Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm: Muamma İçinde Muamma

@huseyinrahmi

Bir akşam yemekten sonra bir şey almak için orta kata çıktım. Girilmesi yasak olmayan odalardan birine girdim. Kulağıma derinden bir ses geldi. Bu, bir kadın sesi fakat ne Çeşmifelek’in ne de Ruşen’in sesi değil, bütün bütüne yabancı, o zamana kadar duymadığım bir sesti.

Bu evde her ses, her pıtırtı, her gürültü perilere mal oluyordu. Bu ses de onların olacak. Lakin bugüne kadar işittiğim peri sesleri birtakım şamatalardan ibaretken bu açıkça bir şeyler söylüyordu. Ömrümde hiç peri lakırdısı duymadığım için ne söylediğini merak ettim. Acaba böyle bir merakın hükmüne tebaa olmak perilere karşı bir muhalefet midir? Bunları kızdırmayayım? Kalbim vurmaya başladı. Korkum pek helecanlıydı. Fakat merakım da o kadar büyüktü. Perilerin kendilerine mahsus lisanları mı vardı? Bu gelen ses, bağırmayla söylenme arasında tuhaf bir tarzdaydı. Bütün dikkatimle kulak verdim. Ay... Türkçe söylüyordu. Ses, derinden geldiği için telaffuz olunan cümlelerin bazılarını anlayabildim ki, işte şunlardı:

Benim adım Şefika... Şefika... Şefika... Anamınki Refika... Refika... Refika... Babamınki Tayyar... Yaklaşma ha salar... Hurma dalı... Aktı balı... Yarın salı... Deli karı... Çıkar dilini... Salla belini... A... Deli deli tepeli, eski hamam küpeli... Âlemin aklını mezata çıkarmışlar da yine herkes kendininkini beğenip almış... Akılcığımı kimseninkine değişmem vallahi... Bana deli diyenlerin, dilerim Allah’tan tepeleri delinsin. Ne haddine, hele deli değilim de! Kıllarını say emriyle hemen koca pöstekiyi önüne korlar. Sonra seksen muamma sorarlar... Bir hünsa varmış. Kâh erkekliği üstün gelirmiş, kâh karılığı... Bu hünsanın bir tarafı erkekle, öbür tarafı kadınla evlenmiş. Bu erkekle kadın birbirine ne düşüyorlarmış? Elinin körü... Yeme beni... Yerim seni... Çöreotu, çömlek götü... Manda... Küt... Pat... Geber yat... Aman etme darılırım... Gıdıklama... Bayılırım... Dayanamam sarılırım...

Bu saçmaları duyunca bütün bütün korktum. Entarim beyaz, saçlarım çözüktü. Büsbütün dağıttım. Perilerin gazaplarını teskin için ceplerimde birçok kokulu otlar, tohumlar, üzerlikler taşıyordum. Bunları etrafıma serptim. Böyle korku dolu anlarda tehlikeyi def etmek için bana öğretmiş oldukları “Tur-u kuşiyye” duasını o manasızlık ve uzunluğuna rağmen okumaya başladım. Bu işittiklerim bir hakikat miydi? Yoksa ben çıldırmış mıydım, çıldırıyor muydum? O kadar sakındığım halde galiba çarpılmıştım. O gaipten gelen sesin saçmalarını taklit etmek için birdenbire içime bir heves doğdu. Ben de başladım: “Benim adım Muhsine... Muhsine... Muhsine... Anamınki Rasime... Rasime... Rasime... Babamınki Hızır, yaklaşma ha ısırır. Çöreotu falan filan... Aman etme, darılırım... Gıdıklama bayılırım... Dayanamam sarılırım...”

Evet, ben de işte böyle saçmalarken yine durdum. Aklımı başıma toplamaya uğraştım. Besbelli bu bir cinnet başlangıcıydı. Ne olduğunu anlamak için kendimi, zihnimi bir tartmak istedim. Maziye ait vukuatlarımdan birtakımını hatırlamaya başladım. Hep evvelden bildiğim şeyleri yine yerli yerinde cümleten aklımda buldum. Kendi zannıma nazaran henüz çıldırmamıştım. Fakat delirmemiş olduğumu açıkça ispat için bu işittiğim saçmaların öyle aynen duyduğum gibi, meçhul bir ağızdan çıkmış olduğunu tahkik lazımdı. Evet, daha iyi işiterek şüpheyi def etmek, yanlış işitme illetine yakalanmadığımı anlamak istiyordum. Şimdi nasıl edeyim? Bu evde pek keyfi hareket etmeye gelmez. Daima bir gözünü kör edeceksin, bir kulağını sağır. Ben iki gözümü kör, iki kulağımı da sağır ettim. Fakat bu garibeleri duymaktan nefsi muhafaza mümkün mü? Eski hikâyelerde okunan peri sarayları gibi her delikten, her kovuktan bir türlü ses çıkıyor. Elindeyse bunları işitme, dinleme, haydi bakayım. Perileri gücendirmemeye mi uğraşırsın? Yoksa meraktan çıldırır mısın?

Düşündüm, düşündüm... Bütün damarlarımda galeyan eden şiddetli merak hissine galebe edemedim. Köşkün iki dairesini birbirine bağlayan bir geçit vardı. Elimde şamdanla oraya yürüdüm. Her adımımda belki on desturla sonuna kadar gittim. Nihayetinde önüme bir kapı çıktı. Yokladım, sımsıkı kilitliydi. Kulak verdim. Bir şey duymadım. Geri döndüm. Demin gördüğüm odanın yanında bir oda daha vardı. Odanın kapısını karıştırdım. Açıldı. Fakat bana edilen tembihlere nazaran buraya girmek katiyen yasaktı. Şamdanı içeri tutarak başımı uzattım: Bomboş, tozlu koca bir oda... Bir “Tur-u kuşiyye” duası daha okuyarak tekmil cesaretimi topladım. Zaten ben bu cinler evinde ya çıldıracak, veyahut bir gün perilerin hışımlarına uğrayarak geberecektim. Kokulu otlarımı serpe serpe içeri girdim. Ne peri vardı, ne cin... Besbelli bana oyunlarını sonradan oynamak için ses çıkarmıyorlardı. Tekmil kuvvetimi kulaklarıma topladım. O ses işitiliyor, şimdi daha açık ve yakından geliyordu. Dinledim. Hep evvelce işittiğim saçmalara benzer şeyler. Bu ses, köşkün hangi derinliklerinden geliyordu? Cesaretimi biraz daha ileri götürerek bir pencereye yaklaştım. Mumu yere bıraktım. Camın kanadını açtım, bahçeye baktım. Bahçeyi ortadan ayıran yüksek duvarın tam üstüne nazır bir odada olduğumu anladım. Ortalık yeni ayın ışığıyla
aydınlanmış, iri iri ağaçlar heybetli, adeta korkulu birer manzara almışlardı. Orta katta bulunuyordum. Görebildiğim kadar, köşkün cephesine bir göz gezdirdim. Şimdiye kadar içini görmemiş olduğum bu bölme bahçe pek esrarengiz bir yer. Belki de perilerin daima dolaştıkları kumkuma yeriydi.

Şimdi o ses, bahçeden geliyor gibiydi. O saçmalar bütün açıklığıyla duyuluyordu. Dinledim.

Benim adım Şefika... Babamınki Tayyar... Karaca üzümün kartlaşmamışçası. Ocak kıvılcımlandırıcılardan mısın? Kapı gıcırdatıcılardan mısın? Ne ocak kıvılcımlandırıcılardanım, ne kapı gıcırdatıcılardanım.

Bir berber bir berbere, bre berber, beri gel berber demiş. Şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi. Şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi. Bir tarlaya kemeken ekmişler, iki kürkü yırtık kel kör kirpi dadanmış. Biri erkek kürkü yırtık kel kör kirpi, öteki dişi kürkü yırtık kel kör kirpi. Kürkü yırtık erkek kel kör kirpinin yırtık kürkünü, kürkü yırtık dişi kel kör kirpinin yırtık kürküne, kürkü yırtık dişi kel kör kirpinin yırtık kürkünü, kürkü yırtık erkek kel kör kirpinin yırtık kürküne eklemişler. Kör olası melunlar; işte dersimi su gibi biliyorum. Benden daha ne soracaksınız? Dört deryanın deresini dört dergâhın derbendine devrederlerse, dört deryadan dört dert, dört dergâhtan dört dev çıkar. Ben bu hesabı sizin kadar bilemez miyim zannediyorsunuz? Pireli peyniri perhizli periler tepelerse pireli peynirler de pır pır pervaz ederler. Bana soracaklarınız işte bunlar değil mi? Sınıf geçme gayretiyle çalışan bir öğrenci gibi ben bu imtihanı size her gün veriyorum. Beni buraya kapadınız. Mal ve mülkümün üzerine
oturdunuz. Hakkımı, bu esaretten kurtuluşumu isteyince bu saçmaları tekrar ettirerek beni çıldırtmaya uğraşıyorsunuz. Rabbimden dilerim benden beş beter olunuz. Zebani... Minare boyunla, aksakalınla bu gece bana görünme, taşla kafanı yararım alimallah... Şeytan taşlaması sevaptır. Sen şeytanların Ahu Baba’sısın. Hani ya Salim, hani ya Şevki? Şiş şişeyi şişlemiş, şişe keşişe şiş demiş!..

Çıldırmadığımı anlamak için kendimi bir iki defa daha yokladım. Bir berber bir berbere bir şey söylerken, aman beri gel derken, sonra ortaya bir yaz-kış köşesi çıkıyor.

Kürkü yırtık erkek kel kör kirpinin kürkünü... yine böyle kürkü yırtık dişi kel kör kirpinin kürküne dikiyorlar mı, ekliyorlar mı, insanın zihni bu kel kör kirpinin dikenleri arasında tekerlenir, beyni karıncalanırken lakırdı pireli peynire dönüyor. O zaman adama bir bulantı geliyor, midemde pireler hora tepiyorlar zannediyorum. Ne münasebetsiz imtihan bu? Bu köşkün perileri de kaçık galiba. Beni de böyle bir imtihana çekerlerse ne yaparım? Yok... Yok... Böyle bir imtihana layık olduğunu ispat etmek için bu dergâhta eskimeli. Cinnette birkaç numara ilerleme göstermeli. Bu saçmalar boyuna devam ediyordu. Hemen hemen manasız, bu dil dolaştırıcı tekerleme hezeyanları arasında manalı sözler, sızıldanmalar da vardı.

Artık kayıtlılarından olduğum tımarhane mi? Cinler evi mi? İşte neyse, buranın halkından daha yüzünü görmediğim bir zavallı daha varmış. Düşündüm, düşündüm. Bunun hüviyetini keşfe uğraştım. Bizi getiren arabacının yolda söylediği sözler aklıma geldi. Herif, o perili köşkte Hanımefendi çıldırdı demişti. Ayşe Hanım da; Hanımefendi İstanbul’da aklını bozdu da sonra oraya getirdiler diye karşılık vermişti. Nerede çıldırmış olursa olsun. Zavallı kadını buraya kapamışlar; kimseyle görüştürmüyorlar. Yanından kuş uçurtmuyorlar. Acaba niçin?.. Bu kadının çıldırmış olduğuna şüphe yok. Çünkü o saçmaları ders diye ezberleyip de imtihan vermeye uğraşması bunu ispat ediyor.

Kadıncağız malımın, mülkümün üzerine oturdunuz, diyordu. Sonra saçmalar arasında iki isim saydı. Şevki’yle Salim... Bunlar kim? Bu evde hizmetçilerden başka erkek göremedim. Evin efendisi yahut beyi nerede? Arada bir Kalfa’yla Abla’nın ağızlarından, beyefendiler tabirlerini işitiyordum, fakat köşkte bunların varlığına delil olacak bir emareye tesadüf edemedim.

Eğer o ses, sandığım gibi mecnun Hanımefendi’ninse bedbaht kadın, “Zebani, minare boyunla, aksakalınla bu gece bana görünme. Sen şeytanların Ahu Babasısın,” diyordu. Demek bu köşkte minare boylu, aksakallı bir Ahu Baba var. Bu Ahu Baba’nın dehşetinden bana Ruşen Kadın da bahsetmişti. Muamma içinde muamma...

Bu köşkte biraz daha oturup insanların da, perilerin de sularına gidersem çok şey öğreneceğim. Uzun zaman ortadan kaybolarak Kalfa’yla Arap’ın şüphelerini celp etmemek için hemen camı kapadım. Şamdanı aldım. Yürüyeceğim sırada odanın boşluğu içinden kulağıma bir ses geldi. Fakat bu ses, deminki işittiğimden büsbütün başkaydı. İsmimle çağrılıyordum. Fena halde korktum. Sükût ettim, sindim. Dinliyordum. İsmim birkaç defa daha çağrıldı. Sonradan bir testi yahut sürahi doldurulurken kabadan tize doğru işitilen lıkırtıya benzer bir sesle; “Muhsine!” sözü birbirine ulanarak odanın dört köşesini dolaştıktan sonra en ince perdesi hemen kulağımın dibinde tekrarlanıp söndü. Belimi duvara dayadım. Elimde mum, zangır zangır titriyordum. İsmimin odayı çepeçevre dolaşmasını, korkunun şiddetinden dışarı fırlamış gözlerimle takip ediyordum. Fakat yalnız ses duyuyor, bu sesin sahibi olan cismin gölgesini bile fark edemiyordum. Perilerin maddesiz birer cisim olduklarına işte o zaman inandım.

Denk geldiğim şu peri, bana Ruşen Abla’nın tarif ettiği çeşitten hangisiydi? Hayırlı mı, yoksa şer olan mı? Ben, şimdi Karagöz’ün Kanlı Kavak oyununda insanların çarpıldıkları gibi insanlığımı kaybedip sakil, kaba bir hayvana mı dönecektim? Yoksa çarpık endişeye, çağanoza dönüp kambur kumbur bir şey mi olacaktım? Bana bin öğüt verdiler... Ah deli kahpe, ne dedim de böyle yalnız başıma... tenha... tozlu odalara çıktım?.. Beni çarpsalar da hakları vardı.

Böyle büyük bir değişim felaketini beklerken birdenbire kulağımın yanında kalın, tok bir erkek sesi:

Muhsine, dedi.

Ben de ne yaptığını bilmez, ani ve içten gelen bir taşkınlığa uyarak:

Efendim, diye cevap verdim.

O, gaipten gelen ses, fakat bu defa biraz uzaktan, yine duyuldu:

İmtihan olacaksın. Dersini ezberle...

Peki efendim.

Dikkat et... Süflilerin üzerine basma.

* * *

Aynı yerde ve aynı vaziyette bir hayli müddet bekledim. Artık bir şey işitilmedi. Muhakkak bu gece perilere karıştım gitti. Emirlerine muhatap oldum. Kabul cevabını verdim. Ruşen’in dediği, işte şimdi tamamıyla oldu. İmtihan olacakmışım. Dersimi ezberlemeliymişim. Hangi dersimi? Deminden duyduğum saçmaları mı? Demek ki ben adeta mecnun mülazımı yahut deli adayı oldum. O saçmaları ezberleyeceğim. İmtihanımı verdikten sonra cinnet ilminden şahadetname alacağım! Dergâhlarda çile dolduran dervişler gibi delilikte dedelik mertebesi kazanacağım. Bu rütbeye erdikten sonra herhangi bir tımarhaneye müracaatla şahadetnamemi göstersem derhal benim için bir kabul hücresi açılacak. Düpedüz hak ederek deli, şartıyla şurtuyla kaçık sayılacağım. Fena değil. Çeşmifelek’le Ruşen’in bu kadar müddettir eremedikleri bir mertebeye nail olacağım.

Galiba periler bende cinnete daha büyük bir yetenek gördüler.

“Süflilere basma,” diye bir hatırlatma oldu. Bu süfliler kimler? Göze bir şey görünmüyor ki basıp basmadığımı bileyim? Allah bilir, bu süfliler Ruşen’in söylediği “eşirrâ-yı ecinniyân” olacak. Yani ecinnilerin en kötüleri. Bu uğradıklarım, hayırlılardan olmalı ki, şerlerden korunmamı tavsiye ediyorlar. Ben bunların hayır ve şer derecelerini sonra anlayacağım.

İyi saatte olsunları kızdırmamak için emirlerine boyun eğmek lazım. Bu iyi saatte olsunlar tabiri neden onların hüviyeti, adı olmuş? Onlara niçin böyle deniyor? Mazallah, fena saatte olsalar, dünyayı birbirine katarlar da onun için. Demek ki perilerin hayırlısına da hayırsızına da pek güvenmemeli. Vakit geçirmeden dersimi ezberlemeli. Nasıl? Anamın babamın ismini söyleyerek, hüviyet tayiniyle derse girişmeli... Sonra kapı gıcırtısından mı? Kürkü yırtık kel, kör kirpiden mi, yoksa dört dergâhın bilmem kaç dedesinden, derbendinden, derdinden, deryasından mı?

Bu saçmaların en ziyade hoşuma gideni: “Aman etme, darılırım. Gıdıklama bayılırım. Dayanamam sarılırım” nakaratıydı. Ben, böyle söylene söylene elimde mumla odadan çıktım. Artık imtihanı mükemmel vereceğime şüphem kalmadı. Her adımımı attıkça süflilerden birinin üzerine basacağım diye ödüm kopuyordu...

Loading...
0%