@huseyinrahmi
|
Hay yezit karı hay... O perim olacak kaltağa o kadar kızıyordum ki, bir elime geçirsem cinliğine periliğine bakmayarak hemen üstüne hücumla pars gibi parçalayacaktım. Benim kıyafetime girip de kendini heriflere peşkeş çekiyormuş. Ruşen’le işimizi bitirdik. Mutfaktan çıktık. O hiddetle Abla’ya dedim ki: Burada bir peri karısı varmış. Benim şeklime girerek gece heriflere açık saçık görünüyor, koynuna çağırıyormuş. Her şeye tahammül olunur ama buna dayanılır mı? Irzdır bu... Kim söyledi ayol? Hasan mı? Edepsize bak. Dışardan içeriye lakırdı mı getiriyor? Ben ona terbiyesini verdiririm. Öyle şeylere aldırma. Benim için de neler söylediler. Güya ben geceleri süslenir de köyün muhtarına müşteriye gidermişim. Kaç defa bana gece allı pullu rast gelmişler. Çeşmifelek’i de kâhyayla söylerler. İyi saatte olsunlar, bize yapmadıkları şakayı bırakırlar mı? Ne yaparsın, hoş geçinmeli. Hem sen o Hasan’ın sözüne inanma... O tekin değildir. Ben ona kaç kere merdiven başında rast geldim. Ay, o Hasan peri midir? Ne olduğu belirsiz. Şüphelidir. Hiç o kadar güzel delikanlıyı periler zapt etmeden bırakırlar mı? Peri kızları hep ona âşıktır. İnsanlardan ona gönül veren kadını boğarlar. Haydi şimdi lakırdıyı bırak, şerbetleri ez. Bu akşam havuz başında meclis var. Hep beraber çıkacağız. Hazırlığa başladım. Fakat zihnim tamamıyla Hasan’la meşguldü. Bütün ruhumla, vazgeçilmesi imkânsız, amansız bir aşkla seviyordum. Rakibim olarak bin peri kızı çıksa Hasan’dan vazgeçmeyecektim. Boğulmayı, ölümün her çeşidini göze alırdım. “Ölüm var, ayrılık yok.” İşte bu kararda ayak direyerek ölecektim. Akşam oldu. Temiz, beyaz entariler giydik. Saçlarımızı döktük, ellerimizde buhurdanlar, Hanımefendi önde, biz derecemize göre uzunlama bir çizgi halinde arkada, benim o zamana kadar girmemiş olduğum o gizli iç bahçeye çıktık. Ay, asırlık ağaçlara nurlarını bol bol dökmüş, içinde birkaç kurbağa vakvakası işitilen büyük havuzun yeşil suları mehtaba karşı bir ayna gibi parlıyor, duvar kenarlarını tamamıyla nazarlardan gizleyen ağaçların korkutucu, esrar dolu gölgeleri kalplere korku veriyordu. Zikredicimiz Ruşen Abla’ydı. Türkçeye, Arapçaya kısacası insan dillerinden birine mal edilmesi güç, anlaşılmaz garip kelimelerden, yapma, mavalımsı bir makam tutturdu. Biz bu tekkede oturanların zikretmekten gelen haykırışlarına “hu”larla dem tutarak, beste usulüne ayak uydurarak havuzun etrafını çepeçevre dönmeye başladık. Döndük, döndük, belki bir saat oldu. Arap’ın boğazında söyleme gücü, bizim bacaklarımızda yürüyecek hal kalmadı. Etrafta kurbağalardan başka bu deveranımızın dinleyicisi, bir seyircisi yoktu. Bu acayip törenin pek acemisi olduğum için çıkacak halleri bekleyerek bitiyordum. Abla’nın yorgunluktan sesi çatal çutal oldu. Biz yine dönüyorduk. Nihayet yüksek ağacın birinden “hu, hu, hu” matemli sesiyle bir baykuş öttü. Dehşetten içim titredi. Biz bu kumandaya karşı deveranı bırakarak yan yana bir sıraya dizildik. Yerlere kadar boyun kırdık. Arkasından: Garara... Gurara... Garara... Rarara... diye insanla boru sesi arasında bir şey öttü. Biz bu ikinci kumandayla bir defa daha derin derin boyun kırdık. Derhal çifte nara refakatiyle çığırtmaya benzer bir düdük sesi işitildi. Pek garip bir curcuna havası başladı. Etrafta bir şey görünmüyor, bu ahenk ağaçların altından, karanlıklardan geliyordu. Peri zikredicileri haykırmaya girişti. Besbelli benim şerefime olacak, güfteler Türkçeydi. Bu curcuna usulüne ayak uydurarak biz de sıçramaya başladık. Çifte narayla düdüğün ahengine uydurarak söylenen garip sözler şunlardı:
Haseki, dereseki, pösteki, Nalınteki, sendeki, bendeki Dümtek, dümtek, dümtek Haydi yavrum bir tek, bir tek... Mertek, köstek, ördek Gerçek, gevşek gerdek
Haydi babam bum. Mum, kum, Rum Gözlerini yum, Ağzını aç... Geliyorum kaç... On beş kırbaç Kulaç kulaç
Çabuk laçka Maçka plaçka Haydi babam kertenkele Nerden gele, sana gele, bana gele Hergele, küt pat Kıpırdama yat Dayağımı tat...
Manadan uzak bu güfteyle mızıka belki bir saat kadar sürdü. Yorgunluktan bitti sandığım Ruşen Abla’ya bu havanın ferahlığıyla öyle bir şevk ve gayret geldi ki, dümteklere uydurarak attığı göbeklere hayrette kalıyordum. Hanımefendi, Çeşmifelek, ben artık sıçrayamıyorduk. Düşecek bir hale geldik. Çok şükür yine bir “garara” kumandasıyla curcunaya son verildi. Havuzun kenarındaki sandalyelere dizilip oturduk. Acaba şimdi ne başlayacak? Pek yorucu bir oyun olmasa diye endişeye düştüm. Yanımda oturan Çeşmifelek’in kulağına eğilerek usulca sordum: Şimdi ne olacak? İmtihan var... Ay bana da soracaklar mı? Hepimize... Bana hiçbir şey öğretmediniz. Nasıl cevap vereceğim şimdi? Ne soracakları belli olmaz ki öğretelim. Aklın erdiği kadar cevap verirsin. Ben ömrümde hiçbir mektepte imtihana girmedim. Okuyup yazmam bile yok. Şimdi başıma gelenleri gördünüz mü? Onlar senin bilgi dereceni bilirler, ona göre sorarlar. Yalnız sorgularına zıt cevaplar vermemeye gayret et. Gümbürtüye benzer kalın bir erkek sesi duyuldu: Hanımefendi... Hanımefendi — Hazırım efendim. Vakitsiz şeytanminaresine çıkan bodur müezzin ne okur? Övgünüzü efendim. İnsanın dişlerini ağzından söküp başka bir yerine koymak gerekirse neresi uygundur? Gözleri efendim. Neden? Çünkü bazı kötü yürekli kimseler kendi cinslerinden olanları gözleriyle de yerler. Kuyu kovaya girer mi? Zahiren girmez görünür, fakat himmetinizle bu da mümkündür. Nasıl? Bu dünyada bütün şekiller nispidir. İçi dışına dönerse mazruf zarf olur efendim. Çuvaldızı kendine, iğneyi başkasına batırmalıdır, atalar sözünü söyleyen için fikriniz nedir? Söyleyen pek kurnazmış efendim. Neden? Çünkü bu nasihatiyle kendini “başkası” yerine koyup çuvaldızı âleme batırarak iğneyi kendine çevirttirmek istiyor. Bir hünsanın erkekliği kadınlığı, yani iki cinsiyeti de aynı olgunlukta bulunsa, hem bir erkekle hem de bir kadınla izdivaç etse, hünsanın aynı zamanda karısı ve kocası olan bu iki zat yine o bağlandıkları şahsa ikinci derecede akraba olarak ne düşerler? Bunlar yine o şahsa yenge ve enişte olurlar efendim. Ne itibariyle? Erkeklik, kadınlık kendinde toplandığı için ortaya çıkan ikili kimsenin iki yarısı birbirine göre birader ve hemşire addedileceklerinden, bunların karı ve kocaları da yine o hünsaya yenge ve enişte olurlar efendim. Birçok kalın ses: Kırk bir buçuk maşallah... Bin aferin... Yüz yıldız, doksan dağ, yedi derya bahşettik... Ne âlim şeymiş bu periler. Hanımefendi’ye de hakikaten kırk bir buçuk maşallah. Bülbül gibi cevap verdi. Okumuş kadın, her şeyi biliyor. Zavallıya yine deli diyorlar. Fetva kapısından kırk sarıklı gelse bu suallerin cevabını zor verirler. Hepsi müşkül. Hele son sualleri iyi anlayamadım. Hünsanın biri hem kocaya varmış hem de bir karı mı almış, ne yapmış? Fesuphanallah, bunlar birbirine yenge, enişte düşerlermiş. Acaba bana neler soracaklar? Ben bodur müezzinin şeytanminaresinde ne okuduğunu ne bileyim? Ömrümde böyle şeye tesadüf etmedim ki. Benim bildiğim şeytanminaresi deniz kenarında bulunur. Küçücük bir şeydir. Onun üstüne çıkılır mı? Sıkıntımdan, mahcubiyetimden yerlere geçecek kadar küçülüyordum... İmtihan heyetinin reisi o gudubet sesiyle yine bağırdı: Ruşen Abla... Arap bir derlendi, toplandı, cevap verdi: Hazırım şahım! Çorba pişirmek için bir havuza pirinç atsak, ateşi nereye yakmalı? Abla, meselenin zorluğundan iskemlenin üstünde birkaç defa oturup kalkarak birçok defa yutkundu. Nihayet şu cevabı buldu: Efendim, testi kebabı gibi korları havuzun etrafına dizerim. Hemen çifte nara, çığırtma bu opera heyetinin inceli kalınlı sesleriyle başladı:
Bilemedi Ruşen hah hah hah Bilemedi Ruşen hah hah hah.
Hanımefendi’nin işareti üzerine hepimiz kalktık. Bu havayla göbek atmaya başladık. Çalgı sustu. Yine oturduk. Arap sıkıntısından terliyordu, dedi ki: Efendim, pek zor sual sordunuz. Havuzun altına ne odun yakılır, ne sacayağı konur. Kırk yıllık aşçıyım, hiç havuzda çorba pişirmedim. Böyle bir müşkülde kalırsan ne yaparsın? Siz efendilerimden birini imdadıma çağırırım. Havuzun altına üflersiniz, ateş olur. Bu cevap besbelli hoşa gitti. İkinci suale giriştiler: Halatı dikiş iğnesine geçirebilir misin? Geçiririm efendim. Tarif et. Destelerle dikiş iğnesi alırım. Her biri bir iğneden geçecek incelikte halatı ince ince bölerim. İşte böyle hepsini geçiririm. Bir tepside kaç pirinç olduğunu saymadan anlayabilir misin? Abla, derin derin bir düşündü. İki elini havaya kaldırıp “Yardım ya şahım” nidasıyla birkaç kere haykırdı. Bu periler insanı zorla çıldırtacaklar... Bir tepsi pirincin kaç tane olduğu saymadan bilinir mi? İnsan saysa da çıldırır, saymadan düşünse de. Zavallı Abla, kayıptan bir müddet yardım bekler gibi, bir halde kaldıktan sonra güya kulağına bir şey fısıldamışlar gibi: Bilirim, dedi. Söyle, nasıl? Sayarak avcuma yüz tane pirinç alırım. Bunun kaç dirhem olduğunu bir küçük terazide tartarım. Bu, kaç dirhem geliyorsa, sonra ona bir o kadar daha ilave ederim. Bunu misli misline büyütürüm. Otuz-kırk okka yaparım. Daha sonra tepsiyi büyük bir terazide kendi okkalarımla tartarım. Aşağı yukarı tepside kaç tane pirinç olduğu anlaşılır. Keçi kuluçka olduğu vakit altına kaç yumurta korlar? Arap, yine şahından yardım istemek için semaya doğru haykırarak bir dinlendi. Besbelli bu defa kulağına bir şey fısıldayan olmadı. Düşündü, düşündü... Artık cehaletini tam bir itiraf ve teslimiyetle iki elini göğsüne koyarak: Pes, ya pirim! Keçinin kuluçkaya oturduğunu bilmiyordum. Yine opera başladı. Biz hep birden raksa katılarak:
Bilemedi Ruşen hah hah hah Bilemedi Ruşen hah hah hah. İçimizde en iyi göbek kıvıran yine biçare Abla’ydı. İmtihan heyetinden: Abla’ya yedi maşallah... On aferin... Beş köy, iki göl, dört tepe verildi. Zavallı Abla ortalamayı tutturarak sınıfı geçti galiba. Ses — Kalfa! Hazırım efendim. Bir peder birer nesil atlayarak hangi akrabasının ortasında bulunur? Dedesiyle torununun efendim. Kuyunun dibi ağzına çevrilirse suyu nerede kalır? Kalfa, bu imtihanlara alışkın olmakla beraber, fena halde şaşaladı. Ben şimdi aklımdan bir kuyu tasavvuruyla onu şöyle nazarı hayalim önünde altüst çevirmeye uğraşarak suyun nereye gideceğini bulayım diyorum. Üstünüze iyilik sağlık, aklıma fenalık gelir gibi bir şey oluyor. Biraz daha aşağı yukarı oynatsam ona bir karar kıldırıncaya kadar zihnim de beraber oynayacak. Bu köşkte ben aklımı tastamam muhafazayla Hasan’a varamayacağımı anlıyordum. Çeşmifelek hayli düşündükten sonra: Su yine aşağıda kalır. Kuyunun dibiyle yukarı taraftan örtülmüş bulunur... Curcuna ara nağmesi:
Bilemedi Kalfa hah hah hah Bilemedi Kalfa hah hah hah.
Eskialipaşa’yı Yenikapı’ya, Çukurbostan’ı Düzce’ye taşısalar, Galata Kulesi nerede kalır? Kalfa bu karışık meseleyi aklında uzun uzadıya düşünüp, ölçüp biçtikten sonra: Galata kulesi Samatya’ya gelir galiba? Ben göbek atmaya hazırlandım. Çünkü Çukurbostan ta Düzce’ye kadar gittikten sonra Samatya’nın nerede kalacağını hesaplamaya ben mühendis isterim. Dediğim oldu. Ahenk başladı:
Bilemedi Kalfa hoppala hoppa Bilemedi Kalfa hoppala hoppa.
Kalfa, sana bir lira vereceğiz. Bu parayla bize bir koyun alacaksın. Bu hayvanın etinden külbastı, tüyünden bir seccade. Hem de sonra koyunu diri, parayı geri isteriz. Nasıl yaparsın? Kalfa’yı sıkıştırdılar. Bu, olamaz bir teklifti. Fikrime göre artık periler halt ediyorlardı. Böyle birbiri ardına birkaç meseleyi çözememek nasıl bir cezayı davet eder, bilemediğim için zavallı Çeşmifelek’e acıyordum. Kalfa sıkıntısından birkaç kere pufladı, kalktı, oturdu. Nihayet, yalvaran iki elini perisine doğru uzatıp “imdadıma yetiş” diye mırıldandı. İskemlelerimizin arkasında o tüylülerden biri belirdi. Kalfa’ya bir şeyler fısıldadı. Çekildi. Bu yardım o kadar seri oldu ki benden başka kimse farkına varmadı zannederim. O zaman Çeşmifelek, bülbül gibi cevaba girişti: Efendim, verdiğiniz liranın yarısıyla bir koyun alırım. Hayvanı hadım eder, çıkacak etinden haddim olmayarak size külbastı pişiririm. Tüyünü kırpar, bir seccade dokurum. Sonra kalan yarım lirayla beraber koyunu diri olarak iade ederim. O anda imtihan heyeti içinde: Bu, Kalfa’nın bilişi değil. “Bunu fısıldadılar,” diye bir gürültü koptu. Raks havası başladı:
Bilemedi Kalfa hoppala hoppa Bilemedi Kalfa hoppala hoppa.
Periler Çeşmifelek hakkında pek şiddetli davranmadılar. Hak edişine göre şunlar bahşedildi: Bir Çingene köyü, üç ayı postu, yedi şebek (gelir olarak), Kasımpaşa Deresi’nde bir değirmen, Tahtakale’de bir aşçı dükkânı, bir han... Bu hediyelerin verilmesinden sonra sıra bana geldi. Muhsine Kadın! Hazırım şahım... Eşekanırtan, Deveoğlu Yokuşu’ndan kaç parmak yüksektir? Derhal anladım ki acemiliğime hürmeten bana pek enayice sualler soruyorlar. Fakat bu iki koca yokuş, parmak hesabına gelmez. Ben de ağzıma geleni atar, birkaç Çingene mahallesi gelirini sağlar, bolluk içinde geçinirim kararıyla cevap vermeye hazırlanırken, ben çağırmadan sandalyemin arkasında bir tüylü ortaya çıktı. Korktum. Söyleyeceğimi bütün bütün şaşırdım. Meğer beni de koruyan periler varmış. O, kulağıma fısıldıyor, ben söylüyordum: Efendim, Eşekanırtan, Deveoğlu Yokuşu’ndan tam sekiz parmak, altı buçuk nokta yüksektir. Hah, hah, hah, diye bir kahkahadan sonra sordular: Nereden biliyorsun? Babam merhum, Eşekanırtan’dan eşekle çıkmış. Birçok uzun feryatlar, uzun anırtılardan sonra hayvanın sekiz ve altı buçuk boyunda anırdığını söylemişti. Çifte nara başladı:
Hoş söyledi Muhsine peh peh peh Hoş söyledi Muhsine peh peh peh.
Kendi hesabıma birkaç göbek kıvırdım. Ahenk durdu. Yerime oturdum. Fakat derhal davullar çalınır, borular öter, canavarlar böğürür gibi bir gürültü koptu. Fısıldayan var, itirazları işitildi. Usulca arkama baktım ki yardımıma gelen peri kaybolmuş. Şimdi sıfırı tükettim. Gürültü durdu, imtihan başladı: Karadeniz Akdeniz’e niçin karışmaz? Bakındım, yardım yok. Bu suale en derin bilgili coğrafya hocaları acaba ne cevap verirler? Düşündüm taşındım, ancak şu cevabı bulabildim: Karadeniz, Boğaziçi’ndeki Şeytan Akıntısı’nı geçemez de onun için... Çifte nara raks:
Bilemedi Muhsine kah kah kah Bilemedi Muhsine kah kah kah.
Eşeğin kulaklarını fareye taksalar neye döner? Palası enli Çingene maşasına... Ahenk:
Bilemedi Muhsine bak şuna hele Bilemedi Muhsine bak şuna hele. Torununun memesini emerek büyüyen büyük valide kimdir? Bilmem. Bilmek için de düşünmeye zihnimin kudreti müsait değil. Aklım çok karıştı. Mızıka, raks:
Muhsine kaltak At bize taklak Lak lak lak lak Vak vak vak vak.
Kesin, imtihanda sıfırı aldım. Hediyeler söylenmeye başladı: Gelir olarak: Davutpaşa Çöplüğü, Gedikpaşa külhanı. Yiyecek olarak: Bir küfe salyangoz, birçok kurbağa, kaplumbağa, çorbalık tespihböcekleri... Ferahlık için: Bir kafes bokluca bülbülü, şebekler, köstebekler... Dağılma borusu öttü. Odalarımıza çekildik. |
0% |