Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. BÖLÜM

@hpersephone

 

 

 

 

''Bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insanın ruhuna hiçlik kadar güçlü bir baskı yapamaz.''

 

 

 

 

-Stefan Zweig

 

 

 

 

Teoman - Çoban Yıldızı

 

 

 

 

Haluk Levent - Elfida

 

 

 

 

BÖLÜM 1: GAZETE KUPÜRLERİ.

Yirmi dakikadır aynadaki yansımamı izliyorum ve bir ölüden farkım yok. Bakışlarım yorgun ve donuk, yüzümde herhangi bir ifadenin esamesi okunmuyor. Göz altımdaki morluklar daha da belirginleşti ve artık hiçbir kapatıcının faydası olmuyor. Üzerimde gözle görülür düzeyde verdiğim kiloları saklamak amacıyla giydiğim eski ve bol bir tişört var. İç çektim. Yirmi beş yıllık hayatımın hangi evresinde ölümü benimseyip onu arzulamaya başladığımı hatırlamıyorum.

En son ne zaman hayatta kalmak için değil de gerçekten canım bir şeyler istediği için yemek yediğim, kabuslarla dolu uykulardan arınarak güzel bir uyku çektiğim, içten bir şekilde güldüğüm gibi geçmiş zamandan basit anılar bile tıpkı geleceğim gibi karanlığa boyanıp bir hiçliğin ortasında kaybolmuştu ve hiçlik ruhumu zedeleyen bir kanser hücresinden farksızdı.

Kendime daha fazla tahammül edemedim. Avuç içlerimdeki soğuk suyu yüzüme çarptım. Saç diplerim ıslandı, yüzümdeki sular önce çeneme oradan da boynuma ve tişörtüme döküldü. Suyu kapattım ve odama doğru ilerledim. Odam da tıpkı kafamın içi gibi dağınıktı. Çalışma masamın üzeri rastgele savrulmuş not kağıtları, başlayıp da yarım bıraktığım bir kitap ve basın kartımla doluydu. Masanın tam karşısında az önce bıraktığım gibi duran tek kişilik bir yatağım vardı. Perde kapalıydı fakat kenarlardan izinsiz süzülen güneş ışıkları kasvetli ve boğucu odanın bir parçası olmuştu. İçerisi havasızdı ve bu midemi bulandırmaya başladı. Çıplak ayaklarım soğuk zeminde ilerlerken yerdeki birkaç kıyafet yığınına takılsa da tekmeleyip geçtim ve camı aralayıp yatağıma geri döndüm. Uzun saçlarım yatağın üzerine düzensizce döküldü. Gözlerim dikkatli bakılmadığı sürece fark edilmeyecek kadar küçük olan tavandaki lekelere kayarken annemi çığlığını duydum.

‘’Defol evimden, nefret ediyorum senden.’’

Babamın ne dediğini duyamasam da çarpan kapı sesi ile annemin isteğini yerine getirdiğini anlamış oldum. Kavganın sebebini merak etmedim çünkü onlar için ortada kavga edecek makul bir ortam varsa sebebin pek de önemi yoktu. Yılların değişmeyen rutiniydi.

Ayrılmayan ama bir arada da yapamayan o çiftlerden biri de anne ve babamdı.

Uzunca bir süre tavanı izleyerek vakit geçirdim. Bir ara annem odama gelerek babam hakkında bir şeyler anlatsa da dinlemek yerine dinliyormuş gibi yaptığım için sinirlenip söylenerek odadan ayrıldı, telefonuma birkaç arama düştü fakat kalkabilecek gücü kendime bulamadığımdan kendi kendine kapanmasını bekledim. En sonunda midem isyan bayrağını çektiğinde zor bela yataktan kalkıp kendime bir kahve yaparak mutfak masasına yerleştim. Annem ortalıkta gözükmediğine göre bahçedeki çiçeklerle vakit geçiriyor olmalıydı. Çiçekleri severdi. Onlarla ilgili her detayı bilir sık sık anlatırdı. Çocukken çiçeklerini benden daha iyi tanıdığını düşünürdüm. Haksız da sayılmazdım.

Odama geri dönüp telefonuma uzandığımda mesajlarda isimleri en üstte olan iki kişiye baktım. Melis ve Berat. Bir avuç insanla yaşadığım hayatımın en kıymetli oyuncuları arasında yer alıyordu ikisi de. Kasvetli hayatımda sık sık açan güneşti ikisinin varlığı...

Melis’in mesajı en üstte olduğu için ilk ona girdim. Nasıl olduğum hakkında sorduğu sorulara iyi olduğumu ve beni merak etmemesi gerektiğini söyleyen kısa bir mesaj attıktan sonra Berat’ın ekranına giriş yaptım. Melis’in aksine sık sık ve uzun uzun mesajlar atıp bir süredir araştırmasını yaptığı bir konu hakkında ona yardımcı olmamı isteyen mesajlarına göz devirdim ama bu kadar ısrarı da boş yere yapmayacağını bildiğimden her neredeyse konum atması gerektiğini yazıp üzerimi değiştirip çeki düzen vererek evden çıktım. Annem hala bahçedeydi fakat yalnız değildi. Babaannem ile birlikte adını bilmediğim bir çiçek hakkında sohbet ederlerken ‘‘Babaanne,’’ diye seslendim. ‘‘dedem evde mi?’’

İkisinin de odağı bana kaydı. Babaannem elindeki çiçeği kenara bırakırken ‘‘Evde kuzum.’’ dedi. ‘‘Bir şey mi oldu?’’

‘‘Arabanın anahtarlarını isteyeceğim.’’

Başını salladı. ‘‘Atölyede. O garip işleriyle uğraşıyor.’’

Arkamı dönüp yürümeye başladığımda arkamdan annemin ‘‘Bu kız da değişik bir şey oldu.’’ diye söylendiğini duydum. ‘‘Huyu suyu değişti.’’ Babaannem anneme kızarken onları geride bıraktım. Dolu kafamı annemin daha da doldurmasına izin vermeden yan eve ilerledim. Dedem ve babaannemin evi hemen yanımızdaki ev ve her zaman yedek bir anahtar cebimde olur. Dış kapıyı açıp alt kata inerken ‘‘Dede,’’ diyerek seslendim. ‘‘Arabanın anahtarını alabilir miyim?’’ Atölyesi evin bodrum katında yer alıyordu. Babaannemin garip dediği şeyler ise dedemin yazdığı kitaplar ve incelemelerdi.

Dedem bir fizikçiydi. Kuantuma olan ilgisini ise çocukluğumdan beri biliyordum. Araştırmayı, öğrenmeyi ve öğretmeyi seven bir yapısı vardı. Küçükken yaptığı araştırmaları merak edip yanına her gittiğimde beni masaya oturtturur ve hevesle anlayabileceğim bir düzeyde anlatmaya çalışırdı. Küçük bir çocuk için kuantumu anlamak pek mümkün olmasa da ondan bir şeyleri dinlemeyi sevdiğimden ses etmeden anlattıklarını dinlerdim. Küçük odaya girdiğimde dedemi bilgisayarın başında buldum. Büyük eli aklar düşmüş saçlarının üzerindeydi ve kolunu masaya yaslamış destek alıyordu. işaret parmağı ile gözlüğünü düzeltip bana döndüğünde gülümsedi. ‘‘Çoban Yıldızım,’’ derken sesinde benden uzak olan bir neşe vardı. “ihtiyacın olduğu zaman alabilirsin. Sormana gerek yok.’’

‘‘Ne yapıyorsun*’’ dedim yanına yaklaşırken. Bu öylesine sorulmuş bir soruydu ama dedemi mutlu ettiğini fark ettim.

‘‘Gördüğün gibi...’’ dedi bilgisayarını gösterip. Hem onu daha fazla rahatsız etmek istemediğim için hem de benim konuşmaya pek halim olmadığından kenarda duran araba anahtarlarını alıp kısa bir teşekkürün ardından çıkışa yöneldim. Kapının hemen önünde durduğum sıra gözlerim kısa bir süreliğine masanın karşısına yerleştirilmiş panoda asılı gazete kupürlerine kaydı. Her bir haber özenle kesilip asılmış altına da minik minik notlar düşülmüştü. Dedemin araştırmasıyla panoda asılı olan haberlerin alakasını pek anlayamasam da sorgulamadan evden çıkıp arabaya geçtim.

Bir şeyleri sorgulamaya halim yoktu. Çok sevdiğim mesleğimi, gazeteciliği, bırakma sebebim de tam olarak da buydu.

Esasen benim yaşamaya halim yoktu sadece ölmek için biraz korkaktım.

Araba ile yolculuğum kısa sürdü. Evin biraz ilerisinde ormanlık bir alan vardı. Burada yaşayan aileler bazen nefes almak ve birlikte vakit geçirebilmek adına oraya pikniğe giderdi. Çocukluğumda ailelerimiz ile sık sık oraya gittiğimizi hatırlıyorum. Son zamanlarda ise oralardan gelen pek güzel olmayan gazete manşetleri ile artık yerel halk oradan uzaklaşmaya başlamıştı. Berat’ın da bu haberler ile kafayı bozduğunu biliyordum. Arabayı müsait bir yere park edip boynundaki kamera ile etrafta dolanan arkadaşımın yanına doğru ilerlemeye başladım. Etrafta kuş cıvıltılarından haricinde Berat’ın ıslık sesi vardı. Boğazımı temizleyip ‘‘Hey, bizim köyün delisi. Bir o tarafa bir bu tarafa dönerek yerde ne aradığını sorabilir miyim?’’ diye seslendiğimde olduğu yerde sıçrayarak dehşetle bana döndü.

Yeşil gözleri iri iri açılmıştı. ‘‘Çolpan!’’ dedi sitemle. ‘‘Neden sessiz sedasız geliyorsun?’’

Yarım bir sırıtış yerleşti dudaklarıma. ‘‘Seslendim ya.’’

Göz devirdi. ‘‘Gelmezsin sanıyordum.’’ sesindeki imayı göz ardı ettim.

‘‘Sinir bozucu düzeyde ısrarcısın.’’

Yüzü sıkıntılı bir hal aldı. Ben anlık değişen ruh haline şaşırırken o ayakkabısının ucu ile yerdeki toprağı eşeliyordu. ‘‘Kusura bakma,’’ diye mırıldandı. ‘‘Kafamı toparlamak epey zor şu sıralar. En basit şeylerde bile birinden yardım almam gerekiyor gibi hissediyorum.’’ Benimle göz göze gelmemek için bakışlarını yere çevirirken sağ yüzük parmağındaki nişan yüzüğü ile oynamaya başladı. Zihnimde şimşekler çaktı ve Eylül ayına giriş yapmamızla yaklaşmakta olan tarihi hatırladım. Utançla gözlerimi kapanırken mahcubiyet damarlarımdaki kana karıştı. En yakınlarımı ne denli ihmal ettiğim gerçeğini yeni fark ediyordum. Bu da içinde bulunduğum durumun vahametini gözlerimin önüne serse de hep yaptığım gibi halı altına süpürdüm. Küçük adımlarla arkadaşıma ilerlerken mahcupça konuştum. ‘‘Kusura bakılacak bir şey yok. Esasen seni yalnız bıraktığım için ben özür dilerim. Konuşmak ister misin?’’

‘‘Hayır, iyiyim ben.’’ dedi kafasını kaldırıp gülümsemeye çalışırken ama pek başarılı olamadı. ‘‘Tek ihtiyacım olan şey çalışmak.’’

‘‘Pekala anlat bakalım.’’ Telefonundan bir haber sayfasını açarak utana sıkıla bana uzattı. Onun bu haline başta anlam veremesem de haberi gördüğümde neden gergince bana baktığını anladım.

SON DAKİKA: ÇANAKKALE’DE KAYBOLAN ÇOCUK SAYISI BEŞE YÜKSELDİ! AİLELER HABER ALABİLMEK İÇİN SEFERBER OLURKEN YEREL HALK ENDİŞELİ.

Geçmişi unutmak zordu fakat hatırlamak için bir yaprak kıpırtısı bile yeterdi. Telefondaki haber beni geçmişe götürse de bunu düşünmek ne yeri ne de sırasıydı. Boğazımı temizleyip ‘‘Aileler ile görüştün mü?’’ diye sordum.

‘‘Görüştüm onların tarafında elle tutulur bir şey yok.’’

‘‘Ama başka bir şey var?’’ beni doğrulamak istercesine kafasını salladı.

Kaşlarım çatıldı. Parça parça anlatmasına sinirlenince ‘‘Berat şunu düzgün anlatsana!’’ diye kızmadan edemedim. Yüzü belirgin bir şekilde sertleşti ve çenesi kasıldı. Elleri alnına dökülen kumral saçlarına uzanıp onları geriye iterken ‘‘Dün gece bir çocuk cesedi bulunmuş, Çolpan. Tanınmaz haldeymiş.’’ dedi.

‘‘Ve bunu basından saklıyorlar?’’ diye sordum alacağım cevabı bile bile.

‘‘Aynen öyle.’’

Kaybolan çocuk vakaları sadece Çanakkale’nin değil tüm ülkenin gündemindeydi. İnsanlar çocukların aileleri ile birlikte kaybolan çocuklarını arıyor, sosyal medyada etkinlikler düzenliyor, yardım çağrısında bulunarak meseleyi irdeliyordu. Bu sebeple yaşanan ani gelişmenin basından saklanması çok da şaşırtıcı gelmemişti. ‘‘Eğer duyulursa yayın yasağı gelme ihtimali çok yüksek.’’ Sırtını yanındaki ağaca yaslayıp bana baktı. Doğru söylüyordu bu gibi durumlarda halkın tepkisini kontrol altına alabilmek ve önüne geçebilmek için yaşanması en muhtemel senaryo buydu.

‘‘Peki tüm bunların burası ile alakası nedir?’’

Çantasından siyah kapaklı bir defter çıkartıp ‘‘Çocukların hepsi burada kaybolmuş,’’ dedi sessizce. ‘‘hepsinin anlattıkları da aynı. Ailece piknik yapmaya geliyorlar kaybolan çocuk oyun oynamak için aileden biraz uzaklaşıyor ve bir daha ne gören oluyor ne de duyan. Farklı zaman dilimlerinde yaşanan aynı senaryolar.’’ Olay akışı beni yıllar öncesine götürdü. Yine bu ormandaydım etrafta koşup oynuyor neşeli kahkahalar atıyordum sonra gök gürledi zihnim feryat etti ve ben şimdiye geri döndüm. Berat’ın kaçamak bakışları yüzümde dolansa da bir sorun yokmuş gibi kayıt altına aldıklarını incelemeye başladım. Defterin sayfaları her bir çocuk için ayrı ayrı bölünmüş detaylıca not alınmıştı. Kaybolma tarihleri, ailelerin bilgileri ve yaşananlar hakkında yapılan açıklamalar... Sayfaları çevirirken en üstte not edilen kayboluş tarihlerinin benzerliğine dikkat kesildim. Emin olmak için tekrar bakarken ‘‘Çocukların kaybolduğu süreler arası sistematik bir benzerlik var.’’ dedim kendi kendime. ‘‘İlk kaybolan çocuk, Selim ile ikincisi arasında üç ay var. Diğerleri de benzer şekilde...’’

‘‘Evet bende fark ettim. Bir şey daha var.’’

‘‘Söyle.’’

‘‘Son kaybolan çocuk bu ormanda bulunmuş.’’ Defteri kapatıp ona bakarken kaşlarım havalandı. ‘‘Şu anda bulunduğumuz yerde...’’

‘‘Ne?’’ şaşkınlık sesime işlemişti. Gözerim etrafta gezindi. ‘‘ Bu kadar şey basından saklanıyorken sen bunları kimden duydun?’’

‘‘Geçen sene gene aynı böyle bir olayı araştırırken bir polis ile tanışmıştık hatırlıyor musun? Ara ara onu yokladım. Adli tıpta da Ömür’ün bir arkadaşı vardı ama çok detaya girmedi.’’

‘‘Otopsiyi Sevim mi yapmış?’’

Yüzünü buruşturdu. ‘‘Evet, uyuzun teki.’’

Güldüm. ‘‘O genel olarak erkek ırkını sevmiyor, alınma. Ben arar konuşurum belki yardımcı olur.’’

‘‘Evet Ömür de öyle söylerdi ama bu hala uyuzun teki olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Her neyse konumuz Sevim değil. Dün gece geç saatlere kadar Jandarma buradaydı her yere baktılar ama koca ormanda atladıkları bir detay illa ki vardır diye düşünüp sabah erkenden buraya geldim.’’

‘‘Bir şey bulabildin mi peki?’’

Biçimli kaşları çatıldı. ‘‘Maalesef.’’ Omuzunu sıvazlarken konuştum. ‘‘Birlikte bakarız.’’

Sessiz ama içten bir teşekkür etti. Boynundaki fotoğraf makinasını eline alıp etrafta gezinmeye başladı. Ben de onun peşinden ne aradığımı bile bilmeden ilerliyordum. Önceleri burayı da yeşil rengini de çok severdim. Zamanla büyüdüm ve ruhumun bir yarısı küflenmeye başladı. Yeşil renk anlamını yitirdi ve yerini solup gitmiş bir çiçeğin hüznüne bıraktı. Berat’ın peşinden ilerlerken adımlarım rotasını kaybetmiş bir denizciden farksızdı. Sakin ve telaşsız çabam boşlukta akarken akrep ve yelkovanın bitmek bilmeyen savaşı harlandı. Ne kadar ormanda öylece yürüdüm bilmiyorum ama artık bir şey bulamayacağımızı kabullenip gitmek için Berat’a sesleneceğim zaman diliminde toprak üzerindeki aşınma dikkatimi çekti. Yere eğilip elimi toprağın üzerinde gezdirdiğimde hissettiğim garip his bedenimi sarmaladı ve huzursuzluğun çanları çalmaya başladı. Anlık bir dürtü ile kafamı kaldırdım gözüme çarpan ilk şey biraz uzaktaki eski bir baraka ve onun biraz yakınında da yerde yatan kuş sürüsü oldu. Kendimi ‘‘Berat!’’ diye bağırırken buldum. Sesim ağaçların arasında süzülüp yankı yaptığında arkadaşımın koşarak sesime geldiğini duyabiliyordum.

‘‘Çolpan?’’ dedi. Sesinde saklayamadığı bir merak ve dehşetle çıkan sesimin mağduru olan endişesi vardı.

Yeşil gözleri toprağa bulanmış işaret parmağımı takip ederek kuş sürüsünü bulduğunda ‘‘Siktir,’’ diye fısıldadı. ‘‘Neler oluyor bu ormanda Allah aşkına?’’ peşimden geleceğini bilerek kuşlara yaklaştım. Sık aralıklarla birbirlerinin üzerine düşmüşlerdi. Birkaç tanesinin kanadında ve gövdesinde yanık olduğunu fark ettim. İçim ürperirken Berat’ın kamerasına sarılıp birkaç defa bu hiç de hoş olmayan kareyi fotoğrafladığını gördüm.

Buradaki tehdit her ne ise yalnızca insanları değil hayvanları da etkisi altına almıştı.

Kuşların biraz ilerisinde tahtalardan inşa edilmiş derme çatma bir baraka vardı. Tahta kapısı hafif aralıktı ve tatlı tatlı esen rüzgarın etkisi ile gıcırdayarak hareket ediyordu. Oraya doğru ilerlemeye başladım. Berat arkamdan tek gitmemem gerektiğini söylese de bir hipnoz kurbanı gibi oraya doğru ilerledim. Ayaklarım kapının önüne geldiğinde esen rüzgarın etkisiyle kapı sonuna kadar açıldı ve içerideki havasızlık hala bir bardak kahve ile duran midemi bulandırmaya yetti. Yine de içeri girdim. İçerisi küçücük tek göz odadan oluşuyordu. İlk başta burada kimsesizlerin yaşadığını düşünsem de uzun zamandır buraya kimsenin uğramadığı belliydi. İlk dikkatimi çeken formüllerle dolu kara tahta oldu. Onun hemen yanındaki duvarlar çizimler, resimler ve notlar ile doluydu. Önünde ise iki tane tozlanmış sandalye yine not kağıtları ile dolu bir masa vardı. Masanın üzerindeki kirli bardaklar iğrenç gözüküyordu. Bir iki adım daha attığım sıra hemen yanımda duran kahverengi deri koltuğu fark ettim. Üzerinde örümcek ağları ve kir hariç eski ve yırtılmış deri bir ceket vardı. Biraz daha dikkatli baktığımda deri ceketin göğüs kısmındaki O.B. harfleri dikkatimi çekti. Epey zamandır burada duruyor olmalıydı. Ayakkabımın ucuna değen tornavidaya bir tekme atıp diğer tarafta duran tahta kapıya yaklaştım.

‘‘Niye iki tane kapı var ki?’’ pürüzlü sesimi ben bile zor duydum.

O kapının kulpuna uzanıp açmak için yeltendiğim sırada ‘‘Ne yapıyorsun burada?’’ diye gürültüyle içeri girdi Berat. Yerimde sıçrayıp ona kötü kötü baksam da aldırmadan iğrenir bir surat ifadesi ile etrafı incelemeye başladı. ‘‘Burada da bir kapı var.’’ dedim olağanca sakinliğimle. ‘‘Niye küçücük kulübeye iki tane kapı yaparlar ki? Ne gerek var yani..’’

‘‘Baktım ben arka tarafta çıkışı yok. Alet erdavat koymak içindir yüksek ihtimalle.’’

‘‘Baraka zaten küçücük...’’ diye mırıldandım kendi kendime yine de kapıya uzanmaktan vazgeçmedim. İnatla kapının tozlu kulpuna asılıp zorlarken ‘‘Hogwarts’a açılan gizli bir kapı bulmuş gibi neden zorlayıp duruyorsun ki?’’ diye alay eden arkadaşımı duymazdan geldim. İnsanların kontrol edemedikleri bazı dürtüleri vardır. Benimki de merak duygusuydu. Küçüklüğümden beri sürekli bir şeyleri merak eder ve onları irdeleyerek öğrenmek için çabalardım. Yakın bir zamana kadar da işimde başarılı olmamın yegane sebebi bu içgüdüydü fakat bu duygu da birçok güzel duygu gibi beni terk edip gitmiş ve hissizlik evreni ile tanışmama vesile olmuştu. Şimdi ise bedenimi saran bu his ile kısa bir an için de olsa eskisi gibi hissetmek güzel gelmişti. Kapının kilitli olduğundan nihayet emin olduğumda ‘‘Kapıyı kıralım mı?’’ diye sordum. Bana tuhaf bir bakış attı ama içimdeki arsız merak kıpırtılarını bastırmak çok zordu.

‘‘Saçmalama Çolpan.’’ dedi Berat. Birkaç kez daha denesem de o beni geride bırakıp barakadan çıktı ve peşinden gelmem için beni göz hapsine aldı. Kir ve pas içinde olan yerlerden haz etmezdi. Şu an burada olmasının tek sebebi beni yalnız bırakmak istememesiydi. Oflayıp kapıdan uzaklaştım. Ona sen çık desem de beni burada bırakmayacağını da biliyordum. İstemeye istemeye kapıdan uzaklaşırken ellerime bulaşan tozu avuçlarımı birbirine vurarak temizlemeye çalışıp tek ayak üzerinde geriye döndüm. Kapıdan bir tık sesi duyar gibi olsam da bunun bir yanılsama olma ihtimali de yüksekti. Dışarı çıkınca temiz hava yüzüme bir tokat gibi çarptı ve ben içerisinin ne kadar havasız olduğunu bir defa daha fark ettim. Bulanan midemle yüzüm buruştu.

Temiz havanın etkisiyle beraber midemden yükselen sıvı ise beni alabora etti ve kendimi barakadan da kuş sürüsünden de olabilecek en uzak mesafeye bırakıp boş bir mide istiğfar etmeye başladım. Gözlerimin önüne bir perde çekildi ve mideme giren kramplar inlememe sebep oldu. Gözlerimin yandığını hissettim ve anlık yükselen ağlama dürtüsü beni kucakladı. Ruh halim parçalı bulutluydu ve anlık değişimlere ayak uydurmak bana bile yorucu geliyordu. Yüzüme dökülen saçlarımı titreyen parmaklarımla geriye iteledim ama başarılı olamadım. Çok kısa bir süre sonra Berat’ın eli siyah uzun saçlarıma dolandı. Saçlarımı nazik bir şekilde tişörtümün arkasına yerleştirip sırtımı sıvazlamaya başladı. ‘‘Aç mı bıraktın sen yine kendini?’’ diye söylendiğini duydum ama sıtmaya yakalanmış bir hasta gibi titremeye başlayan bedenimle ona cevap verecek halim yoktu. Kendimi toparlamam ne kadar sürdü bilmiyorum ama saatler gibi hissettirdi. Başımı gökyüzüne çevirip baktığımda güneşin yerini yavaş yavaş aya bırakmaya hazırladığını fark ettim. Zaman kavramı korkutucuydu. Onu bir defa kaybetmek sonsuz bir anlam karmaşasın sebebiyet veriyordu. Oturduğum yerden kalkmak için hareketlendim. Berat bir eliyle belime destek vererek yürümeme yardımcı olurken bacaklarım hala titriyordu. Arabanın anahtarlarını ona verdim ve yolcu koltuğuna yerleşip hareket etmeye başlayan araba ile altımızda akıp giden zemini izlemeye başladım.

Vücudum da tıpkı zihnim gibi acı içindeydi.

Berat’ın birkaç defa bana baktığını hissettiğimde onun da içini rahatlatmak adına ‘‘İyiyim ben, endişelenme. Yalnızca kahvaltı etmedim.’’ diye mırıldandım. Başını eğip bir şey söylemeden yola odaklandı ama sessizliği de çok uzun sürmedi.

‘‘Terapi desteğini artık kabul etmelisin.’’

Gözlerim siyah tişörtüyle gizlediği zincir kolyeye kaydı. ‘‘Yok ben gayet iyiyim.’’ dedim yalandan.

‘‘Kendi yalanına kendin bile inanmıyorsun.’’

Dilimin ucuna gelen sözcükler benden bağımsızca dökülürken çok değil yalnızca beş saniye sonra dillimi ısırıp boş boğazlığıma lanet ettim. ‘‘Neden herkes bana sorunumun farkında değilmişim gibi davranıyor? Sizin aksinize ben farkındayım ama harekete geçmek zor geliyor, anlıyor musun?’’

Anlık olarak bana baktı. Aklından her ne geçiyorsa söylemek yerine kafasını öyle olsun der gibi eğip yola odaklandı ama ben kalbimi kırmamak için dilinin ucuna gelen her bir kelimeyi yuttuğunu biliyordum bu yüzden gözlerimi kapatıp sessizce geriye doğru yaslandım. Geri kalan yolculuk sessiz geçti. Bir ara yol üstünde bir yerde durarak bir şeyler atıştırdık ve nihayet evin önünde durduğumuzda yüzüme bakıp kısıkça konuştu. ‘‘Sen geç eve dinlen ben anahtarı dedene bırakırım.’’

Sakince onu onayladım. Evin bahçesine girmeden hemen önce koluna uzandım. ‘‘Arabada öyle çıkışmak istemedim sadece-’’ elini boş ver der gibi sallayarak sözümü kesti samimiyetle. Onları bu yüzden seviyordum işte... kendimi uzun uzun anlatmama gerek yoktu bir şekilde beni anlarlardı.

‘‘Sana ve Melis’e asla alınmam ama saldırgan tavırlarını bir kenara bırakarak bu konuyu bir düşün. Benim yaşadıklarım ve sonuçları farklı şeyler doğurdu seninki ise bambaşka...Hadi şimdi git ve güzelce dinlen yarın konuşuruz.’’ Başımı sallayıp kısaca dediklerini onayladım. Bahçeyi geçerek eve girdiğimde salondan yükselen tek ses annemin takip ettiği dizilerden birinin sesiydi. Çıt çıkarmadan salonun önünden geçmeyi planlıyordum ama beklediğim gibi olmadı. Annem pür dikkat izlediği dizisinden uzaklaşıp kafasını benden tarafa çevirdi. Gözlerimiz birleşti ve boş gözleri yüzümde bir an asılı kalsa da dizisini izlemeye geri döndü bende merdiveni aşıp odama girdim. annemin çevresindeki herkese olan bu tutumu yeni olmasa da yok sayılmak insanın alışabileceği bir şey değildi.

Üzerimdekilerden kurtulup banyoya girdim. Soğuk su saçlarıma dökülmeye başladı. Gözlerimi kapatıp suyun yüzüme çarpmasına izin verdim. Soğuk ile ilgili her şeyi severdim. Zihnimi kapatır beni susmak bilmeyen düşüncelerden uzaklaştırırdı. Parmak uçlarım buruşana kadar suyun altında durdum. Bir ara vücudum soğuk su yüzünden kaskatı kesildiği için suyu sıcak olacak şekilde ayarlayıp duşa kabinden çıktım. Odaya geri dönüp pijama takımımı üzerime geçirmem çok sürmedi. Birbirine karışan saçlarımı tarayıp geriye ittiğimde sırtım saçlarım yüzünden ıslandı ama kurutmaya veya bir havluya sarmaya üşendim. Şu an tek ihtiyacım olan şey kafein gibi hissettiriyordu. Aşağı kata geri inerken televizyonun sesi kesilmiş evi ölüm sessizliği sarmıştı. Annem odasına çekilmiş olmalıydı.

Tezgahın üzerinde demlenmiş filtre kahve görüne ona yöneldim. Sıcaktı. Annem kitap okumak için odasına çıkmadan hemen önce yapmış olmalıydı. Kitap okurken kahve içmeyi çok severdi. O sırada gözüm bahçeyi gören minik pencereye sık sık takılmış ve dışarıdaki sessizliği izlemişti. Zaman aktı akrep ve yelkovan yeni bir savaş içerisine girdi ve kendime bir bardak kahve alarak masaya oturduğumda saat sekizi çeyrek geçiyordu. Ağır ağır içtim kahvemi zamanla fincandaki kahve soğudu benim midem kaldırmadı ve aynı pencerenin manzarasını izlemeye devam ettim. Gözlerimin önünden akıp giden geçmiş zaman içimdeki sönmüş ateşin külleri ile oynasa da acıdan başka bir şey getirmedi.

Geçmişi unutmak zor hatırlamak ise çok kolaydı.

Akrep ve yelkovanın savaşını yavaşlatan dış kapıdan gelen sertçe kapanma sesi oldu. Oturduğum yerde kıpırdanıp holdeki tanıdık hareketliliği dinlemeye başladım. Birkaç tıkırtıyı ve bir şeyin yere düşme sesine kısıkça bir küfür eşlik etti. Kalkıp sesin geldiği yere gitmedim çünkü sesin sahibi kısa sayılmayacak bir vaktin adından mutfak kapısını savurarak açtı ve içeri girdi. Sarsak adımları benim önümde durduğunda kafamı kaldırıp onu süzdüm. Babamı.

‘‘Uyumamışsın.’’ dedi sandalyeden güç almaya çalışırken. Ayakta durabilecek kadar bile dengesi yerinde değildi.

‘‘İçmişsin.’’ Sesim buz gibiydi ve mutfakta yayılarak aramıza büyük buzdan duvarlar ördü. ‘‘Bu gece de...’’

Yüzünü yere eğdi. Sahte bir oyunculukla utanıyor gibi davranıyordu ama içinde gram utanma duygusu olduğunu sanmıyordum. Eğer bu duyguya gerçekten sahip olsaydı dün gece anneme ağlayarak verdiği sözleri tutar ve ayık kafayla evin yolunu bulurdu. ‘‘Umarım bu acınası halini babaannem görmemiştir, zavallı kadın.’’ Sessizlik ikimizi kıskıvrak yakaladı ve aramıza gezinmeye başladı. Gözlerim kısa bir an için merdivenlere kaydı. Annemin uyanmaması şu an için tek dileğimdi çünkü onların kavgalarını dinlemek cehennem kapısına doğru yaklaşmakla eşdeğerdi. ‘‘Git ve uyu baba.’’ Pürüzlü sesim aramızda dolandı ve buzdan duvara bir tuğla daha ekledi.

O ise beni duymamış gibi yapmayı seçti. ‘‘Kahve uykunu kaçırır.’’

‘‘Uykum yok.’’ dedim kısaca.

‘‘Tuğrul amcanın yanındaydım,’’ diye kısa bir açıklama yaptı. ‘‘zor günler geçiriyor ve onu en iyi ben anlıyorum.’’

Aramızdaki buzdan duvara bir tuğla daha yerleşti. ‘‘Sormadım.’’

‘‘Elbette sormadın,’’ diye mırıldandı. ‘‘Söylesene neden bu kadar soğuk ve umursamazsın? Benim küçük kızım böyle değildi.’’

Dudaklarım iki yana kıvrıldı. İçten ve samimi bir gülümsemeden uzak belki alaycı belki de kırgın bir gülümsemeydi dudaklarıma sinen bu gülümseme. Dudaklarım aralandı milyonlarca sözcük dilimin ucuna döküldü fakat her birini geri iterek ‘‘büyüdüm artık,’’ diye mırıldandım. Bakışları yüzümde gezinmeye devam etti. Koyu kahve gözleri yüzümün her bir santimini incelerken sanki gördüğü suret bana değil de bir başkasına aitmiş gibi bakıyordu. İçimdeki huzursuzluk hissi katlanarak artarken oturduğum yerden kalkıp odama gitmek için hareketlendim. ‘‘Ben yatıyorum.’’ Ailem zehirli bir sarmaşık gibiydi. Ne onlardan ayrılabiliyor ne de onlarla sağlıklı bir hayat yaşayabiliyordum. Yorucu ve yıpratıcıydı ama konfor alanımı terk etmektense tüm bunlara katlanmak çok daha cazip geliyordu. Büyüdüğün yeri terk etme kolaydı ama terk edebilecek cesaret var mıydı... Sanırım asıl sorunum buydu.

Alışkanlıklarım ve konfor alanıma bağlılığım bana anne ve babamdan daha fazla zarar veriyor olabilirdi.

Mutfaktan çıkıp merdivene yöneldiğim sıra ‘‘Çolpan,’’ diye seslendi babam. Sakince ona döndüm ve bir şey demeden yüzüne baktım. Holdeki sarı ışık kemikli yüzüne vuruyordu. Gözlerinin kızardığını fark ettim. Ne kadar içtiğini kestirmeye çalışsam da bir tahminde bulunmak zordu...Bazı zamanlar kendini kaybedene kadar içer adını bile hatırlayamazdı. Hatırlıyorum da lise son sınıftayken bir keresinde o kadar çok içmişti ki ölümün eşiğine gelmişti. Olduğu yerde biraz sarsıldı ama kendini toparlaması uzun sürmedi. ‘‘seni seviyorum kızım,’’ İçimdeki boşluk hissi büyüdü ve beni içine çekerek yok etmeye çalışan bir kara deliğe dönüştü. ‘‘seni de en az abin kadar seviyordum.’’

Geçmiş zaman eki ruhumda bir kurşun yarası açtı. Yara kanadı, kanadı ve beni kendi kanımda boğarak öldürdü.

Boğazımı temizleyerek ‘‘Sarhoşsun.’’ dedim.

‘‘Biliyorum,’’ sesi ağlamaklıydı. ‘‘söylemek istedim. İyi ki benim kızımsın.’’

Sarhoş, dedim içimden. Yarın bu söylediklerinin her birini unutup hiç söylememiş gibi davranacak. Belki bir ihtimal hatırlayacak fakat senaryonun akışında bir değişiklik olmayacaktı. ‘‘Baba,’’ tırnaklarım avuç içlerime saplandı. ‘‘senin sevgin beni zehirliyor.’’

Aramızda geçen son konuşma bu oldu. Onu arkamda bırakıp odama dönerken yürüdüğüm yolun altına cam kırıkları serilmiş gibi hissettiriyordu. Odama girip kapıyı kilitledikten sonra yatağa ilerledim. Nihayet yatağımdaydım ve gözlerimin gördüğü tek şey tavandaki soluk lekeydi. Farkındalık ile iç çektim. Gözyaşlarım artık özgürdü. Kollarımı bedenime sararak yatakta kıvrıldım.

Geçmiş kapanmayan yalnızca kabuk bağlayan bir yaraydı ve her zaman onu kaşıyarak kanatacak birileri çıkardı.

Uzun zaman önceydi. Beş ya da altı yaşlarında olmalıyım bir Pazar günü Melis ve Berat’ın ailesiyle birlikte pikniğe gitmiştik. Sıcak ama güzel bir gündü. Annem ve babam mutluydu. Evimizde huzur vardı çünkü abim henüz bizimleydi. O pikniğe gittiğimiz gün ailecek son mutlu olduğumuz gün oldu çünkü abim ağaçlar arasında gezintiye çıktığı o andan itibaren kayıplara karıştı ve giderken arkasında bize bıraktığı şey gittikçe katlanarak artan bir acı oldu. Annemin her gün o ormana gittiği ve bir iz bulabilme umuduyla her yeri aradığı hatıralarım arasında en belirgin olanıydı. Uzun uzun yapılan arama çalışmaları sonucu ise bulunan tek şey bulunduğumuz yerden çok da uzak olmayan bir mevkide abime ait olan mavi bir şapkaydı. O gün aile fotoğrafımızın asılı olduğu çerçeve çatladı ve cam kırıklarının arasından kan sızmaya başladı. Annem tüm bu süreçte gitgide hırçın ve tahammülsüzleşmiş bende dahil çevresindeki herkese kendini kapatmayı tercih etmişti. Artık ona ulaşmak gökyüzünde bir yıldıza ulaşmaktan farksızdı. Babam ise bu süreçte onu ölümün kıyısında dolaştıran bağımlılığıyla tanışmıştı.

Benim bu süreçte kendim hakkımda öğrediğim en önemli detay ise anne ve babamın yalnızca abim varken benim de annem ve babam olduğu gerçeğiydi.

Sanki abim evimizin temeliydi ve onun gidişi bizim için şiddetli bir depreme sebep olurken biz de bir enkazın altında çaresizce kurtarılmayı bekleyen insanlar haline gelmiştik.

Sabahın ilk ışıklarına kadar tavanı seyrettim. Ağrıyan bedenimle uykuya sığınalı ne kadar olmuştu bilmiyorum ama açılan kapının ardından duyduğum ‘‘uyuyor,’’ sesi ağrıyan gözlerimi aralamaya zorladı. ‘‘uyandırayım mı?’’ gözlerim aralandı ve başıma giren ağrı ile elim şakaklarımı buldu. ‘‘Dur uyandı.’’ Ben şakaklarımı ovuştururken annemin bana uzattığı telefonu alıp kulak hizama yaklaştırdım. ‘‘Çolpan,’’ diyordu bu sırada telefonun ucundaki ses ‘‘konuşmamız lazım.’’ Uykudan uyandırılmış olmanın huysuzluğu yüzüme yansırken ‘‘Sana da günaydın Berat.’’ diye kendi kendime söylendim ama o beni dinlemek yerine ‘‘Bir an önce konuşmamız gerekiyor.” dedi. Başımı yastığa daha da gömüldü. Dışarı çıkmaya ne gönlüm ne de halim vardı. Bedenimdeki ağrı katlanarak artmış saatlerce uyusam fayda etmeyecek gibi hissettirmeye başlamıştı.

‘‘Dedenin odasındaki gazete kupürlerini gördün mü?’’

‘‘Evet,’’ dün odaya girdiğimde gözüme panoda asılı olan haberler geldi aklıma. Ben haberin tam olarak ne olduğunu hatırlamak için hafızamı zorlarken Berat ‘‘Haberlerde toplu hayvan ölümleri vardı. Büyük bir çoğunluğu kuş sürüleri.’’ diye kısa bir açıklama yaparak bana yardımcı oldu. Hala odada duran anneme kısa bir göz atıp ‘‘Berat yanlış anlama ama bunun araştırdığın konu ile ne alakası olabilir?’’ üstten detaya girmeden sordum. Kaybolan çocukların haberi onu yeterince etkilemişken yanında tekrar tekrar bu konuyu açmak istemiyordum. Berat sorduğum soruyu es geçti ve ‘‘O ormanda anlam veremediğim bir tuhaflık var.’’ dedi. ‘‘Tüm bu kayıplar, ölümler... Her birinin ucu bu ormana çıkıyor.’’

‘‘Bir dakika,’’ dedim yattığım yerden kalkıp sırtımı yatak başlığına yaslarken ‘‘kafam çok dolu Berat, lütfen açıklayarak anlat. Gazete kupürlerindeki hayvanlar ile ormanın bir bağlantısı mı var? ’’ yerdeki döküntüyü toplayan annem bana dönüp tuhaf tuhaf bakarken ‘‘İşe geri mi döndün?’’ diye sordu.

‘‘Çolpan sana garip gelebilir ama hayvanların haberlerini yapıldığı tarih ile çocukların kaybolduğu tarihler birebir aynı.’’ Birkaç hışırtı sesi duydum. ‘‘Bak üç ay önce kaybolan çocuğun haberinin girildiği günden iki gün sonra aynı ormanda arama çalışmaları sırasında ormanda bir karga sürüsü bulmuşlar. Bir diğer çocuğun kayıp haberinin yapılması üzerinden altı öbürünün de dokuz ay geçmiş.’’ Kaşlarım çatıldı. ‘‘Her birinin kaybolmasının ardından birkaç gün sonra arama kurtarma ekiplerinin bir grup kuş sürüsü bulduğu hakkında ölüm haberi girilmiş. Bir tane ya da iki tane değil Çolpan, koca bir sürü.’’

‘‘Ne bu?’’ diye sormadan edemedim. ‘‘Bir çeşit ayin falan mı?’’

‘‘Bak keçileri falan kaçırmadım tamam mı. Aklıma yatmayan bir tuhaflık var bu işte.’’

Bir süre ikimizde sessiz kaldık. Annem yerdeki döküntüyü bırakıp ayak ucuma otururken dikkatle beni dinlemeye başladı. Hattın diğer ucundaki ses ise aniden‘‘Ben tekrardan ormana gidiyorum.’’ dedi. Sıkıntılı bir nefes verip yorganı tekmelerken ona benimde geleceğimi söyleyerek ayaklandım. Berat dün arabasını benimle döndüğü için ormanda bırakmak zorunda kalmıştı. Geri dönüp almadığını bildiğimden dedemden anahtarı alıp geçerken onu evden alacağımı da söylemiştim kapatmadan hemen önce.

‘‘İşe geri mi döndün?’’ dedi annem.

‘‘Hayır sadece Berat’a yardım ediyorum.’’

Dolaptan siyah bol bir tişörte uzanıp üzerime geçirirken sırtımı aynaya döndüm. Sağlıksızca verdiğim kiloların vücudumu ne hale getirdiğini görmek istemiyordum ama aynaya gerek kalmadı çünkü annemin gözleri bedenimde gezindi ve ‘‘Ölü gibi duruyorsun.’’ diye acımasız bir eleştiride bulundu. Bildiğim bir şeydi. Onu arkamda bırakıp döndüğümde gitmiş olmasını umarak banyoya girdim fakat yanıldım. Yatağımda, aynı yerde, oturmuş banyo kapısını izliyordu. ‘‘Anne,’’ dedim en sonunda dayanamayarak ‘‘ne oluyor?’’ normal şartlarda odamın ne kadar dağınık olduğunu vurgulayarak benim sorumsuzluğum hakkında konuşur ardından da odayı terk ederdi şimdi ise hala yatağımda oturuyor ve garip bir ifadeyle bana bakıyordu.

‘‘Kayıp çocukları araştırıyorsunuz değil mi?’’ diye sordu.

Ona baktım. Yalnızca baktım ve bir şey demedim. ‘‘Ne buldunuz?’’

‘‘Hiçbir şey. Gitmem gerek,’’

‘‘Çolpan, abinin kaybı sonrası Berat’ı onun yerine koyduğunu biliyorum ama ona destek olurken kendi yas sürecini erteleme.’’

Kaşlarım çatıldı. ‘‘Neyden bahsediyorsun?’’

‘‘Abini kaybettiğimizde küçüktün ve bizi kaybetmekten o kadar korkuyordun ki yas tutmak ne öğrenemedin. Yıllar geçti, büyüdün ve şimdi bir başka kayıp ile baş etmeye çalışıyorsun. Yas tut Çolpan, yas sandığın kadar kötü bir şey değil.’’

Çıkmadan evvel anneme son bir defa baktım. ‘‘o yüzden mi tüm bu yas zırvalıklarından dolayı sizi kaybettim?’’ Sorum ikimiz için de beklenmedikti. Dün gece babamın bıraktığı tahribatın kalıntıları annemi de vurduğunda ses etmeden evden çıkıp yan eve geçtim. Kapıyı babaannem açarken dedemin bir arkadaşına kadar gittiğini ama arabayı götürmediğini söylediğinde çalışma odasına indim.

Oda her zamanki gibi kafamın basmadığı konularla ve çizimlerle doluydu. kalemler rastgele dağılmıştı. Bu dedemin vazgeçmediği bir huyuydu. Evin her köşesine bir kalem bırakır ve aklın gelen en ufak şeyi not alırdı. Bu bazen bir kağıda bazen de avucunun içi yahut kolları olurdu. Masanın karşısındaki pano ise artık boştu. Dünkü haber kağıtları sökülmüş yerine büyük harflerle yazılıp asılmış bir kağıt vardı ve kağıtta şunlar yazıyordu:

ÜÇ SAAT Mİ ÜÇ GÜN MÜ?

Bunun ne anlama geldiğini sorgulamadım bile. Onun işlerine akıl sır erdiremezdim. Yavaşça masaya yaklaşıp kağıtlar arasında kalmış araba anahtarına uzandığımda gözüme eski bir fotoğraf takıldı. Gözlerim doğru görüp görmediğimi algılamak için kısıldı.

Bir kapının fotoğrafıydı...

Dün Berat ile gittiğimiz kulübedeki kapının fotoğrafı.

Kaşlarım çatıldı. Neden bir kapının fotoğrafını çekerek çıkartma gerek duyardı ki?

Cep telefonumu çıkarıp bunu kayıt altına alırken dedeme bunun ne anlama geldiğini sorsam cevap verir mi diye düşünüyordum. Telefonu masanın bir köşesine bırakıp diğer fotoğraflara uzandığım an bunların dedemin gençlik fotoğrafı olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Birinde dünkü barakada yanında sarışın bir adamla poz veriyorlardı. ‘‘Nasıl yani orası dedeme mi ait?’’ diye mırıldandım kendi kendime ama oturmayan bir şeyler vardı. Neden bir ormanın içinde bir yer yapma gereksinimi duymuşlardı? Belli ki fotoğraftaki kişi de dedem gibi araştırmalar yapan biriydi. Bu denli saklayacak kadar gizli ne araştırıyorlardı ve bunun herhangi bir kapıyla ne gibi bir ilgisi olabilirdi. Kafa karışıklığıyla fotoğrafın arkasını çevirdim.

Şaşkınlık odanın içinde dağıldı. Kendimi sandalyeye bırakırken ‘‘Siktir,’’ fısıldadım. Sesimde dehşetin ayak izlerine rastlamak mümkündü. Kendimi delirmenin kıyısında hissederken inci gibi yazılmış yazıyı bir kez daha okudum. Fotoğrafın arkasında ise şunlar yazıyordu:

Oğuz BİLGİN, 1981

Zamanda yolculuk mümkün! Peki bu kapı ile Tesla'nın 3-6-9 kuramı arasındaki bağlantı nedir?

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere...

12.10.2024 H.Z

 

 

 

 

Loading...
0%