@huseyinrahmi
|
Bir çeyrek saat kadar sonra deprem durdu. Yine derin bir sessizlik ve sükûn başladı. Katlimizin Gulyabani celladına havale edildiğini artık öğrenmiştik. Hepimiz kurbanlık koyun gibi bekliyorduk. Bu sükûtu ihlalle dedim ki: Belayı başınıza topladığım için hiddetleniyorsanız beni sofaya, bahçeye, nereye isterseniz atınız. Çünkü ben ölünceye kadar onların aleyhindeki lanet lisanımı değiştirmeyeceğim. Yanınızdan çıkarsam belki benim idamımla yetinirler, size merhamet ederler. Hanımefendi her zamanki yumuşaklığını muhafazayla: Geçti kızım. Ömrümüz bu geceye kadarmış. Zaten onlar bizi telef etmek için bahane arıyorlardı. İşte bu vesileyi senin Hasan’la sevişmende buldular. Mademki ölümlerine mahkûmuz, niçin bu kan içici ifritlere hürmet gösterir gibi titreşiyoruz? Gulyabani melunu nereden çıkacak? Bana gösteriniz. Pencereleri açalım. Hep dizilelim. Onu lanetlerimizle karşılayalım. Hanımefendi kesesinden En’am-ı Şerif’i çıkararak mum tepsisinin yanına oturduktan sonra: Ben zikir ve tevhitle meşgul olacağım. Allah imanımı yoldaş etsin. Canın ne isterse onu yap. Ruşen’le Kalfa korkudan uyuşa uyuşa hemen yarı hissiz, yarı ölü birer hale gelmişlerdi. Hiç seslerini çıkarmadılar. Ben, Hasan’ın ümitsiz sevgisiyle gittikçe çıldırıyor, ölümümün gecikmesine tahammül edemiyordum. Ben böyle ümitsiz, kederli hayale dalmışken birdenbire bir boru öttü. Ağaçların altından omuzlarında tüfekleriyle birtakım tüylüler çıktı. Bir hükümdarın gelişine hazırlanan askerler gibi bahçenin ortasındaki yolun iki tarafına dizildiler. Saygısız düdüklerle trampet sesleri başladı. Kendi kendime: Ahu Baba geliyor. İdam edileceğimiz yer hazırlanıyor, dedim. Çok sürmedi. Ta karşıdan, bahçenin derinlerinden servi ve kavaklarla aynı boyda bir minare belirdi. Bu
Sefa geldin merhaba Tuba boylu baba Hele gördük bir daha Yoluna canlar feda Gulyabani babamız Bizim ulu atamız.
Bu korkunç heyula, söylenen övücü marşla köşke doğru ilerliyordu. Aman Yarabbi, bu bir hakikat mi, yoksa periler bana rüya mı gösteriyorlardı? Gözlerimi ovuşturarak baktım. Ölümü beklemek yolundaki sabırsızlığıma ve korkusuz kalmak için vermiş olduğum metanet kararına rağmen bütün damarlarıma büyük bir korku yayılmaya başladı. Pencerenin önünden çekilmek istedim. Fakat nereye kaçacaktım? Bu köşk, bu çiftlik tekmil otlaklarıyla, korularıyla onun malikânesi değil miydi? Başımı çevirdim. Odadaki zavallılara: Hanımefendi, Kalfa, Ruşen... Bakınız alay kuruldu. Yamyam baba geliyor. Aman Allahım karnı ne kadar büyük. Bizim hepimizi yuttuktan sonra yine bir hayli boşluk kalacak, dedim. Onlar bu davetime icabet etmedikten başka, korkularından hep dizüstü yerlere kapandılar. Ben Hasanımın ruhani desteğine dayanarak son metanetimi meydana çıkarmaya uğraşarak mevki değiştirmedim. Evet, evet... Bu canavara ilk lokma olarak kendimi takdim etmek benim için ıstıraba yeğdi. O, dev boyuna uydurduğu acayip bir vakar ve edalı yürüyüşle bahçenin ortasına geldi. Askerlerine selam olarak koca kafasını sağa sola deve gibi salladı. Tebaası yerlere kadar eğilerek saygılarını gösterdiler. Şimdi artık mehtabın yardımıyla, görünüşündeki bütün tafsilatı seçebiliyordum. Kazan büyüklüğünde bir baş, üzerinde o korkunç iriliğine uygun beyaz sarıklı bir kavuk. Birer lombar deliği zannedilecek bir çift korkunç göz. Ortası tümsek, yarım endaze, azman bir burun. Sekiz-on beyaz atın kuyruklarından yapılmışa benzer, göğse kadar inmiş bir aksakal. Bol yenli, topuklara kadar varan morumsu cüppe... Bir elinde çektirme direği büyüklüğünde bir asa, öbüründe taneleri kaba soğan iriliğinde bir tespih. Asalı eliyle yardakçılarına bir işaret etti. Mızıkayı keserek hepsi ağaçların altına çekildiler, görünmez oldular. Gulyabani biraz daha köşke yaklaşarak hiddetli hiddetli bizim odaya doğru birkaç kere başını salladı. Ben irademe galip gelen bir korkuyla pencerenin kenarından çekildim. En korkulu rüyalarda bile görülmeyen bu dev azmanını perde ucundan seyretmeye başladım. Artık hayatımızdan külliyen ümit kestim. Çünkü bu devin adımları önünden bir insan için kaçmak ihtimali yoktu. Biz, dört değil, yüz kadın olsak buna karşı hiçbir silahla düşmanlığımızı ilan edemezdik. Daha ziyade yaklaştı: Kahpeler, terbiyenizi vermeye geldim, diye azarlayarak bir gürledi. Bu azara karşı ben, kendimi kaybeder bir cinnet haline düştüm. Kendi kendini öldürmeye karar veren bir insan, intihar anında bir tabancayı beynine nasıl sıkar, kuduz dalgaların arasına kendini nasıl salıverirse, işte aynen öyle ümitsizce, son bir cesaretle haykırarak Gulyabani’ye cevap verdim: Azrail olsan bizden alabileceğin bir candan ibarettir. Başka ne yapabilirsin? Ahu Baba, bu cüretime son derece kızarak yine gürledi. Vay düzenbaz kadın... Beni bostan korkuluğu mu zannettin? Seni tahtakurusu gibi ezer, ciğerlerini çıkarır köpeklere yediririm... İrademin üstünde, korkudan gelen bir içgüdü sanki beni iki koltuğumdan yakalayarak şiddetle odanın bir köşesine çekti. Evet, o mukabele ve müdafaa mevkiimden titreye titreye kaçtım. Gulyabani pencereye yanaştı. Boyu tam köşkün üçüncü katına denk geliyordu. Homurdana homurdana elindeki müthiş asayı içeri soktu. Odanın içini bir karıştırdı. Çiçeklikteki ayna, bardaklar, tepsideki mumlar, daha birçok eşya şangır şungur döküldü. Ortalık karmakarışık oldu. Yine mandalar gibi böğürerek: Hepinizi kuzu gibi bu sopaya geçirip ağır ateşte çevire çevire orman kebabı yapacağım. Perilerime ziyafet çekeceğim. İşte o zaman ben çıldırdım: Yamyamlar, boğazınıza kor düşsün... avazıyla odayı çınlatarak ne yaptığımı bilmez bir saldırışla hemen atıldım o müthiş sopaya, iki elimle sımsıkı sarıldım. Gulyabani beni fırın küreği üzerindeki okkalık ekmek gibi çekerken şöyle feryat ediyordum: Hasan’ın ruhu, neredeysen kanatlarını aç, yetiş. İşte sana geliyorum. Ruhum seninle göklere uçacak... Bu köpeklere yalnız leşimi bırakacağım. Tasavvurun fevkindeki bu cesaretimden öteki kadınlara da cüret geldi. İlk kurbanlık koyun dışarı, mezbahaya çekildikten sonra itlaf nöbetinin kendilerine geleceğini bilen bu zavallılar etraftaki dağları inletecek birer feryatla yerlerinden fırlayarak var kuvvetleriyle sırığın ucuna yapıştılar. Ruşen ağlaya ağlaya diyordu ki: Affet şahım. Bu zavallı kadın mecnundur. Dün gece üzerlerine uğramış. Ne dediğini bilmiyor. Senin gibi zamanın bir âlimi böyle deli lakırdılarına bakar mı? Gulyabani bu yalvarışlara hiç kulak asmayarak hepimizi çapariye tutulmuş irili ufaklı bir salkım balık gibi çekiyordu. Hanımefendi bu felakete karşı başka bir çare düşündü. Sanki kadının damarlarında dolaşan asillik ve cesaret kanı birdenbire taşmış gibi sopanın ucunu bıraktı. Bir eline duvardan En’am-ı Şerifi’ni, öbürüne kınından çıkardığı atalarından kalma Zülfikâr isimli palayı aldıktan sonra: Bırak alçak, bırak koca melun. Allah’ın yüce adı için şimdi seni En’am-ı Şerif’le çarpar, Zülfikâr’la murdar vücudunu iki parça ederim. Ahu Baba bir kahkaha salıvererek: Deli karı, sus... Gerçi sen kart bir maryasın ama vücudun dolgundur. Etin güzelce kekiklenir, baharlanırsa yenebilir. Bu korkunç oburun zavallı Hanımefendi’deki etin çeşnisi hakkındaki mide düşkünlerine mahsus kararına karşı bizim için matem figanından başka bir çare kalmadı. Feryadımızı göğe ulaştırırcasına hep birden bağırıyorduk. |
0% |