@huseyinrahmi
|
Bu saf, muhterem kadın, kınalı saçlarının üzerine kundakladığı çimen yeşili tırtıl oyalı, koyu şarap rengi yemenisiyle, parlak dikişli, lacivert lahuri kumaştan geniş hırkasıyla ve etrafı kırmızı kaytan çevrili aba mestleriyle hâlâ gözümün önündedir. Çocukluğumda, o zaman, yaşı altmışı geçkindi. Fakat kavisleri ortalarına doğru eğri büğrü olmuş porsuk kaşlarının üzerine rastık şerbeti gezdirmek, gerdanda, yanakta renksiz kalmış eski benlerini tazelemek, kirpiksiz göz kapaklarını sürmeyle gölgelendirmek alışkanlığında, hoppalıktan emekliye ayrıldıktan sonra bile hâlâ ayak diriyordu. Kocası Hasan Efendi’ye gönül okşayıcı görünmek hususundaki bu süslenme âdetlerine karşı, şaka yapmaktan kendilerini alamayan komşu hanımlarına: Kardeşler, viran evi gösteren biraz boya, biraz badana, biraz temizlik, derlilik topluluktur, diye karşılık verirdi. Onun etli vücuduyla, romatizmalı kalçaları üzerinde sendeleye sendeleye, “of” diyerek: Bana da yer açın cadalozlar, şakasıyla tandır başında bir mevki alışı vardı. Kışın, cuma ve pazartesi geceleri, Aksaray’daki evimizde boza müsameresi kurulurdu. Müsamerenin ruhu, en büyük hatibesi, en tatlı hikâyecisi Muhsine Hanım’dı. Hazır bulunanların hepsi, onun gelişini dört gözle beklerdik. O, kendine olan bu düşkünlük ve merakımızı bildiğinden ziyaret saatini kasten geciktirir, en sonra gelir, huzurundan mahrum kalacağız endişesiyle bir müddet yüreklerimizi oynatırdı. Ümit kesme ıstıraplarıyla bizi iyice üzdükten sonra nihayet kapı tokmağı “tak” ederdi. Kocası Hacı Efendi’nin tek vuruştan ibaret bir kapı çalışı vardı. Gelenlerin onlar olduğunu hemen anlar, bütün masal müştakı çoluk çocuk sevinçle merdivenlere, karşılamaya koşuşurduk. Muhsine Hanım, avluya girince, Hacı, pek gecikme, tembihiyle kocasını savdıktan sonra mavi zemin üzerine iri, sarı sopalı, ipekleri sağılmış, Şam mamulatından eski çarşafının yukarı kısmını omzundan aşağıya atar, eteklerine basarak, yuvar yuvar yürür, hemen koltuklayıp tandır başındaki hürmetli mevkie oturturduk. Artık bütün gözler büyük bir merak ve bekleyişle onun buruşuk dudaklarına dikilirdi. Masalcı Hanım, kendini ağır satmak için türlü tereddüt ve nazlanmalardan sonra: Bu gece hunnakım var. Yutkunamıyorum. Halim yok. Bu akşam da siz söyleyiniz, ben dinleyeyim, nazlarından sonra birçok ricaları müteakiben bir bardak boza başlangıcıyla hikâyeye girişirdi. Bozanın mezesi olan leblebilerini, dudaklarının ortasını merkez alarak alt, üst çenelerinden müteşekkil kısımda yüzünü buruşturarak, bu basit nokta etrafında dolaştıra dolaştıra, tuhaf yüz ekşitmelerle çiğneyerek, biraz göz süzüklüğüyle başlardı. Hikâyenin heyecan verici mahallerinde başıyla beraber kulaklarındaki, enseden pamuk ipliğiyle birbirine iliştirilmiş, iki küçük yaprak arasından sarkmış, ufacık armuda benzeyen Mevlevi sikkeli gümüş küpeleri heybetli bir surette titrerdi. Onun hikâyeleri içinde en meşhuru, en meraklısı “Gulyabani” vakasıydı. Bu bir masal değil, olmuş bir vaka, gençliğinde Muhsine Hanım’ın uğradığı pek acayip ve acı dolu bir maceraydı. Bunu kendisinden dinlediğim gibi hikâye edeceğim. Fakat anlatanın saf ve sade lisanı, vakanın beyan olunan satırlara bütün nükteleri ve anlaşılması güç incelikleriyle geçirilmesine müsait olmadığı için, lüzum görüldükçe asılda olmayan hususi tabirleri kullanmak mecburiyetimi beyana mecburum. Yani Muhsine Hanım’dan dinlediğimi kendi hikâye lisanımla yazacağım. Bazı cümlelerin, hikâyeyi anlatan kadının saf ağzından çıktığına şaşıp kalacak okuyucularımın itirazlarına karşı bu kaydı lüzum gördüm. İşte vaka: |
0% |