünyaya gelen sizlersiniz yavrum." diyerek bizim yanımızda anneme kur yapmaya çalıştı ama annem de yemedi tabii.

"Ben hiç öyle düşünmüyorum ama Levent, bana göre saçmalığın daniskası ve gerçekleşmeyecek kadar da umutsuz bir duygu. Ya sonunda X oluyorsun ya da hiç olmamış bir şekilde kayboluyorsun," dedi ve masadan kalkıp gitti. Babam annemi neden küstürmüşse üç gündür küslerdi ve annem barışmamakta ısrarcıydı.

“Baba annemin peşinden gitmeyecek misin?” Babam elindeki eti ağzına götürürken “Gitmem mi lazım?” diye sordu.

Üçümüz aynı anda babama ters bakış atsak da umurunda olmadığını birtakım jest mimikleri ile belli etti. “Hepiniz yemeğini yiyin sonra odalarınıza defolun.” Demeyi de ihmal etmedi tabi.

Masadan Hilal ile aynı anda kalkıp annemin yanına gittik, annem odanın kapısını kilitlediği için olsa gerek kapı açılmıyordu.

“Anne, gel yemeğini bitir, boş ver babamı.” Hilal haklıydı, kırk yılda bir et yiyorduk ve babam annemi yine kızdırmıştı.

“Siz yiyin, benim midem bulanıyor babanıza baktıkça.”

Hilal’in koluna dokunup bana bakmasını sağladım. “Gel odaya gidelim, yalnız kalması daha iyi.”

“Çok bilmiş!” deyip kapıyı zorlamaya başladı. Annemi tanımadığı belliydi, şimdi kapıyı açıp bizi terlikle paralayacaktı. Bu olay yaşanmadan ortamı terk ederek odaya döndüm.

Odamda biraz ders çalıştıktan sonra kendimi yatağa atıp düşler alemine döndüm. Hayatımda aşk olsun istiyordum, bana Deniz âşık olsun, peşimde sürünsün, acı çeksin…

Tamam acı çekmese de olurdu, beni sevsin yeterli.

Etrafımda yaşanılan adını aşk koydukları şey kızları kandırmak ve onlarla oyun oynamak için erkeklerin çıkardığı bir saçmalıktı. Aşk insanı mutlu ederdi, inanılmaz duygu yoğunluğu hissederdin. Şimdiki yaşanılan hayatlar aşk değildi, her şeydi ama aşk değildi.

Aklıma hastanede hissettiğim duygu geldi. Bazen aşkın nasıl bir duygu olduğunu sorup duruyorum kendime, şimdi anladım ki tarifi imkânsız bir duyguydu aşk. Şu an hissettiğim duygular, nefesim olan adam ve kalbimizin karşılıklı atması kadar eşsiz bir aşk yoktu herhalde. Bir gün Deniz'de beni sevecekti ve o gün bizimki aşk olacaktı, gerçek bir aşk.

Bana göre önceden saçmaydı çünkü aynı anda nasıl hissedecektin ki bütün duyguları? Ne saçma midende kelebeklerin uçması ne saçma ayağının havalanması falan filandı benim için. Lakin öyle şeyler hissediyordum ki bunu hangi kelimeye sığdırıp hangisiyle sınırlandırırım bilmiyordum. Adına aşk deyip de hafife alacağım duygu değildi, bu gerçekti, kara sevdaydı.

Hangi insan kankasına âşık olur, ne güzel(!) bir hayatım var. Beni arkadaş yerine koyan bir çocuğa gönlümü kaptırmıştım ve binmiştim alamete, gidiyordum kıyamete. Ne halt edeceğimi de bilmiyordum üstelik. Millet selamete gidiyor ben kıyamete...

Aşkın çok gerekli bir şey olduğunu düşünmüyorum. Başıma geldiği için söylüyorum, bu saçmalık yüzünden çatıdan başı aşağı bir şekilde atlamak istiyorum. Ya da kahverengi topraklara kendimi gömmek istiyor da olabilirim. Bu topraklar Deniz'in gözleri de olabilirdi tabii...

Aklıma gelen şeyle masamın çekmecesine sakladığım mektubu Hilal’e uzattım. "Hey Hilal, şuna bakmak ister misin?"

Hilal mektubu okurken kahkahalarına engel olamıyordu.

"Tuana, sen bunu bana ver. Ben bunu bizim kızlara gösterip bana yazdılar diye hava atarım," dediğinde mektubu hızla elinden alıp "Sahtekarlık yapma, Toprak’ın teklifini kabul etseydin o sana alasını yazardı. Kaçırdın yavrum," dedim elimi sallayarak. Toprak küçükken ablama aşıktı ama şu an aşık falan değildi.

“Kendimden kaç yaş küçük çocuğun teklifini nasıl kabul edeyim, manyak mısın, manyadın mı kız?” Omuz silktim.

"Sen o kadar başarılısın ki fazlasıyla dikkat çekiyorsun. Tabi sadece bununla kalmıyor, tarzın, konuşman, insanlara yaklaşımın her zaman için çok güzel. Dalga geçtiğimi düşünüyorsan yanılıyorsun bebek. Çünkü ben senin gibi sosyal biri olmak isterdim, kimsenin sözünü kafaya takmayan bir sen olmayı tercih ederdim." dediğinde boynumda yaka varmış gibi yukarı kıvırıp "Beni öv ablacım!" diyerek kahkaha attım ama ablam ciddiyetini koruyarak konuşmasına devam etti.

"Etrafındaki insanlar tarafından sevilen bir yanın var. Hem sosyal faaliyetlerde bulunuşun hem başarın aslında herkes tarafından kıskanılacak bir durum. Sen de bunun farkındasın. Çünkü onların gözlerinden ve konuşma tarzlarından aslında ne düşündükleri bir hayli ortada tabii saftirik olduğundan benim bile fark ettiklerimi sen edemiyorsun.”

“Mesela neyi fark edemiyorum sevgili ablacığım?”

“Deniz’in sana abayı yaktığını!” Öyle kahkaha atmıştım ki ablam sonunda arkasını sönüp bana hakaret içerikli iltifatlarından birkaçını etmişti.

Gülüşümü bastırdığımda yastığımı kafama kapayıp ışığın beni rahatsız etmesini engelledim. Deniz’in yavaş yavaş olsa da benden hoşlanmaya başladığını ben de düşünüyordum ama abayı yaktığını söylemek için çok erkendi.

Yarın cumartesiydi ve benim en sevdiğim gündü. Öğlene kadar uyumak istiyordum ardından da uzun süredir ihmal ettiğim spor salonuna gitmem gerekiyordu. Az çok kilo vermiştim ama vermem gereken beş kilo daha vardı, mezuniyete kadar vermem lazımdı, zayıflayarak istediğim kıyafetin içine girmek zorundaydım.

***

Boş, sessiz olan karanlık sokağın çakıl taşlarına eşlik ederek evime ilerliyordum. Hiç sevmezdim bu sokağı, kim severdi ki etrafın karanlık olduğu bir zamanda yanında hiç kimse olmadan yalnız bir sokağı yürümeyi.

Belki de seviyordum, bilmiyorum. Bazen yalnız kalıp korkmak beni gerçek dünyaya gönderiyor da olabilir. Nereden bilebiliriz ki bu sokakta kaç kişi dolaşıyor, hiç kimse bilmez bedenlerden çok ruhların buraya ev sahipliği yaptığını. Bazen de ruhlardan çok ruhsuz insanların geçtiği bir yoldur sadece.

Gözüme Burak'ın siluetini kestirdiğim de koşarak yanına gittim ve beline bir tane indirerek bağırdım. "Oğlum n'aber lan?" arkasına şaşkın bir şekilde dönerken ağzında gevelediği küfürleri her zamanki gibi duymazdan geliyor, ettiği ağır küfürlerin ise karşılığını vermekten çekinmiyordum.

Şaka şaka küfür etmiyordum artık.

"Kızım bak bir daha arkamdan bu şekilde yaklaş, seni çok pis döverim. Bu ne ya, her seferinde beni korkutmak zorunda mısın? Zaten karanlıktan nefret ediyorum." derken gergin aynı zamanda da çenesi kasılmıştı. Sanırım bizler karanlığı sevmeyenlerdendik.

"Oğlum uzatma da söyle bakalım benim canım Deniz nerede? Çok özledim onu, hem bana sözünüz vardı; bana araba sürmeyi öğretecektiniz." dediğimde elimden tuttu ve sağa doğru beni çekiştirerek "Bence bunu akşam WhatsApp’tan konuşabiliriz, yapmam gereken önemli bir işim var. Velakin bu sefer yengeni bekletirsem beni parçalara ayırır. Seni eve bırakayım da gideyim." dedikten sonra biricik yengecim olan Ahsen hakkında konuşa konuşa gittik bize.

Evin önüne gittiğimde kapının önünde bekleyen Deniz Efe'yi görmek dudaklarımın iki yana kıvrılıp tüm dişlerimin gözükeceği şekilde gülümsememe neden oldu.

"Deniz, niye haber vermiyorsun? O kadar beklettik seni." derken kalbim cız etmiş ardından da yanına gidip yanaklarını sıkmam bir olmuştu. Ancak gözlerine bakılırsa bu Deniz değildi, ikiz kardeşi Toprak'tı. Arada karıştırıyor olmamı mahzur görün, ailesi bile karıştırmıyorsa adım Tuana değil. Ayrıca hava da karanlıktı.

"Aslında Tuana, ben Toprak. Deniz'i bulamadım da acaba senin yanında mı diye merak ettim. Olmadığını da yenice idrak ettim. Peki bu geri zekalı ikizim nerede?" derken her zamankinden ciddi ve bir o kadar da tuhaftı. Korku dolu bakışları, yüzündeki endişeye nazaran daha fazlaydı. Deniz normalde zaten düşüncesiz bir çocuktu, Allah bilir nerelerde sürtüyordu?

"Merak etmeyin ya, buralardadır. Hem en son kim onunla konuştu söyleyin bakalım?" dedim. Aslında bende biraz endişelenmiştim ama milleti paniğe sokmak ve saçmalamak istemediğim için endişemi kendime sakladım.

"Deniz'i en son ben sabah gördüm, süslenip evden çıktı bir daha da gelmedi.”

"Bence bizim mekânda içiyordur," dedi Burak. "Ben onu bugün çok kez aradım ama açmadı." dedi ardından.

" Oğlum sinir oluyorum lan ben bu Deniz'e, canı sıkılınca alıyor başını gidiyor. Bizi de merakta bırakıyor. Her seferinde de başına bir şey gelecek diye korkmaktan bir hal geliyor anama." Toprak üzüntüyle karışık endişeyle saçlarını karıştırdı.

“Amına koyayım böyle işin!” diye söven arkadaşım Burak’a ters ters baktım. Sevgilisiyle buluşamadığına mı yandı yoksa Deniz'in kaybolmasına mı bilemedim.

"Ben daha bir saat önce konuştum Deniz'le, sesi iyi gibiydi. Nerede olduğunu sorduğumda cevap vermedi ama arkadan ses geliyordu, kız sesleri." Mert’in bize yaklaşırken söylediklerini duymamla karnıma öküz oturmuş gibi hissetim.

“Tekrar arasana Mert, belki yine açar.” Toprak’a başını sallayıp Deniz’i arasa da telefonu meşgule alınca küfür etti.

"Bugün biriyle mi buluşacaktı?" diye sordum.

"Yok ya, akşam amcamgille toplanıp yemek yiyecektik.” dedi Toprak.

"Bende Ahsen'le buluşacaktım, böyle yaptığım her seferde trip atıyor şerefsizin kızı." dedi. Hakaret etmesine gözlerimi devirdim, erkekler...

"Ben de arayacağım, beni de meşgule atsın da nasıl ağzına-" küfrümü yuttum. Ceketimin cebinden telefonu çıkarıp onu aradım. Meşgule alınca ağzımı bir karış açmış tam küfür edecekken Deniz arayınca hemen telefonu açıp "Alo," diye seslendim endişeyle. Dakikamın az olduğunu düşünmüş olabilirdi.

"Efendim gülüm," dedi. Gülüm, dedi.

Kısa bir duraklamanın ardından "Neredesin sen?" diye sordum endişeyle karışık titreyen sesimle. Bu heyecan bana ağır geliyordu. "Herkes endişeli, başına bir şey geldi diye korkuyorlar." diye devam ettim derin bir nefesin ardından.

"Sen de endişelenip korkmadın değil mi güzelim," dediğinde onda tuhaf olan bir şeyler olduğunu anlamıştım ama diğerlerine çaktırmadım. İçmiş miydi bu, belki de ağlamaklı geliyordu sesi. Bilmiyordum ama yüreğimin sızısına anlam vermeye çalışıyordum. Hitap ettiği söcükler yüreğimi sızlatıyordu, yapmamalıydı, beni kandırmamalıydı.

"Tabii ki de endişelenip korktum, hadi gel. Bekliyoruz seni bizim evin önünde."

"Bu gece yanımda kal. Lütfen!" dedi. Yanına gelmemi istiyordu, yanında olmamı istiyordu. Ne olduğunu bilmiyordum ama onu böyle bırakamazdım.

"Tamam, ben hemen geliyorum. Konum at." dedim.

“Tamam yavrum, bekliyorum." dedi ve kapattı. Yavrum deyişine kalbim tekledi, nefesim kesildi. Belli etmedim.

"Telefondan ağrı aşk yaşayacaksanız biz gidelim," dedi Burak. Gitmek için heveslendiği gözümden kaçmamıştı. Gözlerimi bininci kez devirdim.

"Gidin siz, gidiyorum ben Deniz'in yanına." dedim.

"Neredeymiş peki hem niye bizim telefonlarımızı açmıyor da seninkini açıyor." diye sorduklarında "Ne bileyim ben, gidin ona sorun!” deyip bahçe kapısından içeri girdim.

"Bugün neden bu kadar tuhafsın be Deniz," diye kendi kendime konuştum. Hadi bakalım hayırlısı.

 

Loading...
0%