Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. Bölüm

@huseyinrahmi

Bu herifin sözleri de az çok masala andırmakla beraber diğer arabacıların hiç sapı kulpu olmayan ifadelerine nazaran bunda muayyen bir mevki, sabit bir mesken gösteriliyordu. Tahkikat için bir mebde vardı. Ümit ihtimali yüzde bir raddesinde de olsa boşlamamak lazım gelirdi. Mezarlıklar arasındaki viran ev hakkında mahallinden yapılacak tahkikattan bazı mühim malumata ermek muhtemeldi. Binaenaleyh Remzi ve Seyit Efendiler herifin ifade verdiği günü sivil kıyafette hemen arabasına bindiler. Eyüp’e çektiler. Araba filhakika dericilerde mezarlıklar arasında tarife tamamıyla muvafık, harap, münferit duran bir evin önünde durdu. Alt katı dolma, sathı kırmızı aşı boyalı sıva, küçük pencereli, enli saçaklı, çıkmaları mertek firişli bir hane. Sultan Mahmud devri binalarından yadigâr bir antika gibi orada bir asırlık sebatının neticesi olarak beli bükülmüş duruyordu. Etrafını ihata eden eski mezarlar gibi her yanında delikler, kovuklar açılmış, kırık tepe camlarından içine baykuşlar, yarasalar dolmuş, saçaklarının altına kırlangıçlar yuva kurmuş, kumrular sokulmuş, kovuklarına sansarlar, yılanlar sığınmış, hasılı bedenine açılan yaraların her biri bir nevi mahluka mekân olmuş... Bu köhne vücuda bir taraftan da birer üreme yeri bulmak için nebatatın envaı da hücumda... Kiremitlerini dam korukları sayvanlamış, temel taşlarının arasından incir ağaçları sürmüş, ocağının tepesinden çitlembikler fışkırmış. İnsanların çekildiği bu eve canlı, cansız tabiat dolmuştu. Fakat içeride insan bulunup bulunmadığını anlamak için taharri memurları ne zili ne tokmağı kalmış olan bu iki kanadı birbiri üzerine düşmüş kapıyı yumrukladılar. İçeriden ses gelmedi. Tak tak taşla vurmaya başladılar. Yine hiç cevap yok. O aralık oradan geçen rençber kıyafetli birisi:

“Efendi ne vuruyorsunuz? İçeride kimse yoktur.”

Remzi Efendi dikkatle herifi süzerek:

“Sen buralı mısın?”

“Evet. Şurada inekçiyim.”

“Burada ne zamandan beri kimse yok?”

“Çoktan. Belki bir seneden ziyade.”

Arabacı söze atılarak:

“Birkaç akşam evvel içeride aydınlık görünüyordu.”

İnekçi “Bazen aydınlık görünür. Mahalleden bunu cinlere, perilere istinat edenler var. Lakin cin kısmı aydınlıktan hoşlanmaz. Buraya ara sıra misafir olan periler ne cinstendir ben bilirim. Dişili erkekli gelirler. İçeride yerler içerler, eğlenirler giderler.”

Remzi Efendi: “Bu evin sahibi yok mu?”

İnekçi: “Bu ev çok hisselidir. İçinde oturulmaz. Kiraya versen kimse tutmaz. Satsan bu aralık alan olmaz.
Yıkmak için de hissedarlar arasında bir türlü uyuşamıyorlar. İşte böyle kalıyor.”

Remzi Efendi: “Biz belediye memuruyuz. Bu ev bir gün sokaktan geçenlerin başlarına yıkılacak. Bir kaza olacak. Bugün muayene edip de tehlikeyi defetmek için yıkılması hususunda rapor vereceğiz.”

İnekçi: “Allah sizden razı olsun, pek iyi edersiniz. Çünkü bu evin içinde olmadık rezalet kalmıyor. Belki bir gün kan da olur, cinayet de olur. İçeriye girmek istiyorsanız kapıyı zorlamaya hacet yok. Arkadan dolaşınız. Her tarafı açık. Nereden isterseniz oradan giriniz.”

İnekçi, bu malumatı verdikten sonra işine gitti. Kimseyle zevzeklik etmemesi ve arabasını biraz öteye sürmesi tembihiyle arabacıyı sokakta bırakarak taharri memurları arkadan kapı halini almış yıkık bir pencereden içeri girdiler. Devrilmeye hazırlanmış, örümcekli, boş duvar aralarından geçtikten sonra büyük avluya geldiler. Burası, pencereleri insan boyundan yüksekte, dolma duvarlı, muhammes kırmızı tuğla döşeli, geniş bir ev altı idi. Etraf sıvalardan çoğu inmiş, duvarların içi cüzamdan dökülen bir cilt gibi sırıtıyor, zemin çarpılmış, tuğla döşemelerin yarıdan ziyadesi kırılmış veya büsbütün kaybolarak yerleri boş kalmıştı.

Seyit Efendi ani bir inhidamdan korkarak bir kenarda durdu. Remzi Efendi üst katı tutan iri kuturda yağhane direklerine bakarak:

“Korkma birader korkma. Galata Kulesi düşer, bu eve bir şey olmaz. Dedelerimiz yaptıkları şeyleri sağlam yaparlarmış,” dedi.

İki memur, arabacının anlattığı gece vakasına medhal olan bu avlunun tavanından zeminine dikkatle göz
dolaştırmaktalarken, Seyit Efendi birdenbire parmağının ucuyla, yerde, kırmızı tuğlaların üzerinde daha kırmızı iri bir leke göstererek gözlerini oraya dikip öyle durdu. Çünkü bu bir geniş kan lekesiydi. Ne kadar eskimiş, kurumuş, rengi değişmiş olsa ihtisasları hasebiyle bir vücuttan akıtılmış bu hayat mayiini manzarasından derhal tanırlardı.

Her ikisi de hemen zemine eğildiler. Tetkike giriştiler. Bu leke bir kısımdan ibaret değildi. Kanlar fasıla fasıla, damla damla ileri geri devam edip gidiyordu. Merdivene doğru uzanan izi takip ettiler. Basamaklarda kan serpintileri iri ve ufak damlalar halinde ve diğer gayrimuntazam şekillerde hanenin yukarı katına çıkıyordu. Sofaya vardıkları zaman lekeler büyüdü. Ve gittikçe çoğalıyordu. Takip edeni kanın saçıldığı membaa kadar götüreceği anlaşılan bu kırmızı saman uğrusunun delaletiyle bahçe üzerinde büyük bir odaya girdiler. Bir köşede kan göllenerek kurumuştu.

Seyit Efendi aradığı membaı bulan bir kaşif emniyet ve ciddiyetiyle:

“Eyüp’te keseceği kurbanın yerine zavallı adamın kanını buraya akıtmışlar,” dedi.

Remzi Efendi arkadaşının bu itminankârane ve acul hükmüne iştirak etmediğini gösterir bir teenniyle sustu. Cevap vermiyor, düşünüyordu. İki arkadaş kan lekelerini takiben cinayetin vuku bulduğu noktayı bulmaya giderlerken oradan buradan sansar mı, fare mi, ne cins hayvan oldukları pek seçilemeyen ayaklarına çabuk bazı
mahluklar kaçışıyor, kırık pencerelerden dışarı kuşlar uçuşuyordu. Her taraf toz ve örümcek içindeydi. Halbuki sıkça sıkça gece cümbüşlerine sahne olan bir eve bu kadar ürkek hayvanlar dolmayacak, tavanlardan, kapı sövelerinden aşağı böyle salkım salkım örümcek ağları sarkmayacaktı.

Remzi Efendi bu düşüncesinden refikine bir şey açmaksızın dedi ki:

“Takip ettiğimiz kan izlerinin bir ucu burada bitiyor. Şimdi öbür ucunu bulalım.”

Seyit Efendi cidden mühim bir iz üzerinde bulunduklarına getirmiş olduğu derin bir kanaatin neşesiyle cevap verdi:

“Evet cinayet bu odada vuku bulmuş, sonra cesedi sürükleyerek bakalım nereye kadar götürmüşler?”

Tekrar ev altına indiler. Kırmızı tuğlalar üzerinde ilk kan lekelerini görmüş oldukları mahale geldiler. Bu noktadan öteye doğru lekeler, yine devam edip gidiyordu. Bu kırmızı izleri takiben yürüdüler. Yürüdüler. Avludan sonra loş bir aralığa girdiler. Sağa sola birkaç kapısı bulunan bu uzun yolun nihayetinde önlerine bir taş merdiven çıktı. Aşağısı gündüzden birdenbire geceye girilen koyu bir karanlığa gömülüydü. Ceplerinden hiç ayırmadıkları elektrik fenerlerini çıkardılar. Düğmelere basınca gittikçe açılan mahruti iki ziya sütunu karanlığı deldi. Geniş bir mahzenin rutubetler damlayan ıslak duvarlarını aydınlattı. Fenerlerden fışkıran beyaz huzmeleri basamaklara verdiler. Kan lekelerinin kademe kademe merdivenden aşağı indiğini gördüler. Ve takiben yürüdüler. Atik inşaattan kalın tonozların altından giderek ellerindeki ziyaları
mahzenin zemin ve cidarlarında oynatırlarken köşede beyaz bir yığıntı gördüler. Fenerlerin ziya fıskiyelerini oraya dökmeye başlayınca bunların oralara serpilmiş birçok kafa, kaburga, kol, bacak, kalça, döş, köprücük kemikleri olduğu anlaşıldı.

Onlar bir cinayet ararlarken karşılarına böyle müteaddit cinayetlerin muvahhaş yığıntısı çıkınca bir müddet mebhut kaldılar. Nihayet Seyit Efendi büyük bir teessürle söze başlayarak:

“Burası ev değil, meğerse müthiş bir cinayet kuyusuymuş. Bakınız bu harap damın altında ne kadar esrar saklı kalmış. Nasıl olmuş da şimdiye kadar zabıta burasını keşfedememiş?”

Remzi Efendi hiç cevap vermiyor, fenerin ziyası altında tuttuğu bu ölü kemiklerini bütün dikkatiyle muayeneye uğraşıyordu. Seyit Efendi yine sükûtu ihlalle dedi ki:

“Birader, en son izler işte bizi buraya kadar getirdi. Zannederim ki artık cinayetin merkezindeyiz. Raif Bey’i burada katlettiklerine şüphe kalmıyor. Her sır bundan sonra birer birer meydana çıkacak.”

“Buna cidden kani misin?”

“Evet. Raif Bey’i burada katlettiklerine kanaat getirdim.”

“Sende pek alelacele hasıl olan bu kanaate ben maatteesüf iştirak edemem.”

“Niçin?”

“Çünkü mesele zannettiğin kadar vazıh ve sade değildir.”

“Neden?”

“Neden olacak, Raif Bey’i burada katlettikten sonra niçin kafasını bezlere sararak ta Alacamescit’e kadar götürüp de bir kuyuya atsınlar? Bacağını denizlere fırlatsınlar? Kolunu bilmem nereye gömsünler. Onun cesedini de bu kemiklerin yanına terk etmekte ne mahzur görmüşler acaba? Bu garabetleri makul gösteren sebepleri keşfedebilir misin?”

Bu muhrik itirazlar karşısında Seyit Efendi bıyığını kaşıyarak düşünmeye başladı. Arkadaşının bu mağlubane sükûtu üzerine Remzi Efendi devam ederek:

“Şurada yığınla gördüğümüz ölü kemikleri defaten yani bir defada işlenmiş bir cinayetin asarı değildir. Bunlar olsa olsa muhtelif tarihlerde ika edilmiş cinayetlerden bakiye olabilirler.”

“Tabii bunlar muhtelif tarihlerde işlenmiş cinayetler olacak.”

“O halde hesap şaşıyor.”

“Ne gibi?”

“Ne gibi olacak, bu kemikler muayene edilse bunların arasında on beş, yirmi ve belki daha ziyade senelikleri bulunacağından eminim. Manzaralarına baksana, hiçbirinin üzerinde mevad-ı uzviyeden eser yok. Hepsi tertemiz, bembeyaz tekellüs etmiş pek eski mezar kovuklarında görülenlere benziyorlar.”

“Böyle olmaları birer cinayet mahsulü bulunmalarına mani teşkil eder mi?”

“Hay hay.”

“Nasıl?”

“Bu viranhanenin ancak bir-iki seneden bari gayr-i meskûn kaldığı söyleniyor. Halbuki şu kemiklerin içinde
dediğim gibi on beş, yirmi senelikleri var. Nasıl olur da bu evde oturanlar burada böyle yığınla insan kemiği bulunduğunun farkına varmazlar? Bu mahzene hiç inip bakmamış olduklarına ihtimal verilebilir mi? Hem dikkat ediyor musun burada hiç kadavra kokusu yok. Şu mahzende yeni bir cinayet vukuunu ben pek meşkuk buluyorum.”

“O takdirce şu insan kemiklerinin buradaki mevcudiyetlerini neyle izah edeceğiz?”

“Bütün etraf mezarlık. Kovuklardan kucak kucak kemik toplanıp buraya nakledilebilir.”

“Ya bu gördüğümüz kan lekeleri?”

“Yukarıki odada bir hayvan, mesela bir koyun boğazlayarak kanlarını akıta akıta buraya kadar indirmek güç bir şey mi?”

“Fakat efendim bu oyunu bize kim yapacak? Ve niçin yapacak?”

“Bu kadar sade bir şeyi anlayamadan mı?”

“İtiraf ederim ki hayır.”

Remzi Efendi gülerek:

“Ben dışarıdaki çapkın arabacıdan her şeyi memul ederim.”

Seyit Efendi de gülmeye başlayarak:

“Ha şimdi anladım. Beş yüz liralık mükâfat-ı nakdiyeyi kazanmak için bu herifin bize yani zabıtaya karşı böyle bir cinai komedya tertip etmiş olmasına ihtimal veriyorsunuz.

“Bu sözüm ihtimal değil, kuvvetli bir hükümdür. Şimdi yanına gidince arabacının alacağı tavırlara, kullanacağı ağızlara dikkat et.”

Taharri memurları bu tahtaları kanlı, mahzeni ölü kemiği dolu viran evden dışarı çıktılar. Şimdi oynadığı komedyayı takımıyla yutturup yutturamamış olduğunu anlamak için arabacı garip tetkikle memurların yüzlerine bakarak her tavırlarından birer mana çıkarmaya uğraşıyor, onlar da oltaya tutulmuş gibi görünerek herifin hilesini yüzünden vazıhan okumaya çalışıyorlardı. Arabacı içi içine sığmaz bir sabırsızlıkla gözlerini fıldır fıldır bir memurun yüzünden ötekine dolaştırarak:

“Efendiler içeride ne gördünüz?”

Remzi Efendi cali bir kanaat göstererek:

“Gördüklerimizi sorma artık. İçeride bir cinayet değil, hesapsız vakalar olmuş.”

Arabacı ruhundan kabaran muvaffakiyet nesnesinin tebessümünü saklamaz bir hâlde:

“Ya! Ya! Ya!” savurdu.

“Raif Bey’in bu batakhanede öldürüldüğüne hiç şüphe kalmıyor.”

“Ben size söyledim. O gece onun oradan sağ çıkmayacağı belliydi. Şimdi o katil herifler nereden bulunacak?”

“Adalet aradığını kaçırmaz. Bazen geç olur, güç olur ama ezelî intikam nihayet yerini bulur.”

Arabacı istizahkâr nazarlarla bir müddet muhataplarının derin derin yüzlerine bakarak onlardan bir söz, bir tebşir bekledi. Fakat bu intizarının boşa çıktığını görünce sükûta tahammül edemeyerek:

“Hükûmet bu ihbarımın ücretini bana elbette verir, değil mi?”

“Nasıl ücret?”

“Vaat olunan beş yüz lira mükâfatı hak etmedim mi?”

“Ha, evet fakat daha ispatı lazım gelen şeyler var.”

“Nedir onlar?”

“Şimdi buradan müstantikliğe gideriz. Orada anlarsın.”

Arabacı müstantikliğe götürüldü. Bir hayli müddet devam eden inkâr ve ısrarına rağmen nihayet hilesini itirafa mecbur oldu.

Loading...
0%