Yeni Üyelik
25.
Bölüm

25. Bölüm

@huseyinrahmi

Evin önünde indiler. Mösyö Bernar’ın üçüncü kattaki apartmanına çıktılar. Düğmelere basınca daire aydınlandı. Orta yaşlı bir kadın hizmetçi, misafirleri salona aldı. Her taraf temiz, mefruş ve süslü idi.

Mösyö Bernar yahut Bernardo aslen İtalyan ve burada Şark bankalarından birinde epeyce bir memurdu. Metresi Fani Avusturyalıydı. İkisi de uzun müddetten beri her millet evladının macera ve maişet aradıkları Şark’ta kozmopolitizm hayatı içinde yaşayarak milliyet ve mezheplerini kaybetmiş gibiydiler.

Dinler hafifleyip mezhepler genişleyerek çürüyen ananeler sapır sapır döküldükçe zevciyet esasları kalmıyor. Devletlerin bünyanı gibi aile teşkilatı bozuluyor, zevcin zevceye, babanın evlada eski samimiyetleri değişiyor, dünyada bütün karabetler başka renklere giriyor, herkes birbirine yabancılaşıyor, âlemi egoizm boğuyor. İnsanlık arasında muhabbet, uhuvvet azalıyor.

Her gittiğiniz medeni memlekette bir odayla beraber istediğiniz müddetle bir de kadın kiralayabiliyorsunuz. Uzak memlekette zevceniz varsa zararı yok, o da orada bekleyedursun yahut aynı nev hıyanetle sizden hınç alsın.

Bernardo ile Fani şimdiki zamanın nikâhsız karı kocalarından, papazların takdislerine bedel kendi gönüllerinin meyelanıyla birbirlerine bağlanmış ailelerdendiler. Münasebetlerini meşruiyete dökmek için hiçbir mani yoktu. Fakat hakiki karı kocalık kadrosuna girince bu haramilikteki lezzetin kaçacağına kaniydiler. İzdivaçtan ziyade gayrimeşru münasebetlerden haz arayanlar çoktur. Elbette bunun bir sebebi vardır. En büyük haz ve saadetin ne tarafta olduğunu evlilerden sorar iseniz onlar sizi de kendilerine benzetmek için meselenin aksini iddia ederler. Fakat zavallı evliler hemen daima meşruları olmayan kadınların, erkeklerin arkalarından ah çekerler.

İşte Bernardo ile Fani bu fikirdeydiler. Birbirlerine şeren bağlandıkları günü, düğümün tazyikini hissederek çözülmeye uğraşacaklarını biliyorlardı.

Polis memurlarına o gece nefis bir çay ziyafeti verdiler. Süt kokan latif bisküvilerin, leziz pastaların, bonbonların, meyvelerin yenmesi arasında kadın macerayı şöyle hikâyeye başladı:

“Biz burada Alber ile Flora namları altında iki genç kardeş tanıdık. Oğlan çok haşarı, kız munis pek güzel ve sempatik idi. Burada yaşamak için gençlik ve güzelliklerinden başka hiçbir memba ve sermayeleri olmadığını görüyor ve elimizden gelebildiği kadar muavenetten geri durmuyorduk. Alber’i birkaç defa bankalarda hizmetlere koyduk, durmadı. Bir defasında küçük bir ihtilas yaptı, ödedik. Çalıkuşu gibi daldan dala uçan, kararsız bir çocuktu. Zavallı Flora’nın koyu mor kadife çiçeklerine
benzeyen latif gözlerinden daima bir melal akardı. Bir gün geldi. Gözyaşlarıyla kıvranarak dizlerime yattı.

“Ah hemşireciğim,” dedi, “mutekit değilim fakat günahlarımı bir papaza itiraf ihtiyacıyla yüreğim yanıyor.”

Aramızda şöyle bir muhavere açıldı:

Ben: “Nedir kızım? Vakıa dişi papaz olmaz ama sen beni öyle sayarak bütün dertlerini söyleyebilirsin.”

O: “Ah Fani ah, asıl dertler, ne papaza ne hekime söylenemeyenlerdir. İşte bu nevden gizli bir yara kalbimi kemiriyor, kemiriyor.”

“Söyle kızım, bana söyle, hafiflersin. Günahkârlara teselli vermek için mutlak papaz olmak lazım gelmez. Çünkü papaz da insandır ve hiçbir insan günahsız olmaz.”

“Fani, kulağını bana ver. Bu kulağına söylediğimi öbür kulağın duymasın.”

“Peki söyle.”

“Alber benim kardeşim değildir.”

“Ya nendir?”

“Amanımdır.”

“Ya?!

“Evet.”

“Öz kardeşin değil ya. Amanın, olmasında ne beis var?”

“Fakat biliyor musun Fani, bu dünyadaki fausse positionların bu, en fenasıdır. Âleme karşı kardeş tanınmış olduğunuz bir erkeğin geceleri koynuna girmek.”

“Bu ise kederin bir şey değil kızım. Hakiki kardeş olmadıktan sonra aman ve metres halinde yaşamakla dünya yüzünde kimsenin işlemediği bir günahı icat etmiş olmuyorsunuz.”

“Ah Fani böyle deme. Bir sahte vaziyet daima insan ondan daha fena sahte vaziyetlere düşürüyor.”

“Peki, ama bu vaziyete girmeye seni kim icbar etti? İtalya’dan geldin. Burada seni hiç tanıyan yoktu. Kendini Alber’in hemşiresi ilan etmekten ne menfaat bekledin?”

“Bu yalanın mürettibi ben değilim, Alber’dir.”

“Buna neden lüzum görmüş?”

“Alber bu memlekette büyüdü. Burada mektep ve terbiye gördü. Ana baba cihetinden anonim bir hayat geçirdi. Lakin Beyoğlu’nda muhabbetlerini celp etmiş olduğu namuslu birkaç aile vardı. Onların himayeleriyle yaşıyordu. Beni onlara metres olarak takdim etse, bütün kapıların suratlarımıza karşı kapanacağını biliyorduk. Ah Faniciğim, bu genç yaşımda ihtiyar tecrübeleri geçirdim. Neler öğrendim, neler öğrendim. Ne kadar fena olursan ol fakat kendini âleme iyi göstermek, iyi belletmek fennini bil. Şimdiki hayatın sırrı hep bu noktadadır. Yüzüne riyadan bir maske geçirerek kalbinin iğrençliklerini ört, iyiler zümresine girmiş olursun. İşte şimdi biz böyle yaşıyoruz. Kanlılar, katiller, şakiler, hırsızlar, belediyelerin fuhuş defterlerinde kayıtlı, aleni ırz ticaretiyle geçinen kadınlar, işte hep bunlar, maskesiz fenalık eden şerirler, ahlaksızlardır. İnsanların öbür kısmı gizli, yani maskeli günahkârlardır.”

Flora, bana gelerek sahte vaziyetinden daima böyle şikâyetler ederdi. Kızın bu derin yeisindeki acı noktayı evvela pek iyi anlayamayarak bir gün yine böyle sahte vaziyetinden sızlanırken dedim ki:

“Kızım bu haline taaccüp ediyorum.”

“Niçin?”

“Çünkü bu sahte vaziyete kendi kendinizi zorla sokan yine sizsiniz. Kendinizi âleme hemşire birader olarak ilan etmeyip de karı koca bildirmiş olaydınız ne lazım gelirdi?”

“Derdimi anlamadın Fani.”

“Anlamadım.”

“Ben galiba pek güzel bir kızım.”

“Ooo, buna hiç şüphe yok.”

“Güzellik de bir nevi kapitaldir, resülmaldir, değil mi?”

“Evet.”

“Bu güzellik sermayesi nasıl işletilebilir?”

“Türlü türlü.”

“İşte bizimkisi senin düşünebileceğin türlülerin hiçbirine benzemiyor.”

“Nasıl?”

“Alber istiyor ki hem benim güzellik kapitalimi işletelim hem de ben yine afif ve ona ebediyen sadık kalayım.”

“Ciddi mi söylüyorsun? Yoksa zekâvetimi tecrübe için halli muhal bir bilmece mi uyduruyorsun?”

“Hakikat söylüyorum.”

“Hem güzellik sermayeni işletmek hem de amanına sadık kalmak. Bu nasıl olur?”

“Nasıl olacak... İşte bundan da bir sahte vaziyet daha çıkıyor.”

“Anlat, merak ettim.”

“Biz harice karşı iki afif kardeşten başka bir şey değiliz. Alber beni kibar dostlarına evlendirilecek bir kız olmak üzere takdim ediyor. Binaenaleyh bazen izdivacıma zengin talipler çıkıyor. Beni onlara verecekmiş gibi görünerek Alber bir hayli zaman bu talihleri oyalıyor, işte bu iğfal müddetinde geçiniyoruz. Bu izdivaç namzedi ümidini kesinceye kadar bize yolunuyor. O çekildikten sonra başka bir namzet buluyoruz ve bu işi fuhşa düşmeden namuskârane geçinmek sayıyoruz.”

Bu tuhaf namuskârlıkla bir hayli vakit geçindiler. Artık sonra sonra Flora’nın av celp etmek için tuzağın önüne konan iştihaaver bir yem hizmetini gördüğünü herkes bir parça anladı. Ustalıklı sandıkları bu geçinme yolunun da sonu çıkmadı. Maişetleri pek daraldı, artık ne Alber’in yaptığı resimler satılıyor ne de kimse bu şüpheli kardeşleri musiki, lisan vesaire derslerine çağırıyordu. Öyle bir vakit oldu ki bunların neyle geçindikleri bir muamma şekline girdi. Bir gün Flora yine ziyaretlerinin birinde garip garip itirafata girişerek:

“Bu dünyada cinayetsiz hayat olmaz.”

“Bu felsefeyi anlayamadım. Kim söylüyor böyle?”

“Alber.”

“Sen de bunu bir hikmet olarak kabul ediyor musun?”

“Hayır, fakat işte bunun için her gün Alber ile mücadele, kavga ediyoruz.”

“Bu karanlık, kanlı, vahşi felsefesini neyle ispat ediyor?”

“En büyük felsefe, kitap şeklinde neşrolunamayan hakikatlerdir. En küçük hayvanlardan insanlara kadar cinayetsiz hayat olamayacağı gibi yalansız da hiçbir içtimai heyet teşekkül edemez. En masumane görünen fiil ve hareketlerimizde birtakım cinayetler gizlidir. Umum insanlarca bunlar meşru görünür. Çünkü bunları işlemeden bir fert yaşayamaz. Meşru şekillere sokmak için bunların isimlerini değiştirmekle iktifa ederler. Görmüyor musun? Değil fertler, değil mahdut cemaatler, koca koca milletler bile cinayetsiz yaşayamıyorlar. Yalnız şu kadar var ki bu umumi kıtale muharebe namını vermekle meselenin kirini pasını silmiş oluyorlar.”

“Eh, sen buna ne diyorsun kızım?”

“Ne diyeceğim Fani? Alber’in bu kanlı felsefesi önünde çok sıkılıyorum. Bence muharebe başka, ferdî cinayet başkadır. Ve cinayet daima cinayettir. Alber ne kadar uğraşsa bu sakim felsefesini bir hakikat olarak bana kabul ettiremez.”

O günden sonra Flora’yı artık görmedim. Raif Bey cinayetini gazetelerde okuyunca hemen bu iki sevdalı kardeşi aradım. Fakat bir yerde bulamadım. Bu gaybubet üzerine canilerin bunlar oldukları hakkında bana şüphe değil, adeta kanaat geldi. Alber müthiş felsefesini nihayet bedbaht kıza kabul ettirmiş, binaenaleyh cinayetsiz hayat kabil olamayacağı nazariyesinin ilk tatbikini biçare Raif Bey’de göstermiş olacak.”

Remzi Efendi: “Madam, verdiğiniz bu samimane malumata teşekkür ederiz. Lakin bu lütfunuzun itmamı lazımdır.”

Fani: “Ne suretle?”

Remzi Efendi: “Bu saatte canilerin bulundukları yeri bize haber vermekle.”

“Ah işte bu kabil değildir.”

“Niçin?”

Çünkü o bedbahtlar bu saatte hiçbir yerde değildirler. Artık yaşamıyorlar. Adalet-i ilahiye yerini buldu. Cehenneme bir taharri memuru izamı kabilse bir diyeceğim yok.”

Fani, zabıta memurlarını iğfal için mi böyle söylüyordu? Remzi Efendi’nin iki kaşı arasında peyda olan şüphe hatlarından zeki kadın hakikate intikalle:

“Merak etmeyiniz. Sözümü resmî bir vesikayla ispat edeceğim,” dedi.

Kadın salondan çıktı. Taharri memurlarıyla kalan Mösyö Bernar sordu:

“Affedersiniz, bizim bu canilerle tanıştığımızı nasıl keşfettiniz?”

Remzi Efendi “Onların son defa ikamet ettikleri Kumkapı’daki hanenin mahzeninde bir klişe bulduk. Bunu kâğıda çektik. Çıkan resmi Alber sandık. Binaenaleyh, bu resmin aslını bulmak için İstanbul’un her tarafını aramaya başladık. Girip çıkmadığımız yer kalmadı. Nihayet bugün Kâğıthane sırtında size tesadüf ettik. Otomobilde oturuyordunuz. Maceranın mabadı malumunuz.”

Remzi Efendi cebinden fotografiyi çıkarıp Mösyö Bernar’a uzatarak:

“Bu sizsiniz değil mi?”

Bernar resme bakarak:

“Evet, benim. Tastamam kendim. Alber birkaç defa fotografimi çekmişti. Nasılsa camlardan birini mahzende bırakmış. Böyle bir ihtiyatsızlıkta bulunduğuna ne iyi etmiş. Bu sayede sizinle müşerref olduk. Muğlak görünen bu cinayette zabıta nazarında tavazzuh etmiş oldu. Kim bilir sizi daha ne kadar müddet beyhude yere üzecek uzun bir yorgunluktan kurtulmuş oldunuz.”

Madam elinde küçük, şık bir ceviz çekmeceyle avdet etti. Mini mini bir anahtarla bunun kapağını açarak:

“Zavallı katil dostlarımın ebedi ve müellim hatıralarını işte bu küçük mezara gömdüm. Bu kabri her ziyaretimde
teessürüm artıyor. Flora’nın kendileri için yazdığı bu katl beratını okurken siz de bu caniler hakkında derin bir merhametle titremekten kendinizi alamayacaksınız sanırım. (Kutudan dolgun bir zarf ile beyaz bir ipekli mendil çıkarıp bu hazin yadigârları burnuna götürerek) İşte bu kâğıtlar ile bu mendil Flora’nın matemli titrek ellerinden aldıkları aselbent kokulu lavantanın rayihasını bile henüz kaybetmemişler. Ve bunu kaybetmemeleri için bunları sıkı sıkıya bu çekmeceye saklıyorum. Bu kokuyu burnum aldıkça Flora’yı yanımda sanıyorum. Çünkü Alber ile o daima bu lavantadan bürünürlerdi.”

Fani, zarfla mendili Remzi Efendi’ye uzattı. O da burnuna yaklaştırarak:

“Hah, işte kuyuda bulduğumuz çengelli kurşun kalemi de tıpkı böyle kokuyordu.”

Bu ince, beyaz ipekli mendilin iki mukabil köşesine biri erkek, diğeri kadın iki fotografi çekilmişti. Alber ile Flora’nın resimleri. Her ikisi de çok genç ve güzeldiler. Hele kız, pek müstesna, cazip lakin mahzun bir melahatle gözleri alıyordu. Alber, mütenasip siması, başından siyah bir duman gibi fışkırmış gür saçları, biraz yana kaymış boyun bağısı müphem bir derinlikte mefkûresini arayan gözleriyle ve telebbüsce gösterdiği derbederliğiyle bir artist tipi arz ediyordu.

Hakikat-i halin ne olduğunu henüz pek iyi anlayamayan taharri memurları bu iki genç ve güzel caniyi, kendi mesleklerine ait fevkalade iki numune tetkik eder gibi süzüyorlardı.

Fani, polis memurlarına iki zarf uzatarak:

“Bunun biri Flora’nın pek hazin bir rikkatle nakl-i macera edişidir. Daha doğrusu kendisiyle Alber hakkında yazdığı müessir bir katl ilamıdır. İkincisi, birincide hikâye edilen facianın sonu aynı aynına hakikate mutabık olduğunu teyiden İtalyan zabıtası tarafından verilen bir tasdikname suretidir. Bunları Türkçeye tercüme ettiriniz. Hakikat tamamıyla anlaşılır. Bize bir söyleyeceğiniz olursa buyurunuz. Bizi daima burada bulabilirsiniz.”

Loading...
0%