Benim için gelmişti. Beni almaya gelmişti.
“Jinx, sana ne yaptılar böyle.” dedi tıslayarak.
Gözlerimden akan yaşları sildim.
“Yok bir şeyim.” dedim ayağa kalkmayarak ama yere düştüm.
Ellerini yaramın üzerine götürdü ve “Sakin ol, birazdan geçecek.” dedi.
Ellerinden yeşil ışıklar çıktı ve anlamını bilmediğim kelimeler fısıldadı. Bir, iki, üç saniyeler geçti, belkide dakikalar geçti ama yaramda hiç acı hissetmedim. Elleriyle yaramın üzerine bağladığım kumaşı çözdü. Elimi yaramın üzerine götürdüm ama yara yoktu, gitmişti.
“Teşekkürler.” dedim boynuna sarılarak. Oda bana sımsıkı sarıldı. Ellerimi boynundan çektiğimde ayağa kalktım. Hiçbir yerim acımıyordu. Luke beni iyileştirmişti. Ben kalkınca oda ayağa kalktı.
“Yarın sabah gideceğiz, şimdi eve gidince yarına kadar dinlenmelisin.” dedi gözlerime bakarak.
“Tamam, dinleneceğim.” dedim.
“Hadi gidelim.” dedi yürümeye başlayarak.
“Tamam.” dedim ve yürümeye başlayarak.
Başıma geçirdiğim pelerini kafamdan çıkardım. Sağımda kalan duvara baktığımda ablamla yapmış olduğumuz gökkuşağını gördüm ve eski anılar aklıma hücum etti.
“Abla, hadi gökkuşağı çizelim.” dedim peşinden koşarak.
“Tamam hadi çizelim.” dedi siyah saçlarını geriye atarak.
Yerdeki mavi boyayı aldım ve gökkuşağının ilk katmanını çizdim.
Ardından ablam pembe alıp çizdi, bende yeşili aldım ve boyadım. Ablam bu sefer mor boyayı aldı bende sarıyı aldım. Ablam kırmızıyı aldı ve son katmanını çizdi. Yerdeki siyah boyayı alıp ablam ve beni çizdim. El eleydik, mutluyduk, çocuktuk, eğleniyorduk, gülüyorduk...
Eski zamanların anısını hatırlayıp derin bir iç çektim. O günleri özlüyordum. Kim özlemezdi ki. Yarın sabah şehre gidip güç halkalarını alacaktık ve şehre felaket getirecektik. Gökkuşağı sokağını geçtiğimizde bu sefer arka kapıdan girmedik, ön kapıdan girdik. Tavernada kimse yoktu çünkü öğlen saatlerinde kimse olmazdı. Babamı masada otururken görünce o da beni gördü. Beni görür görmez bana doğru koştu ve sarıldı.
“Jinx, iyi misin?” diye sordu.
Gülümseyerek “Baba, ben iyiyim sadece birkaç sıyrık işte.” dedim.
Fakat ikna olmuş gibi gözükmüyordu.
“Hem, sen nereden öğrendin?” diye sordum bacağımı göstererek.
“Luke, seni izledi.” dedi.
Kaşlarımı çatarak Luke’a döndüm.
“Yanında değildim, sadece sihirle izledim.” dedi kurnazca gülümseyerek.
Somurtarak saçlarımı arkama attım. Bunun üzerine ikisi de gülmeye başladı. Onlar gülünce bende kahkaha atmaya başladım.
“Yarına kadar dinlen, yarın sabah güç halkalarını alacaksınız, bu şu ana kadar yaptığınız görevler kadar basit olmayacak. Güçlerinizi birleştirmeniz lazım.” dedi babam.
Başımı tamam anlamında sallayarak merdivenlerden ikinci kata çıktım ve odama girdim. Dinlenmem gerektiğine hem fikirdim. Fakat kirli kıyafetlerimden kurtulmam gerekiyordu. Yatağa böyle girersem Perla yani evimizin hizmetli görevlisi bana kızardı. O yüzden öncelikle pelerinimi sonra sırasıyla kılıcı,hançerleri, korseyi, siyah kazağımı ve dar pantolonumu çıkardım.
Dolabımın kapağını açarak içinden beyaz havlu aldım ve etrafıma sardım. Yerdeki kıyafetlerimi kucaklayarak dolabımın yanındaki kirli sepetine attım. Yerde kalan kılıç ve hançerleri ise dolabımın yanına dayadım. Odadan çıktığımda kapı sesiyle irkildim. Kapıyı sert kapatmıştım. Benim odamın karşısında yer alan banyoya girdim. Banyoya her zamanki gibi Perla ayaklarıma düşen beyaz geceliği banyoya asmıştı. Üstümdeki havluyu alıp beyaz elbisenin yanına astım ve küvete girdim. Sıcak suyu açtım ve gelen sıcaklığın etkisiyle rahatladım. Küvette boydan boya uzanıyordum. Küvetin dışındaki şampuanı alarak elime döktüm, ardından saçlarımda dolaştırmaya başladım. Diğer elimi de kafamda gezdirerek tüm kafam köpük olana kadar devam ettim. Kafamın iyice yıkandığına emin olduktan sonra kendimi suyun içine bıraktım ve saçlarımı ovaladım. Tüm köpüklerin gittiğine emin olduktan sonra küvetten çıktım ve önce saçımı sonra da tüm vücudumu kuruladım.
Havluyu aldığım yere tekrar astım ve beyaz elbiseyi giyindim. Lavabonun üstündeki tarağı alarak saçlarımı taradım ve banyodan çıktım.Odama girdiğimde aynanın önündeki masaya koyulmuş yemeği gördüm. Perla’nın getirdiğini az çok tahmin edebiliyordum.
“Teşekkürler Perla.” dedim fısıldayarak.
Perla benim için anne gibiydi. Onu annem gibi seviyordum. Bana yaptığı gibi ablama ve Beatrix’e de annelik yapmıştı. Luke’u on iki yaşındayken ormanda başı kanamış ve ağlarken babam buldu. Onu görünce eve getirdi. Ailesiyle ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu. Perla, Luke’a da annelik yapmıştı. Masadaki tepsiyi alarak yere oturdum. Ayaklarımı aynaya doğru uzatarak tepsiyi bacaklarımın üzerine koydum. Tepside bir kase çorba, biraz ekmek, kaşık ve peçete vardı. Kaşığı alarak çorbadan bir yudum aldım. Tadı her zamanki gibi muhteşem ötesiydi. Perla’nın yemekleri harika olurdu. Kasenin yanındaki ekmekleri alarak çorbanın içine küçük küçük bölmeye başladım, tüm ekmeği küçük tanelere ayırdığımda çorbayı içmeye koyuldum.
Çorbayı bitirince tüm enerjim yerine gelmiş gibi hissettim. Peçeteyle ağzımı sildim. Ayağa kalkarak, tepsiyi birinci kattaki mutfağa götürdüm. Mutfak benim odamdan iki kat büyüktü. Mutfağın ortasındaki masaya tepsiyi koydum.
“Ah,Jinx teşekkürler son günlerde işim başımdan aşkın.” gelen sesle birlikte Perla’yı gördüm. Elinde büyük bir sepet ve içinde kıyafetler vardı.
Diğer eliyle alnını silerek derin bir nefes aldı.
“Biraz daha onları taşırsan yıkılacaksın.” dedim kıkırdayarak.
Perla’nın elindeki sepeti aldım ve çamaşırhaneye götürdüm. Derin nefesler alarak arkamdan geliyordu. Çamaşırhanenin kapısını ayağımla ittirdiğimde gelen sıcak havayla yüzümü buruşturdum. Hızlıca sepeti yere koydum ve “Benden bu kadar.” dedim.
Perla alnına düşen sarı saçlarını eliyle ittirerek gülümsedi.
“Teşekkürler kızım.” dedi, elini omzuma koyarak.
“Bir şey değil Perla.” dedim omzumdaki elini tutarak.
Elimi sıkıp işine dönünce çamaşırhaneden çıktım. Çamaşırhane resmen fırın gibi sıcaktı. Çamaşırhaneden çıkınca serinlemiştim.
Koridordaki saate baktığımda saat sekizdi. Akşam olmuştu, yarın gidecektik erken yatmalıydım. İçimden tavernaya gitmek gelse de odama çıkmaya karar verdim. Tavernada geceleri çalışmayı seviyordum. Bazen Aotrix Krallığı’ndan muhafızlar geliyordu. Onları en çok sarhoş edecek içki ve şarapları veriyordum.
Böylece tüm sırları dökülüyorlardı. Bunları düşününce Aotrix Kralı aklıma geldi. Prensesler kaçırıldıktan sonra kraliçeyi suçlu bulmuş, ona yıllarca acılar çektirmişti. Hatta bununla sınırlı kalmayıp kraliçenin sihir özünü almıştı. Sihir özü, bir insanın yapabileceği tüm sihir özünü üretirdi. Ama bir insanın sihir özünü ondan alırsanız o kişi bir daha sihir yapamaz ve güçten düşmeye başlar. Fakat kimse tanrıçaların sihir özünü alamaz. Çünkü tanrıçalar sonsuza kadar sihir özü üretebilirler. Sadece onlara sihir özlerini tanrıçalar geri verebilir. Odama girdiğimde ilk yaptığım şey yatağa atlamak oldu. Beyaz saçlarım yastığın her yerindeydi. Gördüğüm kimsenin saçları beyaz değildi. Su elçisinin bile saçları beyaz değildi. Bazen gücüm olup olmadığını merak ediyorum bazen de tüm güçlere sahip olmayı diliyordum. Eğer suya hükmedebilseydim saçlarım mavi olmalıydı. Aslında olmasa da olurdu çünkü çoğu suya hükmedenlerin saçları sonradan mavi oluyordu. Yine eşit değildik, Aotrix Kralı güçlerimize bakması için su elçisini Evalon’a göndermiyordu. Ama Aotrix Krallığı tüm güçlere sahipti. Esneyerek yatakta gerildim ve gözlerimi kapattım. Uyandığımda yataktan kalktım ve botlarımı çıkarmayı unuttuğumu fark ettim. Aynanın karşısına geçtiğimde saçımı taradım ve kahvaltı yapmak için mutfağa gittim. Mutfağa gidince gördüğüm şeyle, küçük dilimi yuttum. Yerde kan izleri vardı ve... ve... orada..bir beden vardı. Arkasını dönmüş yüzü görünmüyordu. Cesede doğru yaklaştım. Elimle cesedi ters çevirdiğimde çığlık attım.
“Abla... ablaaaa.” Hayır, hayır, hayır, hayır...
Geriye doğru sendelerken masadaki bardağı yere düşürdüm. Yerdeki camlara bakarken elimde kanlı bir kılıç vardı.
Bu kanlar ablamındı. Ben ne yapmıştım.
Gördüklerimle beraber dayanamayıp yere düştüm.
Hayır ablam beni bırakmazdı.
Dünya yok olsa yine bırakmazdı.
Gözlerimden akan yaşları umursamadan ona sarıldım.
Luke, Luke bunu düzeltebilirdi.
Mutfaktan çıkıp “Luke, yardım et.” diye haykırdım.
Ama boşuna bağırmıştım, Luke yerde kanlar içinde yatıyordu. Üzerinde, kalbinde bir ok vardı. Geriye doğru sendelediğimde bir şeye dokunduğumu hissedince çığlık attım.
Babam tavana asılmış halde arkamda duruyordu. Gördüğüm şeyle birlikte tüm gücümün bittiğini hissettim. Kendimi tutamayarak yere düştüm ve ağlamaya başladım. Ama sonra onu gördüm karanlığın içerisinden bana geliyordu.
“Ağlama.” dedi.
“Geleceği değiştirebilirsin, onları kurtaracaksın.” dedi.
“Ben kahinim, beni bulmalısın.” dedi o ses.
“Ne.” dedim şaşkınlıkla.
“Dokuzuncu elementi bulmalısın.” dedi kahin.
“Yardım et, onlar öldü.” dedim kekeleyerek.
“Bunu ben yapamam, onları sen kurtaracaksın Jinx, sana bir kereliğine yüzümü gösteriyorum. Beni bulman için, bu gördüklerin sadece bir rüya. Bunları sana ben göstermiyorum. Bunları sana tanrıçalar gösteriyor. Onlardan uzak dur, seni kullanacaklar. Onlar tehlikeli, zamanımız daralıyor beni bulmalısın.” dedi karanlıktan çıkarak ve onu gördüm.
Beyaz saçları vardı, tıpkı benim gibi o da beyazdı.
Dikkatlice baktığımda gözleri maviydi. Saçları uzundu ama kulaklarına kadar geliyordu. Tekrar ona dikkatlice baktım ama ışığa dönüştü. Gittikçe büyüyen bir ışığa.
Ve ses zihnimde yankılandı “Bu ışık bir gün senin üzerine doğacak Jinx ama karanlık peşini bırakmayacak”.
Işıktan dolayı gözlerimi kapattım ışık her yeri sarıyordu.
Ve uyandım.
Çığlık atarak yataktan doğruldum. Terlemiştim. Hepsinin bir rüya olması beni rahatlattı. Ama gerçekten o kahin miydi? Olabilir miydi?
Hepsi ölmüştü, gelecekte onları mı kaybedecektim. Hayır bu gerçek olamazdı. Tanrıçalar sana gösteriyor demişti. Gitmeden önceki dediği şey, bu ışık bir gün senin üzerine doğacak demişti.
Mutlu mu olacaktım?
Bacaklarımı kendime çekerek ağlamaya başladım, onları kaybedemezdim.
Hayır, babamı kaybedemezdim
Hayır, Luke’u kaybedemezdim.
Hayır, ablamı kaybedemezdim.
Yataktan hızla kalktım, koşarak ablamın odasına gittim. Uyumamıştı. Sanki eski günlerdeki gibi, benim uyumamı bekliyordu. Şaşkın gözlerle bana baktı. Ablama koşarak sarıldım.
“Gel uyuyalım.” dedi bana sarılarak.
Elimden tuttu ve yatağa oturdu. Elleriyle dizlerini işaret edince dizlerine kafamı koydum. Saçlarımla oynamaya başladı.
Küçükken de kabus gördüğümde aynısını yapardı, ama bu kabus değildi, gelecekti. En azından onun dizlerinde uyuyacaktım. Onun yanında uyursam korkmazdım. Ablam benimleyken korkmazdım. Gözlerimi kapattım ve uyumaya çalıştım. Rüyamda olanları düşünmek istemiyordum. Bir an önce uyumak istiyordum. Ve rüyama daldım. Rüyamda bir prens olmuştum. Abim vardı. Abimi çok seviyordum fakat abim benden nefret ediyordu çünkü kralın ben olacağımı sanıyordu. Bir sabah abimle yürüyüşe çıktım fakat abim beni kayalıklardan ittirdi. Ölmemiştim ancak başım kanamıştı. Sonra bir adam beni buldu. Adamın yüzünü görünce her şeyi anladım. Bunlar gerçekti.
Gözlerimi açtığımda rüyamda ne olduğunu hatırlıyordum ama beni almaya gelen adamın yüzünü hatırlamıyordum. Belkide gördüğüm rüyalar bağlantılıydı. İçimden bir his hepsi bağlantılı diyordu ama çözemiyordum. Tekrar uyumak istemiyordum. Ama ellerimi hareket ettiremedim. Sanki birisi benim bunları görmem için bana bir şey yapmıştı.
Hayır, hayır, hayır, gözlerim kapanıyordu. Uyumak istemiyordum.
Gözlerim kapanmadan ablama baktım ama uyuyordu.
Ve gözlerim kapandı.
Rüyamda ne kahini gördüm, ne de prensi.
Rüyamda hiçbir şey görmedim. Her şey karanlıktı. Sadece boşluktan ibaretti. Sonsuz bir karanlık. Her yer karanlıktı.
Sonsuza kadar burada kalacaktım. Belki de böylesi iyiydi. Bir anlığına bunları gerçek olmasını istedim ama vazgeçtim. Çünkü sonsuza kadar burada, karanlıkta düşüncelerinle yalnız kalman çok kötüydü. Ne kadar geçtiğini hatırlamıyorum bir dakika, bir ay belki de yıllar geçti ama sonra bir ışık gördüm, bana doğru geliyordu.
Işığın etkisiyle her yeri gördüm. Her taraf beyazdı. Ama kendimi de gördüm ben kendim değildim başkasıydım. Kendime bakınca kalbime saplanmış bir ok gördüm. Hayır, ben Luke’tum. Işık büyürken, kalbimdeki ok yavaş yavaş çıkıyordu.
Canım yanmıyordu, ama korkuyordum. Kalbimdeki ok çıktığında yüzlerce küçük parçaya ayrıldı. Kalbimdeki yara iyileşiyordu.
Işık her yeri kapladığında etrafı görmeye başladım. Etraf çimenlerle kaplıydı. Tam karşımda büyük bir şato duruyordu. Şatonun önündeyse yüzünü göremediğim birisi vardı.
Hayır, o birisi değildi. O bir tanrıçaydı ve bana gülümsüyordu. Dikkatlice baktığımda yerde yatan tanrıçaları gördüm, hepsi.... ölmüştü. Bana bakan tanrıçanın yanında bir kız vardı. Mavi saçlıydı. El ele tutuşuyorlardı.
Etraf yavaş yavaş kararıyordu. Her yer karanlığa gömüldüğünde gözlerimi açtım. Soluk soluğa kalmıştım. Gözlerimle ablamı bulduğumda yanımda yatıyordu. Onu uyandırmadan yataktan kalktım. Odadan çıkıp kendi odama gittim. Aynanın karşısına geçtim. Göz altlarım siyahlaşmıştı. Önüme düşen saçlarımı geriye attım. Neler oluyordu? Neden bunları görüyordum?
Kahin beni bul demişti. Yüzünü de göstermişti. Hala yüzünü hatırlıyordum. Benim gibi beyaz saçları, mavi gözleri vardı.
Peki benim bunlarla alakam neydi?
Bugün şehre gidecektik. Hazırlanmam gerekiyordu. Dolabımdan siyah pantolon, siyah korse, siyah kazak ve dizlerime kadar gelen siyah pelerinimi aldım. Üzerimdeki beyaz elbiseyi çıkardıktan sonra sırasıyla siyah kazak, siyah pantolon, siyah korse ve siyah pelerinimi giydim. Kendime baktığımda güçlüydüm. Kendimden emindim. Yatağa oturup saçlarımı ördüm. Odamdan çıkıp Luke’un yanına gittim. Odasında yoktu. Büyük ihtimalle silah deposundadır, diye üst kata çıktım. Silah deposunun kapısını açtığımda onu gördüm. Sarı saçlarını geriye doğru taramıştı. Her zamanki gibi yakışıklıydı. Kılıçları va hançerleri hazırlamıştı. Hepsi masanın üzerindeydi. Beni görünce gülümsedi.
“Günaydın, papatya.” dedi.
“Günaydın.” dedim kıkırdayarak.
“Senin için silahları hazırladım, alabilirsin.” dedi.
Luke’un yanına giderek silahlara göz gezdirdim. İstediğim silahları hazırlamıştı. Beş tane küçük hançer, üç tane uzun hançer, iki tanede kılıç aldım. Küçük hançerleri belimdeki kemere koydum.
Uzun hançerleri bacaklarımdaki kayışa koydum. Kılıçları da belimdeki kemere koydum.
Luke’a baktığımda o da hazırlanmıştı.
“Önce bir şeyler yiyelim, sonra gideriz.” dedi.
“Tamam.” dedim.
Mutfağa gittiğimizde Perla kahvaltıyı çoktan hazırlamıştı. Kahvaltıyı masaya kurmuştu. Masaya oturup çaya iki kaşık şeker attım. Peynirli böreklerden iki tane alıp yedim. Çayım bittiğinde vişne reçelinden alıp ekmeğe sürdüm. Reçelli ekmeğim bittikten sonra banyoya gidip ellerimi yıkadım.
Luke’un yanına gittiğimde yemeğini bitirmiş, duvara yaslanarak beni bekliyordu.
Beni görünce “Hazır mısın papatyam?” dedi gülerek.
“Hazırım güneşim.” dedim kıkırdayarak.
Perla gülümseyerek “Yol sizden yana olsun.” dedi.
Tavernadan çıkıp arka taraftaki atları aldık. Benim atımın adı Lila, onun atının adı ise Rex’ti. Atlara bindiğimizde ikimizde pelerinimizin kapüşonunu taktık.
Luke bana bakıp gülümsedi ve “Deh!” diye bağırdı.
Kendimi tutamayarak ben de güldüm ve “Deh!” diye bağırdım.