Yeni Üyelik
24.
Bölüm

24. Bölüm

@huseyinrahmi

Römorklu bir tramvay geldi. Ön vagona avlar, arkadakine memurlar atladılar. Şimdi tramvaylar raylar üzerinde akarken arabadan arabaya her iki taraf da birbirini tarassut ediyordu.

Taharri memurları aralarında:

“Çaktılar.”

“Evet.”

“Şimdi bizi satmak için bir yol düşünürler.”

“Belki fakat faydasız.”

“Niçin?”

“Çünkü ikametgâhlarını biliyoruz.”

“Bu bilgimize çok güvenmemeli. İkametgâhlarına avdet etmeyiverirler.”

Binaenaleyh memurlar avlarını bir lahzacık gözden ayırmıyorlardı. Tramvay Parmakkapı’da durdu. Öndekiler indiler.

Sinemaların önüne toplanmış halkın bir kısım tepelerinden yağan kuvvetli elektrik ziyaları altında ilanların tabii cesametten büyük allı yeşilli devlere benzeyen resimlerine bakıyor, birtakımı da programları okuyarak Lüksemburg, Odeon, Weinberg vesairleri arasında ber-vech-i tercih arıyorlardı.

Birinin önüne ahali ziyade birikmişti. Müthiş cinai bir filmin resimleri karşısında herkes kendi zihniyet ve muhakemesine göre tefsirlerde bulunuyordu. Haydut bakışlı iri yarı birkaç katil, ak sakallı bir ihtiyarın başına üşüşmüş, zavallıyı kocaman parmaklarının tazyiki altında boğuyorlardı. Mahlukun gözleri dışarı fırlamış, mosmor dili ağzından sarkmış, çehresi yürek dayanmaz, feci bir manzara almıştı.

Mösyö Bernar ile refikası Fani bu cinayet sahnesinin cazibesinden kurtulamayarak bilet almak için gişenin önüne gittiler. Yirmi dört numaralı locayı aldılar. Remzi Efendi de yirmi beşi aldı. Kaçanlar ile kovalayanlar gişenin aydınlığı içinde yüz yüze geldiler, birbirlerini yakından gördüler.

Şaşılacak şey, Fani hiç korku, ürküntü, helecan eseri göstermedi. Bilakis fütursuz, müstehzi, ince bir tebessümle iki taharri memurunu tepeden aşağı süzerek refikinin kulağına bir iki kelime fısladı. Yürüdüler. Berikiler de arkalarından.

Seyit Efendi arkadaşının kulağına:

“Bu kadar da aleni takip olur mu?”

“Niçin olmasın? Onlar bizden çekinmedikten sonra biz onlardan mı korkacağız?”

“Bunların gösterdikleri bu fütursuzluğun altında mutlak bir dubara saklıdır. Bu akşam bize bir oyun edecekler.”

“Oyun etmenin tavı biraz geçti. Artık elimizden kolay kurtulamazlar.”

Sinemaya girildi. Madamla Mösyö yirmi dört numaralı locaya, taharri memurları da onun bitişiğindeki yirmi beşe oturdular. Açık mesafelerden ihtirazla birbirlerini gözetleyen bu dört kişi şimdi yan yana localarda yekdiğeriyle ense enseye, yüz yüze ve hemen nefes nefese idiler.

Partere, localara, paradiye halk ağır ağır doluyor, sinema garsonları aşağıda müşterilerin ellerindeki biletlere bakarak onlara oturacakları mevkileri gösteriyorlardı.

Birdenbire ziya muslukları kapandı. Ortalık simsiyah kesildi. Makinenin hırıltısıyla beraber perdede şekiller oynamaya başladı. Birkaç metre murabba-ı amudi bir satha engin denizler, tepeleri bulutlara karışmış en mehip dağ silsileleri, hudutlarına göz ulaşamayan nihayetsiz yeşil ormanlar, dünyanın en meşhur, en büyük şehirlerinin, en kalabalık, en geniş caddeleri sığdırılıyordu. Bu cihandan cesim parçalar, kıtalar ihtiva eden aynı saha, bazen içine dört kişi sığamayacak kadar mukassi bir odacık oluveriyordu. Hep bunlar, fotoğrafya ile menazır fennin birleşmesinden cilvelenen mucizelerdi.

Piyano ile kemanların hemahenk söyledikleri bir valsin ağır, ezgili makamı arasından bir manzara gösterildi. Sonra komik bir numara. Bir otomobil çattığı yerleri devirerek gidiyordu. Dükkânların camekânları tuzla buz oluyor, beş altı katlı binalar peynir gibi sapır sapır sokaklara dökülerek bir yığın enkaz halini alıyor, bu Fransız, dümensiz, şoförsüz alabildiğine giden otomobilin altında kalan insanlar maazallah sokaklarımızda hakiki numunelerini gördüğümüz gibi kafa, kol, bacak parça parça kanlar içinde hareketsiz yatıp kalmıyorlar, bu sinema kazazedeleri kalkan balığı gibi yamyassı kesilmiş bir halde ayağa kalkıp yürüyorlardı. Bu tuhaflığın önünde artık çocuk, büyük fark olunmuyor, bütün halk (hele bazıları gayriiradi bir ifraz vukuunu men için kasıklarını tutarak) gülmeden kırılıyorlardı.

Biz sanatça o kadar iptidaiyiz ki birçok cihetlerce büyüklerimizi çocuklarımızdan zihniyetçe ayırmak kabil olmaz. Vara güleriz, yoğa güleriz. İşte onun için bizde mizah gazetesi çıkarmak Yenicami mektubu yazmak kadar kolaydır. Çocuk avutur gibi “cee” deseniz karileri kahkahadan bayıltırsınız. Güldürmenin bizde sanatla, fenle hiçbir münasebeti olmadığı için en kaba, ümmi adamlara komiklik payesi veririz. En galiz sözleri tuhaflık sanırız. Saf adamların bir kere gülme damarları sarsıldı mı artık ağlanacak şeylere de gülerler.

Mösyö Bernar ile refikası Fani, avamın bu saffetine iştirak etmediler. Hiç gülmediler. Bilakis bu sanatsızlığa gülenlerin zavallılıklarına karşı biraz somurttular.

Nihayet hazin bir havayla büyük dram başladı. Ufkunda uzak bir köy görünen bir orman kenarında güzel bir delikanlı peyda oldu. Kâh kulaklarını uzun mesafelere vererek kâh gözlerini ormanın yeşil derinliklerine dikerek bütün ruhuyla pürhelecan bir şey bekliyor, bir yerde oturamıyor, cıva gibi oradan oraya akıyordu. Sonra birdenbire ormanın loş bir tarafından bir letafet doğdu.
Güneş saçlı, sema yüzlü bir kız. Evvela mütehassir, baygın delikanlıyla birbirine bakıştılar. Sonra mukavemeti yakan bir mıknatısiyetle kucak kucağa düştüler. Bu sevişme gitgide helecanlı bir ihtilafa, bir münakaşaya müncer oldu. Oğlan tapındığı kızı mühim bir hususun tervici için iknaya uğraşıyor fakat kız kabul etmiyordu. Sonra bağırları dertli, gözleri yaşlı, hüzünler içinde birbirinden ayrıldılar. Diğer vakalar karışarak oğlanla kızın bu mülakatları tekrarlandı. Hep delikanlı niyazında kız, reddinde devam ediyorlardı. Nihayet erkek kadının pundunu buldu. Teklifini kabul ettirmeye muvaffak oldu.

Sonra ikinci kısımda, şehirde bir ev gözüktü. Kız yarı metres, yarı hizmetçi vaziyetinde bir aksakallıyla beraber yaşıyordu. Bu ihtiyarın arada bir odasına kapanıp kasasını açarak tomar tomar liralarını saydığı ve hizmetçinin anahtar deliğinden onu gözetlediği görülüyordu.

Bir gece karanlığında kız sokak kapısını açtı. İçeriye yüzleri boyalı birtakım haydutlar girdi. İhtiyarı döşeğinde bastırarak onu çırpındıra çırpındıra bir tavuk gibi boğarlarken seyircilerin içinde bu faciaya ağlayanlar, inleyenler oldu. Umumun bu heyecanı esnasında Madam Fani büyük bir teessürle: “It me semble que j’assiste à l’étranglement de pauvre Raif Bey.” (Bana, zavallı Raif Bey’in boğulmasında hazır bulunuyorum gibi geliyor,) demekten kendini alamadı. Kadın, Raif Bey cinayetiyle kendilerinin münasebetini ilan eden bu müthiş cümleyi epey yüksek bir ses ve açık bir telaffuzla söyledi. Hemen hemen pek garip bir itirafa benzeyen bu cesaret karşısında Remzi Efendi ne düşüneceğini şaşırdı. İşittiğini refiki Seyit Efendi’ye usulca tercüme etti. Onun da hayretten ağzı açık kaldı. Bu istiğraptan kendini toplamaya uğraşarak:

“Bu erkekle bu dişi, yaman mahluklara benziyorlar. Bunların bize bir oyun edeceklerini sana söylememiş miydim? İşte başladılar. Aman ayaklarımızı denk alalım.”

“Evet. Takip olunduklarını anladılar.”

“Hiç şüphesiz.”

“Ey, bu muterifane sözler ne oluyor?”

“İşte ona sen de şaş, ben de şaşayım.”

“Biz onları avlayalım derken onlar bizi kapana getirmeye çalışıyorlar.”

“Aman aman boş bulunmayalım.”

İki taharri memuru böyle fısıldaşırlarken kadının bütün dikkatiyle kulak kabarttığı hissolunuyordu.

Sinema bitti. Ufak bir uğultuyla halk merdivenlerden, koridorlardan dışarı akıyordu.

Sokağa çıkınca Alber ile Fani kiralık bir otomobilin önünde durdular. Fakat binmezden evvel kadın, kendilerini açıktan tarassut eden taharri memurlarını eliyle çağırarak bozukça bir Türkçe ile:

“Efendiler rica ediyoğum. Bugda buyugıyorsunuz big pagca,” dedi.

Memurları şimdi daha dehşetli bir hayret aldı. Bu davete icabetle yürüdüler. Dört kişi sokak fenerinin ziyası altında yüz yüze gelince Fani şimdi Fransızca ciddi fakat fütursuz bir tavırla:

“Efendiler siz bizi takip ediyorsunuz galiba?”

Remzi Efendi küstahane bulduğu bu cesaretin önünde biraz kendini kaybedip yine toplamaya uğraşarak vereceği cevabı düşündü. Zahiren bu kadar merdane ve cesurane bir suale karşı inkârın mana ve faydası yoktu. Çünkü karşısındakilerin aldanır boydan olmadıklarını görüyordu. Binaenaleyh o da açık bir tavırla:

“Evet, takip ediyoruz,” cevabını verdi.

Kadın: “Raif Bey vakasından dolayı?”

Memur: “Evet madam.”

Kadın: “Öyleyse her iki taraf için yani sizin ve bizim için en az yorgunluk olacak surette hareket etmeliyiz.”

Memur: “Şüphesiz madam.”

Kadın: “O halde efendim otomobile buyurunuz. Birlikte bizim eve gidelim. Orada sizi meraktan kurtaracak izahatı verelim.”

Bu teklif önünde Remzi Efendi düşünerek irkildi. Önce hesap etmiş oldukları veçhile acaba bir kapana mı düşürülüyorlardı.

Zeki kadın, memurun endişesine derhal intikalle:

“Davetimi kabulde tereddüt gösteriyorsunuz. Ve bu hususta yerden göğe kadar hakkınız vardır. Çünkü bizim ne çeşit insan olduğumuzu bilmiyorsunuz. Hatıra her şey gelebilir. Fakat evvela herhalde şuna emin olunuz ki biz Nat Pinkerton masallarındaki eşhastan değiliz. Kim bilir zihninizde bu saate kadar nasıl büyütmüş olduğunuz bu cinayet vakasının ne derece sade bir şey olduğunu bize gelince anlayacaksınız. Bununla beraber sözlerime emniyet edemiyorsanız lüzum gördüğünüz kadar ihtiyata riayetten geri durmayınız. Merkeze telefonla haber veriniz. Kapımızın önüne yirmi jandarma dikiniz. Ne yaparsanız yapınız. Fakat bu saatte bizi karakola götürmeyiniz. Buna katiyen lüzum olmadığını göreceksiniz. Çünkü Beyoğlu gibi kalabalık ve her tarafı malum bir yerde Nat Pinkerton’un batakhaneleri, esrarlı mahzenleri, işkence mahalleri bulunmadığını siz bizden iyi bilirsiniz. İcap ettiği saatte usulü dairesinde ifade vermeye, emniyet-i umumiyeye, adliyeye gitmeye hazırız. Allah göstermesin,
biz cani değiliz. Vaka ile hiçbir münasebetimiz yoktur. Yalnız şimdi size anlatacağımız bir sebeple cinayetin cereyan suretine vâkıf olduk. Bu vukufumuz da yenidir. Zabıta bunu bizden sormamış olsaydı bile yine biz gidip kendisine anlatacaktık. Bize inanmazsanız keyfiyeti İtalyan polisinden istediğiniz gibi tahkik edebilirsiniz. Bu açık sözlerime kani oldunuzsa otomobile buyurunuz gidelim.

Kadının yalandan, dubaradan uzak görünen bu sade ve pek tabii sözleri, polis memurlarının bir iki dakika evvelki dehşetli şüphelerini kızgın bir güneşe tesadüf eden buz kütleleri gibi eritti. Sanki onları biraz da efsunladı, büyüledi.

İkisi de otomobile atladılar.

Loading...
0%