Yeni Üyelik
32.
Bölüm

32. BÖLÜM

@hiyera212

Valla okuyucularımın oyunu bekleyene kadar ölcem hshshsh

Diğer bölüm için oy:5 Yorum: 15

Deniz’in dudaklarına buse bırakmamın üzerinden iki saat kadar geçmişti ve biz benim gerçekleştirdiğim bu eylemi konuşmamak üzere kapatmıştık. Yatak kırılmıştı, kırılması normalmiş çünkü çok eskiymiş. Kırdığımız ikinci yataktan sonra Deniz ile birlikte daha fazla yatak kırmamak için olsa gerek uyumaktan vazgeçmiştik.

Deniz beni bırakıp alt kata inmişti ve yarım saattir de dönmemişti, alt kattan birtakım sesler geliyordu ama ne yaptığına dair yardımcı olmuyordu. Mutfakta kahvaltı hazırlayabileceğini düşündüm ama olası mıydı bilmiyorum, doğrusu böylesi eski zamandan kalma bir köy evinde elektriğin ve suyun olması bile şaşırtıcıydı.

Her hâlükârda hayallerimin bir sınır yoktu, hemen gözlerimin önüne serdim hayalini. Deniz'i kahvaltı hazırlamak için öncelikle tişörtünü çıkartıyor, üzerinde beyaz atleti var ama kirlenmesin diye canım bembeyaz atlet, mutfak önlüğünü giyiyor. Tezgâhın üzerine eğiliyor ve unu serpiyor, hamur yoğuruyor ama nasıl bir yoğurma? Sonra ocağın başına geçiyor, bana çikolata yapıyor, kaşığı daldırıyor tencereye ve çikolata dolu kaşığı… Neyse, en iyisi susayım.

Biscolata erkekleri gibi hayal etmiştim ama Deniz esmer değildi, kaslı da değildi yani en azından kol kasları vardı ama karnında dokuz dilim baklava da yoktu yani. Ama olsun, en azından uzun boyluydu, siyah saçları vardı ve acayip yakışıklıydı. İllaki kavruk tenli mi olacak canım. Onun kendi tabiatı yeter.

Dudaklarımın üzerinde dilimi gezdirdim, acıkmıştım. Lakin Deniz'e açtım, aşka açtım...

Omzumdaki meleklerin ikisinden de birer tokat yiyerek kendime geldiğimde aklıma düşen bir Sultan faktörüyle kalbim ağzıma geldi. Anam, canım anam, inşallah ebeme kadar giden hakaretlerini sıralayıp ağzıma kadar sıçmazdı.

Anneme acaba ne yalan uyduracaktım, akşam evden çıkarken Nihan’ın yanına gideceğimi söylemiştim ama buraya gelip de dönmeyeceğimi bilmediğimden yatıya gidiyorum da dememiştim. Beni aradıysa bile ulaşamadığından Nihan’ın evini basıp da onun da ağzına sıçma ihtimali olduğundan acilen telefonun çektiği bir yer bulmalı en tezinden anamı aramalıydım.

Ne yalan söyleyeceğimi düşünürken aşağı indim. Deniz mutfakta değildi, salondaki televizyonu çalıştırmaya çalışıyordu. Çalıştırmaya derken sağına soluna vurmasını kastediyorum.

Ne hayaller kurmuştum oysa ki gerçeklerle hemencecik yüzleşmiştim. İşte kavruk tenli olmadığı için böyle, yoksa ortada hiçbir şekilde yiyecek bir şey olmadığı için değil!

"Deniz napıyosun?" Diye utana sıkıla sordum, hiçbir şey olmamış gibi arsızca konuşacaktım, kendisinden de aynı performansı bekliyordum. Elini televizyonun arkasına vurmaktan vazgeçip merdivenlerden inen bana döndü. Saçlarım dağınık, yüzüm ödemden şişti ama buna benim gibi takılmadı.

"Günaydın. Şey ya annemle babamın düğün kasetini buldum ama sanırım televizyon bozuk, açılmıyor!" dedi, gözlerimi parmaklarımla ovarak yanına geldim. En azından normal davranmaya çalışıyordu, çok şükür. Uykuluydu ya, unutmuş olabilir miydi?

“He ananın dantel işlemeli örtüsü, eminim unutmuştur.”

Teknoloji ile ne kadar içli dışlı biri olsam da eski teknolojik araçlar hakkında bir bilgim yoktu. Biraz sağı solu kurcaladıktan sonra bunu Oğuz’a götürebileceğimizi söyledim ama Deniz bunu reddetti, annesi bu kasetlerin kaybolduğunu sanıyormuş, çalışmadığını öğrenirse üzülürmüş. Kafamı sallayarak “Pekii.” dedim.

“Ben çok acıktım, dün sabahtan beri açım. Çarşıya gidip kahvaltı yapalım mı?” Bu fikir çok cazipti, benim hayallerimde kahvaltıyı Deniz hazırlıyor olsa da onun ısmarlamasına da tavdım.

Deniz buraya arabayla geldiği için neyse ki taksiye ihtiyaç duymamıştık, köyden çıkarken arabada saklanmam gerekse de umurumda değildi, buradan ayrıldığım için mutluydum. Yarım saat süren -arabayı hızlı sürdüğü için- yolculuğumuzun ardından poğaçaları, simitleri ile ün salmış bir kafeye geldik. Çarşıya ne zaman çıksam buradan simit alırdım çünkü çıtır çıtırdı ve tadı enfesti.

Siparişimizi verdikten sonra masalarımıza oturmuştuk ki dışarıda Mercan’ı gördüm, kafeye doğru geliyordu. Uzun süredir görmediğim kuzenimi görmemle anında sırıttım. Anneme Mercan’la Kadirli’ye geldiğimi söyleyerek atacağı terlikten sıyrılabilirdim.

"Deniz, Mercan dışarıda. Ben bir bakayım ona, hemen gelirim." Deniz'in asabı bozulmuş gibi kafasını sağa sola çevirip "Hiç görmedin zaten kuzenini, git de bak bakim!" dedi. Neden böyle dediğini anlamasam da kıkırdadım ve "Evet, aylardır görmedim Deniz!" diyerek yanından ayrıldım. Ona Deniz’i öptüğümü söyleyecektim ve beni öldürmesini bekleyecektim.

Mercan'ın yanına gittiğimde içeride biri var mı diye bakıyordu, beni daha fark etmemişti. Üzerinde yarım bordo renkli bir kazak, yüksek bel siyah kot pantolonu vardı. Kızıl saçlarını açık bırakmış, hafif bir makyajla boynuna taktığı fularla çok güzel görünüyordu. Kolunda asılı siyah montu elinden çektim, hemen üzerime geçirdim hemen.

"Allah cezanı vermesin, ödümü koparttın!" diye bildiğiniz böğüren kuzenime bakarak gülümsedim, "Neye daldın kız sen!" diye sordum.

Mercan elini koluma geçirip hafifçe zıplayarak, "Seni görünce üşüdüm yemin ederim, niye incecik giyindin?" dedi, ardından eli ile bizim üç masa ilerimizdeki masayı işaret etti. O masa küçüktü ve etrafında üç tekli koltuk vardı. Kafenin etrafı camlarla çevrili olduğu için net bir şekilde içeriyi görebiliyorduk.

Bulut tam karşımızda ayak üstüne atmış bir şekilde oturuyordu, yanında kimse yoktu ama bayağı fiyakalı giyinmişti. Beyaz gömleği, siyah kot pantolonu ve kumral kıvırcık saçlarıyla muhteşem ötesi tarzıyla gözler önündeydi. Vay vay, enişteme bak, ilk defa onu canlı görüyordum.

Elini saçlarının arasından içeri girdirip arkaya doğru savurdu ama yine alnına düşmüştü, saçlarına sinir olmuş bir şekilde aynı hareketi iki kere daha tekrarladı. Saçlarının rahat durmayacağını anlamış olacak ki bu hareketinden vazgeçti ve garsona eli ile işaret yaptı.

Bakışlarımı Deniz'e çevirdim, gözleri ateş püskürüyormuş gibi bizim baktığımız yere bakıyordu. Bulut ile aynı köyde yaşamıştı Deniz o yüzden onu tanıyordu, Mercan’ın sevgilisi olduğunu da biliyordu ama ona ölümcül denecek kadar sert yüz hatlarıyla bakıyordu.

"Kuzen neden sevgilini gizlice izliyorsun?"

"Birlikte buraya gelmek için sözleştik, benden bir saat önce gelmiş oturuyor. Acaba dedim, ben gelmeden biriyle mi buluşacak. Buradaki tanıdık arkadaşlarım haber verdi, ben de hemen geldim. Beyefendi geldi geleli etrafına bile bakmadı, sürekli çay içip duruyor. Tuvalete de gitmedi, ben bir bardak çaydan sonra üç kez gitmiştim şimdiye!" Bu kızın paranoyaklığı beni sollardı, doğrusu hiç böyle bir şey aklıma gelmezdi.

"Kuzen acaba sen gelince tuvalete gitme bahanesiyle tuvalette başka bir kızla mı konuşacak? Yanlışlıkla kızlar tuvaletine girdiğini söyleyip aslında bilerek mi girecek?" Mercan’ı gaza getirmek için ortaya attığım şüpheli cümleler anında işe yaramıştı.

"Onu sevmesem anında ayrılırdım içeri girmeden, lakin bebeğim; onu asla tuvalete göndermeyeceğimden emin olabilirsin!" Hele manyağa bak hele!

Mercan'ı Bulut'tan ayırmayı o kadar çok istesem de bunu yapmıyordum; bunun başlıca nedeni ise Mercan'ın onu gerçekten de sevmesiydi. Eğer sevmeseydi onları şimdiye dek çoktan ayırmıştım. Bunun sebebi gerçekten de iyi anlaşamadıkları içindi, ikisi de aşırı kıskanç, aşırı kısıtlayan kişilerdi. Anlayacağınız ikisi de manyağın tekiydi.

Mercan ile içeri girdik, o kendi masasına ben kendi masama...

Çoğu masa doluydu, pencere kenarında dört kişilik bir masada karşılıklı oturuyorduk. Ağabeyim ya da arkadaşları şu yoldan geçse anında ipimi keserlerdi ama yanımda -altı masa ileride- Mercan olduğu için rahattım. Birlikte geldik ama yanından bizi kovdu, derdim.

Deniz gelirken üzerini değiştirmişti, üzerinde bol duran rengarenk şekilde 'aleowort' yazılı siyah bir sweet giymişti. Kafasındaki kapüşonu gelirken hiç çıkarmasa da burada çıkarmıştı ve sürekli koyu saçlarını yukarı doğru tarıyordu. Bulut iki diyebilirdim ama Deniz’in saçları kıvırcık değildi. Elleri saçlarının arasından her geçtiğinde sürekli etrafa şampuanının kokusu yayılıyordu ve bu benim için muhteşemdi.

Şampuan olarak ne kullanıyordu bilmiyordum ama mentollü olduğunu anlamıştım, Oğuz’da mentollü Clear kullanıyordu, ben bir keresinde kullanayım demiştim de gözlerim feryat figan ağlamıştı ama yine de kokusu güzeldi. Birkaç saat boyunca saçlarıma serin bir hava vermişti, acayip uyuz olmuştum.

Elinde sigara tutuyordu ve gözleri bir an olsun benden başka bir yere kaymıyordu. Sigarayı küllüğe bastı, yanına oturduğumda eliyle etraftaki dumanı dağıttı; kaşlarını çatlatarak âşık olduğum gözleriyle beni delip geçen o cümleyi kurdu: "Benden uzaklaşmandan hoşlanmıyorum!"

Bu sözcükler nedense bana İbrahim Tatlıses’in o ikonikleşmiş sözlerini anımsattı:

“Bugün seni sevmiyorum, niye? Benden uzağa gitmişsin!”

Ardından ‘ben senden bir adım öteye gidemem...’ şarkı sözleri dilime dolandığında beynim kendime hayret etti, ne kadar da meraklıymışım onun bu sözcüklerine ki ben de akıl fikir bırakmıyor.

"Senden uzaklaşmadım ki zaten!"

"Uzaklaşma zaten!"

"Uzaklaşmam ki zaten!"

"Uzaklaşma da zaten!" Ben uzattıkça o da uzatıyordu, ben bu oyunu sonsuza dek uzatırdım ama onun hoşuna gideceğinden emin değildim.

Gözlerimiz yine ve yine buluşmuştu, bana duygu dolu gözlerle bakıyor gibiydi çünkü gözleri hafif buğuluydu. İnsan bu şekil duygusuz nasıl bakardı zaten, duygu doluydu, ben hissediyorum.

Ben de gözlerimle duygu dağıttığımı düşünerek baktım ona. Bütün aşkımı gözlerimden okuması için şans verdim, gözlerime bakıp her şeyi öğrenmesi için; benim onu sevdiğimi bilsin istedim. Ne ben kaçırdım gözlerimi ne de o. Saatlerce bakabilirdim, o da sanki bakabilirmiş gibiydi. O an iki yakın arkadaş değil de flört aşamasında iki genç gibiydik. Zaten dünkü meseleden sonra artık arkadaş olduğumuzu düşünmüyordum, iki yakın arkadaş öpüşmezdi.

Tamam öpüşmek karşılıklı olurdu ama olsun, benim arkadaşım değildi, o da arkadaşlıktan silsin beni.

Gözlerim sanki yuvalarından kalp şeklinde çıkıyordu, küçüklükten beri filizlenip köklü bir ağaca bürünen aşkımı vizyona vermiş gibiydi; kalbimi pırpır ettiren gözlerine hapsolmuştum, en ufak sevgi kırıntısının bile hepsini bahşediyormuşum gibi bakıyordum. En azından öyle baktığımı varsayıyorum.

Dudakları büzüldü, gözleri kısıldı, yüzüne binlerce alyuvar akın etmiş gibi kıpkırmızı oldu. O kadar tatlı olmuştu ki; ona âşık olduğumu söylemek istedim.

“Her utandığında sana âşık oluyorum, bir önceki günden bin kat fazlasıyla, bütün ziyadesiyle, bütün ihtişamıyla...”

"Ne güzel bakıyorsun sen öyle!" Havanın soğuk olmasına rağmen terlememe anlam veremiyordum, üzerimdeki Mercan’ının montunu yavaşça çıkardım. Alev alıyordu buralar. Kalbim gümbür gümbürdü, kulaklarım uğulduyordu. Yüreğim hop etmişti, salıncakta sallanırken bir aşağı bir yukarı çıkıyormuşum gibi hissediyordum.

"Çok tatlısın!"

Bunu diyen ben olamazdım, hayır; gerçekten ben değildim. Kafamı kaldırıp gelen kişiye baktım, üzerinde kırmızı bir üniforma vardı. İsim yazan kartına baktım, isminin yazdığı yakalık vardı üzerinde.

Cansu!

"Affedersin canım, şuradan uzun bir yol alır mısın? Görmüyor musun, burada ilk defa randevuya çıkmış bakışıyoruz!" Kibar konuşmaya çalışmam ve son cümlem karşısında şapka çıkaran iç sesim 'Her zaman ki gibi batıra kodun, aferin kızıma!' diyerek ağzımın ortasına boklu kürekle indirdi.

"Gidemem canım, belki ben de ilk görüşte âşık olmuşumdur?" Tek kaşını çatarak ses tonunu ciddileştirmişti ama bana çok yapmacık geliyordu, her şeyiyle yapmacık.

Kalbimde tarifi imkânsız bir sancı peydah olmuştu, mideme öküz oturmuş olsa gerekti yoksa üzerimdeki bu ağırlığın başka bir açıklaması olamazdı. Oturduğum sandalyeden aniden kalktım. "Gelsene sen bir benle, ben sana ilk aşk nasıl oluuyormuş göstereyim!"

Eminim o da Deniz'in hayranlarından biriydi. Deniz şarkı söyleyip YouTube'da paylaşıyordu, şu ana kadar 1 milyon abonesi vardı ve en son gönderdiği şarkı bir günde 2.5 milyon kişi seyretmişti. Onun fenomen olma yolunda ilerliyor olması hayran kitlesini attırıyordu; aynı anda benim sinir sistemimi de bir hayli arttırıyordu.

“Vay başımıza gelenler, vay anam vay babam!”

Kızın kolundan tuttuğum gibi baharatların olduğu tezgah tarafına doğru çekiştirmeye başladım. Deniz yüzünden damarlarımda kan yerine çirkeflik dolaşmaya başlamadıysa başka da bir bildiğim yoktu.

"Bıraksana kızım, psikopat mısın nesin?" Kahkaha attım, birkaç kişi bize bakıp geri önlerine dönmüşlerdi. "Psikopat benim yanımda halt etmiş!" Bu gidişle deli manyak, ruh hastası bir kişilik olacaktım. Psikoloji okumak isteyen birsiydim, önce kendimi düzeltmem lazımdı.

Kız korkmaya başlamış olacak ki durdu; zaten gelmek istediğim yerdeydim. Gözlerimin içine baktı. "Rica etsem onun sevgilisi olmadığını söyler misin, yok yani, senin gibi bir ucube ile sevgiliyse beni tanıdıktan sonra âşık olma olasılığı bir hayli artar. Ondan soruyorum!" Dünyanın en iğrenç sesine sahip olmalıydı, midemi bulandırıyordu. Benim gibi bir kraliçenin çirkefliği dışında affedersiniz neyini beğenmemişti.

Elime geçen baharat kavanozundan aldığım bir avuç pul biberi "Ben onun sevgilisi değil, her bir şeyiyim!" dedim tıslayarak, sesimi alçak tutmam sayesinde sadece o duymuştu. Deniz'in bu tarafa doğru geldiğini gördüğümde elimdeki pul biberi gelişi güzel kızın yüzüne sürmeye başladım. Kız öyle bir çığlık atmıştı ki yaptığıma ilk önce pişman olsam da anneme küfür ettiğinde geriye bir adım atıp hızla kızın karnına tekmeyi geçirmiştim; kimse anneme küfür edemezdi. Tamam, yaptığım şey çok vicdansızca bir eylemdi ama o an bunu sorgulamam için çok geçti.

O an insanlar etrafımızı sarıp yüksek sesle konuşmaya başlamaları sinirimi bozsa da aldırmadım. "Ayırın şu kızları, manyak mı lan bunlar!" diyordu birisi.

"Olum kameraya al kameraya!" diyordu yabancı bir çocuk.

"Kız kavgalarını severim!"

"Çok güzel, bütün romantizmimizin içine ettiler!" diyordu bir kız.

Mercan kalabalığın arasından sıyrılıp saçlarımı çeken kızın kolunu arkaya büküp gerçek anlamda kıçına tekmeyi vurdu. Kızın kafası tezgâha çarpmıştı ama dokuz canlıymış gibi yerinde dönüyor, küfürler ediyor ve ambulans istiyordu.

"Kavga etmen hoşuma gitmiyor, buradan hemen gitmemiz lazım!" Kulağıma fısıldayan sesle yerimde çivilendim, nasıl bu kadar kalbimi ağzımda attırabiliyordu.

"Hadi güzelim!" Ölüp bittiğim sesini kulağımda, dudaklarını da aynı yerde hissettiğim an eriyip bittiğimi söylesem yeridir.

"Ne oldu, korktun mu?" Alayla karışık bir şekilde ciddiyetle sormuştum, o benden daha ciddi haldeyken eliyle çenemden tuttu; nefes almayı kestim o an. Ardından sağ tarafa döndürdüğünde beklediğim manzara kesinlikle böyle değildi.

"Korkması gereken ben miyim sence?"

Pul biber maduru, Tuanazede kız tezgâhın önünde yüzüne su çarpıyordu, Mercan bir çocuğun sırtına atlamış bir eliyle çocuğun kulağından tutmuştu, diğer eliyle de bir kızın saçını tutmuş sağa sola sallıyordu. Kavganın nasıl bu kadar büyüdüğünü aklım almıyordu; yok yani harbi nasıl bu kadar büyümüştü. Sadece kızı uyaracaktım ama abartmış kızın yüzüne resmen pul biber yedirmiştim.

Bu sefer yüzümü başka bir köşeye çevirdi Deniz, bakış açıma hiç tanımadığım iki erkeğin birbirlerini boğazlamak üzere bağırıp küfür ettiklerini görmemle şaşkınca Deniz'e baktım. Kavga eden çocuklardan biri "Sen sevgilime nasıl yan gözle bakarsın! Kimsin oğlum sen?" diye bağırıyordu, bizim burada da kavgalarda tanışmak gelenekti. Kimsin oğlum, kimsin diyorum sana... Sanki söylediğinde tanıyacak da kavga sonlanacakmış gibi.

Deniz kafamı başka bir köşeye çevirdiğinde burada çalıştığını bildiğim, bizim mahalleden olan garson Necati ile onun yaşıtında bir çocuk dövüşüyordu. Garson Neco onun üzerine oturmuş saçlarını iki taraftan tutmuş bas bas bağırıyordu: "Öde lan parayı, yedin içtin ödemeden gideceğini mi sandın!" Gözlerimi devirdim ve gülmemek için kendimi zor tuttum. Ya havle ve la kuvvete ya Rabbim, benim diğerleriyle ne alakam var?

Şirince sırıtarak Deniz Efe'ye baktım, "Yani bunların tek suçlusu ben değilim, bu iftirayı reddediyorum." diyerek önümdeki masanın üzerine tırmandım. "Bak Deniz'im, dünyaya bin kerecik gelmiyoruz değil mi? Eğlenmene bak!" dedim ve boğazımı temizledim.

Şu an yapacaklarımdan pişman olacaktım biliyordum ama iş işten geçmişti, en azından bugün bir olaya da gülmem lazımdı.

"Mavi köşede Mercan, kırmızı köşede Bayan Uzun Saç; yeşil köşede Bıyık Abbas..." Etraftakilerin bazıları bana dönmüştü, gülümsedim ve bağırdım: "EVEEET!" Deniz beni bacağımdan dürtüp inmemi söyleyip ve kendimi rezil etmemem konusunda uyarsa da onu dikkate almadım.

"Uzun Saç'ı Mercan sağa sola çevirirken Bıyıklı Abbas Mercan'ıı sırtından atıyor, aynı hızla Mercan Uzun Saç'ın üzerine düşüyor. Aman Tanrım, bir füzeyi andıran hızla Bay Bulut atağa geçip Bıyıklı Abbas'a yumruğu çakıyor. O nasıl bir direk vicdansız Marul Kafa!"

Kahkaha mı durdurmaya çalışarak Bilgehan Demir gibi maç sunmaya devam etmeden önce biricik sevdiğime baktım. Kaşları çatık olsa da gülmemek için kendini zor tutuyor, aynı zamanda başıma bir şey gelmemesi için de başımdan bir an olsun ayrılmıyordu. Yerim lan ben seni.

"Sağ köşede Kanarya, sol köşede Kartal! EVEEET! Kanarya, Kartal'a karşı bir atak yapıyor ve ardından Kartal yerlerde sürünmeye başlıyor. Kanarya onun üzerine oturup sağ kroşe, sol kroşe... Asla acımak yok!" Sarının sevgilisi gelip kavgayı ayırmaya çalışsa da fayda etmedi. Kızın bakışları beni buldu ve bana da bağırmaya başladı.

“Seni küçük orospu, yaptığına bak!”

Onunla ilgilenmeyerek normalde olsa savaş sebebi olsa da kendimden taviz vererek sunuşuma devam ettim. Öyle de sorumluluk sahibi birisiyimdir.

"Dışarıdan bir müşteri, içeriden Garson Necati... Neco kaçmaya çalışan müşterinin yakasından tuttuğu gibi yere fırlatıyor ve ikisi de yerlere savruluyor. Neco 'Müşteri her zaman haklıdır!' ilkesinden uzak bir şekilde yumrukları peş peşe çenesine, gözüne, ağzına, burnuna çakmaktan geri kalmıyor! Evet, müşteri ayağa kalkıp Neco'ya sağ tekme atıyor, Neco arkaya doğru yalpa-" bacaklarımdan çekilip bir sırt ile buluştuğumda cümlem yarıda kalmıştı.

Loading...
0%