Yeni Üyelik
33.
Bölüm

33. BÖLÜM

@hiyera212

Sınır: Oy: 5 Yorum: 15

"Yeter artık Tazmanya canavarı seni, bu kadar delilik ikimize de fazla!" diyerek hâlâ kavga eden insanların arasından sıyrılıp kapıya doğru yol aldık. Giderken Mercan'ı da kolundan çekiştirdiğimde o da sevgilisinin kolundan çekiştirdi ve dışarı çıkmış olduk. Kendim kavgayı başlatmam yetmiyor gibi Mercan’ı da alet ettiğim için Bulut’cuk Bey sinir küpüne binmiş bana söyleniyordu.

Üst sokaktan polis siren sesleri gelmeye başladığında Mercan sevgilisinin kolunu tuttu ve geldikleri araca doğru çekiştirdi, ben ise hâlen Deniz'in sırtındaydım ve geldiğimiz arabaya doğru ilerliyorduk. Beni de sırtından indirmezmiş, vay gözümün nuru, ülkemin Ayasofya’sı seni.

Deniz beni ilk defa sırtına almıyordu ama bu his neydi, kalbimi nasıl bir güç ele geçirmişti de böyle delice hızlanabiliyordu; bu gücü nereden bulduğumu sorgulamayı es geçtim, ben bu çocuğa nasıl bu derece de âşık olabilmiştim.

Deniz’in sırtına vurmaya başladığımda bir evin bahçesine örülen duvarın üzerine beni bıraktığında artık beni serbest bırakacağını düşünsem de bu sefer elimden tutup ters bir şekilde beni sırtına aldı. Deniz’in poposuyla bakışmaya başladığımda gülümsedim, götü güzel çocuk. Kısa bir yürüyüşten sonra Deniz beni dikkatli bir şekilde arabanın içine itekledi.

"Kızım sen çok fenasın ha!" Gözleri dağınık saçlarıma kaydı, ben ise biçimli kaşlarının altındaki kahverengi gözlerine bakıyordum. Eliyle saçlarımı düzeltti, ardından derin bir nefes alıp "Sakın kımıldama!" diyerek kapıyı kapattı.

Polislerden kurtulmak kolay olmuştu ama kesinlikle o kızın beni şikâyet edeceğini bildiğimden, evime polislerin geleceğinden emin olsam da yine de oradan kaçtık. Hiçbir suç beni kaçıran Deniz'i durduramaz gibi geliyordu bana, sanki bin yıl hapis yatacakmışım gibi apar topar kaçışıyorduk. Bu olaya gülmeden edemedim.

"Bugün amma eğlendim he, hiç böyle aksiyonlar yaşamıyorduk kaç zamandır. Valla yağuşuklu Cemilciğimizin yanına gideceğiz diye çok korkmuştum!" Deniz'e baktığımda arabayı sürmesine rağmen birkaç saniyeliğine gözleri gözlerimi buldu, ardından inanamıyormuş gibi "Ne dedin, yağuşuklu mu, Cemil mi, o süt bebesi mi?" diye alayla sordu. Lakin ben altındaki iğnelemenin gayet de farkındaydım.

"Neyse uzatmayalım, nereye gidiyoruz? Daha karnımızı bile doyuramamıştık, o salak geldi de bizi rahatsız etti!"

"Valla eve gidiyoruz, sabah Burak'a mesaj atmıştım, kuzenlerine haber versin diye. Mercan da burada olduğuna göre çok kaybolma ortalıktan, eve gidelim."

Üzülmüştüm, günümüzün böyle bitmesi canımı sıkmıştı ama yapacak bir şey yoktu. Ne de olsa yarın okul vardı, aynı zamanda sınav da vardı. Alnımın ortasına vurdum.

“Sınav vardı değil mi?” Kafasını salladı.

“Ben cumadan çalışmıştım neyse ki!”

Allah’tan öyle yapmışsın!” deyip göz devirdim.

“Sen de sınava çalışmalısın, aynı zamanda da kopya hazırlayacaktın bizimkilere.” Hem sınava çalışmam gerekiyordu hem de Burak ve Mert için kopya hazırlayacaktım. Birinci sınavlarda fizikten batırmışlardı ve notlarını yükseltmezlerse boku yerlerdi.

Yol boyunca radyodan müzik dinlemiştik, Deniz bütün şarkılara eşlik etmişti. Sesi bütün müzisyenlerden bile daha güzeldi benim için. Deniz'e sevdalı olmasam bile sesine hayran olurdum, öyle hoş bir ses beğenilmeyi de hak ediyordu. Ben bu çocuğun ilk sesine vurulmamıştım ama neyine vurulduğumu hatırlamıyorum tabii de bayağı vurulmuştum işte.

O an zaman durdu ve 9 yaşlarımdayken bir anı gözümün önünden film şeridi gibi akmaya başladı. Yaz tatilindeydik, Deniz’in babası yine İstanbul’a Toprak ve Kerem’i alarak gitmişti, Sevim yenge fabrikada çalıştığı için Deniz’i gündüzleri bize bırakıyordu. Burak’ta ders çalışmaya -daha çok oynamaya- bize gelmişti. Annem çok gürültü yapıp sürekli dikkatimizi dağıttığı için Burak'ı evden kovmuştu. Burak hiperaktif bir çocuk olduğu aynı zamanda dikkat dağınıklığı olan bir çocuktu; hâlâ da öyleydi.

Burak gitmişti ve biz soluksuz hatta aralıksız akşama kadar ders(!) çalışmıştık, aslında annem yanımızda yokken daha çok ağabeyimin -şu an benim- bilgisayarından çizgi film izlemiş, benim oyuncaklarımla oynamış hatta saklambaç bile oynamıştık. Annemin sesini yakınlarda duyduğumuz an masaya geçip ders çalışma numarası yapıyorduk. O zamanlar bile Deniz'e öyle aşıktım ki. Küçüktük aşk meşk nedir bilmezdik ama ben Deniz'i; annemin yanındaki babam gibi görüyordum. Eğer bir gün evleneceksem bu kesinlikle Deniz olmalı, diyordum.

Akşam Deniz'in annesi bize gelmişti, dış kapıya en yakın oda benim oda olduğu için Sevim yenge geldiğinde onu ilk ben görmüştüm. Annesi salondan gitme vaktinin geldiğini Deniz'e söylediğinde ağlamak üzereydim, hatta üzere değil hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım.

"Anne ne olur Deniz bizim olsun, anne lütfen o gitmesin!" O kadar çok ağlıyordum ki 9 yaşında ve büyük bir çocuk olmama rağmen evin en küçüğü olduğum için fazla şımartılmış olmanın verdiği şımarıklıkla olsa gerek illa ki dediğim dedik olacaktı.

Benim şiddetli ağlamam yüzünden Deniz de ağlamaya başlamıştı, o kadar çok ağlamıştım ki... Annem yanıma gelip beni terlikle dövmüştü, Sevim yenge de Deniz'in omzuna vurarak "Eşek sıpası, çabuk eve!" diyerek onu benden koparmıştı.

İlk defa Deniz için o gün ağlamıştım, sırf bu yüzden şimdi bile ablam dalga geçip duruyordu. Ablam bir gün bana sinirlenmişti, Denizgille futbol maçı yaparlarken ablamın kafasına topu çektiğim için gelmiş beni herkesin içinde dövmüş ardından da 'Tuana, Deniz'e aşık!' diye sürekli bağırmıştı; diğer mahalleden olan çocuklar benimle dalga geçmeye başladığında bizim çocuklarla onlar arasında kavga çıkmıştı. Mert'in kolu kırılmıştı, Burak zaten tombul ve iri olduğu için herkes ondan korkardı; ona hiçbir şey olmamıştı. Deniz'in de kafasına taş attıkları için kaşı yarılmıştı, şimdi bile izi geçmemişti. Kavgada ben de bulunduğum için benim de kollarım bacaklarım hep sıyrılmıştı. Toprak garibim ise kavgaya hiç bulaşmamış kenardan korkarak bizi izlemişti.

Sanırım şu zamana kadar içimizde en akıllı, en terbiyeli arkadaşımız Toprak'tı. Biz ne yaparsak yapalım bizi hep doğru yola çevirmeye çalışırdı, aşırı zekiydi, bizi hep korumaya çalışırdı. Biz neysek Toprak bizim zıttımızdı. Allah var aramızda bozulmamış kafaya sahip tek kişi oydu. Bizde zekâ desen vardı ama akıl fukara olunca zekâ da başka işlere basıyordu. Derslerimiz ne kadar iyi olsa da -aile korkusundan- hepimizin derdi başkaydı. Benim ki ise bambaşka.

Şahsım adına diyorum ben ne okulda gözüm vardı ne de üniversitelerde. Ben Deniz'le evlenip, iki tane, hayır(!) üç tane çocuk yapmak hatta koca parası yemek istiyordum. Çalışmakta gözüm yoktu, evde yan gelip yatmak, akşama kadar dizi izleyip çocuk bakmak istiyordum. Evimin direği Deniz'in ünlü olmasına mâni olup asgari ücretli bir fabrikaya işe sokmak ve düzenli bir hayatı olan, güzel bir aileye sahip olmak istiyordum.

Lakin işte hayaller ve gerçekler adlı film de o an vizyona giriyordu.

Şaka lan şaka, Allah korusun! Ben hayalleri olan bir kızdım, büyük kadın olacaktım, herkes önümde gömleklerini ilikleyecekti. Herkes saygısından ayağa kalkacaktı, beni seveceklerdi ama yine de saygıda kusur etmeyeceklerdi çünkü ben büyük kadın olacaktım. Hayallerim kendini aşmalıydı, gerçekleşmese bile sıradan bir hayatı kesinlikle reddediyordum.

Büyük bahçeli, gri ve açık pembe rengine boyanmış evimizin aşağısında yani evdekilerin beni göremeyecekleri ağaçlık bir alanda durduk. Arabanın içi vanilya kokuyordu, araba parfümünün kokusu üzerime sinmişti. Bu parfümü Kerim Amca'ya ben almıştım çünkü her seferinde ter koktuğunu söyleyip yakınıyordu. Ben de vanilyalı duş jeline geçmiştim, önceki çikolata bir önceki de Hindistan cevizli olsa da vanilya da karar kılmıştım, bu daha güzel kokuyordu.

Arabadan aşağı inmeden sevdiğim adama baktım, kahverengi gözleri üzerime sabitlenmiş olsa da tedirgin bir hâli vardı. Bizim eve her yaklaştığında o tedirginlik hep oluyordu. Babamdan çok annemden çekiniyordu, küçüklükten beri babamla iyi anlaşsa da annem çoğu zaman Burak'ı ve onu evden kovduğu için korkardı; ben de annemden korkardım. Annemden hepimizin ödü kopardı çünkü annem azıcık sinir hastası olmuştu.

"Sanırım gitme vaktim geldi?" Diyerek kulpu kendime çektim, kapı açılsa da inmeyerek ona bakmaya devam ettim. 'Gitme!' Dese gitmezdim, 'Kal!' dese ömrüm boyu kalırdım. Kafasını sallayarak "Öyle görünüyor," dedi, bu gerginliğin annemle ilgisi yoktu, daha çok benimle ilgisi var gibiydi. Tedirgin olsam da sordum, eğer sormazsam sabaha kadar bunu düşünür asla sınava çalışamazdım.

"Sen iyi misin?"

"İyiyim, sadece acıktım!" Kocaman gülümsese de altında mutlaka bir şey olduğunu biliyordum, altıncı hissim alarma geçmiş durumdayken hele asla yanılmazdım. Öpücük meselesi olabilir miydi yoksa kavgayı mı kafasına takmıştı? Kafaya takılacak çok şey vardı.

Gözlerimle buna inanmıyormuş gibi baktığımda kafasını diğer tarafa çevirip ardından gözlerimin içine bakarken samimi bir şekilde gülümsedi. "Gerçekten ama gerçekten iyiyim Tuana, hiçbir şeyim yok ya da kötü bir şey yok. En azından şu anlık yok! Gideceğim, babamın karşısına dikilip o ev benim, diyeceğim. O evi kimseye vermeyeceğime onları inandıracağım, elimden gelen her şeyi yapıp o evi o uyuz amcamın elinden kurtaracağım!" Net bir şekilde dile getirdiklerini ciddiyetle dinlemiştim, kararlı olmasını anlıyor ve saygı duyuyordum. Bu işin üstesinden geleceğini adımın Tuana olduğu kadar emindim, o Deniz Efe Kaya'ydı, babasını nasıl ikna edemezdi ki?

"Şansa ihtiyacın olmayacak çünkü bunu o kadar çok istiyorsun ki eminim başaracaksın. Hatta sen de emin ol, benim hiç şüphem yok!" Diyerek gülümsedim ve göz kırptım. Söylediklerimin arkasındaydım.

Deniz benim bu halime utanarak -yine yüzü kızararak- karşılık verdi, dudaklarını birleştirip o büzülen dudaklarına baktım. Şimdi o dudakları ısırmak vardı! Varın da varı, vardı yani, bu gerçekleşmeyecek bir hayaldi. Hatta bir ineğin uçması kadar imkansızdı. Hele ki sabah olanlardan sonra pek bir imkânsız olsa gerekti.

"Teşekkür ederim, iyi ki varsın, iyi ki hayatımdasın Tuana." Bu hallerine dayanamıyordum, ona yaklaşmaya başladığımda Deniz ne yapacağımı merak edermiş gibi bana bakmaya başladı. Gözlerim her ne kadar dudaklarında olsa da saçlarını okşadım ve omzuna -ceketin üzerine- öpücük bıraktım. Kafamı öptüğüm yere koydum, nefes almayı akıl edip derin bir nefes aldım.

"İyi ki sen de varsın Deniz, seni seviyorum.”

Kımıldamadığını fark ettiğimde kafamı kaldırıp yan koltuğa geri geçtim, alaylı bir şekilde hızlı ama anlamsız bir şekilde konuşmaya devam ettim. "Seviyorum derken arkadaşımsın ya, arkadaşlar da sevilir ya hani, sevilebilir yani, sevilmez mi?”

Ne dediğimi inanın bilmiyordum ama Deniz beni kaşları çatık bir şekilde dinliyordu, tek kaşı havadaydı ama yine de dinliyordu. Otuz iki diş sırıtıp "Anladın işte!" diyerek açtığım kapıdan hızla çıktım.

Kafama bir tane vurup "Aptallaşma, bir dur, gitmesini bekle!" diye kızıyor içimden küfür ediyordum. Deniz'in yanında son zamanlarda hep saçmalıyordum, bu ben de alışkanlık yapmıştı ama durduramıyordum.

Deniz arabayı çalıştırdığında önünden geçip evime doğru yürümeye başladım, yanımdan geçerken onun olduğu tarafa hiç bakmamıştım ama o tozu dumana katmadan önce bana korna çalmıştı.

“Arabayı üzerime sür de tam olsun, dingil çocuk!” diye söylenmeden edemedim, şimdi birisi görüp ‘Niye sana korna çalıyor, hayırdır?’ diye başlayan konuşmaları ile beni yıldırabilirlerdi ama neyse ki böyle bir şey olmadı.

'Kafam Leyla' bir şekilde eve girdim. Ben doğduğum sene biz bu eve taşınmışız. Önceden de babaannemgilin evinde kalıyormuşuz, o ev hayli büyük olmasına rağmen annem ve büyük amcamın karısı sürekli tartışacak bir şeyler bulurmuş. Buna dayanamayan dedem de sürekli olarak babaanneme kızıp 'hep bunları sen şımartıyorsun, kaynanalığını yapamıyorsun' diye kızarmış. Annesine kıyamayan babam beni ortaya atarak, daha fazla kalabalık olabileceklerini ve o eve sığamayacaklarını söyleyerek bu evi yaptırmış.

Şu an ki evimizi gayet de çok seviyordum. Dedemgilin evi her ne kadar doğa ile iç içe olsa da burası huzurluydu, orada yaşamak zorunda kalmadığım için doğduğum güne yani kendime minnettardım. Allah'a binlerce şükürler olsun ki ne dedemin yaşlılık bunalımlarını çekiyor ne de sürekli babaannemin bana anlattığı şeyi bininci kez anlatışını dinliyordum. Onları sevsem de hâlâ orada yaşayan büyük yengemin ne atarını dinleyecek kafam ne de sabrım vardı, herkes kendi halinde takılırsa sıkıntı yoktu işte.

Babamın eve hâlâ gelmediğini evde ki sessizlikten anlamıştım, eğer evde olsa sürekli annemle konuşacak -tartışacak- bir şeyler bulurdu. Nedenini bilmiyordum ama babam son zamanlarda evde durmuyordu, sürekli bir şeyleri bahane ederek evden uzaklaşma çabaları içerisindeydi ve annem de hep diken üstünde her şeye patlıyordu.

Acaba beni mi aldatıyordu?

Bu düşüncelerden sıyrıldım, bunu asla ondan beklemezdim tabii ki! Ne beni aldatacak kadar nankör ne de anneme ihanet edecek kadar yürekli bir adamdı. Annem Karadeniz babamsa Ege Deniz'iydi, annem ne kadar hırçın olsa da babam Ege kıyıları gibi girintili çıkıntılı bir hayata sahip olmasına rağmen dingindi. Karamsarlığın lüzumu yoktu. Babam kesin yine erken emekliliğin verdiği huzursuzlukla saçma sapan işlere kendini kaptırmıştı, başka açıklaması olamazdı, olmamalıydı.

Anneme seslensem de duymadığı için ilk olarak salona doğru ilerledim. Hu hu, kızın akşam eve gelmedi. Sizi kandırdı, yalan söyledi. Sizi atlattı, babam neyse de sen nasıl inanıyorsun anne! Ben en son Mercangilde lise ikide kalmıştım. Diğer kalmalarımın hepsi sahtekarlığımdandı.

Annem Hint dizisi izliyordu, elinde pembe renkli patiğe benzeyen bir şey örüyordu. Annem örme mi biliyormuş? Anneme en az on kere seslensem de gözünü televizyondan ayırmamıştı, gözlerini bile kırpmadığını geçen üç dakikanın sonunda fark etmiştim. Annem delirmiş miydi, onu en son böyle gördüğümde ablam ilk yıl sınavdan 400 puan almış ama Hacettepe hukuk gelmediği için de tercih yapmamış, annem sinir krizi geçirmiş, bir hafta boyunca televizyonun karşısından kalkmamıştı. Televizyonu kapatmamıza rağmen sanki açıkmış gibi seyre dalmıştı. Kafadan üşütmüştü.

Annem o günlere geri dönmesin diye odama hızla gidip öncelikle üzerimi değiştirdim. O ara da ne yapsam da annemi dünyaya geri getirsem diye düşünmüştüm. Aklıma yüzüne su fırlatmak gelmişti ama öncekinde işe yaramamıştı, bu şıkkı eledim. İşin ucunda dayak yememde vardı, bu şık her türlü elenirdi çünkü evde kimse yoktu ve annemin elinden beni kimse alamazdı.

Önceki olayda sağlık ocağından bir doktor çağırmıştık, anneme sakinleştirici vermişlerdi. Annem uyandığında eskisi gibiydi ama iki gün soluksuz uyumuştu ve bizi korkutmuştu.

Ne yapacağımı bilmez bir şekilde annemin yanına gittim, saçları biraz dağınıktı. Gözlerini televizyondan bir an bile çekmedi, neden beni fark etmediğini anlamıyordum. Sanki yoktum, hiç var olmamıştım. Gözlerini örgüye indirmiyordu, bakmadan o patiği nasıl ördüğünü dahi anlamamıştım. Sesimi korkmaması için alçak tutarak konuşmaya başladım: "Anniş, babam nereye kayboldu?" Gözlerini bir saniyeden kısa bir süre bana çevirdi ama yine odağını kaybedip gözleri televizyonu buldu.

Şansım yaver gitmişti, en azından beni duymuş ve bana bir saniyeden kısa da olsa bakmıştı. Bu iyi bir şeydi, henüz kendini kaptırmamıştı. Tekrar televizyona dalmasına engel olarak "Ben geldim," dedim, sanki bu olayı fark etmemişti, diyen iç sesime kahkaha attım. Tabii ki de fark etmemiş olabilirdi ne de olsa onu arayıp Mercan’laydık deme fırsatım olmamıştı.

Kızmak istemeyen ama yine de alttan alttan uyaran bir ses tonu ile "Ne zaman geldin, hiç gelmeseydin!" içimden bir titreme geçti, acaba nasıl bir bahaneye sığınacaktım. Valla kendimi onun gazabından kurtarmayı geçtim, onun sağlığı daha önemliydi ve benimle iletişime geçtiği için Allah'a binlerce kez şükrettim.

"İşte sabah Mercan ile Kadirli'ye gittik, kahvaltı yapmak için bir kafeye uğradık ama orada da kavga çıktı. Biz de geri geldik, başımız belaya girmesin dedik!"

‘Tabi tabi, eminim.’

"İyi yapmışsınız!" Olumlu bir cevap verdiğinde gözleri tekrar televizyona kaysa da odak noktası bendim.

"Anne, babam?" Annem gözlerini tekrar bana dikti, üstümü inceledi, saçlarıma kadar baktı. Kaşlarımı çattım, gözlerimin içine kadar beni inceledi. Neden böyle tuhaf olduğunu anlamaya çalıştım, üzerinde günlük kıyafetleri vardı. Yüzü normal, kaşları çatıktı. Ela gözleri beni süzüyordu. "Ne yapıcan babanı, emecen mi?"

Gözlerimi fal taşı gibi büyüterek "Anne ya pes var ya pes!" ayağa kalktım. "Sizi bir gün boş komaya gelmiyo, ne yaptın babama?" Annem bu hâle kadar geldiyse kesin babamı diri diri toprağa koymuştu.

Annem ilk kavgada koca katili olma potansiyeli gösteren uçuk kaçık bir kadındı, sinirli olmasının yanında çatlak bir kadın olmasını da eklersek babamı terlikle dövme olasılığına da sahipti.

Sesimi inceltmeye çalışarak ciyakladım: "Anne, babam nerde, babam, babam! Hani kocan var ya, senin kocan!??"

Annem ayağındaki füzeyi çıkarıp kafama fırlattı, sağa doğru adım atmadan diğerini de gönderince gözlerimi şaşı yaparak baktım. "Senden korkulur garı, senden korkulur!"

Bağırmalarım kafasını şişirmiş gibi alnını ovarak "Çenesi çekilesice, yine geldi gittiği yerden! Cin cücüğü gibi de ciyaklıyo, ne bileyim baban nerde. Cebimde olacak hali yok, gittiği yerde! Doğurana sor, kimin amından çıktıysa git bir de ona sor!" Annemin +18’e geçtiği kavganın büyüklüğünden belliydi, babam bir bok yemişti, tescillenmişti.

Yaşlandıkça daha çok kavga etmeye pardon onların tabiriyle mesafeli konuşmalara başlamışlardı.

"Niye kavga ettiniz?" Yumuşak çıkan sesime annem kanmadı. Sert bir şekilde "Tartıştık, kavga etmedik!" diye bağırdı ama ben artık çocuk değildim ki anne ben büyüdüm, lütfen elle tutulur kelimelerle gel!

"Farkı ne merak ediyorum. Her halükârda evde bir ben kaldığım için mi bu kadar rahat kavga ediyorsunuz. Şu yaptığınız bana işkence etmekten başka bir şey değil. Yok yani, merak ediyorum, bu sene tartışırsınız, seneye ben üniversiteye gittiğimde de birbirinizi mi boğazlarsınız? O zaman da tartıştık mı diyeceksiniz, yok yani, söyleyin de ona göre evde kalıp kalmamaya karar vereyim! Maazallah anasız babasız kalırım diye korkuyorum."

Annem bana odama gidip çenemi kapamamı söylediğinde dayanamayarak kapı her zaman açık kalsa da inadına sert bir şekilde çaparak bağırdım. "Hiç boşuna birbirinizi öldürüp de bizi yetim bırakacağınızı düşünmeyin, daha ben size ne işkenceler edeceğim. On tane çocuk doğurup hepsini elinize vereceğim, ben kocamla gezip gönül eğlendirirken siz benim daha çocuklarıma, onların da çocuklarına bakacaksınız!" Bunları söylerken yatağıma geçmiş hüngür hüngür ağlıyordum.

Herkesten nefret ediyordum, onların tartışmasından(!) nefret ediyordum, evde tek bir gün normal geçmeyen anlardan nefret ediyordum.

Sosyal hayatımda hiçbir şey çaktırmasam da ben kahırdan ölüyordum, birbirlerini daha boğazlamamış olabilirlerdi, herhangi fiili bir kavga da yaşanmamıştı evde ama olsun. Ben her türlü şiddete eğimli bir insan olsam da annem ve babamın kavga etmelerinden yani tartışmalarından bıkmıştım. Eğer şu lanet olasıca bağrışmaları kesilmezse ben ya kendimi öldürecektim ya da onları evden atacaktım.

Bazen gerçekten de bu konuyu çok düşünüyordum, onlar ölürse ne yaparım, ben ölürsem ne yaparlar? Şu geberesice tartışmalarına son verirler mi? Şundan kesinlikle emindim, ikisi birbirlerini ne kadar çok severlerse sevsinler tartışmadan edemiyorlardı, eğer ölürlerse orada da bir şey bulur bir araya gelir yine de o tartışmanın gerçekleşmesi için ellerinden geleni yaparlardı. Hayır anlamıyorum, birbirlerine âşık olarak evlenmişlerdi ama bir gün mutlu olmamışlardı. Bu halleri beni de mutsuz etmeye yetiyordu. Allah bana sabır versindi, onlar birbirlerini değil ben onların kahrını çekiyordum.

Ablam ve ağabeyim burada olduklarında tartışmıyorlardı, hele ablam varken asla tartışmıyorlardı. Bütün çileyi çeksin Tuana, huzur onun neyine ki? Ben her bu konuyu açtığımda ablamgil kapatıyor ve karı koca arasında böyle şeylerin normal olduğunu söylüyordu. Elbette bir seviye de öyleydi ama onların bu son halleri evlilerin arasında olan tartışmalara benzemiyordu. Bu oyunun sonu kötü bitebilirdi, her gün Esra Erol’da, Müge Anlı’da izlediğimiz olaylar gibi bir sonları olursa şaşırmazdım ama bundan da acayip korkuyordum.

Loading...
0%