@huseyinrahmi
|
Şamatanın evi sarsmakta olduğu bir anda Hanımefendi gözlerini bütün bütün açtı; halsiz halsiz kalkmaya uğraşarak kuvvetli bir sesle: Odamda En’am-ı Şerif, üzerimde muskam var. Buraya kadar nasıl geliyorsunuz? Haydi dışarı defolun. Şimdi deryalar padişahını tekmil askerleriyle çağırırım. Üçümüz de döşeğin etrafına dizildik. Kadıncağız son kuvvetini gırtlağına toplayarak: Yaklaşmayınız diyorum size... Dün gece beni boğdunuz. İşte yine dirildim. Kaç defa boğsanız öldüremezsiniz. Hazreti Pir’in izniyle yine dirilirim. Nafile uğraşmayınız. Ders verirsiniz ezberlerim. Saçma öğretirsiniz, öğrenirim. Mal istersiniz, veririm. Her talebinizi elimden geldiği kadar kabul ediyorum. Hepsine eyvallah diyorum. Perilerle, cinlerle kardeş oldum. Her şeye razıyım. Fakat şu Gulyabani’yi üzerime saldırmayınız. İşte onu görmeye dayanamıyorum. Karnı açsa ona koyun verelim, öküz, manda takdim edelim. İnsan yemekten, zalimliğinden vazgeçsin. Her sene ona fıstık gibi semiz, piliç gibi körpe bir hizmetçiyi nerede bulacağım? Sevimsiz Çeşmifelek’le aşçımız Ruşen’i kart diye beğenip yemiyor. Selamlıkta kâhya var, delikanlı uşaklar, rençperler var. Onları ye diyorum. Kör olasının merakı marya yemek. İnsan maryası tatlı olurmuş... Çeşmifelek Kalfa, dokunaklı bir dille teminat verdi: Hanımefendiciğim, korkmayınız, üzülmeyiniz, biziz efendim. Siz kimsiniz? Çeşmifelek cariyeniz, Ruşen köleniz... Hahahayy... Ne hadlerine? Gulyabani çıktığı gece onlar benim yanıma gelebilirler mi? Siz her kılığa girersiniz. Çeşmifelek’in, Ruşen’in kılığına büründünüz, karşıma çıktınız, beni aldatıyorsunuz. Vallahi değil Hanımefendiciğim. Parmağını uzat bakayım. Sana verdiğim “Mühr-ü Süleyman”lı yüzük duruyor mu? O yüzüğü onlar takamazlar. Çeşmifelek parmağını uzattı. Kırmızı Yemen taşı üzerine, girift yazılar yazılı koca bir yüzük gösterdi. Şimdi inandım. Sen Çeşmifelek’sin. Öteki de Ruşen... Fakat bu üçüncüyü tanımıyorum. O kim? Çeşmifelek’e vakit bırakmadan hemen cevap verdim: Çiftliğin adağı için bu sene kurbanlık getirilen yeni hizmetçiniz, efendim... Hanımefendi — A, zavallı... Sahi mi? Ben — Sahi ya, Hanımefendiciğim... Hanımefendi — Ruşen seni semirtmek için çok besliyor mu? Çok çok pilav, börek yediriyor mu? Çünkü Ruşen, Gulyabani’nin mama dadısıdır. Ruşen, hemen söze atılarak: A, kadınım, niçin iftira ediyorsunuz? Ben efendimden, bir de dışardaki uşaklardan başka kime yemek pişiriyorum? Hanımefendi — Uzun etme Arap. Öteki hizmetçilerimi sen besledin. Bunlara bu kadar pilav, hamur işi yedirme; butları kıçları büyüyor. Sonra ötekilerin ağızlarının sularını akıtırsın diye ben sana seksen defa tembih etmedim mi? Sonra Hanımefendi gözlerini bana dikip dikkatli dikkatli süzerek: Vallahi bu kadın periye benziyor. Ne güzel hizmetçi? İnsanoğluyum diye sizi aldatıp içinize karışmış. Döşeğe biraz daha yaklaşarak dedim ki: İki gözüm Hanımefendiciğim. Ben de sizin gibi insanoğluyum. Bak, duvarda yeşil kese içinde En’am-ı Şerif var. Onu bulunduğu çividen al, öteki çiviye as. O zaman insanoğlu olduğunu anlayayım. Uzandım. En’am-ı Şerif’i alarak diğer çiviye astım. O anda hanımın gözlerine inanma ışıltıları gelerek: Anladım. İnsanmışsın. Çünkü periler ona el süremezler. A zavallı, bu cinli eve seni kim gönderdi? Kaderimmiş. Nasılsa düştüm, kadıncığım... Vah biçare... İyi bir kadın olmasan seni buraya kabul etmezler. Ne latif mahluk... Seni çiğ çiğ yerler alimallah! Alnımın yazısı neyse başıma o gelecek efendim... Yanıma daha yaklaş. Yüzünü uzat bakayım? Bu emre uymakta bir tehlike olup olmadığını sorar gibi arkadaşlarımın yüzlerine baktım. Delidir, belki boğazıma sarılıverir diye korktum. Uzat, mealini anlatır baş işareti ettiler. Uzattım. Yumuşak, beyaz elleriyle çenemi okşayarak: Ne güzel kadın, ne uysal bakışı var. Boğulan hizmetçilerim bu kadar sevimli değildi. Rabbim kazadan saklasın. Bunu pek sevdim, dedi. Hanımefendi’nin bu sözlerinde zerre kadar cinnet izi göremedim. Döşeği içinde belini düzeltip oturdu. Gözünü benden ayırmıyordu. Yavaş yavaş yüzüne daha ziyade sükûnet ve yumuşaklık geldi. Hep o tatlı bakışla devam etti: Sana verecek birkaç nasihatım var. Ağzını mühürlü bir torba gibi sıkı tut. Hanımefendiciğim, Kalfa’yla Abla’dan başka insan yüzü gördüğüm yok ki, kime ne söyleyeceğim? Güldü. Bana daha ziyade şefkatle bakarak: Onlar insan şekline girerek lakırdı almak için adamın yanına gelirler. Birtakım şeyler sorarlar. Cinlerden perilerden şikâyet ettin mi, işin bitti. Hele Gulyabani’den bahsetmek hiç caiz değildir. Bu evde, işte şu gördüğüm yüzlerden başka insan yok. Tanımadığım biri peyda olursa bunun peri olduğunu anlayarak tedbirli davranırım. Dışarda çiftlik kâhyasıyla bekçi, bağcı, arabacı, rençper vesair epey erkek var. İşte onların şekillerine girerler. Hiç mi hiç aldanmamalı. Seni yedirmemeye uğraşırız. Şimdilik vücudun pek semiz değil. Onları imrendirecek kadar tombullaşmamaya gayret et. Bu evde insan yalnız börekle, pilavla şişmez. Periler yel gibi, kulunç gibi adamın vücudunu kaplarlar, damarlarına yayılırlar, romatizma gibi, sara gibi bazı hastalıklar girdikleri vücutları üfürüp şişirmezler mi? İyi saatte olsunlar, işte onlar da tıpkı öyledir. Ben — Ah, hanımefendiciğim, insan kendisi hiç hastalığa uğramak ister mi? Bu elde mi? Allah saklasın, bu köşkün perileri benim vücuduma yayılmaya kalkarlarsa ben onları nasıl men edebilirim? Hanımefendi — Bu nokta bir dereceye kadar insanın elindedir. Bak senelerden beri Çeşmifelek’i semirtemedik. Çünkü üzerlerine uğramamak için son gayreti hiçbir zaman elden bırakmadı. Onlar vücuda yayılmazdan evvel insana ilanı aşk ederler. Ben — Hay Rabbim saklasın. Hanımefendi — Hem de kendilerini sevdirecek bir delikanlı kılığına girerek sevda arzına kalkarlar. Sonra, Abla’ya dönerek: Ruşen pencereden, perde kenarından usulca dışarı baksana. O boyu devrilesi Gulyabani gitmiş mi? Arap, yavaşça bakarak: Oh, çok şükür, gitmiş... Hanımefendi, dehşetinden iki elini yüzüne kapayarak: Aman Allahım, bu gece beni ne kadar korkuttu. Az kaldı helak oluyordum. Kalfa — O kadar neye korktunuz iki gözüm? Hanımefendi — A, o insan yiyici hortlaktan korkulmaz mı hiç? Kalfa — O minare boyuyla bir yerlere sığamaz, evin içine giremez ki insana bir fenalık yapsın... Hanımefendi — Evin içine giremez mi? Hay alık Çerkez hay... Pencereden elini uzatsa insanı kümesten tavuk kapar gibi çeker alır. Hanımefendi ne haklı söylüyordu. Bunun deli olduğuna bin şahit lazımdı. O işittiğim saçmaları söyleyen bu kadın mıydı? Yoksa onlar da peri sesleri miydi? Yahut bu zavallı da aklı üzerine kâh gelip kâh giden delilerden miydi? Tereddüde düştüm. Fakat bu bedbahtı o kadar sevdim, ona karşı o derece bir şefkat peyda ettim ki kendi kendime: Ona ne olursa bana da olsun. Onu öldürürlerse beraber beni de öldürsünler. Ayşe Hanım gelse de geri dönmemeye, bütün sadakatimle bu kadına varlığımı adamaya karar verdim ve bu kararın neticesi olarak dedim ki: Hanımefendiciğim, nezaketinize, asaletli davranışlarınıza hayran oldum. Artık sizden hiç ayrılmayacağım. Fakat sizden büyük bir ricam var. Kabulünü istirham ederim. Kaşlarını çattı, sordu: Nedir? Bu tehlikeli evde sizi tek başınıza bir odada bırakamam. Müsaade ediniz. Yanınızda yatıp kalkayım. Hazin bir tebessümle cevap verdi: İşte o olmaz. Niçin? Çünkü müsaade etmezler. Kimler? Malum ya, işte onlar... Cenabı Hak öyle takdir etmiş. Ölünceye kadar benim çilem böyle dolacak. Müsaade etmiyorlarsa periler, bu yasağı kendileri bana söylesinler. Olmaz kızım, olmaz. Sonra hayatın tehlikede kalır... Kalsın. Sizin için her tehlikeyi göze alırım. Ben henüz iki günlük bir hizmetçiydim. Fedakârlık ve sadakat ibrazında bu kadar ileri varışım ötekilerin adeta hayret, biraz da hasetlerini celp etti. Kalfa’yla Abla evvela bana, sonra da birbirlerine baktılar. Dış sofada gürültü azdı, azdı. Nihayet köy düğünü varmış gibi bir davul zurnadır başladı. Ruşen dedi ki: Bu gece köşkü başımıza yıkacaklar. Acaba ne kabahat işledik? Davul-zurna çalmaları iyiye alamet değildir. Ben — Neden Ablacığım? Ruşen — Canları düğün yapmak istiyor da işte ondan. Ben — Aman bize sataşmasınlar da istedikleri kadar düğün dernek yapsınlar. Ruşen — Yine evlenecek peri delikanlıları var galiba. Ben — Nemize lazım, evlensinler. Ruşen — Nasıl nemize lazım? Onlar evlenirlerse insan kızı alırlar. Yine kim bilir içimizden hangimizi nikâhla isteyecekler? Ben — Sus Ablacığım, sus... Hanımefendi — Bu davul-zurna sana çalınıyor. Sen Arap’ın övünmesine bakma. Ruşen’le Çeşmifelek bu evin eski matahları. Periler artık onlara ilanı aşk ede ede usandılar. Ben — Hanımefendiciğim, beni korkutuyorsunuz. Ben erkeğin insanından bile hoşlanıp kocamla geçinemedim. Şimdi periye nasıl varacağım? Ruşen — Aman aman, susunuz, köşk yıkılıyor. Sonra bana dönerek: Kız, yoksa bu akşam onların tütsülerini yakıp şerbetlerini vermedin mi? Evet, ben bu kabahati işlemiş, bu akşam tütsüyü, şerbeti unutmuşum. Hemen kusurumu itiraf ederek: Ben günahımı saklamam. Bu akşam nasılsa bu mühim hizmeti görmeyi unutmuşum. Arap gözlerini açtı: Bak, onlar şakaya gelmezler. Sonra yalnız kendini değil, hepimizi birden boğdurtursun. Hanımefendi’ye acıyorsan onların hizmetlerinde zerre kadar kusur etmemelisin ki, biraz rahat edelim. O aralık odanın açık penceresinde bir çıtırtı oldu. Başımı çevirdim, bir de ne göreyim? Koyun pöstekisi gibi tüylü, korkunç bir baş, cam gibi parlayan bir çift müthiş göz bize bakıyor. Ben hemen korkumun şiddetinden secde eder gibi yere kapandım. Ruşen Abla: Salli helaliküm... Gayn’il’an’ani... türetülmebal... mafiş selâme fil’indel harame... Def’ul’kazaya vel-belâya... Uhruç ya Samsam... diye şimdiye kadar hiç işitmediğim çeşitten bir dua okumaya başladı. Hanımefendi’nin arkası pencereye dönüktü, sordu: Ne var? Kalfa yavaşça: Samsam geldi, dedi. Aman Yarabbim, bu pösteki yüzlü korkunç mahluk, bu Samsam kimdi? İzdivacıma talip olacak peri Dışardaki davul-zurnaya öyle bir hora eklendi ki güm güm, çatır çatır ev yıkılıyordu. Hanımefendi pencereye doğru biraz başını döndürerek, bunlarla daimi alışkanlığını gösteren ve hemen korkusuz denecek cana yakın bir lisanla: Ne var Samsam? Haydi çekil, korkuyoruz. Borunun son kaba perdesine benzeyen, insanın bütün çevresinde yankılar, titreşimler yapan bir ses cevap verdi: Bora... Bora... Bom... Bom... Hanımefendi bir şeyler okuyup başını birkaç defa göğsüne doğru üfleye üfleye çevirerek besbelli aynı lisandan olacak: Lara... Lara... Lom... Lom... Ecinni, hoplayarak birkaç hareketten sonra boru gibi şöyle öttü: Ro... Goro.... Gara... Goro... Sonra ses kesildi. Başımı azıcık kaldırarak gözucuyla pencereye doğru baktım. Oh Yarabbi şükür, ecinni gitmiş. Bütün sinirlerim par par boşanmıştı. Korkudan ölecektim. Ruşen sordu: Hanımefendiciğim Samsam ne diyor? Hanımefendi, etrafa bir iki üflemeden sonra: Herkes yerli yerine çekilsin diyor. Ben bilirim canım... Onlar benim yanımda insan bulunmasını istemezler. Ruşen — Bir şeyler daha konuştunuz. Hanımefendi — Meclis ne vakit, dedim. Yarın akşam havuz başında cevabını verdi. Kadının böyle perilerle boru gibi konuştuğunu işitince artık kendisinin iyiden iyiye karışık olduğunu anladım. Bunun aklına da tamamıyla güvenmek caiz değildi. Artık kendimi tutamayarak: Hanımefendimiz, bu Samsam kimdir? Perilerin elçisi. Onlardan bize haber getirip götürür. Yüzü korkunçtur ama zararsız bir cindir. Yarın akşam havuz başında kurulacak meclise kimler gidecek? Hepimiz. Aman efendiciğim, beni götürmeyiniz, korkarım. Öteki hizmetçilerinizi havuz başında mı boğdular? Hani ya deminden bana sadakat vaadiyle büyük fedakârlıklar gösteriyordun? Haydi haydi, gidiniz. Biz üç hizmetçi kalktık. El şamdanını yaktık. Dışarda hor, kıyamet kopuyordu. Sofaya nasıl çıkacaktık? Ruşen, Samsam’ın gitmiş bulunduğuna emin olmak için pencereye yaklaştı. Ben de korkunun şiddetlendirdiği büyük merakla Arap’ın arkasından gittim. Perde kenarından bahçeye baktım. Saf bir mehtap her tarafı gümüş gibi nurlandırmıştı. Samsam gibi insanla hayvan arasında birkaç tüylü mahluk ağaçların arasından upuzun bir şey götürüyorlardı. Halecandan oraya yığılakaldım. Kalfa arkamdan bağırdı: Kız bakma... Kendini boğdurtacak mısın? Sana kaç defa tembih edelim? Böyle şeyleri görmek, anlamak merakından vazgeç. Baygın bir sesle sordum: Ah Kalfacığım, üçü dördü bir araya gelmiş, ağaçların arasından uzun bir şey götürüyorlar. Acaba nedir? Kalfa hiddetle: Bak, hâlâ acaba nedir, diyor. Bu merakı bırak diyoruz sana. Ben bunların ellerinden ölmesem bile meraktan öleceğim. Bu kadar garip işlerin içinde bir şey merak etmeksizin nasıl yaşanır? Merak etmemeye uğraşıyorum, mümkün olmuyor. Eh, kendin bilirsin. Sen de sonra öteki hizmetçilerin yanlarına gidersin. Hanımefendi telaşla: Haydi, lakırdıyı kesiniz. Gidiniz, bana acımıyor musunuz? Bu acı ihtar üzerine üçümüz birbirimize bakıştık. İçimizde en cesaretlimiz Ruşen Kadın’mış. Mumu, aldı, önümüze düştü. Yine de tek başına ecinnilerin ellerine bıraktığımız felaketzede Hanımefendi’ye “Geceniz hayırlı olsun, Allah rahatlık versin” temennilerinde bulunmak istiyor, fakat söylemeye bir türlü dilim varmıyordu. Böyle geceden hayır, rahat ummak biçareye karşı bir nevi istihzaya kalkmak gibi geliyordu. Yavaşça: Cenabı Hak size sabır ve metanet versin. Bu belalardan yakında kurtarsın, dedim. Yürüdük. Sofadaki cümbüş bir düğün gecesinde kafaların tam hararetini bulduğu son gürültülü devrini andırır bir raddeye gelmişti. Ruşen, kendinden hiç umulmaz bir cüretle çıkacağımız kapıya güm güm vurarak: Haydi artık çekilin, Samsam geldi. Emir getirdi. Herkes odasına gidecek. Bu patırtı nedir, diye bağırdı. Şamata birdenbire kesildi. Demek ki periler bu ev halkına emirler verdikleri gibi kendileri de icabında insanlardan işittikleri tembihlere tenezzül edip itaat göstermek nezaketinde bulunuyorlardı. Dışarı çıktık. Kimse yok. Ne ses var ne seda. Yalnız aşağıdaki sofadan geçerken Şeytan’ın hırlaması üzerine etrafıma bakındım. O tüylülerden bir ikisinin yan kapılardan kaçıştıklarını gördüm. |
0% |