Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm

@huseyinrahmi

Tahkikat bu merkezde durdu. İlerlemiyor, şişelerdeki kesik uzuvlar Rasih Bey’e müşabehetlerinden başka artık bir şey söylemiyorlar fakat Remzi ve Seyit Efendiler hiç durmayıp cinayetin etrafında dönüyorlardı. Meselenin görünürdeki en mühim düğümü Paris’teydi. Clichy’de 21 numaraya mektup yazılınca hiç gecikmeden, Rasih Bey’in yazısı ve imzasıyla muntazaman cevap geliyordu.

Şişedeki kafa hakikaten Rasih Bey’e ait olup da Paris’ten onun namına oynanan bu oyun caniyane bir komedyadan başka bir şey değilse, mektupların mürettibi bu katil aktörlerin maslahatı idaredeki maharetleri, pek büyük hayretlere seza melanetlerdendi. Tamamdır Paris’te o adreste tahkikata başlandığı sırada Rasih Bey’den İstanbul’a müteveccihen hareket etmek üzere olduğu hakkında bir mektup geldi. Acaba bu bir hakikat miydi? Yoksa melaneti tedvir hususunda vakit kazanmak için takibatı işkâl maksadıyla mı yapılıyordu?
Bu nazik keyfiyet, zabıta memurları arasında münakaşa edilmekteyken Rasih Bey’den Loraki Hanı’ndaki şeriklerine Paris’ten hareket gününü bildiren bir telgrafname geldi. Bu akılları durduracak cürette bir şeytanet de olsa herhalde vadeli bir hile demekti. Çünkü telgrafname tarihine göre Paris’ten buraya olan sefer müddetinin mürurundan sonra Rasih Bey gözükmediği takdirde hakikat anlaşılacak, bu mühim sır en son sekiz-on gün içinde tavazzuh edecekti.

Filhakika keyfiyet öyle cereyan etti. Adliye ve zabıta memurları bu müddeti büyük bir merakla geçirmekteyken nihayet beklenilen şark katarı geldi. Vagonlardan çıkanları helecanlı ve hemen heyecanlı denecek bir dikkatle muayene ediyorlardı. Valizlerini hamallara yükleterek katarın basamaklarından rampaya atlayan yolcuların arasında gözleri siyah bir gözlüğün iri camlarıyla örtülü bir adam indi. Gözükmeyen gözlerinden gayri olan yüz çizgileri, kıyafeti, etvarı Rasih Bey’e pek benziyordu. Şerikleri küçük bir tereddütle yaklaşarak bunun Rasih olduğunu anladılar. Hemen boynuna, sarılıp hararetle istikbale atıldılar. Adliye memurları uzaktan bu sarmaş dolaşı büyük bir dikkat ve tefahhusla seyrediyorlardı. Ve hatta bu kadar samimiyetle karşılanan bu yolcunun siyah gözlük camları altında Rasih’in şekli şemailine girmiş usta bir cani bulunması şüphesiyle alınları buruştuğu seçiliyordu.

Bu pek meraklı şüpheler arasında memurların gözleri Rasih Bey’in parmaklarına dikildi. Sağ elin yüzük parmağında bir izdivaç halkası görülüyordu. Yolcunun alnı, kulakları, yanakları, burnu meraktan insanı tıkayacak derecede şişedeki kafaya benziyordu. Saçlarda, bıyıklarda beyaz yoktu. Fakat yüz derisinin pörsüklüğü bu akların boyayla kapatıldığını tecrübekâr gözlere karşı pek saklayamıyordu.

Ufak bir istizah için polis müdüriyetine kadar gelmesi kulağına fısıldandığı vakit biraz benzi atarak Rasih şaşaladı. Vakadan hiç haberi yok muydu? Yahut öyle görünmek mi istiyordu?

Hariçten gelen yolcular hakkında icrası mutat resmî muamelat yapıldıktan sonra Rasih Bey müdiriyet-i umumiyeye götürüldü. İsticvabı başladı. Sorulan şeylere bila-tereddüt vazıh cevaplar veriyordu. Mesele teşrih edilip de gaybubeti esnasında İstanbul’da vukua gelmiş esrarengiz bir cinayette kendinin maktuliyetine dair bir zehap hasıl olmuş bulunduğuna çok şaştı. Ve pek müteessir oldu. Hayretler içinde düşündü, düşündü. Bu muammadan herkesle beraber kendinin de bir şey anlayamadığını itiraf etti.

Rasih Bey’in Avrupa’dan avdetiyle katiyen tavazzuhu memul edilen bu cinai mesele şimdi daha ziyade muğlak ve hemen akıl almaz bir şekle girmiş gibiydi. Müstantik birdenbire Rasih Bey’den parmağındaki izdivaç halkasını istedi. O da hemen çıkarıp uzattı. Yüzüğün iç dairesindeki mahkuk tarih muayene edilince bunun fi 21 Safer 1320 ve 16 Mayıs 1318 Perşembe olduğu göründü. Adliye ve zabıta memurları istiğrabkâr nazarlarla birbirine bakıştılar. Müstantik, Rasih Bey’i derin bir dikkatle süzerek:

“Bu halkadaki mahkuk tarih sizin izdivaç tarihiniz değildir.”

Rasih Bey fevkalâde afallayarak:

“Bu halka bendenizin nişan yüzüğüm, binaenaleyh içindeki mahkuk tarih de izdivaç tarihimdir.”

“Hayır, doğru söylemiyorsunuz.”

“Doğru söylüyorum efendim, izdivaç tarihimi inkâr veya değiştirmekten benim için ne menfaat mutasavverdir?”

“Siz 21 Safer 1320 ve 16 Mayıs 1318’de değil, 15 Rebiyülevvel 1331 ve 8 Şubat 1328 tarihinde evlendiniz. Zevceniz Feride Hanım’ın parmağındaki nişan yüzüğü üzerinde ettiğimiz tetkikten anlaşılan hakikat budur. Zevcenizin itiraf ve tasdiki de aynen böyledir.”

“Evet, bendeniz izdivaç tarihimin 15 Rebiyülevvel 1331 ve 8 Şubat 1328 olduğunu inkâr etmiyorum. Evlendiğim gün ve ay işte tastamam budur.”

Rasih Bey’in parmağından çıkan halkayı müstantik yine kendine uzatarak:

“Alınız, bunda mahkuk olan yazılara bakınız. Oradaki tarih, ifadenizle tevakkuf ediyor mu?”

Rasih Bey yüzüğü aldı. İç tarafında mahkuk tarihe bakınca hayretinden gözleri büyüdü. Titreyen dudaklarının arasından bir şeyler kekeledi. Söylediğini ne kendisi biliyor, ne işiten anlıyordu. Elini başına götürdü. Beynini sıka sıka hatırasını zorlayarak gözlerini sabit bir noktaya dikti. Düşündü, düşündü. Nihayet:

“Aman efendim. Bu yüzük benim değil,” dedi.

“Yüzük sizin olduğunu inkâr edemezsiniz. Çünkü şimdi burada beş-altı kişinin gözü önünde parmağınızdan çıkardınız.”

“Aman efendim merhamet ediniz. İnanınız, bu yüzük benim değildir.”

Rasih Bey, siyah camlı gözlüğünü çıkardı. Muktedir olabildiği bütün dikkatiyle yüzüğü evirdi çevirdi ve durmadan:

“Bu yüzük benim değildir ve mümkün değil benim olamaz,” sözlerini tekrar ediyordu.

Demevi simasına bir horoz ibiği kadar kan toplandı. Bakışında ifadesinin doğruluğunu tasdik eden büyük bir samimiyet ve saffet vardı. Ve sonra bu teessür ve telaşlarını bir tebessümle tadile uğraşarak:

“Parmağımdan çıkan yüzükte izdivacıma ait olmayan bir tarih zuhur etmesi ittihamımı mucip bir hadise sayılamaz ya. Nasıl olmuşsa olmuş parmağımdaki asıl yüzüğümü başka bir adamınkiyle değişmişim.”

Kesik koldan çıkan yüzüğü Rasih Bey’e uzatarak sordular:

“Bu halkayı tanıyor musunuz?”

Zavallı adam yüzüğe bakar bakmaz haykırdı:

“Tanımamak kabil mi? İşte bu benim yüzüğüm.”

“Bunun kendi yüzüğünüz olduğunu ileride ifadenizi değiştirmeyecek bir katiyetle tanıyor musunuz?”

Rasih Bey iki halkayı birbiriyle tatbik ederek:

“Bu yüzüklerin kuturları ve şekilleri hemen birbirinin aynı fakat bu verdiğinizin iç muhitindeki mahkuk aylar, seneler, günü gününe benim izdivaç tarihimdir. (Halkayı parmağına geçirerek) İşte bakınız tıpkı tıpkısına parmağımın halkası.”

“Demek bunu katiyen tasdik ediyorsunuz?”

“Katiyen, katiyen.”

“Fakat efendim, bu yüzük denizden zuhur eden kesik bir kolun parmağından çıkarılmıştır.”

Rasih Bey, birdenbire sinirlerine sızma kesaleti gelen bir sarhoş gibi iskemlesi üzerinde iki yanına sallanarak yere kapanacak gibi oldu. Sonra muvazenesini buldu. Lakin hayretinden ağzı açıldı. Gözlerinde ürkek bir koyunun eblehane bakışı vardı. Ta göklerin derinliğinden hiç tanımadığı bir âleme düşmüş gibi etrafındakilerin yüzlerine bel bel bakınıyor, duyduğu son cümleden hiçbir mana anlayamamış gibi görünüyordu.

Onun caliyetle tabiiliği vehleten pek fark olunamayan bu belahat edasına karşı müstantik dedi ki:

“Beyefendi, vakadan haberiniz yok mu?”

“Hangi vakadan?”

“Kesik baş cinayetinden.”

“Bir şeyden haberim varsa bütün şiddetiyle Allah’ın gazabını üzerime celp etmiş olayım.”

“Ne kadar inkâr etseniz bu cinayetle olan münasebetinizi büsbütün ret kabil değildir.”

“Adl ü insafınıza sığınırım efendim. Niçin kabil olmasın?”

“Çünkü zatınıza aidiyetini katiyetle tasdik ettiğiniz yüzük maktulün parmağında bulundu. Ve şimdi parmağınızdan çıkarmış olduğunuz halkanın üzerinde de diğer bir izdivaç tarihi mahkuk bulunuyor. İhtimal ki bu yüzük de maktule aittir. Bunu ne vakit, nerede ve ne münasebetle değiştirdiniz efendim? Hafızanızı icbarla iyi düşününüz. Adaletin bu sualine cevap vermeye mecbursunuz.”

“Şan-ı uluhiyyete kasem ederim ki bu halkanın nerede, ne vakit ve suretle değiştiği sizin kadar bence de meçhul kalmış bir muammadır.”

“Parmağınızdaki yüzüğün sizin olmadığını bilmiyor muydunuz?”

“Bu saate kadar vallahi bilmiyordum.”

“Hiç parmağınızdan çıkarıp da mahkuk tarihe bakmadınız mı?”

“Nesine bakayım efendim, parmağımdaki yüzüğün tarihi değişeceği akla gelir bir keyfiyet midir?”

“Halkanın biçimindeki cüzi bir başkalıktan, darlığından, bolluğundan, hiç şüpheye düşmediniz mi?”

“İşte efendim, iki yüzüğü de yan yana muayene ediniz. Eğer şeklen ve kutren bir farklarını bulabilirseniz söyleyiniz.”

“Demek ki parmağınızın kalınlığı maktulünkinin aynı imiş.”

“Öyle olmak iktiza ediyor.”

“Bunun daha garibi var. Maktul, vechen de tamamı tamamına size benziyor.”

Gittikçe dolaşıklığı artan bu karışık meselenin kördüğümlerini gevşetebilmek iktidarından zihnini pek uzak bulan Rasih Bey ağlamalı olarak:

“Adaletinize sığınırım. Simaca maktul bir şahsa benzeyenlerin mücrimiyetlerinden şüphe etmek hangi fende, hangi kanunda vardır?”

“Bu benzerlik o derecede ki maktulün siz olduğunuzdan şüpheye düştük.”

“Allah Allah, ben kendi kendini öldürdükten sonra tekrar yaşayarak hem katil hem maktul olamam ya! Sözlerinizin ciddiyetine inanamıyorum. Yoksa ben çıldırdım da işittiklerimi büsbütün ters mi anlıyorum? Cani olmak şöyle dursun, cinayetten katiyen haberim yok. Avrupa’dan geliyorum. Trenden çıktım. Buraya getirildim. Giderken keza şeriklerim, ahbaplarım tarafından vagona kadar teşyi olundum. İstanbul’dan çıkmazdan evvel de işiyle gücüyle meşgul bir adam olduğumu âlem tasdik eder. Şehir hayatımda evimden başka bir yerde bir gece geçirmiş adam değilim. Hiç ilmim, haberim yokken ve belki de ben burada değilken vuku bulmuş bir cinayetten ben nasıl mesul olabilirim? Mücrimiyetimden şüphe ederseniz çok aldanırsınız. Adaleti beyhude yere savsaklayarak hakiki mücrimi takipte geciktirmiş olursunuz.”

“Biz sizin mücrimiyetinizi iddia etmiyoruz. Bazı kere insan bilmeden cinai bir vakaya karıştırılmış bulunur. Tekrar tekrar söylüyoruz. Sizin parmağınızdan kendinize ait olmayan bir yüzük zuhuru ve asıl izdivaç halkanızın kesilmiş bir elin parmağında bulunması ve meçhul bir maktulle simaca tıpkı tıpkısına benzerliğiniz görülmesi, hep bunlar bir sıraya kuru tesadüflerin tevlit ettiği garaibden madut şeyler olamaz. Bunların asılları astarları olsa gerektir. İşte onları arıyoruz. Belki birdenbire zihniniz karıştı, hafızanız bulandı. Teessürünüzün şiddetinden dimağınız bütün vuzuhunu kaybetti. Ne düşüneceğinizi şaşırdınız. Telaş etmeyiniz. Hatıranızı toplamaya uğraşarak, şaşırmayarak ağır ağır düşününüz. Korkacak bir şey yoktur. Adalet sellemehüsselam bir masumun mücrimiyetine hükmetmez. Akrabanızdan size benzeyen bir kimse yok mu?”

“Bana pek benzeyen bir biraderim vardır.”

“Kendisi nerededir şimdi?”

“İsviçre’de.”

“Oraya ne zaman gitti?”

“Ben buradan Avrupa’ya hareket etmezden bir hafta evvel.”

“Mektup alıyor musunuz?”

“Hayır.”

Rasih Bey birdenbire iskemlesinden fırladı. Kaçacak zannıyla yolunu kestiler. Gözlerini baktığını görmez bir dalgınlıkla karşısındaki çehrelerin üzerinde birer birer dolaştırdıktan sonra o anda hafızasından geçen mühim bir şeyi kavramak ister gibi elini şarkadak alnına vurarak:

“Sualiniz zihnimi uyandırdı. Teşekkür ederim. Parmağımdan çıkardığım yüzüğün içindeki mahkuk tarih biraderimin evlenme yılıdır. Fakat bu halkaları onunla ne vakit değişmişiz? Bundan ne onun haberi olmuş, ne de benim. Evet, ne vakit değişmişiz? Şimdi bunu bulmalıyım.”

Rasih Bey gözlerini küçülte küçülte, alnını ova ova hafızasını zorlayarak düşünürken etrafındakiler onun bu zihnî faaliyetini ihlal etmemek için ağız açmak değil, nefeslerini bile hissettirmiyorlardı.

Zavallı adam, parmaklarıyla birtakım zaman, gün hesapları yaparak daldı, düşündü. Nihayet:

“Bir malumun aydınlatması yardımıyla meselenin karanlık cihetleri vuzuhlaşarak diğer meçhullerin hallerine de imkân hasıl oluyor. Bir düğüm çözüldükten sonra ötekiler de gevşiyor. Elde edilmiş bir çiviyle öbürleri de sökülüyor. Şimdi bütün suallerinize cevap verebileceğim sanıyorum. Çünkü biraderimden bahsederek beni bir iz üzerine koydunuz. Binaenaleyh benden çabuk ve doğru malumat almak isterseniz meselenin her ciheti hakkında beni tenvir ediniz. Çünkü olan bitenden haberim yok. Masumiyetimden, saffetimden, sözlerimin doğruluğundan şüphe etmeyiniz.”

Rasih Bey’i kavanozların bulunduğu odaya götürdüler. Şaşkın şaşkın etrafına bakınırken perdeyi açıverdiler. Koca şişelerin içinde insan uzuvlarından kurulma o hüzünlü turşuları görünce kesik başın önünde durdu. Biri ahiretten, öbürü dünyadan iki kardeş birbirine bir müddet kasvet ve esrar dolu melul birer süzüklükle bakıştılar. Sanki aralarında diğerlerinin anlayamayacağı bazı ifhamat vuku buluyor, bazı hisler teati olunuyordu. Ölü söylüyor, diri dinliyor gibiydi. Rasih, bu mezarsız kalmış ölünün samit sözlerini dinledikçe o da dünyasını değiştiriyor sanılacak bir sarılık alıyor, balmumulaşarak eriyordu. Nihayet ayakta durmaya ve karşısındaki hakikatin fecaatini daha fazla görmeye takati kalmadığını gösterir bir hüngürtü arasında:

“Ah, kardeşim Raif, seni bu hale kim koydu?” elim istifhamıyla şişelerin durduğu masa üzerine yüzüstü kapandı.

Loading...
0%