Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6. Bölüm

@huseyineneskurul

Asansöre geldiğimizde attan inip asansöre girdik. Lila gece yarısı gibi simsiyahtı. Rex ise toprak gibi kahverengiydi. Evalon yerin altında olduğu için asansörle yukarı çıkılıyordu. Asansörün yukarı düğmesine Luke bastığında camdan dışarıya baktım. Tüm Evalon önümdeydi, ayaklarımın altındaydı. İçimden bir gün Aotrix’te böyle olacak diye geçirdim. Asansörün temiz havası bana ormanı anımsatıyordu. Orman nefes almaktı, nefes almak ise özgür olmaktı. Yukarı geldiğimizi bildiren bip sesiyle birlikte asansörün kapısı açıldı. Arkamı dönüp açılan kapıdan çıktım. Her taraf karanlıktı. Bir, iki saniye sonra yerdeki ışıklar sırasıyla karşıdaki kapıya kadar açıldı. Önümüzde uzun bir köprü vardı. Aşağısı boşluktu. Ama insanların düşmemesi için demir parmaklıklar vardı. Luke sayesinde asansördeki ışıklar yanıyordu. Onun gibi sihir yapmayı çok isterdim fakat çok zordu. Aslında ether yanlısı olmayı isterdim. Ether, ateş, hava, toprak, su ve ağacı kontrol edebilen elementti. Ether elçisi çok güçlüydü. Tüm elementlere hükmedebilirdi. Bir anlığıma gücümün sınanmasını istedim ama vazgeçtim. Eğer sınansaydım Aotrix için çalışmış olurdum ve bu fikirden hemen kurtuldum. Belkide prensesleri bulup şehri yok etmeliyiz diye düşündüm ama vazgeçtim.

“Hazır ol.” diye seslendi Luke, köprünün sonundaki kapıyı açarak.

Bazen asansörden çıktığımızda saldırıya uğrardık. Elimi hançerime uzattım ama Luke’un kapıyı açıp beni çağırmasıyla vazgeçtim.

Açılan kapıyı ittirdim.

“Kimse yok.” dedim, kapıyı kapatarak.

Aslında kapıyı kapatmıyordum kitaplığı kapatıyordum. Kitaplığın arkasında Evalon’a çıkan gizli bir geçit vardı. Bunu sadece Evalonlular biliyordu. Aotrix muhafızları asla bilmezdi. Gizli geçidi kimse bulamazdı çünkü yıkılmış, pencereleri çatlamış ve kırılmış, bazı odaları yanmış bir evin içinden koskoca bir şehre çıkan gizli bir kapı olduğu kimsenin aklına gelmezdi. Yıkılmış evin içinden çıkıp ayışığına çıktığımızda Luke gülüyordu.

“Ne oldu?” dedim tek kaşımı kaldırarak.

“Yok bir şey, çok tatlısın.” dedi gülerek.

“Ne.” dedim şaşkınlıkla.

“Dedim ki yanakların kızardığında çok tatlı oluyorsun.”dedi sırıtarak.

Yanaklarımın kızardığını söylemişti. Bu bana ilk iltifat edişi değildi ama o gülerken ben de gülmeye başladım.

Lila kişneyerek elimi yaladı.

“Hey, kızım sakin ol.” dedim yelesini okşayarak.

Lila’nın üstüne çıktığımda Luke çoktan atına binmiş beni bekliyordu. Benim ata bindiğimi görünce hızla ilerlemeye başladı onun peşinden “Deh.” dedim ve arkasından gittim.

Etrafımız ormanla çevriliydi. Yeşil, uzun ince ağaçlar yol boyunca sıralanıyordu. Ablam ve Beatrix çoktan çıkmış olmalılardı. Muhtemelen gözcü kulesinin arkasındaki asansörden gitmişlerdi. Yolda giderken rüzgar şiddetlendi ve pelerinimin şapkasını geriye attı. Pelerinimin şapkasını umursamadan yola devam ettim. Yolun ikiye ayrıldığını görünce sola saptık. Sağdaki yoldan devam etseydik şehrin ana girişinden girmiş olurduk. Sol yoldan gidersek kanalizasyonlara ulaşacaktık, böylece şehre gizlice girecektik. Aotrix Krallığı’nın varisleri kaçırıldığından beri şehre girişler muhafızlar tarafından kontrol ediliyordu. Lila’nın durduğunu fark ettiğimde yolumuz ağaçlarla kaplıydı. Atımdan indim ve Lila’yı ormanın dışından görünmeyecek şekilde ağaca bağladım. Luke’ta Rex’e aynısını yaptı. Ormanın derinlerine doğru giderken ayışığı Luke’un yüzünü aydınlatıyordu. Sarı saçlarını her zamanki gibi özenle ortadan ikiye ayırmıştı. Kahkülleri yüzünün iki yanına düşüyordu. Mavi gözlerini denizlerden almıştı. Onun yanında kendimi güvende hissediyordum. Ayağım önümdeki ağacın dalına takılınca yere çarpmamla düşüncelerimin bölünmesi bir oldu.

Lanet olsun, Luke kıkır kıkır gülüyordu. Ona baktığımda kahkaha atmaya başladı.

“Birde koskoca Aotrix Krallığı’nın toprak güç halkasını çalacaksın.” dedi sırıtarak.

“Beni yerden bile kaldırmayan bir arkadaş nasıl arkasını savaşırken koruyacak.” dedim ayağa kalkarak.

“Kendimi koruyacak kadar güçlüyüm ayrıca senin gibi küçücük bir dala takılmıyorum.” dedi somurtarak.

“Ormanla düzgün konuş, orman canlıdır.” dedim somurtarak. Aslında dini hurafelere inanmıyordum ama orman canlıydı ve zarar vermek istemezdiniz.

“Ah, unutmuşum düzgün konuşmazsam tanrıçalar beni sonsuza kadar taşa çevirir.” dedi sırıtarak.

“Ama senin yanında duracaksam güzel olur, her gün beni izleyeceksen senin için taşa bile dönüşürüm.” dedi kahkaha atarken. Omzuna küçük bir yumruk attığımda homurdandı ama eliyle ileriyi işaret etti. İleride ağaçlar bitiyordu ve kanalizasyonun girişi vardı. Kanalizasyonun içine kimse girmesin diye demir parmaklıklar takılmıştı. Aotrix Krallığı’nın yaptığı demir parmaklıklar asla açılmazdı. Fakat yanınızda bir büyücü varsa ancak o zaman işe yarayabilirdi. Özellikle de Luke gibi bir büyücü varsa kesinlikle işe yarardı. Kanalizasyona yaklaştığımızda Luke ellerini iki yana açtı ve sihir elinde evcilleşti. Luke hava yanlısı bir büyücüydü. Havaya en iyi şekilde hükmedebilirdi ama diğer elementleri ve büyüleri gereğinden fazla kullanamıyordu. Ellerini öne doğru uzattı ve ışık saçtı. Luke ışık saçan demekti. Adı gibi kendiside ışık saçıyordu. Ellerinden çıkan ışık onun önünde diz çöküyordu. Işık bir kılıç gibi yana doğru yatar gibi oldu ama Luke ellerini bir anda havaya kaldırınca ışık, kılıç gibi demir parmaklıkları kesti. Ardından ışık kayboldu. Luke bir zaferi kazanmışçasına sırıtarak bana bakıyordu.

Derin bir nefes aldım ve kanalizasyona girerken “Ah, şu erkekler yok mu, kendilerini çok güçlü mü sanıyorlar?” dedim.

“Ben güçlüyüm diğerlerini bilmem.”

“Benim kadar değil.” dedim hemen.

“Evet, senin kadar dala takılamasam da sihirle parmaklığı kesebiliyorum. Sen ne yapabiliyorsun gün ışığım?” dedi tek kaşını kaldırarak.

“Ben bir suikastçıyım unuttun mu, her an kelleni kesebilirim.” dedim.

“Bende bir büyücüyüm ve seni her an öldürebilirim.” dedi gözlerini kısarak.

Kafamı yana sallayarak “Cık cık cık.” dedim umursamazca.

Kanalizasyona girdiğimde hava basıktı, nemliydi ve toprak kokuyordu. Yüzümü ekşiterek yürümeye devam ettim. Botlarımın çıkardığı ayak sesleri etrafta yankılanıyordu. Luke ise sessizce önümden yürüyordu.

Yolun ikiye ayrıldığını görünce “Nereden gideceğiz?” diye sordum.

“Soldan gideceğiz, oradan dümdüz sonrada kanalizasyondan ara sokağa çıkacağız.” dedi solu göstererek.

Sol yola saparken yerler ıslaktı. Hava isa daha sıcaklaşmıştı. Şehre girdiğimizi hissedebiliyordum çünkü yukarıdan sesler geliyordu. Yerdeki ıslaklığın botlarımla birlikte çıkardığı ses tüm sessizliği bölüyordu.

“Çıktığımız yer umarım sokağın ortası değildir.” dedim.

“Merak etme Kral Dean’ın odasına girmeyeceğiz, boş bir sokak var oraya çıkacağız.” dedi kafamın üstündeki kapağı göstererek.

Duvara sabitlenmiş merdivenden yukarı çıkarak kapağı ittirdi.

Yukarı çıkınca havanın açıldığını fark ettim. Hızlıca güç halkasını almamız lazımdı yoksa sabah olacaktı. Aslında sabah olması daha eğlenceli olurdu, herkes bizden korkardı ve gücümüzü gösterirdik. Ama yanımda Luke varken hiç şansları yoktu. Gözlerimle etrafa baktım karanlık ve lamba olmayan bir sokaktı. Luke özellikle çıkmaz sokak seçmiş olmalıydı. Kimsenin girmemesi için.

Luke bana bakarak “Hızlıca işimizi bitirip çıkacağız.” dedi.

Sokağın kapalı tarafına ilerleyerek borulara tutundu. Ve tırmanmaya başladı. Luke yukarı çıkınca evlere bakmaya başladım. Ne kadar güzellerdi. Bir gün benimde böyle bir evim olur muydu acaba. Pencerelerinin altında rengarenk çiçekler, saksılar vardı. Evlerin rengi beyazdı. Neden bizimle paylaşmıyorlardı ki, neden?

Luke’a baktığımda çoktan çatıya çıkmış bana bakıyordu. Göz göze gelince elindeki halatı aşağıya attı. Halatı tutup çıkmaya başladım. Çatıya çıkarken az kalsın yanımdaki açık camdan içeri giriyordum, ama camın içindeki sesler dikkatimi dağıtmıştı.

Bir çocuk sesiydi bu.

“Anne, acıktım.” dedi çocuk.

“Daha yeni yedin.” dedi annesi.

“Ama hikayedeki çocuk acıktı.” dedi.

“Hikayeler gerçek değildir, gerçeklerden etkilenilip yazılan hayal ürünü kurgulardır.” dedi annesi.

“Ama tanrıçalar gerçek.” dedi çocuk.

“Gerçekler ama onlar bizi umursamayacak kadar çok meşguller.” dedi annesi.

Dikkatimi toplayıp önüme baktım ve çatıyı tırmanmaya koyuldum.

Neden benim annem gitmişti? Neden...?

Gözlerimden yaşlar geldiğini fark etmemiştim. Benim annem beni bırakmıştı. Bizi bırakmıştı. Ablamı, beni, babamı bırakmıştı. Ama bizi bıraktığı gün biz de onu bırakmıştık. Elimle gözümden akan yaşı sildim ve Luke’u gördüm. Ellerini beline koymuş beni bekliyordu.

Oflarcasına arkasını döndü ve “Hadi!” dedi.

Haklıydı, az bir zamanımız kalmıştı. Luke’a bakarken cebinden bana siyah bir peçe verdi.

“Yüzün için eğer senin yüzünü görürlerse seni idam ederler.” dedi gökyüzüne bakarken.

Peçeyi alıp kafama taktım. Lastikli ipini kafamdan geçirdim.

“Ağaç güç halkası pazar yerinin üstündeki kışlada korunuyor. Ben onları oyalarken sen güç halkasını alacaksın. Muhtemelen içeride bir iki adam kalır ama onları da halledersin.” dedi çatıdan başka bir çatıya atlarken.

Onun peşinden bende atladım. Pelerinimin başlığını kafama geçirdim. Luke koşmaya başlayınca onu takip ettim. Koşarken güneşin yarım saat içinde doğacağını anladım. Pazar yerini görünce heyecanlandım. Bu Luke ile ilk görevimdi. Pazar yerinde kapalı dükkanlar vardı daha açılmamışlardı. Tüm pazar yeri boşluktan ibaretti. Sanki fırtına önceki sessizlikti, ama bazen en büyük fırtına içimizdeki sessizliktir. Pazarda tavernalar, çorbacılar, balıkçılar, kıyafet dükkanları vardı ama hepsi kapalıydı. Sabah olunca gördükleri felaketle şoka uğrayabilirlerdi, belkide hiç muhafız görmeden güç halkasını alacaktık. Kışlayı gördüğümde kışlanın girişinde beş muhafız gördüm.

Luke bana bakıp “Arkadan dolan, muhafızlar girişe geldiğinde bu okla içeride kalanları vur ve içeri gir.” dedi elindeki oku uzatarak.

Başımı tamam anlamında sallayıp kışlanın arkasına gittim. Çatıdan gözükmemek için eğiliyordum ama Luke sayesinde gözükmem diye düşünüyordum çünkü ne yapacağını iyi biliyordu. Ve bunu kanıtlarcasına kışlanın girişinden büyük bir ses geldi. Kışlanın arkasındaki muhafızlar ön tarafa koşmaya başladığında elimdeki oku aldım ve içeride ilk gördüğüm muhafızı hedef aldım. Ok yayımdan çıktığında kışladaki cam parçalanıp kırıldı. Ok hedefini bulmuştu. Kışlanın girişine baktığımda büyük bir ışık yayıldı. Oradaki muhafızlar büyük ihtimalle ışığın etkisiyle kör olmuşlardı. Okumu sıkıca tuttum ve çatıdaki borulardan aşağıya kaydım. Kışla büyüktü, tahtadan yapılmıştı. Evalon’daki gözcü kulelerine benziyordu. Kışlanın tahta kapısına sert bir tekme attım. Kapı açılmadı. Tekrar sert bir tekme attığımda kapı açıldı. Belimdeki hançeri hızla çekip gelen muhafıza fırlattım ama işe yaramadı üzerinde zırh vardı, bu durumda onu ya dizinin arkasından ya da boğazından yaralayacaktım. Belimdeki kılıcı hızla çekip bana fırlattığı kılıcı savurdum ama karnıma gelen yumruğu kurtaramadım. Karnıma gelen yumrukla beraber afalladım. Ama dengemi kaybetmedim. Elimdeki kılıcı kafasına geçirdim. Kafasında zırh olduğunu biliyordum ama bu onu bir saniye oyalardı.

Ve öylede oldu. Kafasına geçirdiğim kılıçla beraber afalladı.

Kazandığım saniyelerle onun arkasına geçtim ve sağ sizinin arkasına kılıcımı geçirdim. Muhafız acıyla yere düştüğünde boynundaki açıklığı gördüm ve bir saniye bile kaybetmeden kılıcımı boğazına sapladım. Boğazına sapladığım kılıcı hızla geri çektim ve kılıfına soktum. Muhafız yere yığılınca öldüğünü anladım. Etrafta raflarca dolu kitaplar vardı. Odanın ortasında bir masa ve meyve tabakları vardı. Etrafta bir kapı aradım aksine merdiven gördüm. Merdivenlerden yukarıya çıkarken boydan boya büyük bir şekilde sıralanmış saksılar vardı. Yukarıya çıkınca etrafta kimse yoktu. Aşağıdaki kattaki gibi odanın ortasında bir masa vardı. Raflar ve kitaplar yoktu. Masanın arkasına dizilmiş koltuklar ve kanepeler vardı. Gözlerim güç halkasını aramak için etrafa bakındı ama yoktu. Bir merdiven daha vardı. Merdivenden çıkınca odanın ortasında uzun ince ağaç kütüğün içinde yeşil bir şey parlıyordu. Parlayan şeyin ağaç güç halkası olduğunu anladım. Dikkatlice kütüğe yaklaştım. Tam güç halkasını alacaktım ki boğazıma bir el yapıştı. Kimin olduğunu anında anladım, muhafızdı. Ama bu el beni önden değil arkadan tutuyordu. Acının etkisiyle ok elimden düştü. Bacaklarımla çırpındım ama işe yaramadı. Ellerimi kollarıyla sıkıyordu hareket edemiyordum, nefes alamıyordum. Ölecek miydim?

Hayır, bu kadar basit olmayacaktı!

Güç halkasını almadan buradan gitmeyecektim.

Yere düşen oku sol ayağımla aldım. Sol ayağımı adamın kafasına sertçe vurdum. Amacım adamın ne olduğunu anlamadan sendelemesiydi ve istediğimi elde etmiştim. Adamın zırhı yoktu. Fakat gelen acıyla adam sendeleyince ellerim boşa düştü. Ayağımdaki oku elime aldım ve adamın kafasına geçirdim. Hızlıca adamın arkasına geçtim ve oku geri çektim. Sağ ayağımı adamın beline koyarak, oku çevirmeye başladım. Ok çevrilince okun yayı sıkılaşmaya başladı, böylece adamı boğacaktım. Adam hırıltılı bir şekilde öksürdü. Oku hızlı hızlı çevirdim ve bekledim. Adamın yüzü mosmor olmuştu. Adam ölene kadar oku bırakmayacaktım. Adam hareket etmeyi bırakınca öldüğünü anladım. Oku bıraktım, zaten ağırlık yapıyordu. Oka gerek olmadığı için adamın boğazında bıraktım. Ağaç güç halkasını cebimden bir mendil çıkarıp onun içine koydum. Ardından da cebime yerleştirdiğim anda adamın ayağa kalktığını gördüm. Adam boğazındaki oku alıp kafama çarptı. Kafamda büyük bir acı hissettim. Ayaklarımın yerden kaydığını hissedebiliyordum. Yere düştüğümde adam kahkaha atmaya başladı. Kafamdan sıcak bir sıvının aktığını hissettim. Beyaz saçlarıma bakınca kendi kanımın kendi saçıma bulaştığını fark ettim.

“Yakında Ağaç Elçisi gelecek ve hepinizin sonunu getirecek.” dedi belime tekme atarak.

Bana diğer ayağıyla tekme atacağı sırasında ayağını tuttum ve onu yere düşürdüm. Belimdeki hançeri hızla çektim ve adamın kalbine saplayacakken saplayamadım. Bir güç beni itiyordu. Gelen güçle birlikte duvara uçtum. Etrafıma bakınca bir hava bükücü olduğunu gördüm. Ellerini iki yana açtı ve beni duvara sert bir şekilde tekrar attı. Ona dikkatlice baktığımda kızdı. Saçları sarıydı. Gözleri maviydi. Benden büyük gibi duruyordu. Karşımdaki dik duruşu onun soylu bir aileden geldiğini gösteriyordu.

“Geldiğiniz çöplüğe geri dönmeliydiniz.” dedi adam.

Hareket etmekte güçlük çekiyordum. Ama tek çözüm buydu...

Dikkat dağıtmak için merdivenlere bakarak “Şimdi!” diye bağırdım.

İkisi de aynı anda merdivene bakınca cebimdeki güç halkasını aldım ve elimle bastırdım. Hayal ettim. İkisininde güç halkasının sayesinde oluşacak dalların önünde öldüğünü. Adam hızla bana bakınca ne yaptığımı anladı ve kaçmaya çalıştı ama kaçamadı.

Dallar çoktan ayaklarına dolanmıştı. Yerden bir anda dallar çıktı ve adamın ayaklarından kalbine kadar tüm vücuduna saplandı. Ardından kıza baktım ve tek bir dal hızla kalbine saplandı. Kızın öldüğünün farkındaydım. İsteyerek acısız bir ölüm düzenlemiştim. Çünkü saygılıydı. Ama adam, acılar içinde ölmeliydi. Kapıdan muhafızların geldiğini fark etmemiştim. Onları gördüğümde havada bir dal hayal ettim ve onların üzerine gönderdim. Babam bana güç halkalarını kullanmayı öğretmişti. Luke asla kullanamamıştı. Aslında babamın kendisinin çaldığı güç halkasını kullanmıştık. Edwin sayesinde bir kereliğine ödünç alıp sabah geri vermiştik. Ama şimdi çok güçlüydüm. Hepsi benden korkacaktı. Muhafızların hepsi tek bir dalla yere yığılırken sadece izledim. Yarattığım dal hepsinin kalbine saplanmıştı. Yarattığım dal onlarca zırhı delip geçmişti. Sanki içimdeki güç uyanmıştı ve onu durduramıyordum. Kışladaki açık camdan aşağıya baktım. Hepsi buraya geliyordu yüzlerce muhafız. Hızla camdan aşağı atladım. Ama atlarken bir dala tutundum ve dal beni hafifçe yere bıraktı. Asıl oyun şimdi başlıyordu. Koşarak Luke’un yanına gittim. Luke’u gördüğümde bir muhafızın kalbine kılıcını geçirdi. Ardından beni gördü ve şaşırdı.

“Jinx...” dedi şaşırarak.

Muhafızları işaret ederek “Gidelim.” dedim.

Tamam anlamında başını salladığında arkasına döndü ve ellerini havaya kaldırdı. Ellerini havaya aldırdığı andan itibaren tüm muhafızlar yere düştü. Onların nefesini almıştı. Yüzlerce muhafızı anında öldürüyordu. Ona destek olmak amacıyla içimdeki gücü hissettim ve hayal ettim. Ağaç dalları yerden çıkarak teker teker hepsinin kalbine saplandı. Bunu gören diğer muhafızlar kaçmaya başladı. Onlar kaçmaya başlayınca etrafta kimse kalmadı.

Luke’a dönerek “Görüyor musun, harikayım?”dedim güç halkasını işaret ederek.

Bana bakmadı ama tek başına gelen birisi vardı ona bakıyordu.

Gelen kişi ellerini iki yana açarak reverans yaptı ve “Aotrix’e hoş geldiniz. Ben Ağaç Elçisiyim ve şimdi güç halkasını bana verirseniz canınızı bağışlarım ama vermezseniz öleceksiniz.” dedi yerdeki adamları işaret ederek.

Luke büyük bir şekilde sırıtarak “Hiç sanmıyorum.” dedi.

Adam ellerini iki yana açtı ama adam bir şey yapamadan Luke bana sarıldı ve ışınlandık. Luke bana sarılırken adamın yüzü çok komikti. Şaşkınlıktan küçük dilini yutmuştu adeta.

Luke’a bakarak neden bunu yaptın dercesine bakış attım.

“Onunla savaşamazdık, en güçlü elçilerden birisi ayrıca güç halkasını yapanda oydu.” dedi.

Elimde tuttuğum güç halkasını cebimdeki mendille birlikte cebime geri koydum. Işınlandığımız yere bakınca kanalizasyonun girişine ışınlandığımızı fark ettim. Ama Luke hiç bu kadar uzağa ışınlanmamıştı, bunu nasıl yapmıştı?

“Nasıl bu kadar uzağa ışınlandın?” dedim.

“Güç halkası sayesinde, sana sarıldığımda onun gücünü hissettim. Güç halkaları gücünü paylaşır.” dedi.

“Onu kullanamadığını sanıyordum.” dedim tek kaşımı kaldırarak.

“Gücünü kullanamıyorum ama içindeki sihri kullanabilirim.” dedi.

Hadi gidelim dercesine eliyle ormanı işaret etti. Kanalizasyondan çıkınca arkasını döndü ve ellerini yukarı kaldırdı. Yerdeki parmaklıklar eskisi gibi teker teker eski yerine geldi.

Hiç kimse buradan girdiğimizi anlamayacaktı. Yüzümdeki sırıtmaya engel olamadım. Hiç iz bırakmadan geri dönmüştük. Luke ormana girince bende peşinden gittim.

Güneş doğuyordu. Sabah olmuştu beş ya da on dakika içinde her yer aydınlanacaktı. Orman nemliydi. Ormanın temiz havasını içime çektim. Ormanla ilgili bir hikaye vardı.

Söylentiye ormanda kim ölürse ruhu tekrar dünyaya gelir. Çoğu kitapta bu böyle yazıyordu ama nedeni bilinmiyordu. Belki de asla öğrenemeyecektim. Lila’yı görünce gülümsemeden duramadım. Lila beni görünce kişnedi ve şaha kalktı. Rex’te Luke’u görünce etrafında döndü.

Lila’nın yanına gidip ipini çözdüm. Atımın üstüne çıktığımda Luke’ta benim gibi çıkıyordu.

Arkamdan geleceğini düşünerek “Deh!” diye bağırdım.

Lila büyük bir hızla giderken Luke arkamdan geliyordu.

Uzun ince ağaçların kokusu iç açıcıydı. Evalonlular ormanın kokusuna hasrettiler. Arkama dönerek sırıttım ve “Hadi yakalasana!” diye bağırdım.

Sırıtarak “Öyle mi, yakalarım bak!” dedi hızlanırken.

“Kolaysa yakala.” dedim gülerek.

“Deh!” diye bağırarak hızlandı. O hızlanınca bende hızlandım.

Bana yaklaştığında Lila’nın kulağına fısıldadım ve “Hadi kızım geçelim şunları.” dedim.

Lila beni anlarcasına hızlandı. Etrafımdaki ağaçlar gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Arkamı döndüğümde Luke’un şaşırarak bana baktığını gördüm.

Ben kahkaha atarken Luke yavaşladı. Ne olduğunu anlamak için önüme döndüm ama Lila’da yavaşlıyordu. Önümüze koca bir ağaç devrilmişti. Lila durduğunda atımdan indim. Luke’a baktığımda o da atından inip yanıma geldi.

“Kaldırabilir misin?” diye sordu.

“Tabi ki!” dedim gülümseyerek.

Cebimdeki güç halkasını aldım ve hazırlanırken bir ok elime saplandı. Elimden güç halkası düşmüştü. Ben ne olduğunu anlayamadan etrafımız sarılmaya başladı. Acıyla ne yapacağımı bilemedim. Luke ellerini iki yana açtı ve bize gelen herkes geriye uçtu. Sonra bana döndü ve ellerinden yeşil ışıklar çıkarak elimi iyileştirdi. Yerdeki güç halkasını aldım ve cebime koydum. Belimdeki hançerlerden birisini alıp bana gelen adama fırlattım. Adam ne olduğunu anlamadan yere düştü. Belimdeki kılıcı alıp arkamdan gelen adamın kalbine soktum ve çıkardım. Luke’a doğru koşan bir kızın kılıcına karşılık verdim. Kılıçların tınısı herkesin dikkatini bize verdi.

“Sen....” dedi hırıltılı bir şekilde.

“Benim en sevdiğimi aldın, ben de senin en sevdiğini alacağım.” dedi kız öfkeyle.

“Alexei.” dedim şaşkınlıkla.

Alexei, Alex’in üvey kızıydı. Babasını öldürmüştüm ama bunları nereden öğrenmişti. Onu öldürmeliydim. Luke bana şaşkınlıkla bakarken diğer adamları tek bir hamleyle nefessiz bıraktığında istediğim saniyeyi kazandım. Kılıcımı Alexei’nin beline salladım ama o görmeden belimdeki hançeri kalbine sapladım. Alexei’yle küçükken oyunlar oynardık. Ama hayat acımasızdı. Hayat bize istediklerimizi vermiyordu. Alexei şaşkınlıkla bana bakarken “Özür dilerim.” diye fısıldadım.

Alexei yere düştü ve ağzından kanlar akmaya başladı.

Yere eğilip onun elini tuttum. O da benim elimi tuttu.

Ağladığını fark etmemiştim.

“Kız kardeşim... ona... iyi bak.” dediğinde gözleri gözlerimde asılı kaldı. Ölmüştü. Arkadaşımı öldürmüştüm. Kanlı ellerime baktım ve ne yaptığımı anladım. Alexei’nin kardeşine ne diyecektim. Ablanı ben öldürdüm diyemezdim. Bu azapla onun yüzüne bakamazdım. Luke’a baktığımda tüm adamları öldürmüş bana bakıyordu.

“Ağlama, hayat bize istediğimizi vermez. Acıyla da, sevgiyle de hayat bize acımaz.” dedi elini omzuma koyarak.

“Onun son isteklerini yerine getirmeliyiz, o bizim arkadaşımızdı. Aynısını bizim babamız yapsa bizde aynısını yapardık. Hangi açıdan bakarsak bakalım ikinizde haklısınız.” dedi.

“Tamam.” dedim gözlerimdeki yaşları silerken. Bana uzattığı elini tutarak ayağa kalktım. Ardından cebimdeki güç halkasını çıkararak kullandım. Tüm ölüler dallar tarafından toprağa çekildi ve sonsuz uykuya yattılar. Bir söylentiye göre ormanda ölenlerin ruhu tekrar dünyaya gelir. Lila’nın üstüne çıktıktan sonra Luke havaya hükmederek ağacı kaldırdı ve gittik. Yolda giderken hiçbir şey düşünmüyordum. Sadece önüme baktım. Ağaçlar kısalmaya ve azalmaya başlayınca geldiğimizi anladım. Atımdan indim. Güneş tepemizdeydi. Her yer aydınlıktı. İlk gördüğüm camları tahtadan yapılmış yıkık dökük ve yanıksı kokusu olan harabe eve girerek ilk odadaki kitaplığı gördüm ve çevirdim. Kapının açılmasıyla gelen sesin ve ışıkların açılması bir oldu. Lila’yı bırakarak kapıdan içeri girdim. Uzun köprüden geçerken aşağıya baktım. Sanki aşağısı ölümü hatırlatıyordu. Sonsuza kadar karanlık. Çok kötüydü. Asansörün düğmesine bastığımda Luke’a baktım. Luke giriş kapısını kapatmış geliyordu. Asansörün bip sesiyle ikimizde atlarımızla beraber asansöre girdik. Asansördeki camdan dışarısını izledim. Ama hiçbir şey hissetmedim. Sadece odama gidip uyumak istiyordum. Saatlerce uyumak her şeye iyi gelirdi. Bizden güneşimizi almışlardı, bizden hayatımızı almışlardı, bizden özgürlüğümüzü almışlardı. Asansör kapısının açılmasıyla derin bir nefes alıp dışarıya çıktım. Her zamanki basık ve nemli toprak kokusu, Evalon’u anlatıyordu. Evalon’da güneş olmadığı için her zaman geceydi. Bu yüzden her zaman pazar yeri açık olurdu. Pazar yeri şimdiden tıklım tıklımdı. Önümüzde duran balıkçı ve çorbacıya baktıktan sonra yürümeye başladım. Makyaj yapmış genç kızlar, saçlarını taramış ve onlara cilve yapan erkeklere baktım. Aşk ölümdü. Çünkü sevdiğin kişi için insan ölümü bile göze alıyordu. Hızlı bir şekilde harabelerin yanından geçerken ablamla benim çizdiğim gökkuşaklarını gördüm. Gülümsememe engel olamadım. Ardından ise küçükken Luke ve benim çizdiğim evi gördüm. Luke’a baktığımda o da resme bakıyordu. Sanki aklımı okumuş gibiydi. Eski anılarımızı hatırlıyorduk. Aynı anda kahkaha atmaya başladık. Luke ile çocukluğum çok eğlenceli geçmişti. Harabelerden sağa döndüğümüzde ise ablam ile benim çizdiğim resimleri gördüm ve anılar aklıma hücum etti.

 

“Abla sıkıldım, hadi diğer çocukları çağırıp saklambaç oynayalım.” dedim.

“Of, hep ben gidiyorum Jinx biraz da sen git.” dedi.

Tam ablama küsecektim ki Luke’u gördüm. Arkasında diğer çocuklar ile buraya geliyordu.

“Abla bak geliyorlar.” dedim Luke’u göstererek. Arkasını dönünce gülümsediğini hissettim. Diğer çocuklar gelince saklambaç oynamak için ebeyi seçtik. Ebe ablamdı. Ben her zaman çok iyi saklanırdım beni kimse bulamazdı. Babamla da bazen saklambaç oynardık, beni saatlerce arar durur ama bulamazdı. İçim kıpır kıpır oldu. Ablam arkasını dönüp saymaya başlayınca evlerin arasına karıştım. Şimdi saklanacak bir yer bulacaktım.

Luke bana doğru koşarak elimi tuttu ve “Sessiz ol, görünmez olacağız.” dedi.

Başımı tamam anlamında salladım ve bekledim. Hiçbir şey olmamıştı. Ama Luke beni tutup ablamın yanına götürünce ablamın beni göremediğini fark etmiştim. Bunun üzerine koşar adımlarla ablamı sobelemiştim ve bu Luke ile benim aramda sır olarak kalacaktı.

 

Tavernaya geldiğimizi fark etmemiştim. Tavernanın arkasındaki ahıra atlarımızı koyduk ve Lila ile vedalaştım. Ahırdan çıkıp arka kapıdan içeriye girdik. İçeriye girdiğimizde derin bir sessizlik vardı. Bugün taverna kapalıydı çünkü babamın işleri vardı. Bizim geldiğimizi duyan babam gelince bana sarıldı.

“Aldınız mı?” diye sordu.

“Aldık.” dedim heyecanla cebimden güç halkasını çıkarıp babama verdiğimde.

Luke sırıtarak “Aslında gelirken aksilikler oldu bize tuzak kuranlar oldu ama Jinx sayesinde yüzlerce muhafızı öldürdük.” dedi.

Bunu duyan babamın gözleri büyüdüğünde bir bana bir de Luke’a baktı.

“Ne yaptınız dedin?” diye sordu.

Babamın gözlerine bakarak “Güç halkasını kullandım ve birlikte yüzlerce muhafızı öldürdük.” dediğimde babam gülümsedi.

“Ablam geldi mi?” diye sordum.

“Hayır, daha gelmedi. Toprak halkası şehrin diğer tarafında ve siz dikkat dağıtırken almış olmalılar ama gecikebilirler.” dedi babam.

“Peki, yorgunum uzanmak istiyorum.” dedim kendimi göstererek.

Başını tamam anlamında sallayınca merdivenlerden çıkarak banyoya girdim. Kılıçlarımı hançerleri mi hiç umursamadan elbiseyle birlikte çıkardım ve küvete girdim. Küvet sıcak suyla doluydu. Perla yine marifetini göstermişti. Küvetin dışındaki şampuanı aldım ve elime döküp tüm saçlarımda gezdirdim. Saçlarımı iyice köpürttükten sonra kendimi suyun içine bıraktım. Suyun içinde uzun süre kalabiliyordum. Suyun içindeydim. Su rahattı. Su özgürdü. Su dibi gözükmeyen sonsuz bir denizdi.

Kafamı suyun dışına çıkardığımda saçımdaki köpükler gitmişti. Bacaklarımı, göğsümü ve diğer yerlerimi keseledikten sonra küvetten çıktım. Askılığa asılı olan beyaz tüylü ve sıcacık havluyu aldım ve her yerimi kuruladım. Saçımı da kuruladıktan sonra Perla’nın astığı beyaz elbiseyi giydim. Giydiğim kıyafetleri kirli sepetine attım ve odama geçtim. Odamda aynanın karşısına geçtim ve kendime baktım. Çok güzeldim. Beyaz saçlarım harika gözüküyordu. Başka kimsenin benim gibi beyaz saçları yoktu.

Masadaki tarağı alıp saçımı taramaya başladım. Saçımın düzgün olduğundan emin olduktan sonra saçımı at kuyruğu yaptım ve yatağa uzandım. Bugün yorulmuştum belki de uyumalıydım ama uyumak istemiyordum. Tekrardan kahinle ilgili rüyalar görmek istemiyordum. Ama gözlerim istenmeden kapanıyordu ve öylede oldu. Rüyamda bir şatonun içindeydim. Şatoda gezinirken birisini gördüm. Bir kadın, bir azize, hayır bir kraliçeydi. Uzun beyaz elbisesi koşarken arkasında dalgalanıyordu. Onu nedense takip ettim ama sonra gözden kaybettim. Onu bulamayınca geri dönerken onu gördüm, yerde yatıyordu. Ama yerde yatarken bile hala güzeldi. Onun yanına koştum ama benden özür diledi ben ne olduğunu anlayamadan her şey bir illüzyonmuş gibi toz oldu ve bir ses duydum.

“Beni bul ve gerçekleri öğren.” dedi birisi fısıldayarak. Bu ses kahinin sesiydi.

“Beni bul ve sana her şeyi anlatayım.” dedi kahin kafamın içinde.

Uyandığımda derin nefesler alıp verdim. Saate baktığımda akşam sekiz buçuktu. Ama koridordan koşuşturan ayak sesleri geliyordu. Aynaya bakıp saçımı düzelttim. Odamdan çıktığımda kimse yoktu. Koridordan geçip alt kata indim. Alt kata da baktım ama kimse yoktu. Sanki fırtına öncesi sessizlik gibiydi. Bu sefer en alt kata indim ve çamaşırhaneye baktım yine kimse yoktu. Neden kimse yoktu? Uyandığımda bir sürü ses vardı ama ben gelince hepsi kesilmişti. Mutfaktan sesler gelince mutfağa gittim. Mutfağa girdiğimde Perla’yı gördüm. Perla ıhlamur hazırlıyordu.

Bana döndüğünde “Diğerleri nerede?” diye sordum.

Perla ellerime baktı ama “Bilmiyorum, işleri çıkmış oraya gittiler, ıhlamur ister misin?.” dedi.

“Hayır, teşekkürler.” dedim ve merdivenlerden ikişer ikişer çıkmaya başladım. Neden kimse yoktu? Herkes neredeydi ve neler oluyordu?

Birinci kata çıktığımda sağa döndüm ve babamın odasına baktım ama kimse yoktu. Kitaplarla dolu raflarda göz gezdirdim ama sadece sessizlik vardı. Ablamın odasına gittim yine kimse yoktu. Bir şeyler dönüyordu ve anlamıyordum neden herkes benden bir şey saklıyor gibiydi. Son olarak Beatrix’in odasına gittim ama gördüğüm şeyle birlikte şaşırdım. Yerde kanlar vardı ve Beatrix beyaz yatakta, uzanıyordu.

“Beatrix.” diye haykırdım.

Beatrix’in yanına gidip onu sarstım ama uyanmadı.

Tekrardan bağıracaktım ki Perla geldi.

“Jinx, dur yapma onu uyandırma, dinlenmesi lazım.” dedi.

“Burada neler dönüyor eğer söylemezsen çıldıracağım.” dedim öfkeyle.

“Ablan... ablanı... muhafızlar yakalamış ve şatoda tutuluyor.” dediğinde hayatımın şokunu yaşadım. Ablamı yakalamışlardı. Ablamı yakalamışlardı, ablamı yakalamışlardı. Ablamı yakalamışlardı. Ablamı yakalamışlardı. Ablamı yakalamışlardı. Ablamı yakalamışlardı. Ablamı yakalamışlardı.

Koşarak merdivenlerden çıktım ve savaş kıyafetlerimi giyindim. kılıç ve hançerleri mi kuşandım. Hızla merdivenlerden aşağıya indim tam arka kapıdan çıkacakken Perla’yı gördüm.

“Tanrıçalar seni korusun.” dediğinde evden çıkmış ve ahıra koşuyordum. Ahıra girdiğimde Luke ve babamın atları yoktu. Lila’nın kayışlarını tutarak ipleri çözdüm ve atımın üstüne binerek “Deh!” diye bağırdım. Ablam yakalanmıştı. Belkide idam edilecekti. Bu düşünceleri aklımdan uzaklaştırarak gözlerimden akan yaşları sildim. Beni gören insanlar bana yol açıyorlardı bazıları küfür savurup kenara çekilirken bazıları saygıdan dolayı kenara çekiliyordu. Gökkuşağı sokağından sola döndüm. Lila yolu biliyordu. Ona söylememe gerek yoktu ama ne olduğunun farkında gibiydi. Asansörün kapısını gördüğümde atın üstünden inip asansörün düğmesine bastım. Asansörün kapısı açılınca hızla içeriye girdim. Yukarıyı işaret eden düğmeye bastım ve bip sesiyle birlikte asansörün kapısı kapanıp yukarı çıkmaya başladı. Zaman çok yavaş akıyor gibiydi. Bu sefer camdan dışarı bakmadan sırtıma cama yasladım ve derin soluklar aldım. Asansör kapısı açılınca Lila ile gizli geçitten çıktıktan sonra Evalon’dan çıktık. Ablamı yakalamışlardı. Bu gerçek olamazdı. Ona kimse dokunamazdı. Kimse onu yakalayamazdı. Bunu ona kimler yaptıysa ödeyeceklerdi. Yıkılmış, yerde kırık camlar ve is kokan evden çıkınca etrafıma bakma gereği bile duymadan büyük bir hızla ablamı almaya gidiyordum. Ormana girdiğimde uzun ince ağaçlar kalınlaşmaya başladı. Ormandan hızla geçerken hiçbir şeyi önemsemiyordum. Önümden bir tavşan geçti ama önemsemedim. Bazen ablamla tavşan avlamaya giderdik. O günler aklıma geldi ve güldüm ama gülemedim. Ağlamaya başladım. Yerde olan şişliği fark ettiğimde Alexei’nin mezarının burada olduğunu anladım ve önüme baktım. Yol ayrımına gelmiştim ve sol yola girdim. Sol yolun kapalı kısmına geldiğimde atımdan indim ve babamın ve Luke’un atlarınıda gördüm. Lila’yı görünmeyecek bir ağaca bağladım. Koşar adımlarla kanalizasyona giderken yerdeki dala bu sefer takılmamıştım. Ağaçlar kısalıp bittiğinde yerdeki kırık parmaklıkları gördüm. Önceki gibi parmaklıklar yerdeydi. Kanalizasyona girince ilk ayrımdan sağa döndüm ve uzun süre koşmak zorunda kaldım. Kanalizasyonun basık, nemli, toprak ve pis kokusunu hiç umursamıyordum. Tüm sessizliği bozan benim koşarak çıkardığım su sıçratma sesleriydi. İlk kapağı görünce hiç düşünmeden çıktım. Şansıma ara sokaktaydım. Ara sokaktaki ilk gördüğüm beyaz, pencerelerin altı renkli çiçeklerle donatılmış evin borularından çatıya çıktım ve etrafıma bakındım. Babamı ve Luke’u göremedim ama bir karartı koşuyordu. Muhafız değildi, ablam değildi onu tanımıyordum. Hızla bana doğru geliyordu. Bana saldıracak mı diye baktım ama kılıcı yoktu.

Sesini duyabileceğim kadar yakınıma geldiğinde “Gerçekleri öğrenmenin vakti geldi.” dedi.

Şaşkınlıkla ona bakarken onun peşinden koştum. Neler olduğunu anlamıyordum. Ama içimden bir ses bu kişinin bana gerçekleri söyleyeceğini söylüyordu. Bir anlığına onu yakalayacakken arkasını döndü ve yüzünü gördüm. Bir çocuktu. Bir kızdı. Saçları beyazdı. Hızla çatıdan aşağıya atladı. O atlayınca bende borulardan kaydım. Onu yakalayacaktım. Şehrin kaygan, eski, yıkık dökük olan duvarlarına yaklaşıyordu. Ne yaptığını anlamaya çalışıyordum ama anlayamıyordum. Sağa dönünce bende döndüm. Karşımızda duran yıkılmış, camları kırılmış ve çoğu yanmış, kapısı kırık bir eve girince bende girdim. Etraf sessizdi. Sol taraftan bir ses duyunca dikkatim oraya döndü. Karanlık ve duvarları dökülmüş koridordan boş bir odaya çıktım. Büyük bir camın önünde arkası dönük bir şekilde duruyordu. Dikkatlice onu süzdüm. Siyah bir pelerini vardı. Pelerininin başlığını takmıştı. Saçları beyazdı. Bana dönünce pelerininin başlığını çıkardı ve yüzünü gördüm. Mavi gözleri ve beyaz saçları vardı, aynı benim gibiydi.

“Sen kimsin?” dedim.

“Ben kahinin kardeşiyim.” dedi.

Şaşırarak ona baktığımda açıklamaya koyuldu.

“Seni buraya getirdiğim için üzgünüm. Aslında geleceği değiştirmek için buradayım. Abim gibi bende geleceği görüyorum ve abim bazı gelecekleri sana gösteriyor. Ayrıca seninle de bir defa iletişim kurdu. Tanrıçalar öfkeli. Her yerde abimi arıyorlar. Eğer abimi bulursan ondan uzak durmalısın o tehlikeli. Gerçekleri yakında öğreneceksin. Şuan ablanı merak etmene gerek yok. Ablan güvenli bir şekilde sarayda. Yakında sende onun yanında olacaksın.” dedi.

“Ne, ablam sarayda mı? Ve güvende, öyle mi tüm şehri yakıp yağmaladıktan sonra güvende mi?” diye bağırdığımda bana yaklaştı ve elini omzuma koydu.

“Sen ve ablan kayıp prensessiniz. Siz Aotrix Krallığının kayıp varisisiniz. Siz geleceği kurtarabilecek kişilersiniz. Aynı zamanda geleceği mahvedebilecekler de sizsiniz.” dediğinde gözlerim büyüdü.

Kahkaha atarak “Biz mi, biz prenses falan değiliz annemiz bizi küçükken bırakıp gitti ayrıca babam var.” dedim.

“Anneniz asla olmadı, anneniz Kraliçe Laura. Peki neden Beatrix ve Luke sizinle kalıyor.” dedi.

“Babam Luke’u ormanda buldu. Beatrix’i bilmiyorum.” dedim.

“Tabi ki bilmezsin, Luke ormanda bulundu çünkü rüyandaki prens oydu. Geçmişini neden hatırlamıyor sanıyorsun, abisi yüzünden. Peki neden seni ve ablanı sınamak için gelmediler. Baban izin vermedi çünkü seni kullanacaktı ve gücünü saklayıp kim olduğunu öğrenmeni istemedi.” dedi.

“Hayır, bunlar gerçek değil, yalan söylüyorsun.” dedim.

Ama yüzünde yalana dair hiçbir belirti yoktu. Yalan söylemiyordu. Ben kayıp prensestim. Ben Aotrix Krallığının yıllarca aranan kayıp prensesiydim. Aynı zamanda tüm Evalon’da aranan suikastcıydım. Peki Luke benim prenses olduğumu biliyor muydu? Peki babam biliyor muydu? Bana yalan mı söylemişlerdi? Tüm gerçekleri öğrenmiştim. Çocuk boynuma bir anda sert bir şekilde vurdu ve yere düştüm. Ben ne olduğunu anlayamadan bir şeyler fısıldadı ve gözlerimin kapandığını hissettim. Hayır, uyanmalıydım. Luke’a elveda demeliydim. Ona elveda demeden gidemezdim. Babam, babama elveda demeliydim. Perla, Perla’ya elveda demeliydim. Beatrix’e elveda demeliydim. Böylece gidemezdim. Gözlerimin üstüne sanki birisi baskı uyguluyordu. Uyumamak için elimden geleni yapıyordum ama sihir çok güçlüydü. Elimden geleni yaptım ama gözlerimin kapanmasına engel olamadım. Her şey bu kadar mıydı?

Her taraf karanlıktı. Belki de ölmüştüm. Öğrendiğim gerçeklerin ağırlığıyla tüm dünya sanki üzerime çökmüş gibiydi. Her taraf sessizdi ama bir ses duydum. Bu Luke’tu. Bana sesleniyordu.

“Jinx, hayır. Uyan. Beni unutma. Lütfen geri gel.” diye haykırıyordu.

Gözlerimin aralandığını hissettim ve gördüklerimle geri kapanması bir oldu. Bir sedyede koruma altındaydım ve kraliyet şatosuna götürülüyordum. Ama Luke çatıdaydı ve bana bakıyordu. Luke’u babam tutuyordu. Ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Ben Luke’un ellerinin altından kayıp gidiyordum, o hiçbir şey yapamadan. Ve bu dünyanın en acı şeyiydi. Hiçbir şey yapamadan sevdiğiniz insanın ellerinizin altından kayıp gittiğini görmek.

Hayat acımasızdı. Acımasız olduğu kadarda acıydı. Ama ben bugün en büyük acıyı yaşıyordum.

Ben kaybedilmiş bir oyundum.

Ben kaybetmiştim hem de tüm sevdiklerimi.

Elveda Luke.

Elveda baba.

Elveda Perla.

Elveda Beatrix.

 

Loading...
0%