Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15. Bölüm

@huseyinrahmi

Cinayeti saran kesif karanlığı aydınlatmak için aranılan pencerenin otelci Madam Moiz’in ifadesinden açılacağı anlaşılıyor gibiydi. Son zamanlarda maktulün nezdine esrarengiz ihtiyatlarla gelip giden dişi ve erkek iki gencin bu cinayette birer amil oldukları şüphenin fevkinde bir belirti derecesinde görünüyordu. Fakat her isticvapta otelci kadın yeni bir şey ilave etmeksizin eski ifadesini tekrarlayıp duruyordu. Bu iki genç ne hüviyette mahluklardı? İstanbul’da mıydılar? Yoksa bir tarafa savuşmuşlar mıydı? Vakit geçtikçe cinayetin merkezinden oraya buraya uzanan zayıf izler birbirine karışarak siliniyor, görünmez oluyordu.

Oradan hareket etmek için tahkikata bir mebde, bir esas noktası tayini lazımdı. Remzi Efendi bu esası Kuledibi Sokağı’ndan Raif Bey’i alarak götüren arabacıyı taharride buluyordu. Maktulün bavulunu arabaya kadar taşıyan, otel hizmetçisi Jozef’in zihni o anı hatırlamaya ne kadar icbar edilse herif bir türlü arabacının şahsı ve arabanın numarası hakkında vazıh hiçbir şey söyleyemiyordu.

Rasih Bey, müdiriyet-i umumiyeye müracaatla biraderini katleden ve edenlerin hüviyetlerini keşif yoluna bütün servetini fedaya hazır olduğunu bildirdi.

Belki yine bir tesadüf kim bilir hangi gün ve hangi saatte aranılan bu hakikati meydana çıkaracaktı. Bu müddeti tayin mümkün değildi. Bunun pek uzun sürmesi de muhtemeldi. Rasih Bey beklemeye tahammül edemiyordu. Binaenaleyh son tedbir olmak üzere gazetelere şöyle bir ilan derç ettirdi.

 

“Sene-i haliye teşrinisanisinin altıncı çarşamba günü öğleden sonra, saat beş raddelerinde Kuledibi Sokağı’ndan orta boylu, şişman, kır düşmüş kumral saç ve bıyıkları kırpık, elli dört, elli beş yaşlarında, tahmin olunabilen bavullu bir müşteri alan arabacı her kim ise Polis Müdiriyet-i Umumiyyesine müracaatla bu zatı bıraktığı mevkii tayin ve ispat edebildiği takdirde kendisine beş yüz lira nakdi mükâfat verilecektir.”

 

Vaat olunan nakdi mükâfatın dolgunluğu karşı taraf arabacıları arasında adeta rekabetkâr bir tamah uyandırdı. İlanda münderiç gün ve saatte aynı mahalden ve aynı eşkâlde müşteri almış oldukları iddiasıyla tamam sekiz arabacı zuhur etti. Besbelli bunlardan hiçbirinin beş yüz lirayı kazanmak için talih tecrübesine kalkışmaktan başka vakayla bir münasebetleri yoktu. Bu sekiz yalancı arabacı içinde acaba bir doğru söyleyeni var mıydı? Evet, doğruluk ihtimali ancak sekizde birdi, mümkün değil iki olamazdı. Hakikaten Raif Bey’i taşıyan arabacı bunların içindeyse bunu öteki yalancılardan nasıl ayırmalı? Hepsi de yemin billah ile doğruluk iddia ediyorlardı.

Bazılarının ifadeleri garip, birtakımlarının gülünç, bir ikisinin de hakikat ihtimaline yakın eşkâlde fakat hepsi de birbirini tutmaz ihtilaflarla doluydu. Biri diyordu ki:

“Teşrinisaninin altıncı çarşamba günü Kuledibi’nden şişmanca kır ve kırpık bıyıklı bir müşteri aldım. Beraberinde kocaman bir yol çantası da vardı. Şişhane Karakolu’nun önüne geldik. ‘Nereye gideceğiz paşam?’, ‘Balıkpazarı’na doğra çek,’ dedi. Oraya geldik. Nereye gideceğimizi tekrar sordum. Kulağıma uzanarak ‘Marıyam’ın umumhanesini tanır mısın?’ dedi. ‘Vay paşam, Beyoğlu’nda arabacı oluruz da hiç kireç ocağını tanımaz mıyız? Yalnız müşteri götürmek değil, orada kaç defa kendim de haddim olmayarak yatmışımdır. Marıyam’a ben teyze derim. O da beni yeğen diye çağırır, teklifsiziz.”

S: “Orada ne yaptınız?”

C: “Haşa huzurunuzdan dışarı üç sermaye aldık. Merhum babalık, pilicin gevreğini tanıyor. Bir hafta evvelden sipariş vermiş. Marıyam da dostlara layık üç tane hazır etmiş. Hiçbir şey yapmayarak suratlarına bakan keyif duyar.”

S: “Sonra?”

C: “Sonra efendim, merhum malların ikisini arabada iki tarafına aldı, birini de kucağına oturttu. Bana çek dedi. Çektim fakat içimi de beraber. Gönlümden dedim ki ‘Bu ihtiyar adam ne kadar idmanlı olsa, dumanı üstünde bu üç taze kızla uğraşamaz. Bu ziyafetten mutlak bana da bir pay çıkacak.’ Fakat pek yanılmışım, hiç umduğum gibi olmadı. Şişli’ye doğru çektik. Karakolu biraz geçince bir de baktım ki orada büyük bir otomobil bekliyor. İçinde fesli iki delikanlı var: Yemek sepetleri, çalgı kutuları... kıyamet... Benim arabadan indiler, otomobile bindiler, üç kız, üç de erkek sayıca tastamam birbirine mutabık
geldiler. Ben harice kısmet kaldım. Paramı aldım, beygirlerin kuyruklarına bakarak döndüm.”

S: “Bu dediklerini umumhaneci Marıyam’la, sermaye kızlarla, otomobildeki delikanlılarla, şoförle veyahut bunlardan biri ikisiyle ispat edebilir misin?”

C: “İşte efendim güçlük buradadır. Marıyam beni yeğen çağırırken bu iş için gittim, şimdi hiç tanımıyor. Kızlar arabama bindiklerini cebbar inkâr ediyorlar. Şoförü tanımam. Onu hiç buralarda gördüğümü hatırlayamıyorum. O iki delikanlı ise hiç gözümün ısırdığı suratlar değildirler. Otomobilin numarasına gelince, aklım fikrim kızlarda kaldı. Arabanın rakamlarına kim bakar ve hem ne bileyim ki bu işin ucundan böyle belalı bir vaka çıkacaktır?”

S: “Otomobil ne tarafa gitti?”

C: “Kâğıthane yolunu tutturdu. Cendere Boğazı’na doğru sürdüler sanırım.”

 

Avrupa’ya seyahat için yol çantasını beraber almış bir adamın birdenbire tebdil-i fikirle karılar, çalgılar, yiyeceklerle dolu bir otomobile binerek Cendere’ye cümbüşe gitmesi garip olduğu kadar tuhaf bir şeydi. Maahaza sabırlı olup ikinci arabacıyı dinleyelim. Kıyafetinin kopukluğunu mavi çuhadan parlak düğmeli bir arabacı redingotuyla setreden ve sivri burnu, ufak çukur gözleriyle yüzünden bir tilki kurnazlığı akan bir delikanlı da şu martavalı okuyordu:

“Teşrinisaninin altıncı çarşamba günü saat beşe doğru şişman ve ihtiyarca bir adam Kuleönü Sokağı’nda bir yol çantasıyla beraber arabama bindi. ‘Nereye gideceğiz beybaba?’ dedim. Dalgın mıydı, neydi? Ben suratında öyle bir acayiplik gördüm. Bu sualime karşılık hiçbir laf demedi. Yalnız eliyle sokağın ilerisini işaret etti. Ben de arabayı sürdüm. Tramvay Caddesi’ne çıktık. Yine nereye gideceğimizi sual ettim. Yine bir laf söylemeden Beyoğlu tarafını işaret etti.”

S: “Seni kim tutmuştu?”

C: “Sokağın başından geçerken beni bir otel garsonu çevirmişti.”

S: “Nereye gidileceğini söyleyerek seninle pazarlık etmemişler miydi?”

C: “Hayır. Tarife var. Şimdi pazarlık yoktur. Otel garsonu bana bir yolcu götüreceksin demişti. Ben de nereye gidileceğini sormamıştım.”

S: “Peki sonra ne oldu?”

C: “Altıncı Daire, Petit-Champs, Galatasaray, Parmakkapı... Ben hep sürüyordum. O hiç ses çıkarmıyordu. Taksim’e geldik. Yollar çatallaştı. Ne tarafa gideceğiz? Bir daha sordum. Bana Gümüşsuyu yolunu işaret etti. Almanya Sefarethanesi’nin önüne doğru gittik, büyük mezarlığın önünde eteğimden çekerek ‘Dur!’ dedi. Durdum. Anahtarla bavulunu açtı ve içinden büyük bir kitap çıkardıktan sonra yine kilitledi. Kitabı elinde tutarak bana ‘Sen burada beni bekle, şimdi gelirim,’ dedikten sonra koca siyah selvilerin arasından mezarlığın içine daldı. Beş dakika, bir çeyrek, yarım saat bekledim. Baktım ki gelen giden yok. Bir divaneye mi, yoksa bir dolandırıcıya mı çattım? Böyle zamanda her şey akla gelebilir. Vakıa bavulu arabada bıraktı ama içi boş mudur, dolu mudur, kıymeti araba kirasını tutar bir şey midir, onu da bildiğim yok. Beni bir meraktır aldı. Öyle ya, cinayet olur, bir şey olur, sonra benden, kırk bin suale cevap isterler. İşini bırak da mahkemelere git gel artık. Ben meraktan büyük üzüntü çekerken bereket versin ki o
aralık caddeden iyi tanıdığım bir arabacı geçiyordu. Müşterisi yoktu. Ona dedim ki ‘Arkadaş, sen şu benim arabayı bekle, içinde bavul vardır. İyi dikkat et. Ben şimdi gelirim. Tuhaf bir derde çattım. Ne var bir anlayayım.’ Yürüdüm. Koca mezarlık. Ortalık kararıyordu. Gittim, gittim. Sağıma baktım, soluma baktım. Bir ben, bir mezarlar, bir de içlerindeki ölüler. Başka kimse yok. İhtiyar sarhoş muydu? Afyonlu muydu? Kitabı başının altına koyup da bir tarafta sızdı mı acaba dedim? Biraz daha yürüdüm. Bir mırıltı duydum. Sese gittim. Bizim müşteri bir mezarın önünde diz çökmüş, kitabı rahle gibi yüksek bir taşın üzerine koymuş, ezgili bir makam tutturmuş, okuyor. Efendi, dedim, arabayı gündüz için kiraladınız, şimdi gece oluyor, ücret başkadır. Şehadet parmağını dudaklarının üzerine götürerek bana sükût işareti verdi. Okuma arasında laf etmek günah olduğunu anlattı. Ben de sustum. Hem okuyor hem de küçük küçük hıçkırarak ağlıyordu. Mezarda yatan anası mıydı? Karısı mı? Kızı mı? Sevdalısı mı? Nihayet okumasını bitirdi. İki avucunu kaldırdı yüzüne sürdü. Benim abdestim yoktu ama ona uygun olmak için ben de ellerimle yüzümü örterek ‘ya Rabbi şükür,’ dedim. Sonra kalktı, beraber yürüdük. Bana eliyle mezarları göstererek: ‘Az yaşa, çok yaşa, akıbet gelir başa. Nihayet hepimiz böyle olacağız,’ dedi. Anladım ki bazı ihtiyarlar gibi bu da ölümden korkmaya başlamış. Yola geldik. Arabaya bindi. Yine kitabı bavula kilitledi. Ben fenerleri yaktım. Nereye gideceğimizi sordum. ‘Dolmabahçe’ye doğru çek,’ dedi. Beş altı dakika gittik, gittik. Yoldan bir sarıklı efendi geçiyordu. Onu görünce tanıyarak ‘Kâmil Efendi, Kâmil Efendi, seni gökte ararken yerde buldum,’ sevinciyle seslendi. Ve arabayı durdurup indi. Ne istedimse ücreti tamamıyla verdi. Bavulunu da aldı. O Hoca Kâmil Efendi’yle beraber yürüdüler. Sağ taraf sokaklardan birine saptılar. Ben de arabayı çevirdim. Taksim’e doğru yola girdim.”

Bu ikinci arabacının da Kule Sokağı müşterisine dair gördükleri veyahut ki uydurdukları burada da hitam buldu.

Marıyam’ın fıkır fıkır tazecik sermayelerini iki yanına ve kucağına oturtarak delikanlı refiklerle Cendere’ye hındıma giden Raif Bey’le bu ikinci arabacın mezarlıkta Kuran okuyan müşterisi arasında ne büyük fark var, değil mi? Birinci arabacının icat ettiği vakadaki şahısların zat ve hüviyetlerini tayin nasıl kabil değilse ikinci arabacının Hoca Kâmil Efendisi de ismi olup da cismi bulunmayan bir ankaydı.

Her ikisi de cehaletlerinden umulmaz birer ustalıkla yaptıkları Cendere Boğazı ve mezarlık tezlerinden dolayı hayal kuvvetleri itibarıyla bon puvan’a müstahak görülebilirlerdi. Fakat beş yüz liralık mükâfatı kazanmak hakkından uzak kaldılar. Bu kadar güzel uydurulmuş masal sanilerinin mükâfata nail olamamaları diğer arabacıların uydurma cüretlerini kıramadı. 6 Teşrinisanide Kule Sokağı’ndan tarif edilen eşkâle muvafık bir müşteri olduklarını iddia eden arabacıların arkası kesilmiyordu. Bunlardan kimi müşteriyi rıhtıma indiriyor, çatal sakallı bir şapkalıyla görüştürtüyor, kimi vapura kimi barkaya bindirtiyor, kimi Sirkeci’ye gara götürüyordu. Hasılı tasnii kabil rivayetlerin hiçbiri eksik değildi. Fakat arabacının biri ortaya bu yolda bir şaheser koydu. Zabıtayı hayli oyaladı. Bunun bir tasni mi, bir hakikat mı veyahut keşik baş vakasıyla hiç münasebeti olmayan, diğer bir cinayetin teferruatından mı bulunduğu iyice anlaşılamadı gitti.

Loading...
0%