Yeni Üyelik
22.
Bölüm

22. Bölüm

@huseyinrahmi

Remzi Efendi, müdiriyet-i umumiyeye avdet eder etmez camdaki resmi kâğıda çekti. Körpecik değil, güzel hiç değil, adeta yirmi altılık, yirmi yedilik bir sima çıktı. Saçlar, vaktinden evvel açılmış tepenin seyrekliğini örtmek için yana yatırılarak muntazam taranmış, bıyıklar kırpık, yakalık, kravat, yelek ve kordonda hiçbir hoppalık yok. Kibarane, temiz, zevkiselime muvafık bir kıyafet.

Taharri memuru dikkatle resme bakarak:

“Allah Allah, bizim tasavvur ettiğimiz çehreyle bunun arasında ne büyük fark var... Biz ne bekliyorduk, bakınız ne çıktı.”

Seyit Efendi de kâğıt üzerindeki nasiyede bir muamma okumaya çalışarak:

“Siz ne bekliyordunuz?”

“Pek genç yani körpecik bir sima, perde kanadı gibi kulak arkasına kaldırılarak yelevari enseye yayılmış uzun artist saçları, marin yakalık, yelpaze gibi göğüs üzerine açılmış gevşek düğmeli bir kravat.”

“Evet, bu hiç öyle değil. On dokuz, yirmi yaşındaki Mösyö Leon’un mektep arkadaşı olabilmek için bu sima da karttır. Lakin bence mücerrep olan bir şey var. Fotoğraf makinesi her zaman tabiattan doğru istinsah etmiyor. Çok defa yalan söylüyor. Bazı kart simaları gençleştiriyor, bazı tazeleri de kartlaştırıyor. Onun bu yalancılığını rötuşla tashihe uğraşıyorlar ama o zaman iş daha ziyade bozuluyor.”

“Ekseriya marifet makinede değil, ziyanın çehreye sureti aksindedir.”

“Her ne olursa olsun fotoğraf Mösyö Alber’in yüzünü biraz kartlaştırmış. Mesele bundan ibaret.”

İki taharri memuru fotografiyi cebe koydular. Madam Vangel’in mahzenine kadar uzanan tahkikattan kimseye bir şey sezdirmeksizin ellerine tütün paketi ve kibrit kutusu dolu bir çanta uydurarak Beyoğlu’nun bahçelerine, barlarına, birahane ve gazinolarına, tiyatrolarına, sinemalarına girip çıkmaya başladılar.

İki üç hafta kadar karşı yakanın gezmedikleri delik deşiğini bırakmadılar. Aradıklarını bulamıyorlardı. Fakat bu işte ümitsizlenmeye gelmez. Talih ne kadar size yardımını esirgerse siz de onu insafa getirmek için uğraşmakta o kadar musır olmalısınız. Remzi Efendi taharriden bıkmaz ve yılmazdı. Lakin canilerin cinayet akabinde İstanbul’dan firar etmiş bulunmaları ihtimali biraz neşesini kaçırıyordu. Çünkü hep bu araştırmalar akim kalarak heba olacaktı.

Nihayet bir gün açık bir havada Kâğıthane sırtlarına tenezzühe çıkan otomobillerden birinin içinde, ceplerindeki fotografinin sahibine yani Mösyö Alber’e endamıyla tesadüf ettiler. Yanında bir de şık ve genç kadın vardı. Şüphesiz Matmazel Flora olacak.
Günahları üstlerinde kalsın ya hemşiresi veyahut herhangi bir sebeple ise bu nam altında beraber yaşadığı metresi. Ve cinayet refikası. Taharri memurlarının sevinçlerine payan yoktu. Sevgilisini kaybetmiş bir mütehassir âşık gibi her gün baka baka ceplerindeki fotografinin en ince teferruatına kadar tamamıyla bellemişlerdi. Çukur gözlerin üzerindeki ince ve ziyade mukavves kaşlar, biraz semerli burun, kudret elinin fazla yırttığı büyük bir ağız, hürmetlice kulaklar hep mukavva üzerindeki çehreye aynı aynına benziyordu.

Avlamak istedikleri cinayet kuşları bunlardı. Fakat şimdi bu avları birdenbire bir dal üzerinde serbest gördüler. Yakalamak için ökseleri, kapancaları yoktu. Şimdi tozu dumana katarak otomobiliyle gözleri önünden kaybolabilirlerdi. Az bir müddet Remzi Efendi orada, tarassutta kaldı. Seyit Efendi gitti, hemen bir otomobil kiralayarak geldi. İki memur içine yerleştiler. Artık İstanbul’un öbür ucuna kadar avlarını takip edebilirlerdi.

Mösyö Alber’in yanındaki kadın da modayı cıvıtmadan gustoluca giyinmişti. Uzaktan genç ve güzelce görünüyordu ama Flora’nın dilberliği hakkında işittikleri medihlere tevafuk edecek kadar taşkın bir letafette değildi.

Remzi Efendi cebinden küçük bir çifte dürbün çıkardı. Pencerenin kenarından sözüm ona bu iki kardeşin çehrelerini tetkik ederek:

“Kadın aleladenin biraz fevkinde. Medhini dinlediğimiz gibi öyle ahım şahım bir şey değil. Yeminle söylerim ki gülüşleri, birbirine bakışları, hiç hemşire birader tavırlarına andırmıyor.”

Dürbünü Seyit Efendi alarak:

“Bunların suratlarında ne Kerem ile Aslı’nın tutuşturucu aşkı var, ne de Paul ile Virginie’nin masumane muhabbeti. Kadın haftalık apartman gibi gönlünü kiralayan bir sevda yosmasına benziyor. Fakat onların temizcesi.”

“Binaenaleyh sevdalarında cinayet çıkarmaya kadar fışkıracak bir şiddet eseri görülmüyor.”

Flora, bir diğer otomobil penceresi arkasından tarassut edildiklerinden habersiz, konuşuyor ifadesini ellerinin işaretleriyle kuvvetlendirirken parmaklarında elmaslar parladığı görülüyordu. Daha öte tarafta, açık bir faytonda, Beyoğlu umumhanelerinden birinin bir canlı sermayesi tuvalet ve giyinmek için sanki renk aramış, tabiatın bazı nev papağanları süslediği allı yeşilli kıyafeti pek beğenerek tıpkı o şekle girmişti. O sanata has edalar içinde kiralık vücudunu teşhir ediyor ve etrafa dolaştırdığı süzgün davet nazarlarına evet diyecek gözler arıyordu. Flora, fahişeliğin bu nazarları çeken renkli reklamına ne kadınlığının insafsız istihzasıyla gülüyor, ne olduğu işitilemeyen tuhaf tenkitler yürütüyordu.

Vakit gecikti. Arabalar dağılmaya başladı. Tepedeki birikinti gittikçe seyreliyordu. Mösyö Alber’in otomobili de iri iri birkaç hareket soluğu aldıktan sonra Şişli yoluna düzüldü. Öteki de mesafeli bir takiple yürüdü. Öndeki otomobil Şişli Caddesi’nin sağ taraf yan sokaklarından birinde Avusturyalı Madam Groser’in meşhur evi önünde durdu. Burası misafirhane, birahane ve hele hususi mülakatlar için her şeydi.

Remzi Efendi, her türlü ihtimale karşı Seyit Efendi’yi arabada bırakarak kendisi iki-üç dakikalık bir arayla evin çıngırağını çekti. Kapı açıldı, içeri daldı. Hane pek büyük değildi. Merdivenden çıkınca birinci kat sofasının, etrafındaki odaların birinde Alber ile Flora’nın masa başında oturduklarını gördü. Kapılarını örtmemişlerdi. Güle eğlene biralar, mezeler ısmarlıyorlardı. Taharri memuru bu çiftin sözlerini işitmeye en müsait bulduğu odaya girdi. Belinden irili ufaklı bir demet anahtar sarkan açık mavi prostelalı kırk beşlik şişmanca bir kadın müşterilere karşı göstermeye idman peyda etmiş olduğu sahte bir tebessümle Remzi Efendi’nin önünde durarak:

“Evimizi unutmuştunuz. Kaliba yolunuzu şaşıgdınız da bugün bugda geldiniz. Maşallah hoş geldiniz. Fakat niçin yagnız geldiniz, gecen saneki küçük güvegcin ne oldu?”

Remzi Efendi buraya ne geçen sene gelmişti. Tabii ne güvercinden, kumrudan haberi vardı. Kadının bu atmasyonlarına latife ile mukabele etmek için karşıdaki odalardan ikisinin kapalı kapılarını göstererek:

“Galiba bu akşam çiftehanelerinizin çoğu dolu.”

“Allah böyle buyugdu. Big egkekle begabeg daima big kadın olacak.”

Oraya kadınsız gelmek şüpheyi davet ettiği için Remzi Efendi derhal makama münasip şu yalanı uydurdu:

“Benim güvercin şimdi gelecek. Aşağıda beni sorarsa buradadır deyiniz. Adımı biliyor musunuz?”

“Sizin ad... biliyogdu... Nugi Bey.”

“Nuri Bey değil, Şakir Bey.”

“Bigavo, Şakig Bey, şimdi akında geldi. Güvegcin gelince söyleyeceğim. Senin Şakig Bey yukagda, müjde elacağım. Hem ondan hem senden. Şimdi o gelince kadag efendim bir şey içmiyogsunuz?”

“Bir bira getir bakalım.”

“Biga ile begaberg meze ne istiyog? Yag bütün tuğlu peyniğ, çeğvela salata, katı olmuş yumugta.”

“Şimdi bir türlü bir şey getir. Güvercinim geldikten sonra her türlüsünden getirirsin.”

Loading...
0%