Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20. Bölüm: Gulyabani’nin Mağlubiyeti Ve Örtüsünün Kaldırılması

@huseyinrahmi

Kalfa’yla Abla, korkudan gelen dermansızlık, baygınlık tesiriyle mi, yoksa büryan sırığına geçirilme nöbetlerini biraz uzatmak için vakit kazanmak kastıyla mı, günahları üzerlerinde kalsın, her nedense direğin ucunu gevşettiler. Ben kebaplık olarak şişte tek bir av gibi kaldım. Çekile çekile artık pencerenin kenarına gelmiştim. Yamyam baba tam beni dışarıya alacağı anda şiddetli bir gümlemeyle bir silah patladı. Kurşun Gulyabani’nin koca kavuğuna yandan girdi, çıktı. Köşkün kaplamasına saplandı. Sarıkta hafif bir duman belirdi. Gördüm, Ahu Baba şaşırdı. Başını sağa sola çevirdi. Ayın ışığı vurduğunda gözleri pencere camı gibi parladı. Ardından uzaktan bir ses:

Melun, çekil pencerenin önünden, şimdi ikinci kurşunu beynine yiyeceksin, tehdidinde bulundu.

Bu beklenmeyen ve kurtuluş müjdeleyen ses bana o kadar tatlı geldi ki tıpkı Hasan’ın sesine benzettim. Acaba Hasan, mazlumluk kabrinden çıkarak bütün melekleri imdadına toplayıp bizi kurtarmak için ahretten dünyaya mı gelmişti?

Gulyabani hışımla yardakçılarına doğru döndü:

Etrafta düşman var. Uyuyor musunuz?

Azarıyla bağırdı. Tüylüler ağaçların arasından meydana çıktılar. Uzaktan gelen ses bu esnada yine tekrar etti:

Habis, sana pencerenin önünden çekil diyorum!

Gulyabani gürleyerek:

Devlerin padişahına emir vermeyi ben sana şimdi gösteririm.

Akabinde ikinci bir kurşun vızlayarak Ahu Baba’nın sol omzuna saplandı. O koca heyula can acısıyla inleyerek:

Of... Aman... diye acıyla feryatta bulundu.

Ufak bir kurşun yarasından bu azman devin teessürüne, şikâyetle haykırmasına şaştım.

Fakat mevkii terk etmedi. İnatçı bir komutan cesaretiyle yardakçılarına şu emri verdi:

Kurşunlar soldan, kavakların arkasından geliyor. Evvela ateş, sonra hücum...

Tüylüler o tarafa doğru gırıl gırıl tüfek boşalttılar. Sonra hücum gösterdiler. Karşıdan mukabele amacıyla bir-iki yaylım ateş edildi. Tüylülerden birkaçının sapır sapır yere döküldüklerini gördüm... Asıl hayretime sebep olan husus, bu çarpışmanın adeta bir insan muharebesi şeklinde cereyan etmesiydi. Bu cinler neden gaip düşmanlarının maksadını, mahiyetini, gizlendikleri yerleri kendilerine has olan kayıptaki şeyleri keşfetme gücüyle anlayamayarak yön tayinine uğraşıyorlardı? Hele, her ne taraftansa kendilerine karşı bu gece böyle bir pusu tertiplenmiş olduğunu neden evvelce hissedememişlerdi?.. Bunlara cayır cayır kurşun tesir ettiğini görmek de şaşmaktan ziyade beni memnun etti.

Tüylülerden birkaçı yaralı, kim bilir belki de ölünce ötekilerde hücum cesareti kırıldı. Hep şaşaladılar...

Bu aralık çatır çatır bahçe kapıları kırıldı. Allah Allah naralarıyla dışardan bir hücum gerçekleşti. Ellerinde tüfekler, meşalelerle, bir kalabalık bahçeye doldu. Bunlar hep köylü kıyafetindeydiler. Aralarında zaptiyeler de vardı. Bir saldırışta tüylüleri birer birer tutarak ellerini arkalarından iplerle sıkı sıkı bağladılar.

Bu bağlı cin esirlerini ablukaya alarak meşalelerle etraflarında bir daire teşkil ettiler...

Gulyabani cenapları, yaralı omzunu bir tarafa sarkıtarak helecandan ayakta durmaya mecali kalmadığını gösterir, dermansız, korkak bir vaziyetle koca belini binaya yasladı. Ağa düşmüş bir canavar gibi selametinden ümidi kesilmiş nazarlarla yardakçılarının bu acıklı mağlubiyetini seyrediyordu. Dikkatle yüzüne bakmak için yarı belime kadar pencereden sarktım. O korkunç gözlerinden, aşağıda yanan meşalelerin pırıl pırıl yansıdığını görerek titremekten kendimi alamadım... Kalbime yine bir korku düştü. O muzaffer cemaat bu devle acaba nasıl baş edecekti? İçimden:

Bu cani heyula, hangi hapishaneye kapatılır? Hangi idam yerine sürüklenebilir? Saldırganlardan mutlaka beş-onunu paralamadıkça bu hunhar mağlup olmaz diyordum. Bu zannım pek boş çıktı.

Ay ışığı ve meşalelerle aydınlanan dairenin ortasına bir delikanlı atıldı. Hasan’a benzettim. Bu hakikate inanamadım. Gözlerimi birkaç defa ovuşturarak dikkatle baktım.

Hasan... Evet, o şefkatli sevgilimdi.

Bu aldatıcı hal bir rüya da olsa benim için her görüş ânı dünyalara, cennetlere değer, sonsuz bir saadetti.

Hasan, o aydınlık daire ortasında durarak hâlâ biriyle tüfeğini tutmakta olduğu iki elini havaya kaldırdı. O minare cüsseli korkunç hasmına dedi ki:

Ey! Bu uzun şekle bürünmüş alçak adam, ortaya çık... Artık örtünün kaldırılması zamanı geldi. Birkaç masum zavallı kadını ölüm tehditleriyle bayılta bayılta geçim yolu arayan uzun alçak!

Gulyabani, bir iki kere homurdandı. Hasan devamla:

Komik ömrünün son feci dakikasına geldiğine hâlâ inanamıyor musun? Ev halkını çıldırtmaya uğraşırken yoksa şimdi sen mi delirdin?

Bu sözün akabinde Hasan, ceylan gibi bir sıçradı. Yaradana sığınarak elindeki tüfeğin dipçiğiyle Gulyabani’nin bacaklarına bir yerleştirdi. Koca heyula düşecek gibi iki yanına bir yalpa vurdu. Bu defa homurdanmayarak insan sesine benzer bir sesle:

Sopamı yere düşürdüm, onsuz yürüyemem.

Eğil de al, kerata...

Eğilemem...

Hasan köylülere dönerek:

Arkadaşlar! Vahşetinin şöhreti kaç senedir bütün civar köylere yayılan Gulyabani Baba’nın âcizliğini görüyor musunuz? Eğilip sopasını yerden almaya bile gücü yetmiyor...

Hasan, sırığı yerden alıp uzatarak:

Al bakalım. Haydi yürü, ortaya çık, yezit...

Ahu Baba, adımlarının dengesini şaşırmaktan korkan bir cambaz ihtiyatıyla sırığa dayana dayana ağır ağır ortaya yürüdü. Hasan, bir kumanda daha verdi:

Yüzünü köşke dön. Senelerden beri dehşetinden titreyen velinimetin Hanımefendi bu korkunç kılığa bürünen caninin kim olduğunu iyice görebilsin.

Gulyabani, bu emre de derhal itaatle yüzünü köşke çevirdi. Hanımefendi, Kalfa, Ruşen, bu zavallı kadınlar Gulyabani’nin mağlubiyetine inanamayarak pencereden serbest bakmaya korkuyorlardı.

Hasan — Hayatınızı her an tehdit eden facianın ne kadar eşsiz bir komediye çevrildiğini görmek için dikkatli bakınız, ihtarıyla bizi çağırdı.

Hepimiz birer pencerenin önüne sıralandık. Hasan yine iri hasmına dönerek:

Ey Gulyabani Baba cenapları... Bu korkunç vücudunu saklayan şu uzun cüppeyi sırtından at bakalım. Altından ne çıkacak?

Gulyabani’nin omuzlarına yakın bir tarafından kürk cebi gibi iki yarıktan bir çift küçük insan eli çıktı. Aşağıdan yukarıdan birkaç düğme çözdü. Cüppe o uzun vücuttan sıyrılarak yere düştü. Altından kırmızı yollu bir mintan çıktı.

Hasan — Lütfen mintanı da at bakalım.

Ahu Baba, hemen aynı hareketle mintanından da sıyrıldı. Meydana pamuklar, kırpıntılar, sargılarla dolu koca bir vücutla kollarının dirseklerinden yukarı kısımlarına iplerle bağlanmış tahtadan iki uzun bilek çıktı. Kalabalık arasında el şakırtıları, kahkahalar, yuhalar başladı.

Hasan — Şimdi sıra mübarek çakşırına geldi. Onu da sıyırıp at bakalım... Altında iç donun vardır ya? Kadınlara karşı mahcup olmayalım...

Gulyabani — Çakşırımı çözmeye elim yetişmez.

Hasan — Acayip! Vah bebecik vah... Senin donunu dadın mı bağlar, lalan mı? Hakikaten bu giyinme işi kendi başına yapabileceğin kolay bir şey değil, sana bir giydirici, bir soyundurucu lazım, çok masraflı hayat...

Kahkahalar göklere çıkıyordu. Bahçedeki merdiveni getirdiler. Birkaç kişi tuttu. Hasan yedi-sekiz basamak çıkarak:

Sıkılma, bu akşam da çakşırını çözmek şerefi bana nasip olacakmış. Bu mühim hizmetimden dolayı ömrüm oldukça iftihar edeceğim.

Çakşır aşağı alındı. Aşırı uzun, tahtadan iki leylek bacağı göründü. Kahkahadan, el çırpmadan bahçe inliyordu. Hasan kalabalığa dönerek:

Bu tahtadan bacaklı adama Avrupalılar “eşas” derlermiş. Bunu kırlarda, uzakları görmek için bazı çobanlar kullanırlar; cambazlar da bu yüksek ayaklarla hüner gösterirlermiş. Fakat sanmam ki bunun bizim Gulyabani cenaplarının düşündüğü şu iblisçe surette kullanılışı hiçbir Avrupalının aklına gelmiş olsun. Ahu Babamız, “eşas”ların en uzunuyla yürümek maharetini kazanmış bulunduğundan dolayı Frenklerin de tebriklerine layık görülür fikrindeyim. Çünkü icadı tarihinden beri bu ayakların böyle bir alçaklığa alet olacağına kimse ihtimal vermemiştir zannederim.

Hasan yine Gulyabani’ye:

Aziz babamız, şimdi sıra o hürmetli başına geldi. Onu da çıkar da içinde saklı olan asıl şeytanı şu halk doya doya seyredip ibret alsın.

Ahu Baba, yaralı omzunu zor kımıldatarak iki elini kaldırdı. O korkunç kafayı başından ağır bir tabla indirir gibi aldı. Merdivende duran Hasan’a uzattı. Bu örtünün altından meydana otuz beş-kırk yaşlarında kara sakallı bir insan başı çıktı. Her taraftan yükselen garipser nidaların en kuvvetlisi penceredeki Hanımefendi’den geliyordu. Zavallı kadın olanca hayret avazıyla şöyle bağırıyordu:

Bizim çiftlik kâhyası Zekeriya Efendi... İlahi seni efendiler götürsün. Tüh nankör. Yediğin ekmek gözüne dizine dursun.

Bu isim nefret ve şaşkınlıkla o kalabalık içinde ağızdan ağıza dolaştı. Bu garip tezahür karşısında yarım aklını bütün bütün kaybetmek derecesine gelen Ruşen Abla haykırıyordu:

Durun ayol, iyi bakayım. Bizim Zekeriya Efendi mi o? A, inanmam, bu işte yine cinlerin bir numarası vardır. Rabbim şerlerden saklasın...

Sabık Gulyabani, Zekeriya Efendi’nin o tahta, rahatsız edici bacakları söküldü. Bir de elleri arkasına bağlanarak öteki cin esirleri arasına sokuldu.

Halk, yerde duran o koca, yapma kafanın çevresine toplanmış, fevkalade ve hiç görülmemiş bir hadiseyi seyreder gibi bakıyordu. Kimi kavuğunu karıştırıyor, kimi sakalını çekiyor, kimi yerlere yuvarlanarak gülüyor, her biri bir suretle garipsediklerini beyan ediyordu. Bu iri karnaval başlığını kafasına geçirerek ötekileri korkutmak için Gulyabani vakarıyla etrafa saldırmak latifesinde bulunanlar da oldu.

Herkesin hayret ve istihza nazarları önünde duran bu dev kafası iri bir küfeden mamuldü. Küfenin üzerine iri burunlu bir yüzlük geçirilmiş, saç sakal takılmış, kavuk giydirilmiş... Hele gözler epey sanatlıydı. İri iri tekerlek camların üzerinde gözbebekleri çizilmiş, çifte dürbün gibi dahili iki silindirle bunu başına geçirecek adamın görme işi kolaylaştırılmış, başla küfe arasında kalan boşluk pamuklarla beslenmiş, doldurulmuştu.

Bu kafayı başlarına geçirenler ağırlığından şikâyetle Zekeriya Efendi’nin bu yükü uzun müddet tepesinde nasıl taşıyabildiğine şaşıyorlardı.

Şimdi nöbet tüylülerin cin kılığından çıkarılmasına geldi. Hasan bunlardan birini çekip ortaya getirerek ellerini çözdükten sonra:

Soyun bakalım beyefendi, dedi.

Cin tereddüt etti. Hasan yine teklifini tekrarla:

Kürkünü çıkar, canım... Hava o kadar soğuk değil, korkma üşümezsin.

Cin, camdan gözlerle bezenmiş koyun postundan başlığını çıkardı. İçinden saçları taralı, cılız, zarif bir beyefendi çıktı. Hasan, eliyle hazır bulunanlara beyi göstererek:

Efendim, cinlerin başbuğu meşhur Hint prensi Şevki Beyefendi’yi takdim ederim. Güzel cura çalar. Ezberinde pek çok âşıkane beyitler vardır. Buraya gelen genç hizmetçi kadınları yatağına almakta daima birinciliği kazanan başarılı ve bütün bu cin alayının tertipçisi, dehasıdır. Cılızlığına ve nezaketine bakmayınız, pek azılıdır. Dikkat ediniz, kaçmasın...

Ellerini tekrar bağlayıp Şevki Bey’i bir kenara çektikten sonra Hasan, diğer bir cini ortaya çıkarıp başlığını sıyırarak:

Cinlerin başçavuşu Gamgam cenapları... İnsani ismi Bekir Ağa’dır. Yabandomuzu, manda, deve gibi
hayvanatın seslerini taklitte hakkıyla eşsizdir. Gece köşkün sofalarında domuzluğu tuttuğu vakit biçare kadınları dehşetlerinden tiril tiril titretir.

Teşhir meydanına bir ikincisini çekerek:

Perilerle insanlar arasında elçilik işini gören meşhur Samsam... Horoz gibi ötmekte, yumurtlayan tavukları taklit ederek gıtgıtlamada bir benzeri daha yoktur.

Hasan devamla:

Alınız efendim, bu üçüncüsü Yamyam Ağa... Asıl adı Bayram. Yenmek işkencesiyle tehdit edilen insanlara bu musallat gönderilir. Şimdiye kadar kaç adam kıçı yemiş olduğunu bilmem. Kendi rivayetince insanın kaba eti köftesi, lezzet ve güzellik bakımından, hiçbir hayvan etiyle mukayese edilemezmiş. Korkuttuğu insanlara öyle söylermiş. Şimdi bir kişnese yeni boşanmış bir aygır zannedersiniz. Hayvan mıdır, insan mıdır ayırt edilemez.

Dördüncüsünü çağırarak:

Bu da zenne Agâh... Peri ortaoyununun en cilveli kadın taklitçisidir. İnce sesine ve cilvesine aldanarak geceleri rençperlerden kendisine âşık olan çok çıkmıştır.

Beşincisini davetle:

Cinlerin onbaşısı Havhav Ağa... Asıl adı Zeynel. O kadar mükemmel havlar ki, uluduğu vakit yedi köyün köpeğini buraya toplar. Biraz ulu bakayım, köpoğlu köpek... Ağalar maharetini görsünler.

Zeynel nazlanır. Hasan, ayısını döven bir hayvan terbiyecisi şiddetiyle tüfeğin dipçiğini kaldırarak:

Ulu diyorum sana...

Havhav, kabadan başlayarak gittikçe tizleşen bir köpek sesiyle, “uuuuuuuuuuu...” diye bir ulumaya girişir. Civardan birkaç köpek cevaben “uuuuu” sesi ulaştırmakta gecikmezler. Ortalığı bir kahkaha alır.

Hasan — Demedim mi ben size? Uzaktakiler buradakini bakınız ne çabuk işittiler.

Ruşen Abla, pencereden bağırır.

Neye gülüyorsunuz kuzum? Niye köpek uluyor, bir uğursuzluk olacak...

Hasan, sırayla hazır bulunanlara Baykuş Ahmet’i, Ördek Mehmet’i, Kaz Ali’yi, Hindi Mustafa’yı öttürerek, gaklatarak, vaklatarak takdim etti. Ve bilhassa Baykuş Ahmet’in üzerine dikkat çekerek:

Bu melun, cinlerin ölüm çanıdır. İdamla tehditlerini, bunu kavak ağacında üç defa öttürerek ilan ederler. Ey ahali... Burada asıl görülecek yer, köşkün içidir. Burası bir meskenden ziyade bir hokkabaz sandığına benzer. Geliniz sizi gezdireyim.

Halk, meşalelerle hurra Hasan’ın arkasına düşer. Hasan, eski cinlerin muhafazasını babayiğit sekiz-on kişiye bıraktıktan sonra bunların içinden yalnız Ördek Mehmet’i yanına alır. Köşkün arka tarafında birkaç ayak merdivenle inilen tek kanatlı küçük bir kapının önünde durarak:

Perilerin girdikleri yer işte burasıdır. Ev halkı burasını ebediyete kadar kilitli “netameli” bir kapı zanneder. Halbuki buranın birkaç anahtarı vardır. Her biri bir cinde durur. Hatta bir tanesi de işte benim cebimdedir.

Anahtarı çıkarır, kapıyı açar. Dar yollardan, mermerliklerden yürüdükten sonra en evvel Muhsine’nin boş odasına girerler. Hasan, Ördek Mehmet’e işaret eder. Ördek, odadan savuşurken halk, kaçıyor zannıyla yakasına yapışır.

Hasan — Bırakınız, kaçamaz. Ben gönderiyorum. O şimdi benim hokkabaz yardağımdır. Onsuz size bu evde hiçbir marifet gösteremem, der.

Ördek Mehmet kaybolduktan sonra Hasan yüklüğün kapısını açıp tekmil eşyayı boşaltarak:

Geliniz, bu yüklüğü muayene ediniz. Bakalım ne keşfedeceksiniz.

Birkaç kişi yüklüğe girer. Altını üstünü, yanlarını dikkatle yokladıktan sonra:

Her tarafı sımsıkı bir yüklük, cevabını verirler.

Hasan — Ben yüklüğe girdikten iki dakika sonra kapısını açınız, ihtarıyla yüklüğe girer. Kanatları örter. İki dakika sonra açarlar. İçerde kimseyi göremeyince halk hayret içinde kalır. Yüklüğün kapılarını kaparlar. Cüzi bir müddet sonra açarlar. Hasan’ı yine içerde bulurlar. Şaşkınlıkları artar. Hasan, hokkabazın yuvarlağı gibi kâh gözlerden kaybolur, kâh meydana çıkar.

Hasan — Bu şaşkınlığınızı şimdi gideririm, vaadiyle yüklüğün kapıya karşı gelen kenarına yavaşça vurur. Duvar bir dükkân kepengi gibi bütün olarak arkaya iner. Öte tarafta, bu açıp kapamanın makinisti Ördek Mehmet görünür. Hasan ahalinin bir kısmını bu büyük ağzın öte tarafına davetle, bunun menteşeli, birkaç sürgülü, kol demirli adeta gizli bir kapı olduğunu gösterir. Gayet sağlam kapandığı için bir kere örtülüp bu sürgüler, kollar konulduktan sonra yüklüğün içinden bu duvar ne kadar zorlansa açılamayacağını ve bir perinin yalnız başına gece kapağı açarak işini gördükten sonra tekrar kapayıp gidebileceğini anlatır. Bu gizli kapının öbür tarafında, daima kilitli duran küçük bir oda olduğunu gösterir. Hanımefendi’nin yüklüğüyle daha birkaç yüklük ve dolabın bu düzende olduğunu söyler...

Oradan çıkarlar. Hasan yine bir işaret edince Ördek kaybolur. Üst katta büyük bir odaya girerler. Oraya buraya bakılırken:

Duvara yaslanma... Üzerime basma... Şimdi seni çarparım... nidasıyla gaipten bir ses gelir. Herkes yeniden şaşkınlığa düşer.

Tavandan, kerevetin önlerinden ördek vakvakları işitilir.

Hasan izah eder bir tavırla der ki:

Bu odanın muhtelif noktalarında ufak, gizli delikler vardır. Bu delikler uzun, marpuç borularla aşağıdaki odaya bağlıdır. Bu marpuçların uçları, anahtarları cinlerde bulunan ve daima kilitli duran dolapların içindedir. Bu uçlardan her ne türlü ses verilirse bağlı oldukları odalarda tavanlardan, duvarlardan, kerevetlerden geliyor gibi yakından işitilir. Hanımefendi’nin odası bu şekilde donatılmıştır.

Hasan odanın iki tarafında boydan boya mıhlanmış parmaklıklı ve merdiven küpeştesine benzer iki direk göstererek:

Bu tertiplerin aynısı tavan arasında da vardır. Bunlar zelzele aletidir. Cinler, Hanımefendi’nin odasında zelzele yapmak istedikleri zaman bu sırıklara yapışıp daireyi şiddetle sarsarlar.

Yine bahçeye çıkarlar. Hasan halka hitaben:

Şimdi size bu hokkabazlıkların, bu cin, peri oyunlarının, bu entrikaların sebeplerini, kaynaklarını anlatacağım. Bizim Hanımefendi gayet zengin bir kadındır. Fakat israftan hoşlanmaz. Bu zavallının Şevki ve Selim isminde yere batası, müsrif, çapkın iki yeğeni vardır. Bu beyler, her zaman köşkte bulunmazlar. Aşırı derecede düşkün oldukları sefahatle uğraşırlar. Tuhaf hal. Pek mühim bir sebepten dolayı olmalı ki biri burada olduğu zaman diğeri mutlak İstanbul’da kalır. Bu gece köşkte yalnız Şevki Bey bulunuyor. İkisinin yokluğu sırasında buradaki cin dolabını kâhya Gulyabani Zekeriya Efendi gül gibi idare eder. Eksikliklerini belli etmez. Bu ahlaksızların halalarından para sızdırmak için başvurmadıkları çare kalmadı. Kendi isteklerine göre para çekmeye bir türlü muvaffak olamadılar. Birçok canice teşebbüsler arasında nihayet maksatlarını temine bir yol buldular. Bu da kadının ismini deliye çıkarıp mallarının idaresi için kendilerini vasi tayin ettirmek. Bütün işleri ellerine almak gibi aşağılık ve haince bir yoldu.

Bu köşkte, şu gördüğünüz surette hokkabazlık tertibatında bulunduktan sonra çıldırdı diye kadını buraya attılar. Hanım’da cinnetten eser yoktu. Fakat bu yalnız köşkte geceleri gulyabaniler çıkar, duvarlardan, tavanlardan türlü acayip sesler, her dakika ölüm tehditleri duyulursa hangi sağlam insanın aklı zıvanasından çıkmaz, kim çıldırmaz? Hanımefendi yine pek büyük ve metin bir zihne sahipmiş ki umdukları derecede zırdeli kesilmedi. Arada bir Hanımefendi’nin akıl durumunu yoklamak için buraya kapı adamlarından, tabiplerden kurulu bir tahkik heyeti gelir. Nasılsınız, yolunda sorulan suallere karşı biçare kadın, cinlerin, perilerin o haince ve alçakça rahatsız ediciliklerinden, görünen gulyabaninin minare kadar boyundan, cam gibi parlayan korkunç gözlerinden, bilmem kaç endaze beyaz sakalından bahseder. Bu gördüğü tabiatın fevkinde şeyler ve saçmaya benzeyen itiraflarından dolayı tahkik heyeti, Hanım’ın şuurunun henüz düzelmemiş olduğunu anlayarak geri döner.

Geceleri cinler hanımın odasına o marpuçlar yardımıyla “havuçları tepe aşağıya diken bahçıvanların cezalandırıldıkları” gibi öyle saçma konuşmalar yaparlar ki, bunları senelerce dinleyip de bozmamak mümkün değildir. Bununla kanaat getirmeyerek tahkik heyeti geldiği vakit tekrarlaması da ısrarla tembih edilerek kadına “erkek kel kör kirpinin yırtık kürkü” çeşidinden çetrefil sözleri ders olarak talim ederler. Bunları ölüm tehdidiyle ezberletirler. Zavallıyı ayda bir kere imtihana çekerler. Şuurunun cidden bozulup bozulmadığını anlamak için bu imtihanlar mahirane bir surette tertip olunur. Kadın ekseriya akıl ve anlayışını ibraz eder. Hizmetçilerden delirenler bulunup bulunmadığını bilmek için onları da imtihandan geçirirler. Hanımefendi’ye olan bu işkencelerini bedbahta “gara goro” diye bir cin lisanı öğretmek derecesine vardırmışlardır.

Ben şehirliyim. Okuyup yazmam vardır. Biliyorsunuz ki kır havası almak için arada bir köyünüzde bulunan dayımın yanına misafir gelirdim. Köyünüzü pek sevdim. Kardeşlerimle beraber oranın yerlisi gibi olduk. Öyle her peri, cin, gulyabani masallarına pek inanmam. Bu köşkün şu civardaki yayılan gariplikleri merakımı celp etti. Hakikati anlamak için çiftlik kâhyasına kendimi bir köylü gibi takdim ederek iş aradım. Rençber olarak buraya kabul olundum. Açıkgözlülük ve çalışkanlığımdan memnun oldular. Yavaş yavaş güvenlerini kazandım. Beni de bu cin alayı erleri arasına soktular. Bu zalimane esrar perdesi içine ben de girdim. Ben bu garip hizmete dahil olmazdan evvel burada iki hizmetçi kadının boğulmuş olduğundan bahsediliyor. Buna dair kesin malumatım yoktur. Elbette bu, tahkikatta meydana çıkar. Burada bulunduğum şu son zamanlarda köşke “Muhsine” isminde genç, güzel bir hizmetçi getirildi. Gelen hizmetçi kadınları evvela beyler yataklarına alarak, sonra fedakârlık ve ketumluklarına karşılık mükâfat gibi öteki cinlere verirlermiş. Evet, evin âdeti böyleymiş. Zaten Hanımefendi’yi kurtarmak işi kalbime iyice yerleşmişti. Bunun için zihnen planlar tertibiyle meşguldüm. Fakat ondan evvel masum hizmetçinin kurtarılmasına koşmak lazım geldi. Gece bir cin gibi odasına girdim. Görüştük. İffetinin derecesini tecrübe ettim. Maksadıma uygun geldi. Sonra gündüz de insan şeklinde görüştüm. Delikanlıyım, ayıp değil ya, Muhsine’yi pek sevdim. İlanı aşkla beraber izdivaç teklifinde bulundum. Kabul etti. Kendisine bazı talimatlarda bulunmak için ertesi gece yine odasına gittim. Ben oradayken Hint perisi namıyla Şevki Bey geldi. Kadını müdafaa için dalaştım. Kendisini tepeleyeceğim esnada ıslık öttürdü. Yüklükten dört tüylü çıktı. Onlarla da tekme, yumruk hayli uğraştım. Sonunda kargatulumba ederek beni dışarı çıkardılar. Bahçenin münasip bir mahalline gelir gelmez, öteki tüylülerin bu berikilere katılmasına meydan bırakmadan bir silkindim. Ellerinden kurtuldum. Kuşağımın arasında silahlarım vardı. Bir elime kamayı, diğerine tabancayı aldım. Zaten Şevki Bey, ne olacak, muhallebi çocuğu... O tüylü kılık altındaki dört sahte cinin ne kıratta birer adam olduklarını zaten biliyordum. Gayet seri bir hareketle bunlara hafif bir-iki kama ucu oynattım, tabanca boşalttım. Şaşırdılar. Bahçenin girintisini çıkıntısını zaten ben onlardan iyi biliyordum. Koştum. Duvar kenarındaki ağaçların birine tırmanınca öte tarafa atladım. Allah selamet vere, kapağı köye attım. Firarımdan sonra onların ne türlü melun tertipler ve icraatlarda bulunacaklarını keşfetmek bence güç bir şey değildi. Beni ölmüş göstererek Muhsine’yi korkutmak için sabaha karşı baykuşlar öttüreceklerini biliyordum. Bu gece de Gulyabani’nin çıkma nöbetiydi. Böyle bir baskını hatır ve hayallerine getiremeyecekleri için bu gece her zamanki alçaklıklarına devam edeceklerinden emindim. Köyde size hakikati açtım. Hak yoluna hepiniz silahlandınız. Cin, peri namına bu köşkte icra edilen büyük kötülükler ve zulümlerin içyüzünü hepinizin şaşkın nazarları önünde meydana koyarak, himmetinizle işte elhamdülillah muvaffak oldum.

Bütün köylüler bu cin bozgunu haydutların önünden her birinin yüzüne ayrı ayrı tükürerek bir resmigeçit yaparlar.

Hanımefendi pencereden sevinçli bir sesle bağırdı:

Hasan, evladım, bu kahramanlığından dolayı tekmil mallarımı sana versem azdır. Dile benden ne dilersin?

Hasan — Evvela sağlığınızı, sonra Muhsine’yi.

* * *

Caniler hükümete teslim edildi. Hasan’ın kahra­manlığının yayıldığı bütün yakın köylerin katılmasıyla çiftlikte üç gün, üç gece büyük bir düğün kuruldu. Biz Hasan’la murada erdik. Ruşen Abla’yla Çeşmifelek Kalfa’yı da mükemmel çeyizleyip çemenleyerek birer kocaya verdik.

Hasan o büyük servetin idaresini eline aldı. Vefatı ânına kadar Hanımefendi’yi bırakmadık. Kadın, ahir
ömründe tam bir emniyet ve rahatla yaşadı. Perilerin rahatsız ediciliğinden tamamıyla kurtulan o köşkte ne kuzular, ne dolmalar, ne helvalar yedik. Ne eğlenceler, ne ziyafetler, cümbüşler yaptık.

Hainler cezalarını gördüler. Hanımefendi bize birçok mal terk etti. Allah gani gani rahmet etsin. Nurlar içinde yatsın. Hâlâ sayesinde geçiniyoruz.

Ha... az kaldı unutuyordum. Hasan güvey girdiği gece kendisine şunu sordum:

Bu çiftlikte dönen cin, peri dolabı birtakım melunların maskaralıklarından ibaretmiş de sen de beni, “Geceleri odama perin geliyor, karşımda anadan doğma soyunuyor,” diye niye aldattın, utandırdın. Bu senin mertliğine yaraşır mıydı?

Hasan tatlı bir tebessümle:

Aşkımıza cin uydurmaları, peri hayalleri karıştırılmasıydı muhabbetimiz bu kadar olağanüstü bir şiddetle ortaya çıkar mıydı? Bu küçük ve masumane hilelerimden dolayı beni mazur gör.

Peki, buna cevabı pek güzel uydurdun. Fakat merak ettiğim bir şey daha var.

Nedir iki gözüm? Söyle...

Bir peri gibi yükümün içinden çıktığın akşam yanıma gelebilmek için “üzerinden muskanı çıkar” diye bana niye yalvardın? Üstümde muskam varken odaya gelemez miydin?

Hasan gevrek gevrek gülerek boynuma atılıp beni ateşin buselerine boğduktan sonra şu cevabı verdi:

O akşam benden çok hoşlandığını gözlerinden anlamıştım. Bakalım Muhsine beğendiği bu güzel peri
delikanlısının âşıkane yalvarmalarına dayanamayarak muskayı üzerinden çıkaracak mı, merakıyla seni denemek istedim. Maksadım iffetini tecrübeydi. Seni demir gibi namuslu buldum. Memnun oldum.

* * *

Muhsine Hanım, yorgunluk almak için başını duvara dayayarak:

Yalvarırım, söylemekten boğazım kurudu. Çiçeklikte duran şu bozamı veriniz.

Bu hizmete bir oda halkı hep koşuştu.

Aheste aheste, yudum yudum bozasını içti. Sonra besbelli o perili gecelerin müthiş ve ruh okşayıcı, çeşitli hatıraları zihninde canlandı. Derin derin, hakikaten gençlik hoppalığını hatırlatan bir kırıtmayla sürmeli gözlerini süzerek devam etti:

Zevcim bu Hacı Hasan Efendi, hikâyedeki işte o kahraman, güzel Hasan’dır. Onun sakalı, benim saçlarım ağardı. Daha birbirimize doymadık. Bu yaştaki süs, nizam merakımdan dolayı beni ayıplamayınız. Hep onun içindir. Hâlâ ilk zifaf gecemizdeki gibi birbirimize ateşliyiz. Hacım nerede kaldı ya? Bu vakit oldu, daha
gelmedi.

* * *

Nihayet Hacı Hasan Efendi, sevgili zevcesini almaya gelerek elinde feneriyle kapıdan bağırdı:

Hanım!

Muhsine Hanım bu hitaba gayet tatlı bir:

A canııım... ile cevap verdikten sonra, o ağır vücutlu kadın, kendini merdivenlerden aşağıya atarcasına bir hücumla koştu.

Senelerin geçmesiyle ölmeyen bu müstesna, bu ateşli muhabbete gıpta eden bütün komşu hanımlar, o gece dinledikleri müthiş hikâyenin eşsiz ve meşhur kahramanı güzel Hasan’ı görebilmek için pencerelere üşüştüler.

* * *

O tarihte zavallı ben ufak bir çocuktum. Senelerin geçmesine ilk şiddetiyle karşı koyan karıkoca muhabbetinin ne demek olacağına hiç aklım ermiyordu. Yalnız şu hatırımda kaldı ki, döşeğime girdiğim zaman büyük validem bana, her zamanki gibi:

 

Yattım sağıma,

Döndüm soluma,

Melekler şahit olsun

Dinime imanıma.

Kalırsam elhamdülillah

Ölürsem elhükmülillah.

 

Yakarışından sonra “Rabbi yessir” duasını üç defa tekrarlattığı halde ben Samsam’ın “gara garun”larıyla Gulyabani’nin uzun sakalını bir türlü unutamamıştım.

 

Sarıyer, Ortaçeşme

14 Eylül 1327 (1911)

Loading...
0%