Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm: Korkulu Bir Akşam Yemeği

@huseyinrahmi

Taşlığın kapısına doğru koştum. Sımsıkı kilitli buldum. Alt katta her tarafın pencereleri kalın, sık demir parmaklıklarla örtülüydü. Kaçmanın imkânı olmadığını gördüm.

Aman Allahım... Ben bir tuzağa tutulmuştum, ama bu nasıl bir tuzaktı? O gece başıma neler gelecekti?

Bir müddet ağladım, sızladım, dövündüm. Ruşen Kadın:

Yemek kotaracağım, diye savuştu, gitti.

O tatlı dilli kalfa da meydanda yoktu. Odada bir başıma kaldım. Çaresiz bir belaya uğramıştım. Çırpınmanın para etmeyeceğini anladım. Ecelime tevekkülden başka bir kurtuluş yolu göremiyordum. Gözyaşlarımı sildim. Kerevetin bir kenarına oturdum.

Artık akşam oluyordu. Dört duvarla mahsur bahçeye baktım. Rüzgârla oynayan ağaçların gölgeleri bile esrarlı birer heyula gibi bana dehşet veriyordu. Oda loşlaştıkça etrafımı çeviren bütün eşyadan, her şeyden, minder üzerinde yatan kara kediden bile korkuyordum.

Acaba o zayıf kalfa, bu şişman Arap insan şekline girmiş birer peri miydiler? Böyle esrar dolu bir evde her şey muhtemeldi. Yaradanıma sığındım. Bildiğim duaları okumaya başladım.

Artık sular kararıyordu. Hâlâ gelen giden yoktu.

Bir köşeye büzüldüm. Titriyordum. Nihayet merdivende bir patırtı oldu. Aman Yarabbi, kim geliyordu? Çeşmifelek Kalfa elinde küçük bir şamdanla göründü. Tepeden tırnağa beyazlar giyinmişti. Saçlarının örgülerini çözmüş, omuzlarından aşağıya salıvermişti. Gözleri gündüzki haliyle kıyas olamayacak bir şiddetle
parlıyordu.

Kapının eşiğinde durdu. Okur gibi bir şeyler mırıldandıktan sonra ağır bir telaffuzla:

Haydi kızım, gidelim. Ruşen’e yardım edelim. Yemek zamanı geldi. Arkamdan yürü. Kapı eşiği atladıkça destur de, ihtarında bulundu.

Kalktık. Ben kapı eşiği atladıkça değil, onlardan birine basarım korkusuyla her adımda “destur” diyordum. Periler civciv gibi bu evin her tarafına, ayakaltlarına dağılmışlar mıydı?

Taşlığı geçtik. Karşı tarafta büsbütün karanlık, uzun bir yola girdik. Ben “destur” kelimesini birbiri ardınca tespih gibi çekiyor, taşları incitmeyeyim endişesiyle parmaklarımın ucuna basıyordum. İki tarafımızda eşya gibi yığın yığın karaltılar vardı. Bunların ne olduklarına dikkatle bakamıyordum.

Biraz daha yürüdük. Bacaklarıma doğru yumuşak yumuşak bir şey dokunmaya başladı. Korkudan dizlerimin bağı çözüldü. Bir-iki destur dedim, durdum. Çarpıntıdan bayılacaktım. Kalfa:

Kızım niye yürümüyorsun?

Ben çarpıldım galiba.

Ne var?

Ayaklarımı okşuyorlar.

Kalfa, özel bir makamla:

Göklerin mahı, / Diyarların padişahı,” çekil, dedi.

İki çenem birbirine vurmaya başladı. Sonra kalfa:

Eyle kerem / Destur mükerrem” kafiyesiyle mumu ayaklarıma doğru tuttu:

A!.. kediymiş. Korkma kızım, dedi.

Eğildim, baktım. Hakikaten o gündüzki iri, kara kedinin ayaklarımın arasında dolaştığını gördüm.

Yine yürüdük. Mevhum bir musikinin ağır temposuna ayak uydurur gibi bir nevi acayip kadansla gidiyorduk. Kedinin bacaklarıma her temasında tüylerim ürperiyordu. Nihayet geniş bir kapıya geldik. İçeriye baktım. Gayet büyük bir mutfak. Köprü kemeri gibi kocaman bir ocağın önünde Ruşen Kadın finoyla karşı karşıya oturmuş. Ocakta bir tencere kaynıyor. Arap da saçlarını çözmüş, siyah yün gibi dağıtmış. Beyazlar giymiş. Bu acayip tuvaletin akşamdan sonra perilere karşı gözetilen bir nevi etiket olduğunu anladım. Sahanlığın üstünde bir kör kandil yanıyordu. Abla’nın arkası bize dönüktü. Geldiğimizi görmedi. Fakat hâlâ bana alışamayan köpek hırlamaya başladı. Arap, başını bize döndürdü:

Destur, tu tu... Ay, siz misiniz? Ötekileri zannettim de korktum. Çünkü Şeytan onların geldiklerini hissedince hırlar, dedi.

Nalınları giyip içeri girdik. Çeşmifelek Kalfa ocağın başına yaklaşıp:

Dadıcığım, bu akşam yemek geç kalmış...

Arap teessüfle başını sallayarak:

İyi saatte olsunlar... Bugün onları gücendirdim mi? Ne yaptım?.. Pilav bir türlü kaynamıyor.

Şerbetlerini, şekerlerini vermedin mi?

İncirin köküne bol bol döktüm. Şah nerede? Onun kaybolması iyi mana değildir, bilirsin ya? Şah onlardandır. Onların küçüğüdür.

Bizimle beraber geldi. İşte burada...

Bu muazzam ismin kediye verilmiş olduğunu anladım. Biraz bekledik. Ruşen Kadın, Şah’la Şeytan’ın ayrı ayrı kaplara yiyeceklerini verdi. Nihayet pilav pişti. Evvelce kotardığı yemek sahanlarını dizerek iki tabla tertip etti. Mutfağın bahçeye açılan kapısı önüne gitti. Oradan kordon gibi sarkan, ucuna tahta parçası bağlı bir ipi seksen besmele ve desturla birkaç defa çekti. Sonra bize dönerek:

Ötekiler çıngırağı pek seviyorlar. Geçen akşam yine böyle çekerken hep buraya üşüştüler, dedi.

Biz kendimize mahsus olan tablayı aldık. Mutfağın yanındaki yemek odasına girdik. Sofrayı kurduk. Ekmekleri siniye dizdik. Bol etli silkme, patlıcan kızartması, pilav, bir de koca kâse kaymak gibi yoğurttan ibaret olan yemeğimizi yedik. Hepsi pek nefis pişirilmişti.

Yemekten sonra, yine o uzun yoldan desturla yürüyerek gündüz oturduğumuz odaya geldik. Cezveler sürüldü. Kahveler içildi. Bu iki beyaz kıyafetli, çözük saçlının arasında ben kıyafetimle, her halimle pek yabancı
kalıyordum. Dışardan gelen en ufak bir tıkırtıya ikisi de dikkatle kulak kabartıyorlardı. Dereden tepeden konuşuyorduk. O geçtiğimiz uzun yolda bir gürültü oldu. Şeytan başını kapıya uzattı, havlamaya başladı. Ruşen Kadın iki yanına sallana sallana, Özüm doğru / Sözüm doğru / Korkutma bizi / Gözümün nuru” kafiyelerini makamla mırıldandıktan sonra dedi ki:

Rabbim hayırlar versin. Bu akşam yine bir hiddetleri var.

Bu iki acayip kadının perilerle insanlar arasında esrar dolu birer mahluk olduklarına artık hükmettim. Dışardaki cinler kadar bunlardan da korkmaya başladım.

Şamdan tepsisi üzerinde bir yağ mumu yanıyor, koca odaya bu ışıksızlık, bir türbe korkunçluğu veriyordu. Hanımefendi bu cinli evin acaba, hangi köşesinde oturuyordu? Yoksa perilerin elebaşısı o muydu?

Dadıyla kalfa arasında bazı işaretler, karşılıklı yüz buruşturmalar geçtiğini hisseder gibi oldum. Fakat ışığın kuvvetsizliğinden bunlara açık bir mana veremedim. Biraz daha oturduk. Çeşmifelek kalktı. El şamdanını yaktı. Ruşen’e bakarak:

Sen bu kadına lazım gelen şeyleri öğret. Ben gidiyorum. Geç kalmaya gelmez, dedi.

Odadan çıktı. Biz şimdi Ruşen, ben, Şeytan, Şah, dört can karşı karşıya kaldık. Bu hayvanlar bile perilere karışmıştılar. Hele “Şah” onların çengisi, köçeğiymiş. Acaba bu hayvan bana bu gece ne oyunlar oynayacaktı?

Bu akşama Ruşen’den ders alacakmışım. Bana öğretecekleri şeyleri yapmak kolay mı? Beceremezsem çarpılacak mıyım?

Aşçı kadın, Şah’ı uzun uzadıya öpüp kokladıktan sonra bana döndü:

Ben de gidip yatacağım, kızım. Çok uyanık durursan hoşlanmazlar. Gündüz bizim, gece onların. Rahat bırakalım. İstedikleri gibi gezinsinler.

Ağlayarak Arap’ın ayaklarına kapandım:

Aman ablacığım, kurban olayım. Her tarafım zangır zangır titriyor. Ben bu evde yalnız başıma bir odada yatamam. Nereye gideceksen beni de beraber götür.

Kaşlarını çattı:

Olmaz, olmaz. Benim okunacak dualarım var. Geceleri tespih çekerim. Yanıma kimseyi alamam.

Allah aşkına...

Nafile yalvarma, olmaz. Hiç korkma. Onlar, gece insan olan odaya girmezler. Ben şerbetledim. Şimdi senin boynuna bir muska takacağım. Bir şeycik yapamazlar. Hem evde en emin oda burasıdır.

Eliyle duvarı göstererek:

Bak, orada bir levha var, içinde “El-cinn’ül-ecin” yazılı. Onun semtine uğrayamazlar.

Korka korka duvara baktım. Bir çerçeve asılıydı. Okuma bilmem ki ne olduğunu anlayayım?

Aman kadıncığım. Perilerin başı için beni beraber götür, öleceksem senin yanında öleyim... Belki ağzıma bir yudum su verirsin.

Bir patırtı duyan Şeytan yine havladı. Ruşen, kapıya doğru gaibe hitapla:

Biraz müsaade edin efendim. İşte artık yatıyoruz. Konak sizin...

Bana dönerek sert bir sesle:

Yok... iki gözüm, onlar inattan hoşlanmazlar. Periler seni boğacak olduktan sonra benim yanıma gelmeye korkarlar mı? Niçin bu kadar titriyorsun? Onları kızdıracak bir fenalık mı yaptın? Suçun mu var?

Hiçbir suçum, günahım yok. Mevla biliyor. Fakat onların hoşuna gidip gitmeyen şeyleri ben nereden bileceğim?

Dur, hepsini anlatacağım. Dinle. Mavili kıyafet giyme. Uçkurunu kıbleye karşı bağlama. Kapı eşiğine oturma. Kuşağını kördüğüm etme. Yatağını duvar kenarına yapma. Akşamları saç örgülerini çöz. Gözlerini birbiri üstüne yedi defadan fazla kırpma. Seni korkuttukları vakit ayak başparmaklarının tırnaklarını birbirinin üstüne sürt. İki elinle kulaklarının memelerini tut. Bir demir bulabilirsen üzerine bas. “Emret ya cin! Hazırım,” diye bağır. Kalbini ferah, inancını tam tut. Bir şey olmaz.

Ben ürpertiler içinde, korkudan, hayretten açık bir ağızla Arap’ı dinliyordum. Nihayet koynundan ipe bağlı bir muska çıkardı. Boğazıma taktı. Bir-iki defa okudu. Ve son nasihat olarak:

Kasıkların çatlasa gece dışarıya çıkma. Onları rahatsız edersin. Gündüzleri bizim. Gece onların. Yüklükte döşek var. Ser, yat.

Yürek paralayıcı son yalvarmalarıma hiç ehemmiyet vermeden, Ruşen Abla bir tarafında Şah, diğerinde Şeytan, çıktı gitti.

Loading...
0%