Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@huseyinrahmi

Herkes satmakla, kırdırmakla, Ali’nin külahını Veli’ye, Veli’ninkini Ali’ye giydirmekle meşgul. Lakin artık satacak şey, kırdıracak kâğıt, kolaylıkla külah giyecek insan da kalmadı. Çok adam elleri böğründe bir memuriyet arıyor. Memuriyettekiler aylıksızlıktan müebbet oruca idman etmekle beraber başka işler bulmak için dolaşıyorlar. Herkes bir lokma ekmeğin peşinde. Evvelden para arslanın ağzında idi. Şimdi nerede olduğu malum değil. Galiba akıllı arslanlar vaktiyle onu yuttular. Vücutlarının en derinlerine indirdiler. Su-i hazme uğrayacaklar sandık ama boş lakırdı, bir şey olmuyorlar. İş tamam para yutma tasımında, arslan olabilmekte.

Birçok şeyler var ki manalarındaki eski şiddeti, kuvveti kaybettiler. Mesela yağlı fesle, yamalı potinle, pejmürde kıyafetle gezmek hiç ayıp değil. Ödünç para alıp tediye etmemek borç yığılınca bakkalı, kasabı değiştirmek, maişet icabı şöyle böyle yalan söylemek hatta masumane ufak tefek hırsızlıklar yapmak afv-ı umumiye mazhar teklifsizliklerden sayılıyor. Çünkü başka türlü yaşamak kabil değil. Kim kimi aldatabilirse. Altta kalanın canı çıksın.

Bazı hükemanın kavlince ahlak, maişete daha açık tabiriyle yiyeceğe, içeceğe tabi imiş. İnsaf ediniz, bu kadar karışık, bozuk yiyecek ve içecekler içinde halis tabiatlı kalmak mümkün mü? İnsan bir defa kazıklanır. İki defa aldanır fakat üçüncüsünde, dördüncüsünde kendi de başkalarını dolaba getirmezse öyle bir muhitin ahengi daha doğrusu ahenksizliği içinde bunalır, yaşayamaz. Ahlaksızlık da mide fesadı gibidir. Bir kere bozuldu mu artık düzelmez.

 

* * *

 

Nafiz Efendi, zavallı adam, zamanın zarureti içinde cayır cayır kavrulanlardan biridir. Evvelden masrafını iradına uydurmuş beyler gibi geçiniyordu. Şimdi her şeyden sarfınazar akşamları en mübrem ihtiyaçtan sayılan üç okka ekmek parası belini küttedek kırıyordu. Şairin dediği gibi “Viran olası hanede evlad u ıyal var”dı. Her akşam bulup buluşturup götürmeli.

Zaruret ağır ağır sıkışan bir cendere gibi her gün bir parça daha işkencesini artırıyor, kendilerinden daha ziyade tahammül, metanet istiyordu.

Nafiz Efendi bütün bu sıkıntılara yalnız bir şey ile mukavemet edebiliyordu. İşretle. Her akşam Langa’nın havuzlusunda ihtiyaç elemlerini birkaç kadehin, para
bulabildiği zamanlar birkaç şişenin içinde boğuyor, evine o duvar senin, bu duvar benim şarkı söyleyerek geliyordu.

Bu hoppaca bedmestlik onun sinniyle hiç mütenasip değildi. Yaş kırk beşi geçmiş, saça, sakala kır serpmiş, hayatın kayınpederlik, büyükbabalık mevsimine gelmişti. Bu işret iptilasından dolayı son zamanlarda kayınvalidesi Refia Hanım’la geçimsizlikleri pek arttı. Kadın rast geldiği eşine dostuna derdini yanıyordu:

“Hanım hanım bizim zirzop damat evlere şenlik yaşlandıkça azıyor, hoppalaşıyor. Artık ondan bize hayır kalmadı. Kırkından sonra azanı teneşir paklar,” mukaddemesiyle söze girişiyor anlatıyor ağlıyor, ağlıyor anlatıyordu.

Evet damadının adını zirzop koymuştu. O şimdi mahallede Nafiz isminden ziyade kaynanasının kendine hediye ettiği bu müstehzi mahlasıyla anılıyordu.

Nafiz Efendi birkaç gün keyif çatacak para bulamadı. İki üç akşam meyhaneciyi astı. Artık bu ispirto ticaretgâhları arasından geçemiyordu. Krediyi düzelterek kafayı tütsüleyebilmek için birkaç kuruşa ihtiyaç vardı. Bu parayı bulmak müşkülün de fevkinde idi. Düşündü, taşındı, kayınvalidesinin üç dört yüz kuruşluk eytam ü eramil aylık koçanını aşırmayı kurdu. O, evde yokken dolabına anahtar uydurdu. Meramına erdi. Fakat kadın hakikati duyunca bir kızılca kıyamettir kopacak, yalnız ev değil, belki bütün mahalle yerinden kalkıp oturacaktı.

Nafiz Efendi bu cihan kaygısını zihninde öldürecek iksiri çeksin de isterse kürre-i arz mahrekini şaşırsın, umurunda değildi. Koçanı bir sarrafa kırdırdı. O akşam Havuzlu’nun bir köşesine kuruldu. Önüne mezeleri dizdirdi. Kadehleri birbiri arkasına yuvarladıkça bu felaket, bu zaruret âleminin, beynini kemiren endişeleri hafifliyor, dünyanın her bakışta yürek yakan manzaraları değişiyor, şimdiye kadar seçemediği gayr-i memul cihetlerden ümit tebessümleri bile beliriyordu.

Bu ateş gibi mayii içtikçe dimağını saran şey neşe miydi? Ne idi? Güya birkaç gündür kendinde değilmiş de şimdi kadehleri midesine döktükçe ağır ağır kendini buluyor gibiydi. O kendini böyle bulmaya uğraşırken etraftan gelen seslerin perdeleri yükseliyor, bahisler tuhaflaşıyor, kahkahalar artıyor, güya hep ötekiler kendilerini kaybediyorlardı.

Bir aralık yanı başında cereyan eden bahse kulak verdi. Birkaç genç şöyle konuşuyorlardı:

“Bu aralık bütün zamane ukalası, ruhlarla meşgul. Dirileri düşünen yok.”

“Onun sebebi var.”

“Nedir?”

“Amerikalı meşhur muhteri Edison ruhlarla muhabere imkânını verecek bir alet icadıyla uğraşıyor da onun için.”

“Laf.”

“Laf maf. Edison gibi şöhreti yüksek bir muhteri ortaya böyle bir söz fırlatırsa bu, hakikate ne kadar aykırı duran bir keyfiyet olsa yine kayıtsızca karşılanamaz. Herkese bir türlü lakırdı söyletir. İşte ruhlarla zaten muhaberede bulunduklarını iddia eden birçok şarlatanların yüzlerini güldürecek bir haber.”

“Evet. Ona tatbik edilecek bir aletin ihtiramdan evvel ruhun ne olduğunu katiyen tayin etmek lazım gelir. Dinsizler için ruh yoktur. Büsbütün manasız bir kelimedir. Dindarlar için ise ruh, Allah’ın en büyük esrarıyla muhat ve bazı mutasavvıflarca zatullah ile alakadar gayr-i cismani latif bir şeydir. Binaenaleyh Edison gibi âlimlerin, ruhu makine başına çağırıp söyletebilmeleri için onun bu iki telkinin haricinde üçüncü mahiyetini ispat eylemeleri icap eder. Ruh dünyevi dilini cesedinde bırakıp gidiyor. Onun manevi lisanını ise hiçbir makine söyletemez. Çünkü sonra dünyanın altı üstüne gelir. İşit de böyle şeylere inanma, sırrullah olan ruh, dünya âlimlerinin laboratuvarlarında, fizik havanlarına, şişelere, kimya enbubelerine, imbiklerine giremez. Girdi derlerse, inan ki bu şeytandır.”

Sarhoşlar hep bir ağızdan gülüştüler. Sonra içlerinden biri dedi ki:

“Canım, Edison’un ihtira ile uğraştığını ilan ettiği bu son ruhlarla muhabere makinesinin içinde ne cin var ne şeytan, ne mübalağa ne de yalan. İşin aslını bilmiyorlar, hakikatin kimse farkında değil.”

“Sen farkında mısın?”

“Hay hay.”

“Nasıl farkında oldun?”

“Adam bunu anlamak için biraz zekâ, biraz mülahaza kifayet eder.”

“Yeni dünyadan eskilerine yayılan bu mesele her tarafta çalkandı. Âlim, cahil binlerce kafalar bununla meşgul oldular. Bunu kimse, bir sağlam kaba aktaramadı. Bu kadar mütefekkirlerin içinde senin kadar bir zekisi, mülahazalısı bulunamamış olduğuna taaccüp olunur. Keşfettiğin hakikati söyle de şu meyhane köşesinde dehanı el çırparak alkışlayalım.”

“Efendim bilmem bilir misiniz? Edison sağırdır. Sesi büyüten aletle konuşuyor. Dinlerle olan bu mükâleme usulünü ölülere de tatbik etmek istedi. Mesele bundan ibaret. Şimdi işi çaktınız mı?”

Bir kahkaha tufanı daha koptu. Bu akşamcılar mangası içinde miskin mistik suratlı birisi bu kahkahalara iştirakten muhteriz görünerek dedi ki:

“Gülmeyiniz! Ruhlar ile eğlenilmez. Hem bu, böyle meyhane âleminde münakaşa edilecek bir bahis değildir. Başka şey konuşalım. Eğlenceli laf mı yok?”

Birkaçı birden:

“Ooo... Demek ruhlardan senin ağzın yanık, onlardan bahse korkuyorsun.”

“Evet. Ne zannettiniz? En imansızları düşündürecek garabette birkaç vaka bilirim.”

“Bu garip vakalardan birisini anlat da biz de irşat olunalım.”

“Küçükken tebdilihava için ailece Kurtköyü’ne gitmiştik. Orada bir cinayet oldu. Katil bir türlü keşfedilemiyordu. Nihayet maktul bir gece zevcesinin rüyasına girerek caniyi ismiyle, resmiyle olduğu gibi haber verdi. Kadının ihbarı üzerine zabıta herifi yakaladı.”

Bir sağanaklı gülüşme daha koptu:

“O... O... Oo... Doğrusu dumanı üstünde pek taze bir vaka. Necip’in çocukluk zamanında yani bundan en az yirmi beş sene evvel olmuş bir cinayet. Haydi oradan işine be! Zabıta rüya üzerine insan tevkif etmez” itirazları boşandı.

Nafiz Efendi mütehassirane çektiği kadehlerin verdiği tatlı bir baş dönmesi arasında bu ruh bahsini dinliyordu. Onun dünyaya, ahirete, ruha, cesede dair pek derin malumatı yoktu. Vaktiyle mahalle mektebinde tecvit, Mızraklı İlmihal ve sonra da rüştiyede Emsile, Bina filan okumuştu. Fen, felsefe namıyla bazı beşerî malumat olduğunu işitirdi ama bunların itikat bozan, binaenaleyh ahiret için pek muzır şeyler olduklarını vaizlerden çok defa dinlemişti. Dini avamire inanmayı ve öte tarafını karıştırmamayı kendi için, en büyük bir vazife bilirdi.
Onun zannınca ruh, insanın ten kafesinde kuş gibi tüneyen ve vefatında uçan bir şeydi. Yanı başındaki mangadan dinlediği ruh bahsinde yalnız Kurtköyü vakası sarhoş dimağında derin bir tesir yaptı. Demek bazı cinayetlerde ruh dünyaya inip katili ihbar edebiliyordu.

Loading...
0%